@thvrely
|
Bu kitabın şarkısı bence "sadece arkadaşız" oldu. Sözleriyle değil de şarkının ismiyle bu kitap o kadar uyuyor ki... Ah be Kerem, çok şerefsizdin sen. *** En son duyduğum kelimelerden sonra kadın özür diledi ama onu boğuk boğuk duydum. Kesik kesik nefesler alıp yanımdaki sandalyeye tutunsam da bu hiçbir işe yaramadı. Yere çöküp gözlerimin bulanıklaşmasına sebep oldu. Tüm güzel anlar, anılarımız ve yaşanmışlıklar bir bir belirdi gözlerimin önünde. Beni öpüşü, yaşanan o gece... Herşey bir anda yok mu olacaktı yani? Tek bir aramayla bitecek miydi herşey? Kırık kalbin yarası kendisinden büyük olur derler. Onu affetmesi de zor olur, yaşananları kendisine yedirmesi de. Yaşananları kendime yediremeden tüm anıları da alıp gidecek miydi Kerem? Küçükken yaptığımız ne varsa geldi aklıma. Dudaklarımızı birbirine değdirdikten sonra ışık hızıyla geri çekilip farklı taraflara koşturmuştuk. O zaman Güney Kore'ye kaçamasam da bir hafta okula gelmek yerine soğuğun altında kendimi hasta etmiştim. Güzel anılardı. Ama geçmişte kaldı. Geçmişte... Her geçen saniye kulağıma uğultu gibi gelirken Josh ve Vienna yanıma geçip iyi olup olmadığımı sorduklarında, onları duymadım. Aksine sesleri bir vızıltıdan ibaretti. Daha yirmi bir yaşındaydı. Ölecek miydi yani? Başlamadan bitecek miydi masalımız? Flört oyunundaki yemeğe çıkamadan herşey tozlu bir kutuyla birlikte gömülecek miydi? Sahi, çıkacak mıydık o yemeğe? Kerem yenecek miydi atlıkarınca korkusunu? Ya da... Bir geleceğimiz olacak mıydı Kerem ile? Belirsizlikler, belirsizlikler. Hayatımı çevreleyen bu histen kurtulmanın mümkünatı olmasa da kurtulmak istiyordum işte. Belki bir süre de olsa uzaklaşmak. Ama şimdi hayatımdaki en büyük belirsizliği yaşıyordum. Ölecek miydi, yaşayacak mıydı? Saracak mıydı kolları yine beni? Josh ve Vienna bir süre yanı başımda bekleseler de Roline en sonunda babamı çağırmıştı. "Sun-hee? Yoksa... O gün bugün mü?" Yutkundum. Boğazımdaki yumruyu yutkunsam da geçiremedim. Aynı bugünkü kaybımı geçiremediğim gibi. Babam kesik kesik nefeslerle yanıma gelip beni teselli etmeye başladı. Nefes alsam bile sanki ciğerlerim havasızlıktan ölüyormuş gibi hissediyordum. Neydi bu? Neyin nesiydi bu duygu? Bu duyguyu tatmanın ağırlığı kalkmayacak mıydı hiç omuzlarımdan? "Baba... Kerem..." Sözümün devamını getiremeden annemin sesi duyuldu. "El-elisa?" Dudaklarımın arasından bir hıçkırık firar etti. Ne yapacağımı bilemeden anneme baktığımda annem beni kolumdan tutup ayağa kaldırdı. Bana sıkı sıkı sarılıp saçlarımı okşadığında hıçkırıklarım daha da arttı. Meneix grubu beni ilk defa böyle görüyordu. Çaresiz. Yenilgiyi kabul etmiş. En önemlisi de kalbindeki boşluğu yediremeyen bir halde. Onların gözünde sert birisiydim. Konuşmalarım sertti. Derslerimde en ufak tolerans göstermiyordum. Acıma yoktu. Evet, acıma yoktu. Ben başkalarına acımazken hayatta bana acımamıştı işte. Vienna lider ruhuyla birlikte diğerlerini sınıftan çıkartırken annem, babam ve ben büyük sınıfta tek başımıza kaldık. Kimseden bir süre ses soluk çıkmadı. Birinin Ayşe Anne'ye haber vermesi lazımdı ama işte kimse haber vermiyordu. Annemler de Kerem'in kaza geçirdiğini bilmiyorlardı. En sonunda kendimi toparlayıp olanları anlattım. Aramayı alalı on beş dakika geçmese bile bu on beş dakika bana bir ömür gibi gelmişti. Nihayet büyük şirketten çıkıp babamın arabasına bindik. Şoför son hızla giderken bir işe yaramayacağını bile bile Ayşe Anne'yi aradım. Tepkileri beni daha da kötüleştirirken en sonunda annem herşeyi devraldı. Telefon ellerimin arasından kayıp giderken annem soğukkanlı bir şekilde Ayşe Anne ile konuşmaya başladı. Sonuç değişmemişti. Ayşe Anne'lerin buraya gelmesinin mümkünatı yoktu. Bahsi geçen hastaneye kısa sürede vardığımızda, daha fazla bekleyemeyip arabadan indim. Hızlı adımlarla içeri geçip danışmanlığa isimi verdiğimde, kısa sürede bir yoğun bakım'a yönlendirildim. Yoğun bakım. Yoğun bakımdan çıkamamıştı. Camdan onu seyrettim. İçeri girmemize izin yoktu. Bir doktor yanımıza yaklaştı. Çekik gözlü ve siyah uzun saçları olan kadının sesi tanıdıktı. "Telefonda görüştüğüm kişi sizsiniz." Kadın bana olan hayranlığını perde arkasında tutmaya çalışsa da gözlerindeki ışıltılar kendisini ele veriyordu. Zorla da olsa gülümsedim. "Evet. İsminiz nedir?" İsimliğine bakmaktan bile üşeniyordum. Tek isteğim Kerem'i de alıp buradan çıkmaktı. O gece yaşananları ve utancımı bir kenara atmıştım. Kerem'in uyanması bunlardan çok daha önemliydi. Ya uyanmazsa? "İsmimi telefonda söylemiştim," diye geveledi kadın. Utançla gözlerimi kaçırdım. "Pardon. O sözlerinizden sonra kendimde değildim." Kadın içten bir şekilde gülümsedi. Benim kadın dememe bakmayın. Kız otuzlu yaşlarında bile gözükmüyordu. Gençti yani. "Kim Ha-na. İsmim bu." Bende gülümsedim. Bu sefer kendimi zorlamamıştım ama içten bir gülümseme değildi bu. "Bende Hong Sun-hee." İsmimi ve hatta hakkımda çoğu şeyi bildiğini gözlerinden anlayabiliyordum ama formalite icabı söylemek durumunda kalmıştım. Hemşire birşeyler daha söyleyip uzaklaştığında Kerem'i bir süre izledim. Başındaki bandajı, kapalı gözlerini, kurumuş dudaklarını, herşeyini. Bir karar almıştım. Her ne kadar utansam da bir daha asla Kerem'den kaçmayacaktım. Yine de dilimi ısıracağım. *** Oy sınırı: 10
|
0% |