Yeni Üyelik
9.
Bölüm

9. Bölüm ~ Bir Adamın Gözyaşları.

@theragn_

Keyifli okumalar!✨

Kang So gideli belki beş dakika olmuştu ama ben hala kapıda dikiliyordum. Sanki olduğum yere mıhlanmış gibiydim. "Kardeşimin bir beden hırsızıyla evlenmesine izin veremezdim ya." Böyle demişti.

Başkasının bedeninde olduğumu ima etmemiş, hatta Gökbilimci gibi açık açık söylemişti. İyi ama, onun söylediklerine inanmadığını hatta ikimizinde kaçık olduğunu söylememiş miydi? Belki de sadece alay ediyordu benimle.

Asıl kaçık olan kedisi. Gülleri yakmak da neyin nesiydi? Ama onun sayesinde kurtuldum düğünden, bencillik etmemeliyim. Sahi düğün demişken, Minseo neden hiç yanıma uğramamıştı? Saraya geldiğimizden beri onu hiç görmemiştim. Belki de büyük bir keder içindeydi...

Düşüncelerime dalmışken duyduğum bir ses irkilmeme sebep oldu. Başımı çevirip sesin geldiği yöne döndüğümde Yesoo'nun babasıyla karşılaştım. Sıcak bakışları üzerimdeydi. "Bende tam sana bakıyordum. Neden uyumadın?" Dedi. Yutkundum. Konuşmaya çalıştım ama kelimeleri bulamadım.

Konuşsam Yesoo olmadığımı anlayacakmış gibi tedirginlik sarıyordu içimi. Ama bu korkum boşunaydı, nasıl olsa benim Yesoo olmadığımı anlayamazdı. Bu sabah karşılaştığımızda da anlamamıştı. Gerçi ağlamaktan başka bir şey yapamamıştım ama... Zaten anlamamayı geçin, kimin aklına gelirdi ki bir insanın başkasıyla beden değiştirdiği?

Yalancı bir tebessüm kondurdum yüzüme ve sesime, düğünü bozulmuş bir kızın hüznünü katmaya çalıştım. "Uyku tutmadı." Dedim. Yesoo'nun babası bana bir adım yaklaşarak beni göğsüne çektiğinde kalp atışlarım hızlandı ve yine gözlerim doldu. Sanki babam yanımdaymış gibi bir hisle dolup taştım. Belki de öyle istediğim içindi. İçimin kanadığını hissettim. Neden böyle olmuştu? Babam neden birdenbire hastalanmıştı? Çok sağlıklıydı. Heybetli bir adamdı benim babam. Güler yüzlü, tam bir aile babasıydı.

Elli altı yaşındaydı ve buna rağmen her iş gelirdi elinden. Bir gün olsun yoruldum demezdi. Anneme ev işlerinde bile yardım ettiğini hatırlarım. Belki de bize söylemediği sebepleri vardı ve bu sebepler canını öyle yakmıştı ki sonunda hastalığın pençesine düşmüştü. Babamı gerçekten tanıyor muydum ben acaba? Babalar bir derdi olduğunda neden hiç anlatmazdı ki? Neden hep içlerine atarlardı? Belki anlatsaydı şu an hayatta olurdu. Biz ona ilaç olurduk ve o şimdi hayatta olurdu.

Aileme olan özlemim her gün daha fazla artıyordu. Özlemden çok ihtiyaç. Onların bana ihtiyacı vardı. Benim desteğime, benim varlığıma ihtiyaçları vardı. Ama ben onları yalnız bırakmıştım. Keşke bu yaşanılanların hepsi bir rüya olsaydı. Hatta babamın kaybı bile. Bazen kendimi bir Webtoon karakteri gibi hissediyordum. Onlarda meşhurdur geçmişe gitmeli ya da beden değişmeli olaylar. "Üzgün olduğunu biliyorum kızım," dedi Yesoo'nun babası buruk bir sesle. "Düğününüzün gerçekleşmemesi büyük talihsizlik, hem de ikinci defa. Belki de Tanrı bu izdivaçın gerçekleşmesini istemiyordur ha?" Dedi alaycı bir tavırla.

Başımı kaldırıp ona baktığımda gözlerindeki kederi gördüm. Kızını evlendiren her baba da olan sevincin altında yatan kederi. "Belki Tanrı'ya karşı gelmek gibi olacak ama, keşke annen de burada olsaydı demekten kendimi alamıyorum." Gür sesi kısıldı ve yüzü buruk bir gülümsemeyle doldu. Hepimiz bunu istemiyor muyduk zaten? Ölen sevdiklerimizin hayatta olmasını. Onlarla daha fazla zaman geçirmeyi. Onları son görüşümüz olduğunu bilmeden geçirdiğimiz günleri...

Hatırlıyorum da babaannemi sık sık ziyaret etmediğim için annem beni azarlayıp dururdu. Çoğu zaman yoğunluktan olsa da boş vakitlerimde bedenen ve zihnen yorgun olduğumdan yalnız kalıp dinlenmek ister, ziyaretlerine gitmezdim. Babaannem öldüğünde içimdeki vicdan azabını hala hissediyorum.

Keşke diyorum, daha fazla ziyaretine gitseydim. Veya o evimize geldiğinde odama kapanmak yerine yanında kalsaydım. En son anımız geliyor aklıma: Kitap okumayı çok sevdiğim herkesin malumu. Babaannem evimizdeyken kitap okuduğum bir saatteydim ve babaannem yanıma gelip ne okuduğumu sormuş hatta eline alıp kendisi de birkaç sayfa okumuştu.

Yaşlıydı ama gözleri iyi görüyordu. Onu öyle okurken gördüğümde içimin nasıl hoş olduğunu anlatamam. Onunla son ve güzel anımızdı... Demem o ki: Sevdiklerimizin her zaman kıymetini bilmeliyiz. Ne kadar yakın ya da uzak olduğumuz önemli değil. Bir dakikamız bile belli değilken sevdiklerimizle her fırsatta vakit geçirmeliyiz. Özellikle yaşlı olanlarla...

Sonra içimizde yer eden o suçluluk ve vicdan azabıyla savaşırız, her şey için çok geç olmasına rağmen..."Yangını gördüğümde annenin ölümü geldi aklıma. O anlar gözümün önünden aktı geçti." Dedi kederli bir tonda. Bakışları tek bir noktaya odaklanmıştı, uzaklara daldığı belliydi. Belki de o anlara...

Ona sarılmak istedim ama bir şey bana engel oldu. Sanki sarılsam Yesoo bana kızacak hatta nefret edecekti. Babamdan uzak dur, beden hırsızı! Ona dokunma! Onu kandırma! diyecekti. Kafamdaki kasvetli düşünceler içimde kara bulutlar oluştururken derin bir iç çektim.

"Her şey iyi olacak." Dedim kolunu sıvazlarken. "Şimdi uyumalısın sabah olmak üzere, yorulmuşsundur." Karşımdaki adamın sorgulayıcı bakışları önce kolundaki elime sonra da beni buldu.

Acaba yanlış bir şey mi yaptım diye düşünerek elimi geri çektim. Tedirgin olmuştum. "Bu kadar mı?" Dedi tek kaşını kaldırarak. Anlamayarak gözlerimi kırpıştırdım. "Sarılmak, öpmek yok mu? Sabahta bir gariptin. Beni görünce koştura koştura boynuma atlar hatta kucağıma bile çıkardın sen. Ama şimdi ben sana yaklaşmasam adım atacağın yok." Sitemli bir tavra büründü. "Evlenme çağına geldin diye huylarında mı değişti yoksa?"

"Eskiden olsa fırsatını bulduğun her an kedi gibi sırnaşırdın. Hatta daha geçen yıla kadar da bu böyleydi. Ne oldu da birden değişiverdin?" Adamın sorgulayıcı tavrı karşında huzursuzca yerimde kıpırdandım ve aklımın kütüphanesinden bir cevap aradım. Yine palavra atacaktım. Alaylı bir ifade takınarak, "Artık büyüdüm, yapmam öyle şeyler." dedim.

"Hem kendinde dedin, evlenme çağına geldim." Aldığı cevaptan sonra ufak bir kahkaha attı ve sağ eliyle yüzümü okşadı. Yabancı bir adamın teması huzursuz etmesi gerekirken tam aksine içimi yumuşatıyordu. Bu adamdaki sıcaklığı hissediyordum.

Bana babamı hatırlatıyordu. "Peki, öyle olsun bakalım. Gideyim de sende uyu artık, uykusuzluktan bayılacak gibisin. Ve sıkma canını. Her şey güzel olacak." Dedi ve yüzünde bir sırıtışla yanımdan ayrıldı. Haklıydı, bayılmak üzereydim. Ayrıca çokta açtım ve açken asla uyuyamazdım.

Sahi, Sebeo bana yemek getirmek için gitmişti nerede kalmıştı bu saate kadar? Odama geçip yatağıma oturdum ve Sebeo'yu beklemeye başladım. Karnımdan gelen bir gurrr sesiyle yüzümü buruşturdum ve elimi karnıma götürdüm. Uykusuzluktan olmasa da açlıktan bayılacağım şimdi burada!

Tam kalkıp Sebeo'ya bakmaya gidecektim ki kapı açıldı ve beklenen kişi elinde gümüş bir tepsiyle içeri girdi. "Çok beklettim mi Hanımım?" Dedi ceylan bakışlarıyla. "Eh, bir saat kadar olmuştur herhalde." Dedim sitem edercesine. Dudak bükerek özür dilercesine yüzüme baktığında onu rahatlatmak amacıyla tebessüm ettim ve orta sehpanın önüne kurulup, minder çekerek üzerine oturdum.

Sebeo tepsiyi önüme koyduğunda ne var ne yok hepsini silip süpürdüm. Ancak doyduğumu hissettiğimde tabakta bir tane ekmek kırıntısı bile yoktu. Sebeo'nun hayret dolu bakışlarına karşılık omuz silktim ve yatağa geçip yorganı üzerime çektim. Yatak fazlasıyla rahat ve yumuşaktı. Zaten kaldığım oda da çok büyüktü. Yesoo'nun odasından da büyük. Kraliçe odası gibi. Duvarlar mat bir yeşil ve beyaz renkteydi. Ahşap ızgara panel, sürgülü bir kapısı vardı ve kapıya yapıştırılmış yaprak desenli duvar kağıtları vardı. Kapı sağ tarafta kalıyordu ve sol tarafta da tüm duvarı kaplayan cam vardı.

Mat yeşilin bir açık tonunda perdeler sayesinde içerisi dışarıya karşı korunuyordu. Kocaman bir çift kişilik yatak vardı. Odada iki basamak vardı ve basamağın oluşturduğu yüksekliğe kuruluydu yatak. Yatağın hemen karşısındaki duvarda bir orman resmi vardı ve hemen karşısında bir dikdörtgen sehpa ve minderler vardı. Yerdeki halı çağ dışı ama bu çağa göre kaliteli bir halıydı. Yeşil, beyaz renklerindeydi ve küçük çiçek desenleri vardı. Prenses ya da zevcesi yeşili seviyordu anlaşılan.

Sebeo'ya iyi geceler dileyip gözlerimi yumdum. O da hemen yan oda da kalıyordu. Kendimi uykunun kollarına teslim ettiğimde hayatımda hiç olmayacak kadar hızlı uykuya daldım. Ertesi sabah uyandığımda Sebeo hala uyuyordu. İlk defa ondan önce uyanmıştım. Eğer uyansaydı elinde tepsiyle yanıma gelip beni uyandırırdı. Sakin adımlarla odadan çıktım ve koridor boyunca yürüdüm. Bu sarayda diğerleri gibiydi.

Yeşil ve kırmızı duvarlar, maviye çalan kiremit çatılar. Kocaman bir de bahçesi vardı. Bahçeye çıktığımda soğuk esintiyle ürperdim ve kollarımı bedenime sarma ihtiyacı hissettim. Tam o sırada merdiven başında oturup düşüncelere dalmış Prens Minseo'yu fark ettiğimde duraksadım ve bir süre onu izledim.

Çok mutsuz görünüyordu. İçim buruldu. Bana ne oluyorsa. Sanki izlendiğini hissetmiş gibi başını çevirip benim olduğu tarafa döndü. Gülümseyip başımla selamladığımda aynısını yaptı. Yüzündeki gülümsemenin zoraki olduğunu anlamak için dahi olmaya gerek yoktu. Tedirgin olarak yanına gittim ve yumuşak bir ses tonuyla, "Günaydın, Prens’im." Dedim.

"Günaydın, Yesoo." Dedi bana bakmadan. Ne oluyordu böyle? Beni gördüğünde her zaman sıcak ve sevecen olan adam şimdi yüzüme bakmıyordu. Düğünün bozulmasından beni suçlamıyordu değil mi? Temkinli bir biçimde yanına oturup sorgulayıcı bakışlarımı ona çevirdim. "Neyiniz var?"

"İyi uyuyamadım." Dedi düz bir sesle. Hala bana bakmıyordu. Söylediğine inanmamıştım. "Hala düğün bozuldu diye mi üzülüyorsunuz?" Bu sorum nihayet bana bakmasını sağladı. "Sen üzülmüyor musun?" Bozguna uğrayarak bakışlarımı ondan çektim ve önümdeki karla karışık çimlere odaklandım. "Üz-üzülüyorum..." Dedim.

Üzülüyordum da. Onun için en azından. Fazla hevesli ve heyecanlıydı. Şimdiyse çok durgun ve mutsuz. İnsanların mutsuzluğundan mutlu olacak biri değildim sonuçta. Durum ne olursa olsun. "Bana neden öyle gelmiyor acaba?" Dedi ağzında kelimeleri geveleyerek.

Başımı aniden ona çevirerek gözlerimi kırpıştırarak baktım. Yüzünde histerik bir sırıtış vardı ve eline aldığı yaprakları hırsla koparıyordu. "Ne?" Dedim anlamayarak. "Eskisi gibi değilsin Yesoo, farkında mısın?" Dedi sert bir şekilde. Kahverengi harelerinden adeta alevler çıkıyordu.

Yesoo da bir değişiklik olduğunu fark etmiş miydi yani? Bu elbette beklenilen bir şeydi ama çok ani olmuştu. "O ne demek?" Dedim Kaşlarımı hafifçe çatarak. Paniğimi gizlemeye çalıştım. "Şu demek, evlenmek için can atıyordun. Sürekli hayaller kurardın evliliğimizle ilgili.

Çocuklarımızın isimlerini bile bulmuştun. Ama şimdi... Düğün bozuldu diye ağlamadın bile. Gayet iyi görünüyordun. O çok sevdiğin, aşkımızın simgesi olan kımızı güllerin yanmasına bile üzülmedin." Dedi. Sözleri sitem doluydu. Ne diyeceğimi bilemeyerek yerimde kıpırdandım. "Be-ben..."

"Üzüldüğünü söylüyorsun ama ben bunu hissetmiyorum. Tören sırasında yüzünde ufak bir tebessüm bile görmedim. Benden gözlerini kaçırdın. Huzursuz olduğunu fark etmedim mi sanıyorsun?" Dedi. "Son bir senede iyi durumda olmadığını farkındayım. Eski neşenden, enerjinden eser yok. Ne olduğunu sorduğumda cevaplamıyorsun, buna saygı duyuyorum. Ama bu sefer ki..." Yüzü kederli, sesi öfkeliydi. Bir şeyleri anlamaya çalışır gibiydi. "Bu evliliği istemiyor musun, Yesoo? İstemiyorsan eğer açık açık söyle bana." Hala diyecek söz bulamıyordum.

Buraya geldiğimden beri bu anın hayali kurup kendimi hazırlamaya çalışmıyor muydum? Kaç kez nişanı bozmak için Prens’in yanına gitmeyi denemiş yarı yolda dönmüştüm. Şimdi elime bir fırsat geçmişken neden konuşamıyordum? Neden içim huzursuzlanıyor, kalbim korkuyla çarpıyordu?

"Bir şey söyle bana!" Prens’in ani tepkisiyle yerimden sıçradım ve bakışlarımı onda tutmaya özen göstermeye çalıştım, çünkü gözlerimi kaçırmadan edemiyordum. Hadi ama kızım! Sen Avukatsın. Özgüvenlisin, iyi palavra atarsın. Göz temasını kaçırmaz adeta meydan okursun. Söyle hadi, istemiyorum de!

Ama bu durumun Avukat olmakla hiç bir ilgisi yoktu. Şu an bir davada değildim ve müvekkilimi savunmuyordum. Bu durum çok başkaydı. "İstemiyorum." Dedim sonunda, kendimden bile beklemeyerek emin bir tavırla. Minseo duyduğu karşısında adeta çarpıldı.

Bir süre yüzüme baktı ve hırsla ayağa kalkıp volta atmaya başladı. "Ne-neden? Nasıl? Ne değişti?" Dedi ard arda, acı acı bakıyordu gözleri. Sesi fısıltıdan farksızdı. "Duygular değişebilir, benimki de değişti işte." Dedim düz bir tavırla. Kaşları havalandı. Gözleri öyle bir doldu ki içime bir taş oturduğunu hissettim.

Erkeklerin ağladığını gördüğümde boğazım düğümlenirdi her zaman. Nedendir bilmem ama kadınların ağlamasından daha çok etkiliyordu beni. Belki de duygularını sakladıklarından ve erkekler ağlamaz kavramındandı. Ne kadar da saçma. "Ve bunu bana düğünün ertesi günü söylüyorsun öyle mi? Gerçekleşmeyen düğünden." Dedi.

Başımı başka yöne çevirdim, yüzüne bakamıyordum. "Ne zamandan beri? Hafızanı kaybetmeden önce olduğunu sanmıyorum çünkü o olaydan önce sen benim tanıdığım Yesoo'ydun. Ondan sonra olmalı." Tanıdığım Yesoo... "Tanıdığın Yesoo nasıl biriydi?" Dedim nihayet gözlerinin içine bakarak.

"Şen şakrak. Her buluşmamızda bana sırnaşan, öpen, iltifatlar eden. Hayalperest Yesoo'ydun. Ama şimdi... Farklısın. Daha durgunsun. Bana sırnaşmıyor, öpmüyor, iltifatlar etmiyorsun. Ne zaman elini tutsam geriliyorsun. Ne zaman sarılsam kaçmak ister gibisin.

Ne zaman öpsem..." Sona doğru sözlerini acıyla yuttu ve yüzünü sıvazladı. Onun bu hali içimi dağladı. Ama yapmak zorundaydım. Yesoo için yaptığım her şey benim aleyhime işliyordu. "Dün seni öptüğümde bana karşılık bile vermedin. Bırak onu, ben elini tutmasam bana dokunmuyorsun bile. Hep bir mesafe var aramızda, ördüğün bir duvar var... Sebebi buymuş, artık beni sevmiyorsun."

Başını eğdi ve gözlerini sıkıca yumdu. Elleri yumruk halini almış, kendini dizginlemeye çalışır gibiydi. "İlk başlarda hafızanı kaybettiğin için böyle olduğunu düşünmüştüm ama yanılmışım. Belki de hafızanı kaybetmen bile yalandı. Sadece bir bahaneydi." Dedi kinaye yaparak.

Hiç bir şey diyemedim, o da bu sessizliğimi evet olarak algıladı. Omzuları kederle çöktü, gözündeki yaşı silerek hızla yanımdan ayrıldı. Keşke gerçeği söyleyebilseydim ama bana asla inanmazdı. O bile inanmazdı. Deli olduğumu düşünürdü. Zaten bana inanacak tek kişiler akıl hastaları olur. O an fark ettim ki Yesoo ve ben farklıydık:

Ben kimseye kolay kolay yanaşmazdım. Sevmezdim öyle temastır öpücüktür falan. Nadiren yapardım öyle şeyler. sık sık yapıyorsam da çok sevdiğim biri olmalıydı. Ona dokunmayı, temasını sevdiğim biri. Ama Yesoo'nun bu tür şeyleri çok sevdiği belliydi. Yesoo'nun yanlış kişiyle beden değiştirmesi benim suçum değil.

 

Sarayda geçen bir hafta boyunca Prens Minseo hiç yüzüme bakmadı. Aile yemeklerinde karşılaşsak bile ben yokmuşum gibi davranıyordu. Yüzü adeta sirke satıyordu. Göz altları uykusuzluktan çökmüştü ve o dik duruşundan eser yoktu. Onu hiç böyle görmemiştim. Kang ailesi ve elbette ablam ve Sebeo da bu durumu farkındaydı ve ikisi de beni her fırsatta sorguya çekiyordu.

Prens nişanımızın bozulduğunu henüz Kral ve Kraliçe’ye söylememişti anlaşılan. O söylemeden de kendi aileme bunu söylemeyi doğru bulmuyordum. Hem ablam hamileydi, öğrense çok üzülürdü ve bu onda daha büyük sorunlara yol açabilirdi. Kang So'yu aile yemeklerinde gördüğümde her seferinde müzip bakışları üzerimde oluyordu.

Kaş göz işaretleriyle Minseo'yu işaret edip, n'oluyor? der gibi imalarda bulunuyordu. Ayrıldığımızı bildiğinden adım kadar emindim. Zaten en başından beri beni buna zorlamıyor muydu? İstediği olmuştu işte, kına yaksın. Nihayet Kraliyet Sarayından haber geldiğinde hepimiz hazırlanmaya başladık.

Geri dönme vaktiydi. Garip bir şekilde kendimi eve dönüyormuş gibi hissediyordum. Bir kaç saat sonunda tamamen hazır olduğumuzda at arabalarına binerek yola koyulduk. Sarayın onarılmış olması herkesi hoşnut etmişti. Prenses Yeona dışında tabii... Bir hafta boyunca sarayında olmamıza çok alıştığından ve gitmemizi istemediğinden bahsedip durmuştu. Bir hafta boyunca bizi lezzetli yemeklere ve hediyelere boğmuştu. Bahçedeki çardak'ta oturup çay içip sohbet etmiştik. Çok zarif bir kızdı ve açıkçası onu sevmiştim.

Prenses Yeonhwa ile ikizlerdi ama Yeonhwa daha sakin ve mesafeli biriydi. Fazla konuşmuyordu ve çok sık gülmüyordu da. Başı dik oturuyor, çevresindekileri izliyordu. Yeona ise etrafına hep neşe saçıyordu. Bazen haddinden bile fazla konuşuyordu. Sürekli bir ikram ya da misafirlerini memnun etme çabasındaydı. Ama yine de tatlı biriydi.

Ama herkes kendi evini arardı değil mi? Orada mutlu olurdu. Başka yerlere ne kadar alışmış olursan ol insanın kendi evi bir başkaydı. Bende hala evimi arıyordum. Çok ama çok özlüyordum ve düşünmediğim bir saniye bile yoktu ama çaresizliğim beni yiyip bitiriyordu. Saraya vardığımızda Sebeo'ya benim için hamamı hazırlamasını istedim. Buna çok ihtiyacım vardı.

Kendimi çok yorgun hissediyordum. Ama bu yorgunluğum bedenen mi yoksa ruhen mi emin değildim. Yarım saat sonra hamamın hazır olduğuna dair haber alınca vakit kaybetmeden gittim. Yanımda sadece Sebeo'nun olmasını istemiştim. Suya girdiğim an saniyesinde rahatladığımı hissettim. Suyu oldum olası çok seviyordum.

Sebeo eline aldığı sabunla saçlarımı yavaş yavaş yıkarken anın tadını çıkardım. "Hanımım..." İşte beklenen zaman gelmişti. Bende bu zamana kadar nasıl dayandı diye merak ediyordum. "Efendim Sebeo?"
"Haddimi aşmak inanın hiç istemem ama içim içimi kemiriyor..." Dedi sabırsız bir ses tonuyla. "Acaba, Prens Minseo ile aranızda ne geçti? Ne zaman ona hizmetlenmek için odasına gitsem bambaşka biri gibi." Söyledikleri karşında kaşlarım çatılmıştı. Dıştan bakıldığında çökmüş bir durumda olduğu bariz ortadaydı ama Sebeo'nun ses tonundan başka bir şeyler vardı. "Ne demek istiyorsun?" Bir an duraksama yaşadı.

Boğazını temizleyip, "Fazla agresif. Konuşurken öyle sert cevaplar veriyor ki, bir an için yanlış bir şey yaptığını düşündürüyor insana." dedi. "Hizmetçilerden yemekten çok içki istiyor. Onun bu kadar içtiğini hiç görmemiştim." Aldığım bu haber hiç hoşuma gitmemişti. Durumun bu derece ciddi olduğunu farkında değildim.

Tahmin etmemiştim. "Biz... Ayrıldık." Dedim zayıf bir şekilde. Sebeo öyle bir bağırdı ki sesi tüm hamamda yankılandı. "Küçük Hanım, siz ne diyorsunuz?! Nasıl... Yani, neden? Birdenbire?" Dedi kekeleyerek. Öyle şaşırmıştı ki gözleri yuvalarından fırlayabilirdi. "Ah Sebeo..." Bıkkın çıkan sesimle duraksama yaşadı. Ellerimle yüzümü kapatıp iç geçirdim. Mantıklı bir açıklama arıyordum.

"Sadece... Duygularım değişti. Yani, duygular değişebilir değil mi?" Sebeo'nun ağzı bir karış açık kaldı, gözlerini bir iki defa kırpıştırdı. Donmuş gibiydi. Bir süre daha tepki vermeyince sözlerime devam ettim. Ellerimi suya sokmuş dalgın dalgın oynuyor, yüzüne bakmıyordum. Çünkü biraz sonra söyleyeceklerim yüzünden tepkisinden korkuyordum.

"Sebeo, doğaüstü şeylere inanır mısın?" Dedim çekine çekine. "Doğa... Ne?"
"Doğaüstü. Yani, gerçek dışı şeyler. Olması mümkün olmayan." Bir süre düşündü. Sonra "bilmem" der gibi omuz silkti. "Bunun konumuzla ne ilgisi var Küçük Hanım?" Dedi tek kaşını kaldırarak. "Sana, aslında Yesoo olmadığımı söylesem ne yaparsın?"

Kalbim boğazımda atıyordu. Her an çığlık atabilir ya da bayılabilirdi. Daha da kötüsü bunu tüm saraya yayabilir, insanları canavar olduğuma inandırabilirdi. Ya da başka bir şey bilmiyorum... Tüm felaket senaryoları beynimin içinde dolanıyor, beni çıldırtıyordu. Nefesimi tutmuş cevabını beklerken tüm bu düşündüğüm tepkilerin tam tersi bir tepki verdi.

Kahkaha atmaya başladı... Gözlerimi kırpıştırarak ona baktım bir süre, sonra ayak uydurup bende gülmeye başladım ama hiçte gerçekçi bir gülüş değildi. Ne bekliyordum ki zaten. İnanacağını mı? Ah, gerçekten... Kesinlikle bir aptalım! "Kü-Küçük Ha-Hanım..." Dedi sonunda kahkahalarının arasından. "Bu da nereden çıktı böyle? Anlaşılan çok fazla kitap okuyorsunuz. Böyle bir şey gerçek olabilir mi?"

Gülmekten karnı ağrımış olacak ki elini karnına götürüp iki büklüm oldu. "Madem benim Küçük Hanımım değilsiniz, kimsiniz o zaman? Yoksa Gökbilimci mi?" Dedi alayla. Söylediğim şey ona gerçekten komik gelmişti. Bende daha fazla zorlamadan alaya almaya karar verdim. "Ah, ne yapayım, ortamı yumuşatmak için şaka yapmak istedim."

"Kesinlikle yumuşadı." Dedi. Kahkahası dinmişti. Bir süre daha yıkanıp hamamdan çıktığımda kendimi çok rahatlamış adeta kuş gibi hissediyordum. Sıcak su çok iyi gelmişti. Odaya geldiğimde hiç beklemediğim biriyle karşılaştım. Kang So'yla. Onun burada ne işi var? Şaşkınlıkla karşısında dikilerken Sebeo da benimle aynı şaşkınlığı paylaşıyordu.

Sonra kendini toparlamış olacak ki önünde eğilerek selam verdi. Prens gitmesi için çenesiyle işaret verdiğinde ikiletmeden odadan çıktı ama kapıyı kapatmadan önce sorgulayan bakışları benim üzerimdeydi. "Burada ne işiniz var Prensim?" Dedim düz bir sesle. Ellerini arkasında bağlamış, odamda tur atarken sesindeki muziplikle sorumu yanıtladı. "Sadece seni görmeye geldim."

"Ne için?" Dedim tek kaşımı kaldırarak.
"Meraktan." Nihayet odayı turlamayı bırakıp bana döndü." Gelemez miyim?"
"Beni neden merak ediyorsunuz?" Anlamıyordum. Beni neden merak ediyordu ki? Onu buna iten şey neydi?

Minseo'yla evlenmek istemediğimi farkındaydı ve beni düğünden kurtarmıştı. Ama sanki başka bir şey daha vardı. "Biz arkadaşız Yesoo. Arkadaşlar birbirlerini merak ederler değil mi?" Ah, şu mesele... Gerçekten beni arkadaşı olarak kabul ediyor muydu yani? İnanamıyorum. Gerçekten bir prens’le arkadaşım! "Eder elbette." Dedim hafif bir tebessümle. "Eder de, tek sebebi bu mu?" Güldü. "Ah, sen yok musun... Gözünden hiç bir şey kaçmıyor." Dedi.

İçgüdüsel olarak gözlerimi kıstım. Elbette tek sebep arkadaş olmamız değildi. "Minseo'yla aranızda neler oluyor?" Çıkardı ağzındaki baklayı. "İstediğiniz oldu Prensim." Dedim iğleneleyerek. Sorgulayan bakışları beni buldu, tek kaşı havaya kalktı. "Artık Prens Minseo'yla evlenmiyorum." Bilmişçe sırıttı, adeta göğsü kabardı. "Biliyordum." Dedi.

Ben nasıl demeye kalmadan sözlerine devam etti. "Çok açıktı zaten. Minseo'dan ya da yapılacak düğünden bahsedildiğinde sende en ufak heyecan duygusu görmüyordum. Hep bir tedirginlik içindeydin. Bu düğünün olmayacağını zaten biliyordum. Ama söylemeye cesaretin yoktu. Çıkardığım yangın seni cesaretlendirdi."

Sözlerini bitirdikten sonra yatağıma oturdu ve bilmiş gözlerini bana dikti. Kardeşinin durumunu görmesine rağmen onun için hiç üzülmüyor muydu? "Prens’le evlenmeme neden bu kadar seviniyorsunuz anlamıyorum. Kardeşinizle. Yoksa onun mutlu olmasını istemiyor musunuz?" Bir an bocaladı. Ayağa kalkıp bana doğru yaklaştı ve bir kaç adım ötemde durdu.

Ellerini yine arkasında bağlamıştı. Karşımda siyah bir gölge misali dikiliyordu. "Elbette ki istiyorum. Lakin seninle evlenmesini istemiyorum." Kesinlikle böyle bir cevap beklemiyordum, bozguna uğramıştım. "Peki, neden?" Bir süre duraksadı ve gözlerini gözlerime dikti. "Çünkü sen Yesoo değilsin, bambaşka birisin."

Ne dedi bu adam şimdi? Söylediklerinde ciddi mi yoksa yine benimle alay mı ediyor? Alay etmiyorduysa da buna gerçekten inanıyor muydu? Kendisi dememiş miydi bir kaçık olduğumu? Kafam iyice karışmıştı. Yüz ifadesine ve gözlerine baktığımda ciddi olduğu anlaşılıyordu.

Bocalayarak bir adım geriledim. "Ne demek bu?"
"Kütüphanede Gökbilimci ve senin konuşmalarınızı dinlerken ikinizinde kaçık olduğunuzu düşündüm. Neymiş, Yesoo denen kızla beden değişmişsiniz. Saçmalık." Güldü. "Ama sonra seni izlemeye başladım. İlgimi çektin bir anda. Hizmetçilerin, Prenslerin ve elbette ablanın senin hakkında söylediklerine kulak misafiri oldum.

Seni de tanıyorum zaten. Seni görmeyeli sadece bir buçuk yıl geçti. Ve bu bir buçul yılda bir insan ne kadar değişebilirse o kadar değişmişsin. Açıkçası son gördüğüm halinde hiç iyi değildi. İnsan hafızasını kaybettiğinde huyları da değişir mi? Bambaşka biri olmuşsun. Benim bildiğim Yesoo asla kimseye diklenmez. Hep naziktir. Hele ki bir prense asla diklenmez." Kesinlikle kendisinden bahsediyor. Diklendiğim tek kişi o. Diğerlerine karşı gayet normalim ben.

Son sözünü kinaye yaparak bitirdi. Bana bir adım daha yaklaştı ve analiz eder gibi süzdü. "Eskiden olduğu gibi neşe saçmıyorsun. Kahkaha atmıyorsun. Gülümsüyorsun ama yine de mesafelisin. Herkese karşı. Yanındaki o hizmetçiye bile herkesten daha sıcak davranıyorsun. Hele ki seni Minseo'nun yanında hiç görmüyorum. Eğer o sana gelmese sen ona gitmiyorsun bile. Bu durumu fazlasıyla garipsedim. Gökbilimcinin söyledikleri mantıklı gelmeye başladı o an. Ama hala akıl alır şey değil..."

Bu kadar gözlemci biri olduğunu fark etmemiştim. Bütün gün resmen beni izliyormuş bu adam. Peki ya ben, izlendiğimi nasıl anlamamıştım? Bu adam gerçekten gölgeydi. "Sonra seni handa gördüm. O Gökbilimciyle beraberdin. Hemen yan masanızda oturuyordum ama beni fark etmediniz. Konuşmalarınızı baştan sona dinledim. Hala deli saçması geliyordu kulağa ama çok ciddi görünüyordun.

“Hafızamı kaybettiğimi sanıyorlar" dedin. O an yalan olduğunu anladım. Ama hala anlam veremiyordum. Böylesine gerçek dışı bir şey nasıl olabilirdi ki?" Anlattıkları karşısında neredeyse küçük dilimi yutmak üzereydim. Söyleyecek tek kelime bulamıyordum. Bunca zaman gizli gizli resmen takip ediliyordum ve bunu fark etmemiştim.

Bu kadar dikkatsiz olmak fazlaydı. "Söylesene, gerçekten başka biri misin?" Dedi. Gözleri şüpheyle kısılmıştı. Yutkundum. Belki artık ona söylemeliydim. Bir şekilde inandırırdım belki. Hem o beni istemediğim bir düğünden kurtarmıştı. Bunu ona borçluydum. "Evet." Dedim tedirginlikle.
"Kanıtla." Bakışları öyle keskindi ki bir bıçak gibi kesiyordu beni.

"Ne yapmamı istiyorsun?"
"Başka bir milletten olduğunu söylemiştin. Bana kendini anlat. Aileni. Kendi dilini konuş. Burada başka dil bilen insan sınırlıdır. Ben bile bilmem. Kitapları da zaten zor bulunur." Dedi. Kollarını önünde bağladı ve dediklerini yapmamı bekledi. "Ben aslında Türk'üm." Diyerek başladım sözüme. "Adım Aylin ve gelecekten geliyorum. Yani 2022 yılından. Hani sana demiştim ya, kan kırmızısı, üzerinde ay ve yıldız olan bir bayrağım ve çok sıcak, misafirperver bir krallığım var diye?

İşte orası Türkiye Cumhuriyeti. Aslında daha kurulmadı. Şu an Osmanlı Devleti hüküm sürüyor." Dedim bana inanmasını bekleyerek. Ama yüzünde anlamlandıramadığım bir ifade vardı. "Şu an sana anlattıklarım çok saçma geliyor ama inan bana hepsi doğru. Türkçe konuşarak ve yazarak sana kanıtlayabilirim. Yani başka türlü nasıl yapacağımı bilmiyorum. Asıl benliğimi sana gösterecek gücüm yok."

Söylediklerimden sonra Kang So'nun yüzü mosmor oldu. Gülse mi, ciddiye mi alsa kararsız gibiydi. Bende bundan cesaret alarak devam ettim. Önce yazmakla başladım. Masanın üzerinden bir parşömen tomarı ve mürekkep kalemi alıp üzerine Türkçe olacak şekilde, "Benim adım Aylin. 24 yaşında ve avukatım." yazdım. Sonra bunu sesli bir şekilde okudum. Aksanım öylesine temiz ve düzdü ki bu onu şaşırtmıştı.

Buraya geldiğimden beri ilk kez dilimi konuşuyordum. Prens’in ne tepki vereceğini beklerken kalbim ağzımda atıyordu. O bana, ben ona bakıyordum. Saniyeler geçti. Sonra Prens odanın içinde volta atmaya başladı. "Ta-tamam... Bu kadarı çok fazlaydı. Kesinlikle deli saçması. Nereden bileceğim benimle alay etmediğini? Söylediklerinin bir hayal ürünün olmadığını?" Dedi dik dik bakarak.

Hayal kırıklığıyla yüzüm asıldı ve omuzlarım çöktü. Başka nasıl kanıtlayacağımı bilmiyordum. "İnanması güç biliyorum. Ama bilmediğim bir dili nasıl konuşabilir ve yazabilirim? Durduk yere kendi kendime bir dil oluşturmadım ya. Kendimle zorum ne?" Hala kafası karışık görünüyordu. Keşke asıl benliğimi gösterecek gücüm olsaydı.

"Madem sen Türk'sün, o zaman bizim dilimizi nasıl bu kadar iyi konuşabiliyorsun?" Dedi. "Amcam Koreli bir kadınla evlendi ve o bana yıllarca Korece öğretti. Bu kadar iyi konuşma sebebim bu." Cevabım ona mantıklı gelmişti ama aklında hala soru işaretleri olduğunu biliyordum.

"Pekala. Madem öyle, babamdan sonra Kral kim olacak? Bunu söyleyebilir misin?" Yutkundum. Bunu söylemek geleceğe müdahale etmek demekti. Bunu yapamazdım. Ki zaten bilmiyordum. "Söyleyemem. Bu geleceğe müdahale etmek olur." Dedim üzgün bir ses tonuyla.

Sıkıntıyla iç geçirip yatağıma oturdu. "Buraya gelmeden önce çalıştığım yerde uyuyakalmıştım. Sonra bir uyandım, hiç bilmediğim bir yerdeyim ve tanımadığım insanlar bana Yesoo diyor. Ne kadar zor durumda kaldığımı bilemezsin. Aklımı kaçırmak üzereydim. İnanması imkansız biliyorum ama yemin ederim hepsi gerçek.

Ben Yesoo değil, Aylin'im. Koreli değil, Türk'üm. Gelecekten geliyorum ve hepinizden binlerce yıl uzaktayım." Bana inansın diye gözlerinin içine içine baktım. O ise tereddütle. "Pekala. Hiç de yalan söylüyor ya da aklını kaçırmış gibi durmuyorsun. Bu anlattıklarını sindirmem gerekiyor bu yüzden bana zaman ver." Dedi.

Başımı sallayıp onu onayladım. Sonra aklıma bir anda bir fikir geldi. Bunu daha önce neden düşünmemiştim ki? "Belki bir kahin bulursak o bana yardım edebilir. Kendimi sana gösterebilirim?" Söylediğimi bir süre düşündü. Öyle uzun sürdü ki hiç konuşmayacak sandım. "Tanıdığım bir kahin var. Büyücü gibi bir şey. O bize senin gerçek benliğini gösterebilir. Yarın için hazırlan ona gidiyoruz." Önce gökbilimci sonra kahin şimdi de büyücü. Yemin ederim çarpılacağım bir gün!

"Evet biliyorum, Gökbilimciyle konuştuklarınızdan sonra ikinizinde kaçık olduğunuzu düşündüm ve inanmıyordum böyle şeylere ama anlattıklarından sonra kahinler bile daha normal ve inandırıcı gelmeye başladı," dedi yüzünü buruşturarak. Anlattıklarım onu gerçekten çok şaşırtmıştı ve afallamış görünüyordu. Resmen yüzü solmuştu. Eh, haklı tabi adam. Benimkisi gerçekten deli saçmasıydı. Onu başımla onayladıktan sonra beni şöylesine bir süzdü ve tek kelime etmeden odadan çıktı. O çıktıktan sonra bacaklarımın bağı çözülmüşcesine yatağa yığılıverdim.

... 

İLAHİ BAKIŞ.

"Seni burada bulacağımı biliyordum." Kang So, Yesoo'yla yani Aylin'le olan konuşmasından sonra kafası allak bullak bir halde kütüphaneye geldi. Eşiklerden birine oturup camı açtı ve temiz havayı içine çekti. Öğrendikleri ona çok ağır gelmişti. Öyle şeyler duymuştu ki aklını yitirmek üzereydi. Bu günleri de mi görecektim... Dedi içinden.

Böyle bir şey gerçekten olabilir miydi? İnanması çok güç hatta imkansızdı. Ama anlayacaktı. Hele bir kahinle görüşsünler. Kahinlere olan bilgisi annesi sayesindeydi. Kadın bu tür batıl inançlara sahip olduğundan bu durumu oğulları çok iyi bilirdi. Kulaklarına dolan sesle başını kapı girişine çevirdi.

Kardeşi İn Baek ona doğru geliyordu. "Gel, Baek-ah." Dedi Kang So. Kardeşini gördüğüne sevinmişti. "Ne yapıyorsun burada tek başına?" Karşısındaki eşiğe oturdu. "Her zamanki şeyi. Kafa dinliyorum."
"Buraya geldiğine sevinmedin galiba?" Kang So güldü. "O nasıl söz. Çok sevindim hemde. O cehennemden kim kurtulsa sevinir." Dedi sitemle.

İn Baek'in yüzü düştü. "Üzgünüm ağabey. Oraya gönderilmene engel olamadım. Şaşkına dönmüştüm, ne düşüneceğimi ya da yapacağımı bilemedim." Kang So kardeşinin omzunu sıktı. "Sıkma canını, sayende geri döndüm."
"Buna hala inanamıyorum. Kralı ikna etmek için günlerce uğraşırım sanmıştım ama hemen kabul etti."

Şaşkınlıkla gözleri parlıyordu. "Sevin işte. Demek ki Kral hepimizden çok seni seviyor ki, kıyamadı sana."
"Öyle deme." Utanmıştı. "Babamız hepimizi seviyor. Emin ol ağabey, kardeşlerinin hepsi de seni seviyor. Sadece kafaları karışık. Senin bize ihanet ettiğine inanmıyorlar. O gün orada iki şüpheli vardı unutma," dedi son cümlesine bastıra bastıra.

Kang So iç çekti. "Bana kesin olarak inandığını düşündüğüm iki kişi var. Biri sen biri Kraliçe." İn Baek şaşkınlıkla öne eğildi. "Kraliçe inanıyor mu? Nasıl?"
"Her şeyi anlattım ona. Çok şaşırdı. Ona çok ağır geldi ama alışmak zorunda." Bakışlarını camdan dışarıya verdi. "Keşke asıl hükmü veren de bir kez olsun dinleseydi beni. Hemen hükmünü vermeseydi."

“Ama sende sustun ağabey. Hepimiz konuşman için yalvardık ama konuşmadın. Biliyorum şoktaydın ama bu suskunluğun Kralı daha çok sinirlendirdi. Istesek de dinlemezdi seni artık.” Bir süre sessizlik çöktü ortama. "Bana da gerçeği anlat." Dedi kardeşi büyük bir istekle. "Bilmek istiyorum."
"Olmaz. Buna dayanamazsın."

"Dayanırım. Anlat ağabey. Bunu bilmek hakkım." Kang So susmakla yetindi. "Ağabey." Dedi İn Baek ısrarla. "Ah, pekala." Kang So pes etti. Anlatmazsa eğer kardeşi onun peşini bırakmazdı. "Ama aramızda kalacak anlaştık mı? Henüz herkesin öğrenmesi için doğru zaman değil. Sakın fevri bir harekette bulunup kendini de hedef haline getirme." İn Baek başıyla onayladı ve heyecanla anlattıklarını dinlemeye başladı.

... 

Ertesi gün Kang So kahinle buluşmak için kapıma dayandı. Buluşmak için en iyi vaktin gece yarısı olduğunu söyledi. Nereden bildiğini sormadım, zaten sorsam da cevap verecek gibi değildi. Ne zaman göz göze gelsek şüpheci bakışlarıyla karşı karşıya kalıyordum. Ama ona hak verdiğim için ses etmiyordum.

Sarayın arka kapısından çıktık. Siyah bir at bizi bekliyordu. İlk karşılaştığımızda da bu at vardı. Ve fark ettim ki ahırda gördüğüm at, bu attı. "Bu at, senin atın mı?" Başını salladı. "İsmi Guwon." Ata öyle bir bakıyordu ki başkası olsa bu bakışları kıskanırdı. "Güzelmiş," Dedim gülümseyerek ve Guwon'un yelesini okşadım. Biraz korkuyordum ama at öyle sakin ve uysal duruyordu ki ona yaklaşmadan edemedim. "Uysal bir at." Başını eğip güldü. "Sen bir de ormanda seni kovaladıktan sonra gör onu." Dediğini anlamayacak ona baktım. "O ne demek?"

"Onunla seni kovaladıktan sonra bana çok kızdı. Oyunuma alet etmemden hiç hoşlanmadı," dedi gülmeye devam ederek. "Kızdığını nasıl anladın ki?"
"O günden sonra ne zaman binmek istesem beni üstünden attı. Zor gönlünü aldım." Bu sefer gülme sırası bendeydi. "Bazılarımızdan daha centilmen bir beyefendi." Kang So söylediğime homurdanıp atın üstüne atladı, binmem için bana da yardım ettiğinde yola koyulduk. O arkada ben öndeydim. Kollarıyla bir zaman olduğu gibi yine sarmıştı etrafımı. Dejavu yaşıyorum. İkimizin de üzerinde pelerin olduğundan yüzümüz seçilmiyordu neyse ki. Zaten ıssız bir sokaktan ilerliyorduk, kimseye görünmemek daha iyiydi. "Nereye gidiyoruz?" Dedim sakin bir sesle. Sokak boş olduğundan ne kadar sakin konuşursam konuşayım sesim yankılanıyordu.

"Namsangol köyüne. Şafak sökmeden orada oluruz." Dedi. Benim aksime sesi gergindi. Benden rahatsız mı oluyor diye düşünmeden edemedim. "Sence işe yarayacak mı?"
"Yaraması gerek."
"Ya istediğimiz sonucu alamazsak?"
"Ölürsün." İşte bu beklemediğim bir cevaptı.

"Kral, nişanı bozup oğlunun onurunu iki paralık ettin diye seni öldürür. Mantıklı bir cevapta veremezsin malum. Sadece Prensi sevmiyorum demek seni ipten kurtarmaz." Haklıydı. Ama ben doğruyu söylüyordum ve şu kahin işe yarasa iyi ederdi. "İster Yesoo olayım ister bir başkası, her halükarda ölmeyecek miyim?"

"Eğer dediklerin doğruysa ben seni korurum, değilse de kim korur bilemiyorum." Sesi sıkıntılı çıkıyordu. "Neden her halükarda sen korumuyorsun?" Güldü. "Tanıdık bedenin içindeki yabancıyı daha çok sevdim de ondan." Ağzım açık kaldı, ne diyeceğimi bilemedim. Bir süre sessizlik oldu. Bir an izlendiğimizi hissederek etrafa bakma ihtiyacı hissettim ama görünürde kimse yoktu. "Ne oldu?"

"İzleniyormuşuz gibi hissettim." Dedim temkinlice. "Bu vakitte kimse dışarıda olmaz. Olsa olsa sarhoş serserilerdir. Issız yerleri severler." Ona hak vererek başımı salladım. Bu defa daha uzun bir sessizlik oldu. Nihayet köye geldiğimizde yabancı bir yere gelmenin verdiği merakla etrafa bakındım.

Hep aynı tipte evler vardı. Bu evlere Hanok dediklerini duymuştum. Tek katlı, kaya taşlarıyla yapılmış beyaz alçı duvarlar ve siyah kiremit çatıları vardı. Hepside birbirine benziyordu. Labirent gibiydi resmen. Ben burada evimi bulamam. Bir süre daha köy boyunca ilerledik ve köyün en ıssız köşesinde durduk.

Kang So attan inip beni de indirdiğinde karşıda duran, diğer evlerle aynı ama daha farklı, karanlık bir enerji veren eve bakıyordum. "Burası." Dedi Kang So. Eve doğru ilerleyip kapıyı çaldığında bende hemen arkasındaydım. Bunu yaptığıma inanamıyordum. İçim öylesine ürperiyordu ki geri dönelim dese itiraz etmeden kabul ederdim.

Kang So kapıyı çaldıktan kısa bir süre sonra kapı açıldı ve yaşlı bir adam bizi karşıladı. Yaşlılığın verdiği ağırlıkla çökmüştü ve saçları dökülmüştü. Giydiği gri Hanbok zayıflığından ötürü üzerinden dökülüyordu. "Biz Şaman Seo'yu görmeye geldik." Dedi Prens. Adam ikimizi de alıcı gözle süzdükten sonra içeriye davet etti. Prens emin adımlarla içeri girerken ben tedirgindim. Zoraki giriyorum desem yeridir.

Küçük bir bahçe bizi karşıladığında yaşlı adam önden ilerleyerek eve girdi. Bahçenin zemini kumla kaplıydı. Hiçbir çim ya da çiçek yoktu. Kurak bir araziye benziyordu. Zaten binanın içinde de iki tane oda vardı. Hemen bahçeye girer girmez odalarla karşılaşıyordunuz. Ayağıma giren çakıl taşları sinirimi bozunca homurdanıp yerimde kıpırdandım. İnsan şu bahçeyi bir temizler. Bir iki dakikanın ardından yaşlı adam sürgülü kapının ardından çıkıp bizi de içeriye davet ettiğinde ikiletmedik. Kapı girişinde bizi şaman çanı selamladı.

Karşımda otuzlu yaşlarının sonunda genç bir kadın vardı. Saçlarını ensesinde topuz yapmış, kırmızı, siyah bir Hanbok giymişti. Dudaklarında kırmızı bir ruj, gözlerinde aynı renkte bir göz farı vardı. Yer minderinde oturmuş önünde dikdörtgen bir masa duruyordu. Masanın üzerinde parşömen tomarları, şişeler, bir yalpaze ve şaman çanı vardı.

Gözlerimi oda da gezdirdiğimde duvara boylu boyunca Hangul harfleriyle yazılmış bir parşömen asılıydı. Önünde oval bir sehpa, üzerinde mumlar vardı. Mumlar neredeyse odanın her yerindeydi. Bu görüntü karşısında tüylerim diken diken oldu. Balmumu kapaklı kitaplar iki katlı rafların arasında yerini almıştı. İçlerinde ne yazdığını düşünmek bile istemedim.

"Neden geldiğinizi biliyorum." Dedi derinden gelen bir sesle. Sinsice fısıldıyordu sanki. "Aradığınızı burada bulacaksınız." Prensle birbirimize baktık. Başımı tekrar Şaman'a çevirdiğimde kara gözleri adeta delip geçiyordu. Bakışları bir yılan gibiydi. Gözlerimi kaçırmadan edemedim. Gözleri Prensle aramızda mekik dokudu. "Hoş geldin, Yabancı." Dedi bana bakarak. Yutkundum. Gergin olduğum her halimden belliydi. "Bize şimdilik yabancısın..."
"Şimdilik?" Dedi Kang So tek kaşını kaldırarak. "Şimdilik. Çünkü yıllar yıllar sonra aramızda bir bağ olacak. Size minnetler sunulacak."

Hadi canım! Kore savaşından bahsediyor bu kadın. 1950 yılında gerçekleşen Kore savaşından sonra Kore Cumhuriyeti, Türkleri kardeş ülkesi ilan etmişti. Kang So kadının söylediğinden bir şey anlamasa da ben çok net anlamıştım. Şaman da bunu farkındaydı. "Gelelim asıl konuya." Dedi hülyalı bir şekilde.

Ayaklandı ve oval sehpanın yanına gitti. Üzerinde duran küçük gümüş tası ve demliği aldı. Tekrar yerine oturduğunda onu ilgiyle izliyordum. Elini uzatıp kolumu tuttuğunda irkildim. Elindeki küçük hançerle elime derin bir kesik açtı. Hissettiğim acıyla inlerken, yaptıkları öyle hızlı olmuştu ki engel olmaya fırsatım olmadı. "Napıyorsunuz, delirdiniz mi?!" diye çıkıştığımda kadın hiç oralı olmadı. Ben daha ne olduğunu anlayamadan Kang So ayaklanıverdi.

"Sakin ol Prens, sevgiline zarar vermeyeceğim." Ne dedi bu kadın? "Yanlış anladınız..." Dedim kekelerek. Şaman buna sadece güldü. Prens ise tepkisizdi. Şamanın yaptıklarına dikkat kesilmişti. Kadın elimden akan kanı gümüş tabaktaki suya akıttı. Bu görüntü karşısında kaşlarım çatıldı.

Elimi geri çekmeye yelteniyordum ki bana bir bez uzattı, temkinli bir halde bezi alıp yaralı elime baskı uyguladım. Canım acıyordu ama şu an bunu umursayacak değildim. Kanlı suya bilmediğim bir dilde bir şeyler fısıldadı ve, "Sen bir beden hırsızısın." dedi. "Ama bunu bilerek yapmamışsın. Aslında senin hiç bir suçun yok, bütün suç bu bedenin sahibinde." Dedi.

Söyledikleri karşısında gözlerim büyürken tekrar Prense baktım, kafası karışmıştı. "Nasıl yani?"
"Yesoo denen kız, sevgilisine ihanet etmiş." Dediğinde Prens de bende irkildik. Böyle bir şey gerçek olabilir miydi? Anlattıkları o, Yesoo'nun aşkı ihanetle nasıl lekenlenebilmişti?

Peki benim bu olaydaki payım neydi? "Yesoo aslında bir Şaman. Bunu herkesten gizlemiş, hem de çok iyi gizlemiş." Yüzünde gururlu bir ifade belirdi. Ben ise hala duyduklarımın şokundaydım. "Prense ihanet ettikten sonra bunun acısına dayanamamış ve kendini öldürmeye kalkmış ama başaramamış. En sonunda da büyülere başvurmuş.

Ama bir şeyler ters gitmiş. Nasıl olduğunu tam olarak göremiyorum." Dedi elindeki gümüş tabağa bakarken. "Ruhunu senin bedenine aktarmış. Seninle yer değişmiş yani." Şu an bayılsam tam yeriydi. Bu nasıl olabilirdi? Ne ters gitmişti de ben o, o ben olmuştuk? Ve Şaman bunu neden göremiyordu?

Dikdörtken masanın çekmecesinden bir kolye çıkardı. Siyah taşlı sade bir kolyeydi ama karanlık enerjisi her yanımı sardı. Kolyeyi kanlı suya buladığında midem ağzıma geldi. Kolyeyi Prense uzattı ve, "Tak bunu Prens." Dedi. "Ruhu göreceksin." Kang So tereddüt etse de bunun için buradaydık değil mi?

Bir kaç saniye kadına ve kolyeye baktıktan sonra nihayet eline aldı ve huzursuzca boynuna taktı. "Gözlerini kapat ve bize ruhun nasıl göründüğünü söyle. Fiziksel özelliklerini söyle. Bize onu anlat." Nefesimi tutmuş Kang So'nun konuşmasını bekliyordum. Bu kolye beni mi gösterecekti ona? İnanması ne kadar da güçtü...

Bana bir ömür gibi gelen saniyeler geçti. Sonra Kang So konuştu. İkimizde kulak kesildik. "Uzun boylu, zayıf bir kadın. Mavi gözlü, büyük gözleri var. Uzun saçlı, esmer bir kadın. Adına... Aylin diyorlar. Bizden çok farklı, hiç benzemiyoruz. Gerçekten de yabancı biri gibi." Dediğinde kendimi çarpılmış gibi hissettim. Resmen görmüştü! Beni görmüştü! Şimdi bayılacağım...

Bu nasıl olabilirdi? Ürperti, korku, heyecan, mutluluk hepsi bir anda çepeçevre sardı etrafımı. Şaman bana bakıp onay bekledi. "Doğru." Dedim kısık sesimle. “Ne yapıyor peki şu an?” Diye sordu Şaman Seo. “İyi görünmüyor. Hasta gibi. Yanında bir kadın daha var. Ona yardım ediyor. Bir şeyler konuşuyorlar ama anlamıyorum. Bilmediğim bir dil bu. Onu bir koltuğa yatırdı ve gitti. Şimdi odada tek başına ve uyuyor gibi görünüyor. Bulunduğu oda bile çok farklı. Üstündeki kıyafetler... Her şey.”

Prens gözlerini açtı ve sanki kolyeden bir an önce kurtulmak ister gibi boynundan attı. Cübbesine kan bulaşmıştı. Benim kanım. Onun yoğun bakışları ve benim parlayan gözlerim birbiriyle çarpıştı.

Artık bana inanıyordu. Sanki bana Yesoo değilde Aylin’mişim gibi bakıyordu. "Bir şey daha," dedi Prens Şaman'a bakarak. "Yesoo kardeşimi kiminle aldatmış?" Sesindeki öfkeyi duyabiliyordum. Kim olsa öfkelenirdi. Bende bunun cevabını merak ediyordum. "Bunu bilmesen çok daha iyi olur Prens." Dedi kadın imalı imalı.

"Neden?" Dedi Prens.
"Herkesin iyiliği için." İkimizin de kaşları çatıldı. "İpucu da mı veremezsiniz?" Diyiverdim birden. Şaman güldü. "Kabil." Dedi sadece. Kötü kardeş. Artık zamanınız doldu dercesine ayağa kalktığında ona uyarak bizde kalktık. İstediğimizi aldığımızdan daha fazla soru sormadan evden ayrılıyorduk ki Şaman arkamızdan bağırdı.

"Aşk okunu unutma, Yabancı!" Ani bir hareketle arkamı döndüm ve kadına baktım, o ise bilmişce sırıtıyordu. Kang So yine bir şey anlamamıştı. En sonunda bıkkınlıkla iç geçirdi ve kapıdan geçip atına atladı. Aşk oku da ne demek?

Loading...
0%