@theragn_
|
Keyifli Okumalar!✨ Düğüne sadece bir gün vardı. Bir gün! İki haftanın bu kadar hızlı geçmesi beni daha çok paniğe sürüklüyordu. Düşünüyordum, düşünüyordum ama bu evlilikten sıyrılacak hiç bir yol bulamıyordum. Prens’e gidip, "ben bu evliliği istemiyorum" desem nedenini soracaktı haklı olarak ve benim buna verecek mantıklı bir cevabım yoktu. Normalde her şeye verecek bir cevabım vardı ama buna yoktu işte. Dilim düğümleniyor, aklıma zincirler vuruluyordu sanki. Deli tarafıma uyup Prens’e gerçeği anlatmak geliyordu içimden. Hatta yanına gitmek üzere ayaklanmış ama yarı yolda vazgeçmiştim. Bana inanıp inanmayacağını bile bilmiyordum. Prens Minseo söylediğim her şeye inanacak gibi dursa da -yani Yesoo'nun. Yani aslında benim. Hayır, Yesoo'nun... Aman ne haltsa!- buna inanacağını hiç sanmıyordum. Allah aşkına sevdiği kadının bedenine başka bir kadının girdiğine hem de tamamen yabancı bir kadının girdiğine kim inanırdı ki? Ben bile arada bir aynaya bakmasam başka birinin bedeninde olduğumu unutacak gibi oluyordum. Uzun lafın kısası: Bu evliliğe mecburdum... Sabah uyandığımda Sebeo hep yanımda olurdu ama bu sefer yoktu. Aslında işime geliyordu çünkü onun haberi olmadan görüşmek istediğim biri vardı. Son görüşmemizin üzerinden bir ay geçmişti ve söylediklerini hala hatırlıyordum. Ve nedense ona inanasım tutmuştu. Eh, insan böylesine bedbaht bir duruma düşünce gökbilimcilere, falcılara, kahinlere inanıyordu demek ki... Hiç vakit kaybetmeden ayaklandım ve dolabımın kapaklarını açtım. Üzerime gündelik Hanbok’lardan mavi olanı aldım. Neyse ki tek başıma giyinmeyi öğrenmiştim. Hazır olduğumda saçlarımı salık bırakmak zorunda kaldım, fazlasıyla uğraşacak vaktim yoktu. Zaten saç iğnelerini takmayı da beceremiyordum her seferinde kafama batıyordu. Bazen oluyordu ama çoğu zaman beceremiyordum. Alışık değildim sonuçta bu zımbırtıya. Odadan çıkmadan önce pelerinimi almayı da ihmal etmedim. Bayılıyordum şunlara. Kendimi epik fantastik kitapların içinde gibi hissediyordum bunları giyince. İki kanatlı kapıyı açıp başımı uzattım ve etrafı kolaçan ettim. Bir kaç hizmetli beni görüp selamlasa da Sebeo ortalıkta görünmüyordu. Buna güvenerek odadan çıktım ve sarayın koridorunda ilerledim. Arka bahçe kapısından çıkıp sokak yoluna girdiğimde ne ablama ne de Prenslerden birine ne de Sebeo'ya yakalanmadığım için şükrettim. Kraliyet Sarayı labirent gibiydi. Aslında buradaki her saray labirent gibiydi ama burasının ayrı bir ihtişamı vardı. Bir aydır burada olduğum için neyse ki giriş çıkışı, kimin odası nerede hepsini öğrenmiştim. Yol boyunca ilerleyip pazar yoluna saptım. Hava yine soğuktu ve yerler kaygandı. Kara bata çıka ilerlemekten yorulmuştum artık. Gerçi yaz olmasını da istemezdim. Sıcağı o kadar sevmiyordum ki, arkadaşlarımla tatile gittiğimizde onlar denize girer, kumsalda güneşlenirdi, bense havuza girmeyi tercih ederdim. Hele ki terlemeyi hiç ama hiç sevmiyordum. Nasıl bir vücudum varsa yaz kış terleyebiliyordum. Sadece yürüyerek bile terleyebiliyordum. Acaba fazla mı hızlı yürüyordum ki? Ayrıca ben niye bu konunun üzerinde bu kadar uzun durdum! Daha önemli işlerin var Aylin! Pazara ulaştığımda insan silsilesiyle burun buruna geldim. En az bizim pazarlar kadar kalabalıktı. Gözlerimi insan kalabalığında gezdirerek ilerlemeye koyuldum. Belki bir umut Gökbilimciyi bulabilirdim. Gözlerim tek bir odak noktasına takılı kaldığından yanımdan geçen yaşlı adamı görememiş, ona çarparak düşmesine sebep olmuştum. Sırtında koca bir sepet taşıyordu ve içindeki elmalar her yere saçılmıştı. "Ah, ben çok özür dilerim, sizi görmedim." Eğilip ona yardım etmeye yeltendiğimde ağzının içinden homurdanmaya başladı. "Sadece önüne bakarak değil etrafına bakarak yürüseydin görürdün, küçük hanım!" Diyerek hayıflanınca burun kıvırdım. Eh, bir yerde haklı tabii. Sesimi çıkarmadan yerdeki elmaları topladım ve sırtındaki sepete koydum. Onunla laf dalaşına girecek vaktim yoktu. Tekrar özür dileyip yanından ayrıldığımda delici bakışlarını da arkamdan sürükledim. Kaç dakikadır yürüdüğümü bilmiyordum ama onu bulmaya dair umudum tükenmeye başlamıştı. Sarayda olmadığını biliyordum çünkü çıkmadan önce haram ağalarından birine sormuştum. O da saray dışında olduğunu söyledi. Sıkıntıyla iç geçirdiğim sırada Gökbilimcinin gizemli sesini duydum. Bir baharatçının önünde durmuş fiyat tartışması yapıyordu. Sanki onu izleyen bir çift gözü hissetmiş gibi arkasını döndüğünde göz göze geldik. Kaşları merakla havaya kalktı ve, "Bak sen..." dedi uzata uzata. "Beden hırsızı beni görmeye gelmiş anlaşılan?" Sesi sanki beni gerçekten bir şey çalarken yakalamış gibi melodik çıkmıştı. İmasına karşın dudaklarım düz bir çizgi halini aldı ve içgüdüsel olarak gözlerimi kaçırdım. Bana hırsız diyordu ama benim bedenimde de başka birinin olduğunu unutuyordu. Peh! Boğazımı temizleyip çenemi dikleştirdim ve imasını göz ardı ettim. "Sizinle konuşmam gerekiyor." Dedim. "Geleceğini biliyordum." Dedi bilmiş bir edayla. Nasıl diye sorma gereği duymadım. Eliyle gelmemi işaret ettiğinde onu takip ederek arkasından ilerledim. Her zaman ki gri Baci vardı üzerinde. Kuyruklu şapkası da başının üzerinde yerini almıştı. Beni bir hanın içine soktuğunda tedirgin oldum. İlk kez içkili bir ortama giriyordum. Ailemde kimse ağzına içki sürmezdi. Arkadaşlarım içkili partiler yaptıklarında onlara katılmazdım. Zaten onlar da bunu bildiklerinden gelmem için ısrar etmezlerdi. İçeri girmeden önce pelerinimin şapkasını başıma geçirdim. Sarhoş adam ve kadınlar çalan müzikle eğleniyor, kahkahaları dışarıya kadar ulaşıyordu. İskambil kâğıtları havada uçuşuyordu. Tarot kartı bile gördüğüme eminim. Neyse ki beni kimse tanımamıştı. Burnuma dolan içki kokusuyla yüzümü buruşturdum. Merdivenlerden tırmanıp üst kata çıktık ve en kuytu köşedeki masaya geçtik. Han aynı orta çağ fantastik filmlerdeki hanlara benziyordu. Üst katta kare masalar ve tahta sandalyeler vardı. Sağdan başlayıp sola doğru uzanan koridorun sağ tarafında kapılar vardı ve odalara açılıyordu. Sol tarafında ise balkon vardı ve balkon pervazının yanında kuruluydu masalar. Balkondan aşağıdaki kalabalığı rahatlıkla görebiliyordunuz. Küçük ve havadar bir handı. Gökbilimci tam karşımda oturup delici gözlerini bana dikti. Lafı hiç uzatmadan konuya girmeye karar verdim. "Yarın düğünüm var. Bundan kurtulmanın bir yolunu bulmam gerek. Gerçeği kimseye anlatamıyorum ve bu durum beni deli etmeye başladı... Herkes hafızamı kaybettim sanıyor ama bu yalan." Çaresizlikle yüzümü buruşturdum. Gerçekten çaresizdim. En sonunda dayanamayıp ben kendime geçirecektim ölmemi sağlayacak ama aslında tekrar beni hayata döndürecek o hançeri. Artık hançer mi, kılıç mı yoksa ok mu bilemiyorum... Karşımdaki adam boğazından bir hmm sesi çıkararak tek tutamlık sakalını sıvazladı. Gözlerini benden bir an olsun ayırmıyordu. "Benden tam olarak ne istiyorsun?" Dedi merakla. "Bedenime geri dönmenin daha kolay bir yolu var mı?" Diyerek lafıma devam ettim. "Gerçek aşkım kim ve bunun Prens Minseo olmadığına emin misin?" Sorularımı tek tek sıralarken dikkatlice dinledi. Dirseklerini masaya dayayıp hafifçe eğildi ve, "Geri dönmenin başka yolu yok." dedi ve devam etti: "Gerçek aşkın Prens Minseo değil. Kim olduğunu da söyleyemem ama ipucu verebilirim." Gözlerim aniden merakla açıldı ve onu taklit ederek dirseklerimi masaya dayayıp öne eğildim. Etrafı kolaçan etmeyi de ihmal etmedim. "Bu kişi bir gölge misali senin etrafında." Hah, çok açıklayıcı oldu! İsminin baş harfini verse daha kolay olurdu. Hem o da neydi? "Bilmece gibi konuşmandan nefret ediyorum. Nereden bileceğim kim benim etrafımda gölge gibi dolaşıyor?" Güldü ve arkasına yaslandı. "Yakında anlarsın," dedi sadece. Sıkıntıyla yanaklarımı şişirdim. Sonra aklıma gelen şeyle tekrar öne edildim. "2. Prens Yeong Jin veliaht olmuş. Gerçekten tahta çıkacak mı?" Umursamaz bir tavırla omuz silkti. "Şans ondan yana olursa çıkar. En büyük şans da Kral Yıldızıyla doğmaktır." Kaşlarımı çattım. Dediğinden hiçbir şey anlamamıştım. "Kral Yıldızı mı? O da ne?" "Kral Yldızına sahip olmak oldukça güçtür." Gökbilimci anlatmaya başladığında kulak kesilerek gözlerimi ona diktim. "Buna sahip olan kişi elbet bedeller öder... Kral Yıldızına sahip olan kişi zamanı geldiğinde tahtın sahibi olur. Prensler arasında kimin sahip olduğu halk arasında bilinmez ama takımyıldızı kaydedicileri bilir. Doğan her insan için bir doğum levhası tutarlar. Doğduğun zaman hangi yıldız gökteydi orada bulursun." Söylediklerini akıl kütüphaneme bir bir yerleştirdim. Ama işim daha da zorlaşmış gibiydi. Nereden bilecektim hangi Prens, hangi takımyıldızıyla doğmuş? "Sen gökbilimcisin, yıldızları en iyi sen bilirsin. Eminim ki Kral Yıldızıyla doğan prensi de biliyorsundur." Ne onayladı, ne de yalanladı. Dudak kıvırarak yüzüme baktı. Sormam hataydı zaten. "Sahi, sen hem gökbilimci hem kahin'im demiştin değil mi? Nasıl aynı anda ikisi olabilirsin?" Bu sorumdan hoşlanmamış olacak ki burun kıvırdı. "Orasını karıştırma. Ben yıldızları tercih ediyorum, ruhlar alemini değil." Bu sert çıkışı beni afallattı ve daha fazla üstüne gitmedim. Ne dedim ben sanki? "Tamam hepsini geçtim," dedim bıkkın bir nefes alarak. "Bari düğünden nasıl kurtulurum onu söyle." Aniden ayaklandığında zamanımın dolduğunu anladım. Bende ayaklanıp başımın üzerinde kaymakta olan pelerinimi düzelttim. "Korkma, bu düğün gerçekleşmeyecek." Şaşkınlıkla gözlerim büyürken bir adım ona yaklaştım. "Nasıl?" Sesim fısıltıdan farksızdı. Gökbilimci gülümsemekle yetindi ve bana kapının yolunu gösterdi. Normalde bunu kaba bir hareket olarak bulur ve karşımdaki adama bilenirdim ama kafamın içinde, bu evlilik gerçekleşmeyecek, sözü çınlarken bu davranışını umursamadım. Handan çıkarken konuştuklarımızı düşünüyor, tartıyordum. Kral Yıldızı... Gölge... Kim olabilirdi ki? Acaba Yeong Jin gerçekten Kral Yıldızına sahip miydi? Vah o zaman Krallığın haline... Onu gördüğümden beri kötü bir şeyler seziyordum. Zaten ilk gördüğümde de neredeyse Kang So'yu öldürüyordu. Kendi öz kardeşini. Gerçi niye şaşırıyorsam? Kendi annesi öldüreni görmüştüm ben. Bir annenin kendi katilini yetiştirdiğini... Tüylerim aniden diken diken oldu. Midem öylesine bulandı ki kusmak üzereydim. Derin nefesler alıp kendimi dizginlemeye çalıştım ve iyi hissettiğimde saraya doğru tekrar yol aldım. Kral Yıldızı olsam onun yıldızı olduğum için tövbe eder yıldızlıktan çekilirim. Sarayın önüne geldiğimde tam içeri girecektim ki duyduğum sesle duraksadım ve başımı çevirdim. Bu derin sesin sahibi Kang So'dan başkası değildi. "Ne o, düğünden mi kaçıyorsun yoksa?" Dedi muzip bir edayla. "Ya da bekarlığının son günlerinin tadını mı çıkarıyorsun?" Söylediklerine herhangi bir tepki vermek istedim ama kendimi aniden yorgun hissetmeye başlamıştım. Kendimi konuşmaya zorladım. "Hayır, sadece biraz hava almak istemiştim." Sesimin bitkin çıkması beni bile afallatırken Prens’in kaşlarının çalmasına sebep oldu. "Sen iyi misin? Yorgun görünüyorsun." İyi miydim? Bilmiyorum... Neden aniden ruhum çekiliyormuş gibi hissediyordum ki? "İyiyim. Düğün telaşı yordu sadece." Haftalardır düğün hazırlıklarıyla boğuşuyordum. Saray terzileri gelinliğimi dikmek için ölçülerimi alıyorlardı ve bu durum beni çok yoruyordu. Ablamın benim için dua tılsımı da yaptırdığını unutmamak gerek. Sürekli yanımda taşımamı, düğünden önce kötü bir şey olmasın diye beni koruyacağını söylemişti. Dua iyi hoştu da onu yanımda taşıyamazdım. Aslında beni yoran sadece bu değildi, anlamadığım bir şekilde kendimi bir an bitkin hissediyor, bir an enerjiyle doluyordum. Aynı şu an da olduğu gibi. Acaba hasta mı olacaktım? "Heyecanlı olmalısın, sonuçta bir prens'le evleniyorsun." Dedi. Sanki bu durumdan memnun değilmiş gibi çenesi seyiriyordu. Anlam veremedim. "Sanırım akrabanız olacak olmam sizi memnun etmiyor." Dedim kinaye yaparak. "Ama görünüşe bakılırsa, akrabam olacak olman senin pek hoşuna gidiyor. Baksana yüzünde güller açıyor." Dedi aynı kinayeyle. Yüzümde güller açmadığını ikimizde farkındaydık ve o kesinlikle benimle alay ediyordu. Alaycı tavrını rafa kaldırarak ciddileşti ve ellerini arkasında bağladı. Göğsünü dikleştirdiğinde ne kadar heybetli olduğunu tekrar fark ettim. Keskin yüz hatları onu çekici kılıyordu. Geniş omuzları ve dik duruşuyla kimse beni yıkamaz mesajı veriyordu resmen. Yürürken de hep dik yürüyor ve kendinden emin adımlar atıyordu. Bir kez olsun yalpaladığını görmemiştim. Adeta kara deliği andıran gözlerini gözlerime diktiğinde ürperdim. "Neden onu reddetmiyorsun? Onunla evlenmek istemediğin çok açık." Hiç çekinmeden söyledikleriyle sertçe yutkundum. Ben istemiyordum belki ama Yesoo istiyordu. Bunu onun için yapıyordum. Prens için söylemesi kolaydı tabi! Oğlunu düğüne iki gün kala terk ettiğim ve itibarını lekelediğim için Kral kellemi alırdı. O adamdan hiç hoşlanmamıştım. Ayrıca o Kral'dı. Öz oğlunu ihanetle suçlayıp sürgün eden, bir diğer oğlunun itibarı için beni öldürürdü. Bundan hiç şüphem yoktu. İnsanların en ufak hareketinde, bakışında, konuşurken kullandığı ses tonuna kadar ne hissettiğini ya da düşündüğünü anlardım. Kralın gözlerinde hırs vardı, kin vardı. Oğluna duyduğu kin. Bana kalırsa bir insan birine ne kadar güvenir ve severse o kadar kin tutardı. Ona duyduğu sonsuz güven yıkıldığında bazılarının içinde derin yaralar açar aynı zamanda boşluk bırakırdı ve o yara bazılarında hüzne yol açardı, bazılarında ise kine. Kralın da hissettiği buydu. Oğluna duyduğu sonsuz sevgi, saygı ve güven hiç beklemediği bir anda ihanetle lekelenmişti ve bu içindeki kini ateşlemişti. Annem hep şöyle derdi: Anneler affedicidir. Ne olursa olsun hep affederler. Çünkü içleri yumuşaktır. Alttan alırlar, susalar... Çünkü çocuklarının mutluluğunu, huzurunu isterler. Ama babalar serttir. Fevri ve öfkelidir. Kolayca yumuşamazlar, kin tutarlar. Unutmaları zaman alır, sineye çekemezler. Kraliçenin Kang So'ya bakışlarını görmüştüm. Sıcaktı, affedici aynı zamanda hüzünlüydü. Yeong Jin onu yaraladığında endişeyle nasıl ayağa fırladığını görmüştüm. Aynı zamanda Kral'a nasıl korkuyla baktığını da... Ama Kral adeta seyir zevki yaşıyordu. Öz oğlunun acı çekmesi onu incitmiyordu bile. Babalar belli etmez, içten içe kanar, demişti annem. Belki Kral içinde bu geçerliydi. "Prens’le evlenmek istiyorum." Dedim sakin bir tınıyla. "Neden her seferinde beni vazgeçirmeye çalışıyormuşsunuz gibi hissediyorum?" Prens bu söylediğimden sonra güldü. Ama içi boş bir gülmeydi bu, his barındırmıyordu. "Çünkü istemediğin bir şeye zorlanmanı istemem. İnsanın istemediği bir yerde kalınca nasıl hissettiğini bilirim. Ne kadar güzel olursa olsun. Ne kadar lüks olursa olsun. Yediği önünde yemediği arkasında olursa olsun. Eğer o insan orada kalmak istemiyorsa cennet bahçesi ona çöl gibi gelir. Ve kalmak için kendini zorladığında git gide kumlara batar. O kumlar gün gelir, o insanın boğazını tıkar. Ciğerlerine işler ve onu hasta eder. O yüzden kendini zorlama diyorum. Çöle kendini mahkum etme. Hasta olma." Söylediklerinde hiç bir sahtelik yoktu, tamamen samimiydi. Bakışları bile sıcaktı. Sanki yıllarca çölün ortasında kalmış gibi... "Burada kalmak istiyorum, burayı seviyorum." Dedim onu ikna etmek ister gibi. "Evet seviyorsun, çünkü burada ablan var. Hiç yanından ayırmadığın hizmetçin var." Dedi. O da beni ikna etmeye çalışıyor gibiydi. "Evleniyorsun Yesoo. Evlilik çocuk oyuncağı değildir, çok ciddi bir meseledir. Evlilik cesaret işidir. Benimle arkadaş olarak ne kadar cesur olduğunu kanıtlasan da," İşte sonunda gülmüştü. "bu konuda cesaretini bir kenara koy ve mantığını devreye sok. İstemediğin bir adamla evlenebilecek misin? Onun sana dokunmasına, öpmesine, sarılmasına dayanabilecek misin? Onun yatağına girebilecek misin Yesoo?" Sözleri delip geçti beni. Dilim tutulmuştu sanki hiç bir şey diyemedim. "Sizin aşkınız herkesin dilinde, biliyorum. Minseo benim kardeşim bunu da biliyorum." Diyerek devam etti. "Ama duygular değişebilir. Çünkü aşk kalıcı değildir. Bu yüzden iyi düşün, cesur kız. Minseo sana kör kütük aşık olabilir. Ama eğer sen değilsen, sevmediğin bir adamla evlenmek, mahkum olmakla aynı şey. Hem de ebediyen... Kendini tutsak etme." Dedi ve gitti. Beni sözlerinin ağırlığı altında bırakıp öylece gitti. Yere mıhlanmış bir vaziyette arkasından bakakaldım. Üzerime bir toprak atmadığı kaldı! ... O büyük gün gelip çattı: Düğün. Sanki içimdeki sıkıntı gökyüzü tarafından hissediliyormuş gibi fırtınalı sulu karlar yağmaya başlamıştı. Saraydaki herkes bu fırtına da nasıl düğün yapılacak diye konuşuyordu. İç çektim ve çatının el verdiği ölçüde elimi uzatıp sert damlaların elime düşmesine izin verdim. Daha gece vaktiydi ama ben uyuyamamıştım. O yüzden odamın kapısının önünde, merdiven başında oturmuş gökyüzünde parlayan ve buraya geldiğimden beri hep odamı aydınlatan ay’ı izlemeye başladım. Ay’ı çok seviyordum. Niye bu kadar sevdiğimi bende bilmiyordum ama ona bakmak bana huzur veriyordu. Sanki her daim beni izliyordu ve yalnız olmadığımı bana hissettiriyordu. Yalnızlığı sevmiyorum. En çok korktuğum şey de yalnız ölmek. Hatta ölüm. Ölüm beni çok korkutuyor. Çünkü nereye gideceğimi bilmiyorum. Beni nasıl bir şeyin beklediğini de. O yüzden korkuyorum. Ben bilinmezliği hiç sevmem ki. Ve ölüm benim için bilinmezlikten ibaret. “Bu fırtınada burada ne yapıyorsun?” duyduğum sesle irkildim ve başımı arkaya çevirdim. Prens Kang So tam arkamda duruyor, hafif çatık kaşlarıyla bana bakıyordu. “Bekarlığımın son saatlerin tadını çıkarıyorum.” Dedim gülerek. Yanıma gelip benim gibi eşiğe oturdu ve bana bakmaya başladı. “Kararlısın yani?" Başımı sallayıp onayladım. “Seni kaçırayım mı?” Dedi birden. Başımı gökyüzünden çevirip şaşkınca ona baktığımda güldüğünü gördüm. Alaycılığı yine üstündeydi anlaşılan. Bende ona uydum ve aynı alaycı tavırla, “Kaçırın beni Prens’im, çok uzak diyarlara gidelim!” diye şakıdım. Bu halimi gören Prens ufak bir kahkaha attı. Söylediklerimin çok hoşuna gittiği açıkça belliydi. “Hay hay...” Birbirimize bakıp gülümsüyorduk. Onun bu şakacı tavırlarının moralimi düzelttiğini ve beni mutlu ettiğini fark ettim. İçimdeki fırtınaları dindirdiğini. Ve yine gökyüzü içimin serinliğini hissetmiş gibi sakinleşti ve yumuşak kar tanelerini lapa lapa yağdırmaya başladı. Elimi uzatıp onları da hissettiğimde ay ve yıldızın birlikte yan yana parladığını gördüm. "Ah, Küçük Hanım, çok güzel olacaksınız!" Sabahın erken saatlerinde uyandırılmanın verdiği huysuzlukla gergin bir şekilde gülümsedim. Sebeo öylesine heyecanlıydı ki sanki kendisi evleniyordu. "Hazırlanmadan önce güzelce kahvaltı etmelisiniz." Diyerek yer sofrasını işaret etti. Yiyemeyeceğim kadar çok yemek vardı. Bir kase dolusu pirinç pilavı, yumurtalı ramen, kimchi, balık keki ya da köftesi... ve adını bile bilmediğim çeşit çeşit yemek. Ama ben Türk yemekleri yemek istiyordum artık! Bu yüzden sabrımın son demleriyle ayağa fırladım. "Ben mutfağa gidiyorum, Sebeo," dedim ellerimi belime koyarak. Sebeo'nun şaşkın bakışlarına rağmen kararlı duruşumu sürdürdüm. "Neden? Yemekleri beğenmediniz mi?" "Beğenmemek değil ama kendim yemek yapmak istiyorum." Sebeo hepten şaşkına döndü ve koştura koştura yanıma geldi. "Ama Küçük Hanım, soylular mutfağa girmez ki. Prens Minseo duyarsa..." "Biz de duymamasını sağlarız Sebeo." Onu arkamda bırakıp odadan çıktım. Peşimden hala sayıklaya sayıklaya geliyordu. Saray mutfağına geldiğimde aşçı ve yardımcıları harıl harıl yemek pişiriyorlardı. Düğün için olduğunu biliyordum. Mutfakta beni görünce hepsi reverans pozisyonuna geçti. "Bir istediğiniz mi var, Küçük Hanım?" Diye sordu Aşçı Başı. "Yemek yapacağım." Dedim baskın bir tavırla. Sanki küfür etmişim gibi hepsi yüzüme aval aval bakmaya başladı. Ortamda ölüm sessizliği oluşunca sabırsızca iç çektim ve ocağın başına kuruldum. Büyük bir mutfaktı. Kapalı bir alanda dört tarafı duvarlarla çevrili ama ferah bir yapıydı. Duvarlar kırımızı beyaz renklerle boyanmıştı. Ahşaptan yapılma tezgah vardı ve taş yapıların üzerine konmuş demir ızgarayı da ocak olarak kullanıyorlardı. Mutfağın sağ tarafında bahçeye açılan bir kapı vardı ve odun ateşinde kazanlar kaynıyor, yemekler pişiriyorlardı. Yanımdaki orta yaşlarda gibi görünen adama baktım. Muhtemelen aşçı yardımcısıydı. "Bana tel şehriye, sıvı yağ, salça, tuz, nane ve sıcak su getirir misin?" Adam gözlerini kırpıştırarak yüzüme bakınca sinirden köpürdüm. Zaten canım burnumdaydı bari istediğim yemeği yapıp yiyebileyim! "Adam öldürmüşüm gibi bakma bana!" Diye bağırdım birdenbire "Alt tarafı yemek malzemesi istedim!" Aşçı Yardımcısı sert çıkışımdan dolayı başını hızla sallayıp kaçarcasına uzaklaştı ve istediğim malzemeleri bana getirmeye başladı. Önüme boş bir tencere de koydu. Ona bağırmak benim de hoşuma gitmiyordu ama tutukluk yapmış bir plak gibi oldukları yerde saymaları sinirimi bozuyordu. Hizmetçiler, harem ağaları, aşçı başı da dahil işlerini güçlerini bırakıp beni izlemeye başladıklarında ters bakışlarımı onlara diktim. "Sırf soyluyum diye önüme sürekli yemek getirilecek değil ya? Kendi yemeğimi kendim yapabilirim. Bebek değilim sonuçta! Şimdi işinize bakın yoksa yemekleri yakacaksınız!" Herkes işine döndüğünde rahat bir nefes aldım. Sebeo da ceylan gibi seke seke yanımda dolaşıp duruyordu. İş yaparken etrafımda birilerinin olmasından nefret ediyorum! "Ne yapacaksınız, Küçük Hanım?" Diye sordu Sebeo. "Tel şehriye çorbası yapacağım. Günlerdir canım çekiyordu." Kore'de çorba kültürü yoktu. Yedikleri tek çorba yosun çorbasıydı o da doğum günlerinde özel yapılıyordu. Bir bakıma pasta gibi düşünebilirsiniz. "Tel şehriye çorbası mı? O da ne?" Gülümsedim. "Yapınca görürsün." Elime duvarda asılı duran tahta kaşığı alıp tencereye sırayla döktüğüm malzemeleri karıştırmaya başladım. Yemek piştikçe kokusu buram buram burnuma geliyordu ve karnım gittikçe daha çok acıkıyordu. Çorba pişmek üzereyken Sebeo'dan köfte yapmak için kıyma, bayat ekmek, soğan, yumurta, karabiber, kimyon ve tuz istedim. Soğanı doğrarken gözlerim öyle yandı ki hüngür hüngür ağlayacaktım neredeyse. Gözlerim Soğana asla dayanmıyor... Tezgahta duran kıymaya da malzemeleri ekledikten sonra güzelce yoğurdum. Elimde top top yapıp üstüne hafifçe bastırdıktan sonra basık ve oval bir şekil verdim. Kızartmak için tavayı aldım ve tek tek tavaya köfteleri dizdim. Kızardıkça çok güzel kokuyordu. Yaptığım çorba ve köfteyi taslara koyduktan sonra yuvarlak gümüş bir tepsi aldım ve tasları yerleştirdim. Gümüş bir kaşık ve chopstick alıp onları da tepsiye koydum. Tabii, ekmek almayı da unutmamıştım. Ben elimde tepsiyle mutfaktan çıktığımda arkamdan bakan hizmetçileri görmezden geldim. Hatta merak ederde yemek isterlerse diye onlara da bırakmıştım yemekten. Zaten kendileri yemeklerle ilgilenirken göz ucuyla hep beni izlemişlerdi. Sebeo da hemen yanımda, yine panik olmuş bir halde çipidi çipidi yürüyordu. "Bari tepsiyi ben taşısaydım, Küçük Hanım. Biri görse ne derim?" Ona gülümseyip omzuna dokundum. "Sorumluluk benim merak etme." Odaya geldiğimizde tepsiyi yere bıraktım ve oturmak için bir minder çektim. Çorbayı ve köfteyi gördükçe karnım gurulduyordu. Ekmeği küçük parçalarla çorbaya doğrayıp elime kaşığı aldım ve yemeğe başlarken Sebeo'nun garip bakışlarıyla karşılaştım. “Ne oldu?” dercesine başımı salladığımda, "Siz bu yemekleri yapmayı nereden biliyorsunuz?" Dedi. "Kendi tarifim," diye yalan attım hemen. Türk yemekleri desem bu defa Türk yemeklerini nereden biliyorsunuz diye soracaktı. Elimdeki kaşığı çorbaya daldırıp Sebeo'ya uzattım. Bir bana bir uzattığım kaşığa baktı. "Hadi ye, tadına bak!" diye ısrar edince mecbur kalıp yedi. Tadını beğenmiş olacak ki yüzü ışıldadı. "Hadi köfteden de ye." Onu da yedi ve beğendi. “Küçük Hanım, bu yemekler çok lezzetli. Tarifini verin de bende kendime yapayım boş bir vaktimde. Gerçi hiç boş vaktim yok ama olsun. Yanımda bulunur.” “Tabii ki veririm.” Dedim ve hemen köfteyi ağzıma attım. Tam annemin yaptığı gibi olmuş. Bir süre resmen birlikte yemek yedik, İki arkadaş gibi. Kendimi iyi hissetmemi sağlamıştı bu durum. Sanki birkaç saat sonra tanımadığım bir kızın bedeninde, tanımadığım bir adamla evlenmeyecekmişim gibi tıka basa yedim, midem bayram etti ve enerji doldum. İnsanın kendi yemekleri gibisi yoktu işte. Törene yakın hizmetliler odama doluştu. Vakit kaybetmeden beni hazırlamaya başladılar. Gelinliğim kırmızı renkteydi ve üzerinde altın sarısı dantel işlemeler vardı. Desenleri sarkan, uzun çiçeklere benziyordu. Kaliteli bir kumaştan yapılmaydı. Ne kadar ağır olduğunu iki hizmetli taşıyarak getirdiğinde anlamıştım. Hizmetliler beni büyük gün için hazırlamaya devam ederken övgülerde bulunmayı da ihmal etmiyorlardı. "Küçük Hanım, gerçek bir prenses gibi görünüyorsunuz." Gülüşmeler, kıkırtılar, bitmek bilmeyen neşe ve iltifatlar... Bunca iltifata rağmen konuşmak hiç içimden gelmiyordu. Acaba içimdeki paniği, huzursuzluğu ve bu günden asla kurtulamayacağımın verdiği farkındalıkla içimi kaplayan umutsuzluğu görseler yine böyle neşeyle gülerler miydi? Sıkıntıyla iç geçirip tüm bu yaşadıklarımın rüya olmasını diledim. Dudağım istem dışı bükülmüştü. Yanımdaki kadınlarsa bu durumumu heyecan olarak yorumladı. Hepsi el birliğiyle beni hazırlamaya devam ediyordu. Önce iki elden saçlarımı ördüler. Kalın örgüleri bir araya getirip simit şeklinde bir topuz yaptılar. Kafam vücuduma ağır gelmeye başlamıştı. Bütün gün nasıl dayanacaktım ben? Sıra makyajıma geldiğinde hayatım boyunca hiç bu kadar makyaj yapmadım diye düşündüm. En azından uçuk renklerde. Pudrayla zaten pürüzsüz olan cildimi daha da pürüzsüz bir hale getirdiler. Ruju ve göz farını gelinlikle uyumlu olacak şekilde kırmızı seçtiler. Küçük bir cam kabın içinde kırmızı tozlar vardı. Ruj ve far olarak kullanmışlardı. Kafam yetmiyormuş gibi yüzümde ağır gelmeye başlamıştı. Kesin paylaçoya benzedim... Altın sarısı saç tokalarını ve küpeleri de taktığımda tüm boynumu kaplayan bir kolye de takmışlardı. Sıra gelinlikteydi. Gelinliği giydiğim an az kalsın boşta bulunup düşecektim. Üzerimde bir tuğla tanışıyordum sanki. Son olarak kafama koca bir taç geçirdiler. Hem çok büyük hem de sarkıtmalı lambalara benziyordu. Süslü bir lamba. Başımı tamamen sarıp sarmalıyordu. Gelinliğin ağırlığı yetmiyormuş gibi şimdi de tacın ağırlığı çökmüştü üzerime. Boyum kısalacak! Tüm rütuşlar bittiğinde aynaya bakmama izin verdiler. Resmen süs köpeğine benziyordum. Ya da Buda mı deseydim? Ama başka bir açıdan bakarsak Yesoo gayet güzel görünüyordu. Bence de Prens Minseo yeniden aşık olacaktı. Koreli erkeklerin bu görüntüye aşık olacağı kesindi evet ama Türk erkeklerini düşününce alay konusu olmak muhtemeldi. Hizmetliler hayran hayran beni süzerken Sebeo'nun gözünden bir damla yaş bağımsızlığını ilan etti. Bazen annem gibi davranıyordu bu kız. Onun bu haline tebessüm ederek, "Ağlama. Sadece evleniyorum, saraydan gitmiyorum ya." dedim. Sadece evleniyorum. Ne tuhaf ama... Buradaki insanlar benim Yesoo olmadığımı bilmiyorlardı ama ben kendi benliğimin farkındaydım. Yesoo ve Prensin arasına giren bir kara kedi gibi hissediyordum. Acaba kendisi olsa bu evliliği bozmamı mı isterdi yoksa devam etmemi mi? Bunu bir fedakârlık olarak düşünemez miyiz... Ruhlarımız asıl bedenlerine döndüğünde her şey güzel olacak. Tabi eğer benim ailemde işler çoktan karışmadıysa. Yesoo kendini sevdiği adamla evlenmiş bir vasiyette bulacak. Peki ya ben ne vaziyette bulacağım kendimi? Belki Tımarhane'de... Yesoo düğününde olamayacak ama isterse tekrar düğün yapabilir sonuçta. İstese Prens ona kırk gün kırk gece düğün yapardı. Evet gerizekalı. Yesoo geri döndüğünde, aman canım alt tarafı hiç tanımadığım biriyle beden değiştim, herkesin başına gelebilir böyle şeyler, deyip tekrar bir düğün yapacak. Amma zekisin! İç sesimin aniden devreye girmesiyle sinirle dişlerimi sıktım ve abartılı bir şekilde göz devirdim. Napayım yani düğünden mi kaçayım? Kaçma deneyimlerim hiç iyi sonuçlanmıyor ki. Ya kendimi bir kuyunun dibinde bulursam? Acaba fantastik dizilerdeki gibi suya atlayıp geçmişe ya da geleceğe gidebilir miydim bende? Gerçi denemiştim bende ama hiçbir işe yaramamıştı. Bu düşüncem istemsizce beni güldürdüğünde Sebeo'nun garip bakışlarıyla burun buruna geldim. İç sesimin dediği gibi gerizekalıydım galiba. Düğünden kaçsam bile bu bedenden çıkamazdım. O yüzden ortalığı karıştırmaya hiç gerek yok. En azından gerçek aşkımı bulana kadar. Duruma iyi tarafından bakalım: Prens Minseo çok iyi bir adamdı ve şundan eminim ki, beni istemediğim hiçbir şeye zorlamazdı. Düğün gecesi gibi. "Küçük Hanım nereye dalıp gittiniz öyle? Sizde kendinize hayran kaldınız değil mi?" Sebeo'nun kıkırtısıyla kendime gelip gözlerimi aynadan çektim ve ona odakladım. "Ah, hayır. Prens’i düşünüyordum. Ne yapıyordur şimdi diye." Dedim mutlu görünmeye çalışarak. Buraya geldiğimden beri düşünüyorum da, bu insanlar Yesoo da hiç mi bir değişiklik sezmiyorlardı? En başta ablası. Kardeşinin konuşmalarında, davranışlarında, bakışlarında hiç mi değişiklik görmüyordu? Yesoo hakkında bildiğim tek şey sıcak kanlı ve herkesle iyi anlaşan biri olmasıydı. Ve son zamanlarda depresyonda olması. Tamam, Bende sıcak kanlı ve çoğu zaman insanlarla iyi anlaşan biriydim ama bilemiyorum... Belki de Yesoo'yla çok fazla benziyorduk. Belki de mesleğimin verdiği açık gözlülük ve analizci tarafım, bu ailenin durumunu garip buluyordu. Benim bu bedene girdiğim zaman Kang So'nun bu saraya gelmesiyle çakışıyordu ve sarayda inanılmaz bir telaş vardı. En azından hizmetçiler bakımından. Ama Prens’in ailesinden hiç ses seda çıkmamıştı. Ne biliyim, beni bir sürü hekime gösterirler sanmıştım ama tahmin ettiğim gibi olmadı. Belki de bunun telaşı, benim hafızamı kaybettim yalanına sorgulamadan inanmalarına ya da üstüne düşmemelerine sebep olmuştu. Kang So'yu görmüştüm. Ürkütücü bir havası olduğu kesindi ama sanki cehennem köpeğiymiş gibi anlatmaları fazla abartı geliyordu. Bana kalırsa onların korktukları 4. Prens Kang So değildi, hakkında çıkan korkunç söylentilerdi. "Hazırlanıyordur elbette. Ne kadar heyecanlı olduğunu tahmin etmek zor değil." Sebeo'nun imalı sözleri beni kendime getirdi. "Yılın düğünü olacak bu, Küçük Hanım. İnsanlar sizi dilinden düşüremeyecek." Gülümseyip onu onayladığım esnada odanın kapısı açıldı ve tanımadığım bir adam üstünde asker kıyafetiyle içeriye girdi. Ellili yaşlarında görünüyordu. Yüzünde yaralar vardı ve teni bronzlaşmıştı. Buna rağmen sıcak bakıyordu. Beni gördüğünde baştan ayağa süzdü ve yüzünde duygu karmaşası yaşandı. Hem hayran kalmış hem de duygulanmış gibiydi. İç çekerek bana yaklaştı. Kendinden emin, dik bir duruşu vardı. "Ah, Yesoo'm, kızım... Çok güzel görünüyorsun." Dedi derinden gelen bir sesle. Kızım demişti. O zaman bu adam Yesoo'nun babası mıydı? "Babana sarılmayacak mısın?" Dediğinde içimde fırtınalar koptu. Tekrar babam aklıma geldi. O da aynı Yesoo'nun babası gibi bana kollarını açar, gelip ona sarılmamı beklerdi. Gözleri parlayarak bana bakardı. Adam uzanıp yanağıma dokunduğunda ağladığımı yeni fark ediyordum. İçim kabardıkça kabarıyordu ve taşacak gibi hissediyordum. "Ba... Baba..." Adeta koşarcasına ona sarıldım. Adam kollarını bana öyle bir sardı ki babam yanımdaymış gibi hissettim. "Bende seni özledim kızım." Dedi neşeli bir tınıyla. Ben ise ağlıyordum, kendimi durduramıyordum. Tanımadığım bir adama sarılıyordum belki ama şu an karşımda babamı görüyormuş gibi hissediyordum. Belki de buna ihtiyacım vardı bilmiyorum. Babama ihtiyacım vardı. Onun bana yol göstermesine ihtiyacım vardı. Beni buradan çekip almasına ihtiyacım vardı. "Heyecan ve korku bir arada değil mi? Anlıyorum seni kızım. Ama şunu unutma, ben ve ablan her zaman yanındayız. Ne sıkıntın olursa olsun bize koşman yeterli. Babana koşmam yeterli güzel kızım. Ben seni her kötülükten korurum. Eğer Prens Minseo'nun kötü biri olduğunu düşünseydim bu evliliğe canım pahasına da olsa mani olurdum. Ama siz birbirinizi seviyorsunuz değil mi? O yüzden sorun yok." Ondan nihayet ayrılarak yüzüne baktım ve başımı salladım. "Mutlu ol Yesoo, bunu hak ediyorsun. Her zaman hak ettin. Hem yalnız değilsin ki, ablan burada. Ben görevim dolayısıyla uzaklardayım, sık sık görüşemiyoruz ama ablan hep burada." Onun da gözleri buğulanmıştı. Buruk bir gülümseme vardı yüzünde. Ağlamamı zorlukla durdurup göz yaşlarımı sildim. "Hayatta kalman yeterli. Sadece hayatta kal ve kızlarını bırakma." Dedim boğuk çıkan sesimle. Yanaklarımı avuçlarına yaslayıp okşadı. "Asla. İki cihan bir araya gelse beni kızlarımdan ayıramaz." .... İLAHİ BAKIŞ. Tam da Sebeo'nun dediği gibiydi durum. Halk en az hanedan kadar heyecanlıydı. Sanki bizzat kendi düğünleriymiş gibi en güzel giysilerini giyinmişler, sokağa dökülmüşlerdi. Sokaklar hıncahınç doluydu, adım atacak yer zor bulunurdu. Halk birbirlerinin kulağına bu göz alıcı çiftin muhteşem düğününü fısıldıyorlardı. "Onları görmek için sabırsızlanıyorum," dedi orta yaşlı ve tombul olan kadın. "Uzun zamandır bu düğün için bekliyorlardı." diyerek devam ettirdi tam zıttı olan kadın, heyecanlı heyecanlı. "Böylesine büyük bir aşk, bu kadar zaman beklememeliydi." diye sitem etti yaşlı adam. Sanki kendi oğlu evleniyormuş gibi bir hali vardı. Sokaklar çocuk neşesiyle dolup taşıyor, eğlenceler dur durak bilmeden devamlılığını sürdürüyordu. "Tahtıveranla mı geçecekler buradan anne?" Diye sordu küçük kız, masum gözlerini annesine dikerek. "Evet tatlım. Onlar geçerken kırmızı güller savuracağız. Bu güller onların aşkını temsil ediyor." Diyerek gülümsedi kadın kızına. Sorusuna yanıt bulan küçük kız elindeki kırmızı gülü kokladı ve gülümsedi. İnsanlar çok sevgili Prenslerinin saadetini kutlarken aynı zamanda erzakları için seviniyorlardı. Bu izdivaç onlara büyük bir kazanç sağlamıştı. Bunun için Kral’a minnet duyuyorlardı. Sebeo'nun tutan bir diğer tahmini ise Prens Minseo hakkındaydı. Adamcağız öyle heyecanlıydı ki yerinde duramıyor, odanın içinde volta atıp duruyordu. En sonunda kardeşi Kang Yul'ün sabırsız sözlerini duyduğunda kendini dizginleyebildi. "Bu gidişle düğünden önce bayılacak." diyerek alay etti onunla, en küçük kardeşi 12. Prens Kang Uk. "Dalga geçme adamla. İlerde seni de görürüz." Prens İn Baek'in uyarısıyla dudak büküp umursamaz bir tavırla omuz silkti Prens Uk. Nihayet sessizlik sağlandığında oda da duyulan tek ses Minseo'nun kalp atışlarıydı. Yerinde duramayıp tekrar ayaklandığında altın sarısı damatlığı hışırdadı. "Daha neyi bekliyoruz? Halk çoktan toplanmadı mı?" Dedi Prens hararetli bir biçimde. Prens'in bu durumu kardeşlerini daha da güldürdü. Hatta Prens Uk az kalsın dengesini kaybedip yerle buluşuyordu. Neyse ki Kang Yul onu son anda yakaladı. "Majestelerinin gelmesini bekliyoruz elbette." Dedi Prens Yeong Jin. Geldiğinden beri ilk kez konuşuyordu. Diğer kardeşleri gülüyor, eğleniyor, birbirleriyle alay ediyorlardı ama o sessiz kalmayı tercih ediyordu. veliaht prens olmanın bir ağırlığı olmalı diye düşünüyordu. Tam o sırada kapı sonuna kadar açıldı, beklenmeyen bir misafir içeri girdi. Kardeşleri onu görünce adeta donup kaldı. Reverans yapmayı bile unutmuşlardı. Bu durumları Kang So'yu güldürdü. Prens So, müstakbel damadın karşısında dikildiğinde gerginlik daha da arttı. Herkes Prens So'nun, Yesoo'yu kucaklayıp da nasıl saraya getirdiğini dün gibi hatırlıyordu. Prens Minseo'nun ani çıkışını da tabii. Kardeşler nefesini tutmuş gelmekte olan felaketi beklerken hiç beklenmedik bir şey gerçekleşti: Kang So elini Prens'in omzuna koydu ve dostane bir biçimde sıktı. "Çok yakışıklı görünüyorsun kardeşim." Dedi yandan bir gülümsemeyle. Prens’in bu beklenmedik davranışından sonra heykel misali kaskatı kesilen kardeşler birbirlerine sonra da ne tepki vereceğini görmek için Minseo'ya baktılar. Prens sıcak bir gülümseme sunarak, "Gamsahamnida hyung." deyince nihayet ortam yumuşadı. (Teşekkürler ağabey.) Minseo'nun aklına ağabeyine karşı yaptığı saygısızlık gelince kendinden utandı. Kendisine ne kadar sert davranmış olsa da sanki ağabeyi o günü unutmuş gibiydi. Mahcup bir ifadeyle elini aynı şekilde ağabeyinin omzuna koyarak çoktan yapması gerekeni yaptı ve ondan özür diledi. "O gün için özür dilerim, hyung. Yesoo'nun başına bir şey geldi diye öylesine endişeliydim ki, bütün öfkemi haksız yere sana yönelttim." Başını eğerek devam etti. "Umarım beni affedebilirsin." Kang So sanki o gün hiç yaşanmamış gibi gayet rahat bir tavırla, "Önemi yok kardeşim, ben seni çoktan affettim." dedi. Duyduğu bu sözler karşında Minseo'nun içi bir nebze olsun rahatladı ve herkesi hayrete düşürecek bir şey yaptı. Kang So'yu bile. Minseo ağabeyine sarılmıştı, aynı çocukluklarındaki gibi. Prens So nasıl tepki vereceğini bilemedi. Sanki karşılık verse kollarına sopayla vuracaklarmış gibi içi tedirginlikle doluydu. Tam o sırada kapı açıldı ve kapıdaki görevli Kral ve Kraliçenin geldiğini duyurdu. Herkes adeta hazır ola geçti. Prensler ve Prenses kardeşler saygıyla eğilirken Kang So gergindi ve bu durum Kraliçenin gözünden kaçmadı. Kralın gözü oğullarını tek tek süzerken Kang So'nun üzerinde uzun bir süre bekledi. Sonra yüzünde zafer dolu bir tebessümle müstakbel damata yaklaştı. "Çok iyi görünüyorsun oğlum. Bana çektiğin nasıl da anlaşılıyor." Dedi. Minseo gülümseyerek babasının gözlerine baktı. Kang So, keşke bende rahatlıkla gözlerine bakabilsem, diye düşündü. İçi burkulur gibi oldu. Kralın tek bir hareketiyle sağ kolu, elinde küçük bir kutuyla öne çıktı. Kutunun içinde Lapis Lazuli taşından yapılma bir yüzük vardı. Doğal taşlara ilgisi olanlar anlamını elbet bilirdi. "Ah, bu çok güzel..." Dedi Prensesler bir ağızdan. Yüzüğün parmağa geçirilen kısmında altın sarısı arma şeklinde bir desen vardı. Kral yüzüğü eline aldı ve gururla inceledi. "Bu yüzük babadan oğula geçer. Bana da Merhum Kral vermişti." Başını kaldırıp Prens’e baktı. "Artık senindir. Özenle bakacağına hiç şüphem yok." Prens yüzüğü incelerken kalbi heyecan ve minnetle çarpıyordu. Babasını selamlayıp minnetlerini ilettikten sonra yüzüğü parmağına dikkatle taktı. "Bana niye vermedin bu yüzüğü baba?" Diyerek sitem etti Prens İn Baek, aynı çocuk gibi. "Sana kendi yüzüğümü verdim, bu kadar açgözlü olma," diyerek sahte bir öfkeyle azar çekti Kral oğluna. İn Baek olduğu yerde sindi. Bu durum Kang Uk'u çok eğlendirmişti. Gözleri dolu dolu olan Kraliçe oğluna yaklaştı ve nazikçe onu kucakladı. "Işık saçıyorsun oğlum." Dedi gülümseyerek. Duygu yoğunluğuyla sesi titredi. "Yesoo da eminim ki sana hayran kalacak." Prens’in yüzü bu övgüden sonra adeta parladı. "Eh, birbirinize ne büyük bir aşkla bağlı olduğunuz herkesin malumu." Dedi Kraliçe müzip bir tavırla. Küçük Prensler eğer Kral yanlarında olmasaydı kahkahalara boğulurlardı. Ağabeyleriyle dalga geçmek her zaman en büyük zevkleri olmuştu. "Sende her zaman ki gibi bir güneş kadar parlaksın anne." Kraliçe bu övgüden sonra mutlulukla kıkırdadı. Kang So ailesinin yanında kendini çok yabancı hissetti. ... "Ah, Yesoo. Beklendiği gibi çok güzel görünüyorsun." Tüm hazırlıklarım bittikten sonra kapım beklendik bir misafirle çalındı ve ablam içeriye girdi. Elinde küçük bir kutu da vardı. Buz mavisi giysisinin içinde akan bir nehir gibi görünüyordu. Tatlı bir gülümsemeyle beni süzerken kendi güzelliğinin farkında değildi. "Sende tam gelinin kız kardeşi gibisin." Söylediğime kıkırdayıp utangaç bir çocuk gibi elini ağzına götürdü. Bana yaklaşıp elindeki küçük kutuyu açtığında Ay Taşından yapılma, su damlası şeklinde bir kolyeyle karşılaştım. Ablam kolyeyi boynuma takarken açıklamasını yaptı. “Annemiz evlendiğimde bu kolyeyi bana vermişti, şimdi bende sana veriyorum." Elimi kolyenin sert taşında gezdirirken içimin ürperdiğini hissettim. Yesoo'nun annesi ölmüştü demek. O yüzden düğünde yoktu. Yesoo’nun annesi yoktu, benim ise babam. Şimdi ise yer değişmiştik ve benim annem onun annesi, babası ise babam olmuştu. Ablam ellerimden tuttuğunda tüm dikkatimi ona verdim. Gözleri şefkat ve hüznün izlerini taşıyordu. "Eğer burada olup seni görseydi çok gururlanırdı." Elini yavaşça yanağıma koyup okşarken gözümden akan bir damla yaşa engel olamadım. Ben neden ağlıyordum ki şimdi? "Öyle güzel bir kız, öyle güzel bir gelin oldun ki... Aynı annemize benziyorsun." Övgülerine karşı yapabildiğim tek şey gülümsemekti. Kendimi öyle suçlu hissediyordum ki vicdanım içimi deli gibi kemiriyordu. Onları kandırıyor olmanın verdiği o yakıcı his beni yiyip bitiriyordu. Ama bu durumun suçlusu ben miydim? Hayır. Bende madurdum. Buraya nasıl geldiğimi bile bilmiyorken yaşamak için ayak uydurmak zorundaydım. Kendi bedenime kavuşana kadar buna mecburdum. Bu işi sessiz sedasız, kimse zarar görmeden halledebileceğime inanıyordum. Şu düğün bir bitsin, ilk işim tekrar gökbilimciyle görüşmek olacaktı. "Hadi tören başlayacak, gitmemiz gerek. Kalbim öyle bir çarpıyordu ki ritmini takip edemiyordum. Saray bahçesine çıktığımızda 12 Prens ve Prenses kardeşleri gördüm. Mihi de yanlarındaydı. Hepsi heyecan ve sevinçle tahtın yanında dikiliyolardı. Nikahın kıyılacağı alana geldiğim an Prens Minseo'nun gözleri beni buldu. Öyle bir gülümsedi ki bu mutluluğu boğazımı düğüm düğüm etti. Karşılık vermeye çalıştım ama yüzüm ve bakışlarım tepkisiz kaldı. Prens’in bu duruma kaşları hafifçe çatıldı. Başında benimkine benzer bir taç vardı. Kore geleneksel düğünleri bize göre çok farklıydı. Amcam evlediğinde modern olanına denk gelmiştim ama bu... Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum bile. Keşke bunu Sebeo'ya sorsaydım. Bahçede büyük bir sahne kurulmuştu ve hizmetçiler, devlet adamları hep bir taraftan sahneyi sarıyordu. Yine uzun yemek masaları kurulmuş, bahçenin her bir yanını kırmızı güllerle süslemişlerdi. Ablamı dinleyerek Prens’in yanına geldim. Kurulan sahnenin hemen yanında Prens Sunwoo bir sandalye ve masa çekmiş, önüne koyduğu Gayageum’la tatlı tatlı melodiler çalıyordu. Yan yana yavaş adımlarla yürüyerek sahneye çıktık. Karşı karşıya gelecek şekilde duruyorduk. Bir tane yuvarlak, üstünde beyaz örtü olan bir sehpa vardı. Üstünde de beyaz, çiçekli bir sürahi ve iki küçük fincan. Ne olduğunu anlayamadım. Prens bana kaçamak bakışlar atıyor, tatlı tatlı gülümsüyordu. Bense hiçbir tepki veremiyordum. Bu tepkisizliğim Prens’in huzursuzlanmasına neden oldu. Bakışları aniden sertleşti. Bakışlarından kaçarak başımı çevirdim. Etrafımızı çevreleyen mutlu aile kalabalığına baktım. Hizmetçilerin reverans pozisyonunda durmuş ama göz ucuyla bize kaçamak bakışlar atarak gülüştüklerini gördüm. Onlarda mutluydu evleneceğimiz için. Bakışlarım Yesoo'nun babasıyla buluştuğunda gülümsedim. Aynı şekilde karşılık verdi. Gözleri parlıyordu. Kızının en mutlu gününde yanında olan, onun mürvetini gören bir baba gururuyla. Ama yanılıyordu. Harem ağası, Kral ve Kraliçenin geldiğini duyurduğunda hepimiz reverans yaptık. İkisi de tüm ihtişamıyla merdiven başındaki tahta kuruldu. Düğün dediklerinde aklıma, çalgılar, dansçılar, hokkabazlar falan gelmişti ama burada siyaset adamları ve soylular dışında konuk yoktu. Bizde olsa Padişah kırk gün kırk gece eğlence yapar, sarayda çalgı çengi, danslar, şen kahkahalar eksik olmazdı. Acaba bu eğlence halk arasında mı yapılıyordu? Düğün dediğin bu kadar sakin olmamalıydı bence. Kral ve Kraliçe tahtına kurulduğunda herkes eski neşesine döndü. Yanımızda dikilen adamı yeni fark ediyordum. Kim olduğunu bilmiyordum ama nikahı kıyan o olacaktı sanırım. Yaşlı bir adamdı ve üstünde gayet kaliteli bir Baci vardı. Beyaz renkteydi. Kang So'yla göz göze geldim. Kaşlarını çatmış, bir şeyleri anlamaya çalışır gibi bana bakıyordu. Gözlerimi kaçırdım. Onunla konuştuklarım dizildi aklıma: "Sevmediğin bir adamın dokunuşlarına katlanabilecek misin?" demişti bana. Evet, bu beden benim değildi ama ruhum benimdi. Bir insan size dokunduğunda, sarıldığında veya öptüğünde bu sadece bedeninizde iz bırakmazdı, ruhunuzda da bırakırdı. Sevdiğiniz birinin teması sizi mutlu ederdi. Sizi iyileştirir, bazen huzur verirdi. Onunla temas etmek hoşunuza giderdi. Ama sevmediğiniz birinin teması sizi huzursuz ederdi. Kendinizden tiksinmenize bile yol açabilirdi. Prens Minseo her ne kadar iyi bir adam olsa da onun en ufak teması bile beni huzursuz etmeye yetiyordu. Sonuçta o bir yabancıydı. Bana yabancı. Şimdi bunları düşünmek, boğazımda sanki kum taneleri varmışçasına beni boğdu. Yaşlı adam konuşmaya başladığında hepimiz ona dikkat kesildik. "Ben 6. Prens Minseo'nun akıl hocasıyım. Elimde büyüdü desem yeridir. Şimdi ise bu mutlu gününde sevdiği kadınla yuvasının kapılarını açacak ilk kişi olmanın gururunu yaşıyorum." Dedi ve sıcak ve gururlu bir gülümsemeyle ikimize baktı. Kore'de nikahları aile büyüklerinden biri kıyardı. Ya da ustaları. En azından Krallık döneminde böyleydi. "Düğün töreni, evliliğinizi çevrenizdeki insanlara nasıl duyurduğunuzdur." Dedi derin bir ses ve bilge bir tavırla. "Ama aynı zamanda göklere haber vermektir. "Birlikte olmaya karar verdik. Bu nedenle, kimse bizi ayıramaz." Mesaj budur." Sıcak gözleri ikimizde gezindi. "Park ailesinden Park Yesoo ve Kang ailesinden Kang Minseo. Şimdi Yesoo ve Minseo'nun düğün törenine başlayalım." Sehpanın üzerindeki küçük beyaz sürahiye uzanıp içindeki içeceği tek içimlik küçük fincanlara doldurdu. "Bu düğün içkisini içtiğinizde birbirinizi eş olarak, karı koca olarak kabul etmiş ve göklere haber vermiş olacaksınız." Fincanlardan birini bana diğerini Minseo'ya uzattı. Minseo yavaşça fincanı aldı ve dudaklarına götürüp adeta gözle görülür bir saygıyla içti. Bende ellerim titreye titreye aldığım fincanla bakışmakla yetindim. Başımı kaldırıp ablama baktığımda, iç hadi! der gibi kaş göz işareti yapıyordu. Herkes içkiyi içmemi beklerken gerginlikle yutkundum. Etrafımı gözlerimin dolmasından kaynaklı olacak ki bulanık görüyordum. Ne yapıyordum ben Allah aşkına? Sırf Yesoo ve Minseo'nun aşkı bozulmasın diye tanımadığım bir adamla evlenecek miydim? Yatağına girecek miydim? Bulunduğum bu ana kadar her şey çocuk oyuncağı gibi gelmişti. Nikah kıyılacaktı ve her şey olup bitecekti. Kendimi olmaması gerekenden sakınacaktım ve Yesoo için, bana emanet olan bu beden için, hayat için fedakarlık yapacaktım. En azından böyle düşünüyordum. Buna inanmıştım. Ama şimdi... Şimdi... İçimde çığlıklar kopuyordu. Lütfen, tam şu an evime döneyim. Her şey bir rüya olsun. İstemiyorum, bu evliliği istemiyorum! yapamayacağım... Ben Yesoo değilim! Sizden değilim! Ben Aylin'im! Demek geçiyordu içimden ama elbette yapamadım. Herkes elimdeki içkiyi içmemi beklerken beklenti dolu gözlerini bana dikmişti. Benim ise tek yaptığım donmuş bir vaziyet de yardım ister gibi dolu gözlerimi insanların arasında gezdirmekti. Boşa çaba. Çok saçma, her şey çok saçmaydı. Şu an kaçıp gitsem ne olurdu? Oğlunun itibarını zedelediğim için Kral gerçekten beni öldürür müydü? Ölüm korkusu insana neler yaptırıyordu... Dakikalar, saniyeler geçti. Sonra bir gümbürtü koptu. İçimden geldiğini düşünüyordum ama önce saray kalabalığının sonra hanedan üyelerinin telaşlandığını fark ettiğimde benimle bir ilgisi olmadığını anladım. "Yangın! Yangın var! Saray yanıyor!" Dedi harem ağalarından biri telaşla. Öyle bir paniklemişti ki korkudan bayılacak sandım. Ateş imdadıma yetişti desem çok mu zalimce olur? Prens Minseo bir hışımla bana yaklaştı ve kollarıyla sarıp saraydan çıkarmak için ilerledi. Arkama baktığımda neyse ki 3. Prens’in ablamla olduğunu gördüm, güvenli kolların arasında. Sebeo da hemen arkamdaydı, şimdiden titremeye başlamıştı bile. Nereden çıkmıştı ki bu yangın? Ya da kim çıkartmıştı? Kazara olacak bir yangına benzemiyordu. İçini bilmem ama dışı cayır cayır yanıyordu. Hepimiz sarayın dışına güvenle ulaştığımızda harem ağaları Prensleri, Kral ve Kraliçeyi güvenli bir yere almak için uğraşıyorlardı. Resmen kalkan gibi dört bir yandan sarılmışlardı. Geri kalan hizmetçiler koşturarak saraya girdi. Muhtemelen yangını söndürmeye çalışacaklardı. Şu an bu durumda korkmam ya da tedirgin olmam gerekirdi ama içimde bir neşe vardı. Daha biraz önceye kadar Yesoo’nun ailesinde olan o neşe. Şimdi ise rolleri değişmiştik. Ne kadar uzun süre geçti bilmiyorum ama akşam olmak üzereydi ve üşümeye başlamıştım. Ablam bir yanıma, Sebeo diğer yanıma tünemiş, tedirgin şekilde bekliyorlardı. İkisini de rahatlatmak isteyerek ellerinden tuttum. "Merak etmeyin, yangını kimse zarar görmeden söndüreceklerdir." Dedim. Sebeo ağlamaklı gözlerini bana dikip, "Siz korkmuyor musunuz? Nasıl bu kadar sakin kalabiliyorsunuz?" dedi. Onun bu sorgulayıcı tavrı bozguna uğrattı. Ablam başını yasladığı omzumdan kaldırıp bana baktı. "Sebeo haklı. Sen yangından çok korkarsın. Annemizi bir yangında kaybettiğimiz günden beri ateş gördüğünde hep tedirgin olursun." Duyduklarım karşısında şok geçirerek başımı çevirdim ve ablama baktım. Yaşanılan olay gözünün önünde canlanmış olacak ki yüzü kederle çöktü. Yesoo annesini yangında mı kaybetmişti? Ah, kim bilir nasıl bir acı hissediyordur. Bu olay onda travmatik etki yaratmış olmalıydı. Düğünden kurtulduğuma öyle sevinmiştim ki yangından korkma kısmı hiç aklıma gelmemişti bile. "Korktum." Dedim sesim titreyerek. Annesinin kaybına gerçekten üzülmüştüm. "Ama yanımda siz olduğunuz için korkum bir nebze olsun azalıyor." Sebeo bu söylediğime gülümseyip, "Üşüdünüz değil mi? İçeri giremediğimden üzerinize şal da getiremedim." dedi. Dudak bükmüş hali çok tatlıydı. "Sorun değil, dayanırım." Diyerek teskin ettim onu. Bekleyiş sürerken nihayet bir hareketlilik oldu. Sarayın kapıları açıldı ve muhafızlar dışarıya çıktı. Üstlerindeki bordo kıyafetleri ıslanmıştı ve yüzlerinde dumanın izleri vardı. Kafalarına taktıkları fötr tipi ve kırmızı püsküllü şapka başlarından hafifçe kaymıştı. Yesoo'nun babası da yanlarındaydı. O an fark ettim ki Kral ve Kraliçe bir tahtıveran’ın içinde bekliyorlardı. Ne zaman gelmişti ki tahtıveran? Ya da hep burada mıydı? Biz mi binecektik? Kang ailesinin yüzünden düşen bin parçaydı. Öyle üzgün ve şaşkın görünüyorlardı ki hallerine üzüldüm. "Yangını söndürdük." Dedi muhafızlardan biri Kral’ın sorgusuna karşı. "Ateş dışarıda yanıyordu, içeriye ulaşmadan söndürdük." Nefes nefeseydi. "Balkondaki güller yanmış. Oradan da duvarlara sıçramış." Güller mi? Çok güzeldi ama onlar... "Çok bir hasar yok neyse ki." Diyerek konuşmaya katıldı bir diğeri. 3. Prens yanımızda belirdiğinde ablamın önünde diz çöktü ve iyi olup olmadığını sordu. Onlara mahremiyet tanıma amacıyla yanlarından kalktım. Prens bana da nasıl olduğumu sormayı ihmal etmemişti. Gözüm Prens Minseo'yu aradı. Kapı girişinde asık yüzüyle öylece dikiliyordu. Saray neredeyse yanmak üzere olduğu için mi morali bozulmuştu yoksa düğün mahvolduğu için mi bilemedim. Yanına gidip yumuşak bir sesle, "Prensim?" diye seslendim. Adam sesimi duyup başını kaldırdı ve zorlama bir tebessümle bana baktı. "Siz iyi misiniz?" Sorumu başını sallayarak onayladı. "Şoktayım o kadar." Dedi. Sesi hüzün doluydu. "Düğünümüz bir kez daha gerçekleşmedi..." Onun bu hali içimde bir yara açtı. Ben kurtuldum diye seviniyorken onun bu derece üzülmesi... Küçük bir erkek çocuğu canlandı gözümde. "Üzülmeyin. Hiçbirimize zarar gelmedi, en azından buna sevinmeliyiz." Dedim. Yine başıyla onayladı. Sonra uzanıp ellerimi tuttu ve endişeyle gözlerime baktı. Elimi geri çekmek ya da tutmasına izin vermek arasında gidip geldim. "Sen iyi misin? Yangından korktuğunu biliyorum." Son cümlesine doğru sesi kısıldı. İç çekerek bu sefer ben başımla onayladım. "İyiyim, endişelenecek bir şey yok." Dedim. Karşısında dikilmeye devam ederken bana yaklaştı ve kendine çekerek kollarını etrafıma sardı. Omuzları gerginlikle kasılmıştı. Rahatlaması umuduyla sarılmasına karşılık verdim. Ona aşık değildim belki ama böyle üzgün olması beni de üzüyordu. Prens Minseo iyi biriydi. "Güller için üzgünüm." Dediğini anlamayarak kaşlarımı çattım. "Güzellerdi, yanmalarına bende üzüldüm." Dedim sonra. Prens geri çekilip, hafifçe kaşları çatık bir halde bana baktı. “Sadece güzel oldukları için mi üzgünsün? O güller bizim aşkımızın simgesiydi.” Evet, kesinlikle pot kırmışım. İyi de ben onu unutmuştum ki. "Sana ilk kez seni sevdiğimi söylediğimde saraydaki köprünün başındaydık ve elimde kırmızı güller vardı. Kırmızı gülleri sevdiğini ağabeyimin zevcesinden, yani ablan Yoo Li'den öğrenmiştim. Aşkımı kabul edip gülleri benden almıştın. Hülyalı bir edayla gülümsedi. Hayallere dalmış gibiydi. "O gün yüzünde öyle parlak bir gülümseme vardı ki, yeryüzüne inmiş bir yıldız gibiydin sanki." Gözbebekleri parlıyordu. Yanağında beliren çukura dokunmamak için kendimle savaş vermem gerekti. "O günden sonra kırmızı gülleri aşkımızın temsili olarak kabul ettin, bende her buluşmamızda o güllerden getirdim sana." Tekrar yüzü asıldı ve gözlerine hüzün çöktü. "Ama şimdi o güller yandı..." Kesinlikle çok büyük bir pot kırmıştım. Ben o güllerin sarayın renklerine uyum sağlasın diye konduğunu düşünürken o kısmını tamamen unutmuştum. Sertçe yutkunup onun tam zıttı olan tepkime geçerli bir sebep bulabilmek için aklımın kütüphanesini yokladım. "Şey... Aslına bakarsanız, üzüldüm. Çok üzüldüm ama size belli etmek istemedim. Zaten düğünümüz mahvoldu, bir de benim durumuma daha fazla üzülün istemedim." Dedim mutsuz görünmeye çalışarak. Ben iyice yalan makinesine döndüm. Prens’in yüzü anlayışlı bir ifadeye büründü. Yüzümü ellerinin arasına alıp her bir zerremi titretecek bir şey yaptı: Beni öptü! Ne yapacağımı bilemedim. Öylece kalakaldım. Kalbim ritmini şaşıracak derecede atıyordu. Dudaklarının sıcaklığını hissettiğimde gözlerim benden bağımsız olarak kapandı. Dudaklarını hareket ettirmiyor, karşılık vermemi bekliyordu. Ama ben öyle bir şok dalgasıyla sarmalanmıştım ki nefes bile alamıyordum. Bir şey yap kızım! Ya geri çekil ya da geri çekil! Aksi düşünülemezdi zaten. Prens bir karşılık alamayınca geri çekildi ve bozuntuya vermemeye çalışarak ellerini arkasında bağladı. Derin bir nefes alarak sakinleşmeyi denedim ve savunmaya geçtim. "Bu kadar insan içinde çekindim..." Dedim sahte bir kıkırtıyla. Prens utandığımı düşünerek derinden gelen bir kahkaha attı. Eğer şoku atlatabilseydim kahkahasına hayran kalırdım. O an herkesin gözü bize döndü. Kızararak gözlerimi kaçırdığımda Kang So'nun delici bakışlarıyla karşı karşıya geldim. Öyle bir bakıyordu ki, Minseo'ya sığınma ihtiyacı hissettim. Çenesini sıktığını buradan bile görebiliyordum. Her an saldırıya geçecek bir kurt gibiydi. "Herkes benim sarayıma gelsin, bu geceyi orada geçirin." Prenses Yeona'nın sesiyle gözler bizden çekilip ona odaklandı. Kral ve Kraliçe bu teklifi kabul ettiğinde ahırdan atlar çıkarıldı. Hizmetçiler onarım için sarayda kaldılar. Sebeo benimle geldi elbette. At arabalarına binip Prenses Yeona'nın Sarayına yol aldık. Yol boyunca dışarıyı seyrettim. Sokaklarda kimsecikler yoktu. İnsanlar evlerine çekilmiş, ışıkları sönmüştü. Sokaklarda da eğlence yapılmıyordu anlaşılan. Ya da belki de gelmeyeceğimizi anlamışlar ve eğlencelere son verip evlerine çekilmişlerdi. Bir düğünün bu kadar sakin geçmesini hala garipsiyordum. Yangını saymazsak sakin. Merakımı giderme amacıyla Sebeo'ya dönmüştüm ki çoktan uyuduğunu fark ettim. Ablam, Sebeo ve ben üstü kapalı bir at arabasındaydık. Herkes çok yorgun ve uykuluydu. Şafağa doğru saraya vardık. Her tarafım ağrıyordu. Uyku öyle bir çökmüştü ki üzerime, ayakta zor duruyordum. Prenses Yeona'nın emriyle herkese bir oda hazırlanmış, rahat giysiler verilmişti. Sebeo ve ben aynı odayı paylaşıyorduk. Ne de olsa özel hizmetçimdi. Daha çok arkadaşım. "Burada bekleyin, yiyecek bir şeyler getireyim. Çok acıkmış olmalısınız." Ayaklanıp dışarı çıkarken arkasından mırıldandım. "Hem de nasıl! Midem karnıma yapıştı." Dedim çocuk gibi. Çok da uzun olmayan bir zamandan sonra kapım çalındı. Ayaklanıp kapıyı açtım. Karşımda Sebeo'yu bekliyordum ama Kang So vardı. Yine siyahlar içinde bir gölge gibiydi. "Prensim..." Dedim eğilerek. "Bana teşekkür etmelisin." Dedi göğsünü şişirerek. Yüzü ciddiydi ama sesi muzipti. Anlamayarak tek kaşımı kaldırdım. "Ne için?" "Seni düğünden kurtardım." Dediğinde hala anlamıyordum. O da bunu tahmin etmiş olacak ki devam etti. "Yangını ben çıkardım." Afallayarak bir adım geriledim. "Nasıl? Neden?" Dedim şaşkın bir biçimde. "Üzümünü ye bağını sorma." Dedi. Dudağının kenarı yukarı kıvrıldı ve üzerime doğru eğildi. "Kardeşimin bir beden hırsızıyla evlenmesine izin veremezdim ya." Bu darbeyi beklemediğimden yumruk yemiş gibi yüzüne baktım. "Güzel bir uyku çek, Yesoo." Dedi ismimin üstüne basa basa ve ıslık çalarak koridor boyunca ilerledi. Ben ise yine arkasından bakakaldım. Bana beden hırsızı demişti! |
0% |