
Bölüm şarkısı: Barış Manço- Dönence
Neden bilmiyorum ama bölümü yazarken sara sara bu şarkıyı dinledim, o yüzden sizin de dinlemenizi tavsiye ederim.
İyi okumalar, oy vermeyi unutmayıın!!🤍
Araf 4. Bölüm
Nefes nefese açmıştım gözlerimi pazartesi sabahına, yine kabus görmüştüm. Genelde kabus gördüğüm günlerde hiç iyi şeyler yaşanmazdı, umarım bugün o günlerden değildir.
Üstümdeki ince örtüyü kenara itip yataktan çıktım. Banyoya doğru ilerleyip kapımı kilitledim. Dirseklerimi lavabo tezgahına yasladım ve aynadaki yansımama baktım. Bugün doğum günümdü, 5 Aralık. Hiç gelmek istemediğim o hayata doğduğum gün. Doğum günlerimden nefret ederdim, hayatımda sadece bir kere doğum günümü kutlamıştım, o da annemgilin beni bıraktığı gün; teyzem ve oğluyla beraber.
Düşüncelerimi kafamdan atmak için musluğu soğuk tarafında açtım ve yüzüme su çarptım. Soğuk her zaman iyi gelirdi.
Hayır, soğuk seni ısıtabilen birisi olmayınca iyi gelirdi.
Üstümdeki kırmızı çizgili pijamamı ve iç çamaşırlarımı çıkardıktan sonra kendimi duşa kabine attım. Saçlarım temizdi ama bedenimi temiz hissetmiyordum, bu yüzden duş iyi gelirdi.
Hayır, sen bedenini kirli hissetmiyorsun; senin bedenin zaten kirli.
Her zamanki gibi suyu en soğuğa çevirip yere çöktüm ve su bir süre damlalarının tenimden kaymasını izledim, kapım tıklatılana kadar.
“Aleda, aşağıda kahvaltı için seni bekliyorlar kızım; acele etsen iyi olur!” bu ses Narin Ablaya aitti. Bu evde çalışan ve neredeyse her türlü işle ilgilenen hizmetliydi. Çok iyi biriydi ve onunla konuşurken yumuş yumuş hissettiriyordu insanı.
“Tamam Narin Abla duştan çıkınca inerim aşağı!”
Bu eve iyice alışmıştım, bu pekde hayra alamet değildi. Bir an önce kendi evime dönmem lazımdı, Türkiye’ye. Zaten uzun zamandır mesleğimden uzak kalmıştım, ünlü bir holdingde güvenlik bölümünde mühendistim. Mesleğimi severdim fakat biraz eğlence katmak istediğimden bu işlere bulaşmıştım.
*Bulaştırılmıştım
Hızlıca üstüme tişört eşofman geçirip aşağı indim. Gerçekten de Semih ve Arslan salonun ortasındaki yemek masasına oturmuş beni bekliyorlardı. Çok geçmeden bende Arslan’ın karşısına oturup onlara katıldım.
“Günaydın.” İlk sohbeti Arslan başlatarak tabağını doldurmaya başladı.
“Günaydın.” Bende tabağıma peynir alarak kahvaltıma başladım.
“Günay-“ kelimesini tamamlayamadan öksürük döngüsüne girmişti Semih.
“Yavaş olsana hayvan herif! Ne diye dolduruyorsun hepsini ağzına?” Arslan çıkışmıştı Semih’e.
“Ne yapayım oğlum? Açım aç!”
“Hay senin açlığına, gebereceksin bir gün!” onlar tartışmaya devam ederken bende çatalımla tabağımdaki peyniri oynarken düşüncelere dalmıştım.
“He yemeyimde şu Aleda gibi tabağımdaki peynirle mi oynayayım? Kızım düzgün yesene şunu, mahvettin nimeti.”
“Yiyesim yok, istersen sen alabilirsin.”
“Aleda, neyin var? Hasta mısın? Eğer öyleyse hemen doktor çağıralım.”
“Cidden senin şimdiye kadar bana cırlaman ve laf sokman lazımdı, hayırdır?” diyerek Semih’te Arslan’a katıldı.
Üstümde çözemediğim bir ağırlık vardı, sanki tonluk yük taşıyan bir tırın altındaymışım gibi. Sabaha kadar tavana bakıp dursam sıkılmazdım, öyle bir durgunluk vardı üstümde.
“Hasta değilim, sadece kendimi iyi hissetmiyorum. Size afiyet olsun.“ diyerek tam masadan kalkacaktımki Semih kolumdan tutup geri sandalyeye oturttu beni.
“Ben şimdi iyi hissettiririm sana, Arslan hadi.” Semih’in sözüyle beraber Arslan ayağa kalktı ve elinde çikolatalı pastayla gelen Narin Abladan aldı pastayı. Masaya koydu ve cebinden çıkardığı çakmakla mumları birer birer yaktı.
“İyiki doğdun Aleda, nasıl pasta sevdiğini bilemedik ama ben çikolatalı severim diye bunu aldık.”
Çikolatalı pasta mı?
“Ben gerçekten teşekkür ederim, ama doğum günlerini sevmem. Hem siz nerden öğrendiniz?”
Onları kırmak yada heveslerini kursaklarında bırakmak istemezdim ama ben kutlayamazdım, bir insan ölümünü nasıl kutlasın?
“Arslan kaç haftadır bunu öğrenmek için debelenip durdu! Çünkü doğum gününü her yere yanlış olarak vermişsin, ama o doğrusunu eninde sonunda buldu. Ama sen şuan resmen hesap soruyorsun!”
“Uğraştığınız için teşekkür ederim ama ne olursa olsun ben bu günü kutlamam! Uzatmayın artık, eğer çok istiyorsan pastayı sen yiyebilirsin Semih!”
“Ulan sen varya, bir pastayı bile haketmiyorsun!” hadi ama, bu lafları çok duymuştum ben. Sence beni etkiler mi?
“Tamam Semih yeter, sakin ol bu kadar gürültüye gerek yok,” Arslan her ne kadar sakin ses tonuyla konuşsada alev gibi parlayan altın hareleri her şeyi ele veriyordu. Gerçekten bu kadar sinirlenmesine yada alınmasına gerek var mıydı? Tabiki hayır. Onun bana meydan okurcasına yanan altın harelerinin karşısında benim gözlerim o kadar duygusuzduki, sırf buna bakarak bile daha fazla yanıyordu.
Göz temasını ilk ben keserek merdivenlerden odama geri çıktım ve direkt kendimi yatağa attım. Sanki yeni uyanmamışım gibi gözlerimi yumdum ve öylece bekledim. Sonra sıkılıp makyaj masamın üstündeki Arslan’ın bana aldığı yeni telefonla kulaklığı alıp tekrar yatağa uzandım.
Çalma listeme girip Seyyan Hanım-Hasret şarkısını seçtim. Ne zaman durgun olsam bana en iyi gelen ‘beni en iyi mahveden’ şarkıydı bu şarkı. Sesini sonuna kadar açıp bıraktım kendimi yalnız başıma, sanki hiç yalnız değilmişim gibi…
Yatağa uzandığımda saat 13.40’tı ve kafamı kaldırdığımda saat tam olarak 17.14’tü. uyuşmuş besenimi zorla da olsa kaldırdım ve cama doğru ilerledim. Manzara güzeldi, en çokta bu saatler aralığında. Tekrar odadan çıktım ve aşağıya indim. Sanki sabahki durgunluğumu atmıştım üzerimden.
Ortalıkta sadece deri koltukta oturan Semih ve pervane gibi bir o yana bir bu yana yürüyen Arslan vardı. İkiside baya düşünceli gibiydiler.
Arslan koyu ve yoğun hareleriyle gözlerimin içine bakarak ağzını açtı, tam konuşacakken geri kapattı ve gözlerini kaçırdı.
“Ne oluyor?”
“Söyle artık Arslan.” Neyi söyleyecekti?
“Ne oluyor dedim!”
“Aleda,” Arslan zorla konuşmaya çalışıyordu.
“Evet, dinliyorum.”
“Kardeşin Nisa, değil mi?” bir anda vücudum titredi ve dizlerim bağını çözmüş gibiydi, sağımdaki duvardan destek alarak ayakta durmaya devam ettim.
“E-evet, ne oldu? Ona bir şey mi olmuş?” kelimeler ağzımdan zorla çıkıyordu.
“Aleda,” duvardan ayrılarak Arslan’ın yanına gittim ve yakasına yapıştım.
“Aleda’nı siktirtme bana! Ne oldu dedim, Arslan söyle!” ona bir şey olduysa kaldıramazdım, bu kadarı çok fazlaydı. Bu hiçbir zama. İhtimal bile olmamalıydı, ya ona bir şey olduysa?
“Nisa ö-öldürülmüş.” Kulaklarımı sağır edecek bir uğultu oluştu o anda, daha fazla ayakta duramadım. Dizlerimin üzerine çökmüş bir şekilde ellerime bakıyordum. Ölmüş müydü? Nasıl? Hayır ölmemişti, öldürülmüş dedi. Kim? Hangi cani? Benim hayatımı adayacağım kardeşimi kim almıştı, kim koparmıştı benden, kim?
“N-ne? N-nasıl? K-kim?”
Algılayamıyordum, bütün yetilerim o an benden uçup girmişti sanki. Ne olmuştu? Ona ne yapmışlardı?
“Aleda sakin ol, bana bak, bana bak!” kafamı kaldıracak gücü bulamıyordum kendimde, gözlerim kaymaya başlamıştı. Nasıl? Nasıl kıymışlardı?
“Semih hemen ambulans çağır, hemen!”
“İstemiyorum!” parmağımı kıpırdatacak halim yokken tüm salonu inletecek bir şekilde bağırmıştım.
“Türkiye’ye girmeliyiz, hemde hemen! Yalnız bırakmayacağım onu, beni ona götürün!” Yeterince yalnız bırakmamış mıydım zaten? Bensiz ne yapacaktı? Hayır, ben onsuz ne yapacaktım asıl?
“Sakin ol, mantıklı düşün. Şuan için Türkiye’ye gitmemiz imkansız.” Anlamıyorlar mıydı? Benim kardeşim, benim canım, benim hayatımı almışlardı benden; oturup bekleyecek miydim? Arslan’ın kollarını iki yana itip zar zor ayağa kalktım. İşaret parmağımı ona doğrulttum.
“Bana bak, imkansızsa imkanlı hale getireceksin o zaman! Gerekirse yürürüm ama yine de oraya giderim, beni anladın mı?” Aklım çalışmıyordu, beyin fonksiyonlarım durmuştu sanki ama yinede ne olursa olsun oraya gidecektim; onu yalnız bırakmayacaktım.
Hayır, sen onu çoktan yalnız bıraktın.
Bırakmadım, ben onu bırakmak istemedimki.
İstedin, istemeseydin onun yanında olurdun. Onu sen öldürdün.
Ben öldürmedim, ben yapmadım, ben yapmam, yapamam; yapmış olamam.
Sen yaptın, onu sen öldürdün; yanında olsaydın yaşıyor olurdu. Sen kendinden başkasını düşündün mü Aleda?
“Ben yapmadım! Ben yapmam, yapmış olamam, kıyamamki ben ona,” gereğinden fazla yüksek çıkan sesimle beraber tekrar dizlerimin üzerine çöktüm. Ben mi yapmıştım? Ben miydim? Hayır ben değildim; hayır, ben yapmıştım.
“Onu ben öldürdüm…”
Onu sen öldürdün; bencilliğinden, kibirinden, hayata olan nefretinden. Sen yaptın Aleda, başkası değil; sen öldürdün kardeşini.
“Aleda, bana bak artık! Ne olursun kalk, kendine gel. Sen hiçbir şey yapmadın!”
Her zamanki gibi seni kandırmaya çalışıyorlar, yine unutacak mısın yaptıklarını Aleda?
Arslan mıydı bu konuşan, yoksa Semih mi? Yoksa kendi kendime mi konuşuyordum, bunu bırakmamış mıydım ben? Ayırt edemiyordum, ben ne yaptım?
“Ben ne yaptım?”
Sen ne yaptın Aleda?
…
Arslan Kaya
Aleda’nın girdiği krizlerden sonra ona iki doz sakinleştirici verip hemen bir uçak ayarlamıştım ona, yol boyunca sayıklamıştı. Türkiye’ye varmıştık ama Aleda hala kendinde değildi, ona bu halde kardeşini nasıl gösterecektim? Peki bu cinayeti kimin yaptığı, ona nasıl söylerdim; babasının çocuk katili olduğunu…
“Arslan, artık gitmemiz gerek. Aleda’nın kardeşini görmeye hakkı var, bunu ona yapamazsın.” Semih doğru söylüyordu ama bu siktiğimin dili Aleda’ya hiçbir şey diyemeyecekti.
“Ne diyeceğiz Semih? ‘Aleda hadi babanın öldürdüğü kardeşini toprağa gömülmeden son bir kez gör’ mü?” Sözlerimle Semih sessizliğe gömülmüştü. Gerçekten ne yapacağımı bilmiyordum, tamamen çaresizdim; çaresizdik.
Ben düşüncelere dalmışken bir anda Aleda’nın zar zor yürüyerek uçaktan çıkmaya çalıştığını gördüm.
“Aleda! Dur nereye gidiyorsun bu halde?” hemen ayaklanıp yanına koştum ve düşmemesi için belinden kavradım. Hareketimle beraber gözlerini bana doğru çevirdiğinde o yeşil gözlerde gördüğümle yıkılmıştım, koca bir hiçlikle bakıyordu bana; ne nefret, ne üzüntü, sadece boşluk vardı gözlerinde. O an anladımki onun yeşillerindeki tek bir tepkiyle bütün dünyam başıma yıkılabilirdi, ben ona ne ara bu kadar bağlanmıştım?
“Kardeşimi bulmaya, o elini hemen çek; kırmama az kaldı.” Seside aynı gözleri gibiydi, buz gibi. Onu bu halde bırakamazdım, hemde asla.
“Tamam, gel ben seni götüreyim. Daha ayakta bile duramıyorsun!”
“İstememiyorum, kendim giderim ben.” Yine tüm inatçılığı yerindeydi. Arkasından seslenişlerimi göz ardı ederek hızlı adımlarla havaalanının çıkışına doğru yürüyordu, hemen onun peşinden gittim.
“Aleda, dur! Zaten istersem hemen bulurum seni, beni bekle!” adımlarımı hızlandırarak çok geçmeden ona yetiştim. Kolunu tuttum ve yüzünün bana dönmesini sağladım. “Neden yapıyorsun, neden kendine işkence ediyorsun? Bırak yanında olayım, bırak yardım edeyim. Aleda, yapma böyle..”
Üstümde mont olmasına rağmen ürpermiştim ama havanın soğukluğu yüzünden değil, yeşil harelerine yerleşmiş o buz gibi bakışlardan. Tek kelime etmeden baktı yüzüme, baktı ve bakmaya devam etti. Gözleri önce çeneme, sonra kolundaki elime ve sonra tekrar gözlerime ulaştı.
“Sadece beni ona götürene kadar, sonrasında yalnız kalmak istiyorum. Zaten yapayalnız kaldım, artık yanımda birini görmek istemiyorum.
Zaten yapayalnız kaldım, artık yanımda birini görmek istemiyorum…
Bu sözlerin ağırlığında ezilir miydi benim gibi bir adam? O an parmak uçlarıma kadar ezilmiştim. Ne bekliyordum, boynuma atlayıp omzumda saatlerce ağlamasını mı?
Evet, tam olarak buydu beklediğim.
Kimdim ben onun için? Son zamanlarda bana yakın davransa da yine onun için hala yabancı olduğumu görebiliyordum.
Onun yeşil gözleri bana yalan söylemezdi.
“Tamam, şimdi gel arabaya binelim ve seni götüreyim.” Elimi kolundan çektim ve karşıda duran üç tane zırhlı siyah araçlardan ortadakine doğru ilerledim. Aleda benden önce davranıp arka kapıyı açtı ve yerine yerleşti, bende onun tam karşısına oturdum.
“Sür Sarp, adresi biliyorsun zaten.”
“Tamam Arslan Bey, en fazla 20 dakikaya oradayız.”
Kafamı sallayıp bakışlarımı Aleda’ya çevirdim. Onu kımıldatan tek şey yolun sallantısından arabanın inip kalkmasıydı. Gözleri camdan dışarıya dönüktü ama sanki gözü hiçbir şey görmüyordu.
“Su ister misin?” ağzını açmadan camdan dışarı bakmaya devam etti, zorlamadım.
“Arslan Bey, geldik.”
Yol boyunca kimsenin ağzını bıçak açmamıştı. Aleda camdan hiç ayırmadığı gözlerini Sarp’ın sözleriyle bana doğru çevirdi ve onay vermemi beklemeden sürgülü kapıyı çekerek açtı. Bende hemen arkasından indim.
“Gelmeni istemiyorum.”
“Nereye gideceğini bilmiyorsun.” Haklı olduğumu bildiğinden ses çıkarmadan benim ilerlememi bekledi. Arkamızdan Semih de gelmişti ama onu yanımıza gelmemesi gerektiği konusunda tembihlediğimden araçtan inmemişti.
Yenilenmiş beyaz ve gri karışımı renkte duvarları olan bir depoya gelmiştik. Aleda’nın kardeşi içerideki ceset odalarından birindeydi. Burası babasına aitti fakat uzun yıllardır görüşmedikleri için muhtemelen buranın babasına ait olduğunu anlamayacaktı. Bunu ona şimdi söylemeyecektim, en azından üstünden zaman geçmesi lazımdı.
Demir kapıdan içeri girdim ve Aleda da sık adımlarla beni takip ediyordu. Boş koridorda ilerlerken adım seslerimiz rutubetli duvarların arasında yankılanıyordu. Ceset odalarının olduğu koridora girecekken Aleda’nın adınlarının duraksadığını farkettim.
“Sorun mu var? İstersen hemen geri dönebiliriz.” Bakışları ‘ne olursa olsun buradan dönmeyeceğim!’ der gibi bakıyordu, bu yüzden önüme dönüp koridorda ilerlemeye devam ettim. Sağ tarafımdaki kapıyı görünce durdum, Nisa buradaydı.
“Burası mı? Benim kardeşim burada mı?” her ne kadar konuşurken sesinin titrememesi için uğraşsa da düz sesinin altındaki korkuyu sezmiştim, korkuyordu. Onu buraya getirmek doğru muydu?
“Burası. Aleda, girmek istediğine emin misin?” soruma cevap vermeden kapıdan içeri girdi ve yavaş adımlarla metal, masa gibi duran morga doğru ilerledi. Bende hemen arkasından ilerledim. Bir süre sessizlik içerisinde bekledik, ilk yapacağı hamleyi bekliyordum.
Bir süre sonra cesaretini toplayıp titreyen ellerini kaldırdı ve beyaz örtünün iki ucundan tuttu, yavaş bir şekilde cesedin yüz kısmını açığa çıkarmıştı. Gördüğü görüntüyle yere yığıldı ve eliyle ağzını kapatıp başını hızla iki yana sallamaya başladı.
Gözünden bir damla yaş düştü, bir damla daha, ve bir damla daha. Yaşlar birbirini takip etti, ard arda hıçkırarak ağlamıyordu. Bense yerimden kımıldamamıştım, kımıldayamazdım. Gözlerim tekrar Nisa’nın cansız bedenine değdi; yüzü neredeyse parçalanmıştı, boynunda kanlı el izleri vardı ve gözleri sanki hala ölmemiş gibi açıktı.
Aleda morgdan destek alarak ayağa kalktı ve titreyen ellerini kardeşinin cansız yüzüne yaklaştırdı ama dokunamadı. Saatler sonra gözlerinde tek bir duygu belirmişti, tiksinti.
“N-Nisa,” elleri gibi sesi de titremeye başlamıştı, kafasını ard arda iki yana sallıyordu.
“B-bunu sana kim yaptı, s-sana kim kıydı?”
Cesedi bende ilk defa görüyordum ve kan donduran bir görüntüydü bu, kardeşimi bu halde düşünemiyordum, Aleda nasıl dayanacaktı? Kimse doğum gününde bunu haketmezdi.
Ona doğru birkaç adım attım ama sanki benim varlığımı tamamen unutmuş gibiydi, hızlı hızlı nefes alışlarının ardından dudağından kocaman bir çığlık çıkmıştı; bir feryad edişti bu, bir isyan. Sımsıkı bir şekilde tutunmaktan ve soğuktan parmak boğumları morarmaya başlamıştı.
Hayır, Aleda’yı buraya getirmek hiç ama hiç iyi bir fikir değildi…
…
Yazım yanlışları için üzgünüm, bir sonraki bölümde görüşmek üzere.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |