Yeni Üyelik
2.
Bölüm

2. Bölüm

@ttoska

Sen gerçek değilmişsin, öyle diyorlar. Onlar umurumda değil ama ya gerçekten var olmadıysan?”

Gün yeni ağarmaya başlarken kulaklarımda o kuş cıvıltılarını, senin sesini duymayı ne çok isterdim, sevgilim. Sen şimdi benden çok uzaklarda olsan da, Kaf Dağı’na saklanmamanı dilerdim, beni özlediğini biliyorum. Her gün mektup gönderiyorum sana, sen de bana gönderiyor musun?

Kafamda uğultular var, beni karanlığın içindeki dört duvarın arasına bırakmışlar ve bileklerimdeki zincirler canımı yakıyor. Senin kanatların var, uçabildin kolayca, çok uğraşsam ben de uçabilir miydim yanına? Bu duvarlar üzerime geliyor, kanatlarım olsa kurtulabilir miydim?

Yüzsüzler, bana yardım etmiyorlar. Sen olsan yardım da ederdin, kendi kanatlarını bana verir, kurtarırdın. Bense seni arkamda bırakıp acımasızca göklere yükselecek kadar bencil olurdum. Ben hep önce kendimi düşündüm.

Hakkımda bilmediklerine rağmen öyle güzel sevdin ki beni, seni kendimden kıskandım. Sözlerin, davranışlarınla hep çelişirdi. Düşünce yapın bana çok tersti, seni nasıl sevdiğimi bilmiyorum ama yumuşacık kalbin sevmek için yanlış kişiyi seçti. Kendiyle çelişen sen değildin, hayır, hep çelişkide olan bendim.

Senden korktuğumda bana kızdın mı, bilmiyorum fakat sen bana hayal kırıklığıyla baktığında ben kendime çok kızmıştım. Her neyse, bunlar anlatamayacağım hisler…

Şimdi mektubumu bitiriyorum. Sonra tekrar geleceğim, elveda.

 

Yemek vaktimin geldiğine dair çan çaldığında, gölgelerimle birlikte olmam gereken yere adımladım. Üzerime, en az iki beden büyük olan hasta kıyafeti buruş buruştu. Bembeyaz olmasına rağmen beni karanlıkta bırakan duvarların üzerindeki çizimler bana aitti. Buranın bana iyi geldiğini düşünen kimseler, beni düşüncelerimle baş başa bıraktıklarının farkında değillerdi.

Elinde kahverengi yemek tepsisiyle içeriye hemşire girdi. Bu defa farklı biriydi, onu ilk defa görüyordum. Sütlü çikolata rengindeki saçları tepeden sıkıca bağlanmıştı, esmer teni parıltılı ve capcanlı görünüyordu. Benim aksime oldukça bakımlıydı. Bana döndüğünde yüzündeki o tatlı gülümseme bana uzun zaman önce unuttuğum geçmişimi hatırlattı. Eşsiz gülümsemesi, genizden gelen tiz ama gür kahkahası, yanaklarında yer edinememiş derin çukurlar… Usta bir ressamın eserini anımsatıyordu. Kusurları vardı fakat kusurlarıyla kusursuzdu. Onu düşünmeyi bıraktığımı anımsadığımda yüreğimin ıssız sahillerine vuran ani kırgınlık bana ait değildi.

“Merhaba,” dedi. Bana dedi, aylar sonra ilk kez insani bir kelime duymuştum. Ne diyeceğimi şaşırarak kaldım. “Adın ne?”

Bir süre beklememin ardından, “Asel,” dedim.

“Anlamı ne?” Diye sordu fakat cevabı bende yoktu.

“Bilmem, hiç merak etmedim. Anlamsız o kadar şey varken bunun anlamı çok da önemli gelmedi.” Bakışları bende takılı kaldı, bir şeyleri düşünüyormuş gibi görünüyordu. Yatağa doğru ilerlediğinde oraya gitmemesini söylemek istedim. Yine ağzımı açıp tek kelime etmeksizin olduğum yerde kaldım. Bana dönüp çağırırcasına gözlerle yanına çağırdığında, adımlarımı sürükleyerek yanına gittim ve işaret ettiği yere oturdum.

Gözlerim, kadının arkasındaki gölgelerde; dikkatim dağınık ve huzursuzluk bedenimi ele geçirmiş bir vaziyette oturdum. Sözcükler, bir kulağımdan girip diğerinden çıktı. Ben sustum, onlar fısıldadı. Sualtına dalmışım gibi boğuklaştı her şey. Aniden başka bir yere ışınlandım; gökyüzünün masmavi, huzurla dolu olduğu bir yere. Yalnız başıma olduğum, ağaçların arasına…

Sakin adımlarla yürüyüşe çıktım. Ağaçların arasında, çubuklara batığımda çıkan çıtırtı seslerinin verdiği rahatlıkla, sonsuzluğa yürüdüm. Dudaklarımdan çıkan tatlı bir şarkıyla, nereye gittiğimin önemsiz olduğu, kendi kurallarımı belirlediğim yerde yürüdüm.

Korkunç çarpışma sesiyle şarkım kesildi, adımlarım durdu, kurallar yeniden belirdi, ağaçların yerini beyaz duvarlar aldı. Kadın, yemekle doldurduğu kaşığı bana uzattı. Arsızca, her şeyi görmezden geldim ve kaşığı aldım.

“Duydum ki, bir sevgilin varmış.” Diyerek açmaması gereken bir konuya aniden dalıverdi. Lokmamı yutarken zorlanmama rağmen içeceğimi içmeyi reddettim. “Evet, vardı.”

“Şu an nerede?”

“Kaf Dağı’nda,”

“Öyle bir yer yok.”

Omuz silktim ve onu cevaplamak için dudaklarımı araladım. “Sizin için yok.”

“Hayır, orası gerçekten yok.” Cahile laf anlatılmaz, demişler. Bu defa susmayı tercih ettim ve hayali bir fermuar çektim. Sorduğu birkaç soruyu görmezden geldim fakat soruların dozu arttığında tek söylediğim, “Seni ilgilendirmez.” Oldu. Bir virgülle devam ettirilmeyecek, itiraz kabul etmeyecek bir kesinlikle söylediğim cümle susması için yeterliydi.

Gözlerimi kapatıp kendimi sırtüstü yatağa bıraktım. Fısıltılar yükselmeye başladı, beynimin içinde dolaşan sinekler gibi vızıltılara dönüşmeye başladı, bu sırada ben kendimi az önce yattığım yatak yerine karanlık ve kasvetli bir havaya bürünüş dört duvar arasında parmaklıklara geriden bakan adamın yanında buldum.

Açık kahve gözü –tek gözü bandajla kapatılmıştı- hiçbir duygu barındırmaksızın beni izliyordu, kırmızı dudakları alayla kıvrılmıştı. Yanakları gamzesiz gibi duruyordu, bandajlanmış gözünün hemen altında küçük bir çizik vardı. Hafif esmerleşmiş teninde yara izleri vardı; dirseklerini dizlerine yaslamış duruyordu.

Neden bana baktığını anlamadım, bana bir şey söylemesini istedim, bunların gerçek olmadığını hatırlatacak herhangi bir şey söylemesini istedim.

O herhangi bir şey söylemeyince ben konuşmaya kara verdim. “Sen neden buradasın?” Cevap vermedi. Tekrar sordu, yine cevap vermedi. Pes ettiğim sırada konuşmaya başladı.

Sözcükleri yumuşaktı fakat sesi sözlerinin tam tersiydi. “Seni bulmaya çalışıyorum. Neredesin?” Ne demek istediğini anlamadım ve kaşlarımı anlamadığımı belirtircesine gözlerime indirdim. O ise boşluğa bakar gibi bakmaya devam etti.

“Neyden bahsediyorsun?” Dedim güçlükle.

“Sabahları, güne başlamak çok zor geliyor. Sana ulaşmaya çalışıp asla bulamamak beni bitiriyor ama önemli değil; sonuçta ben sözünden dönen bir insan değilim. Seni bulacağım.” Sesindeki kararlılık hayran uyandırıyordu, inanılmaz bir kesinlikle, itiraza yer bırakmıyordu.

“Beni nereden tanıyorsun sen?”

“Bugün, yarın ya da bir sonraki gün adın her yerde olacak, herkes seni bilecek ve unutulmana izin vermeyeceğim.” Diye mırıldandı bana cevap vermeden, neler olduğunu anlayamıyordum. Yüzsüzler şekillenip bana tuzak kuruyorlardı muhtemelen, bu defa bitmiyordu ya da bana öyle geliyordu, bilmiyordum.

Bir çığlıkla silkelendim, bembeyaz duvarlar arasındaydım yine. Kadın, çığlıklarla çırpınırken yüzsüzler onu boğuyordu. Yataktan fırlayıp kadını kurtarmayı denedim ama imkânsızdı. Parmaklarının arasından kanlar süzüldü yüzsüzlerin. Kadın yüzündeki dehşet ifadesini ardında bırakıp yüzünü silerek yüzsüzlerin arasına karıştı. Cesedinin yerde yattığını görsem de ruhu artık düşmanlarımın arasındaydı, neyse ki bedeni de…

İçeri birileri girdi, bana bağırmaya hatta birkaç kez vurmaya başladılar. Vücuduma inen sopa darbeleri en çok ruhumu incitti. Suçsuzken suçlanmak kalbime yük oldu, omuzlarım çöktü ve ceset odamdan sürüklenip çıkarken geride bıraktıkları ruhumun enkazlarını tepeleyip geçtiler.

Yüzsüzler hep bir ağızdan gülerken, zihnime sızdı tek gözlü adamın sözleri: “İlk kan döküldü. İntikam başladı.”

Sabahın parlak ışıkları yerine akşamın loş ışığı odada hâkimiyet kurduğunda yüzsüzlerle ilişkim kesilmişti. Kendi halimde mutluydum, farklı yerleri geziyordum sürekli. Yeni biriyle tanışmıştım mesela o benle ilgilenmese ve söylediklerinden zerre bir şey anlamasam da.

Korkuyu ardımda bırakmak için korkuya yürümeliydim, ben de en büyük korkuma gidiyordum: O gecenin yaşandığı eve.

Yangından kül olmuş evde henüz eşyalardan sağlam olanı yanıma alacaktım. Hatıra kutumu açacak, geçmişi hatırlayacaktım. Alevler, çaresizlik kavramını bana en iyi şekilde anlatırken ben, boğulmanın ne demek olduğunu o an anlamıştım.

Yangından kül olmuş, harabe bir eve gelmeyi beklerken kendimi kalabalık insan topluluklarının arasında bulduğumda panik bedenimi ele geçirdi. Sesler her yerdeydi, beynimde uğuldayan sesleri bastırmak için bunun bir rüya olduğunu hatırlattım kendime fakat o kadar gürültünün içinde hiçbir işe yaramadı.

Gözyaşlarım benden bağımsız olarak akmaya başlarken hıçkırarak ağladım. İnsanlar dönüp birkaç kez baktı fakat kimse bana tek kelime etmeden geçip gitti. Bedenim soğuktan dondu, titredim. Sonra ileriden yükselen turuncu ışıkları ve simsiyah dumanları gördüm. Yangın.

Çıplak ayaklarım dumanların yükseldiği yere yöneldi, yaklaştıkça hengâme arttı. Aceleci insanlar, ağlayan ve bağıranlar, alevlerden kaçanlar… Onların arasından sızdığımda gözyaşlarım kurumuştu, soğuktan morarmaya başlayan parmak uçlarımı, alevlere yaklaşıp ısıttım. Herkes kaçar, yaşamayı sevdiği için; birileri kalır, yaşamayı sevdiği için.

Kaçışan kalabalığın arasında birkaç yüz gördüm, benim gibi suskun ve alevlere yakınlardı. Kızlardan biriyle göz göze geldim. Bakışlarımız kenetlenirken ikimizin de dudaklarında gülümseme oluştu, gökyüzünden yağmaya başlayan karın aksine, sıcak…

Beyaz duvarların arasında, yaralarımla oturuyordum. Yeni bir yüzsüz gelmişti bana düşman olarak. Hâlbuki o da duyamıyordu beni. Ağlayışlarımı, kahkahalarımı, kendimle kavgalarımı çığlıklarımı duyamıyordu. Hep bir ses vardı ve bunu sadece benim duyuyor oluşum fazlasıyla yorucuydu.

Sesleri susturmak imkânsızdı çünkü dışarıdakiler sussa iç sesim susmuyordu. Bazı anlar oluyordu ki hem dış hem de iç sesimi susturan anlar, öyle bir sessizlik oluyordu ki çığlıklarımdan bin kat daha gürültülüydü.

Birilerine bakıyordum beni anlaması için. Kelimeler olmadan hiç anlaşamayacak mıydık biz? Hep kelimelerle mi anlatırdı insan hislerini, tek bakışımla anlaşılamayacak mıydım? Anlaşılamamak delirtmişti beni. Anlaşılması zor olan herkese ‘deli’ demiştiniz. Oysa biz deli değildik, siz aptaldınız.

Suskunluk, yüreğimi delip geçen sıcak bir hançerdi, kelimelerimi yutan koca kara delikti. Söylenecek yüzlerce kelime varken yapamadım. Onlara anlatamadım hiçbir şeyi, anlamayacaklarından korkmuştum. Aynı hata bir kere yapılırdı, ikincide hata değil aptallık olurdu. İnsanların genel sorunu buydu, hatalarını kabullenmeyip onlardan çıkarmadıkları için aynı hataları tekrarlayıp duruyorlardı. Aptallardı, inkâr etseler de.

Bembeyaz tavanı seyrederken düşüncelerimle savaştım. Zihnime düşen hatıraların hangisi gerçekti, hangisi hayaldi ayırt edemedim yine. Hayallerimle gerçekliği yaşadım ve gerçeklikle hayallerimi öldürdüm. Filizlenen her çiçeği kopardım, kuruyan her yaprağı ezdim. Yeşerecek umutları teker teker kuruttum, artık hayallerle yaşamaya devam etmeyecektim.

Hayallerimden vazgeçerken umudumu kuruttuğumu fark edememiş, tıpkı diğerlerine benzemiştim. “Umutsuzluğa kapıldığında kaybetmişsin demektir. Çünkü umut bizim ruhumuzu besleyen bir gıdadır. Ruhunu aç bırakırsan ruhun, bedenini kemirmeye başlar doymak için. Zamanla çöker ve sonunda yıkılırsın!” Diyen birini hatırlıyorum. Belki de hiç var olmadı ama yine de sözlerinde yalan yoktu.

Umutlanmak, önemliydi.

Umudunuzun olması, azıcık da olsa, yaşama tutunma sebebiniz olabilirdi.

Benim umutlarım yoktu.

Benim hayallerim yoktu.

Benim yaşamam için geçerli bir sebep yoktu. Tek istediğim ağlayarak geldiğimiz şu dünyadan gülerek gitmekti. Herkese inat, bana düşman olan tüm yüzsüzlere, tüm insanlara inat bir insanın gerçekten gülebileceğine inandırmak istiyordum. Kibirden hiçbir şeyi göremez olan insanların buna inanacağını sanmasam da ben bunu kanıtlamak istiyordum.

Benim hedeflerim vardı. Hedeflerime ulaştıktan sonra burada kalma sebebim olmayacaktı ve ben, kendimi ölümle mükâfatlandıracaktım.

Ölümü hak etmek gerekirdi, bense bunu çoktan hak etmiştim.

Boş ve anlamsız gözlerle üzeri lekelerle dolu tavanı izliyordum, ne gördüğümü bilmiyordum. Saatlerdir aynı pozisyonda, hep aynı noktaya bakıyor, hiçbir şey göremiyordum. Ben mi kördüm yoksa bu duvarlar mı içindeki insanlar gibi duygusuzdu?

Görmek için aktif bir harekete gerek yoktu aslında, insan gerçekten görmek isterse baktığı her yerde zihnindekileri canlandırırdı. Herkes yapamazdı bunu. Herkes, her yerde bir anlam bulamazdı; oysa kimi zaman yırtık bir tişörtte de çok anlam bulunurdu.

Görüş alanıma yabancı yüzler girinceye dek yatırıldığım yerde dikleştim. Üç erkek ve bir kadın vardı karşımda. Hiçbirini tanımıyordum ve şimdi bana düşmanca gözlerle bakarlarken gerilmekten geri duramıyordum.

“Hemşireyi neden öldürdün?” Dedi içlerinden biri. Sokakta rastgele gezerken sıkça karşılaşacağınız bir yüze sahipti. Klasik kahverengi gözler, kemikli bir burun, buğday ten ve de ince dudaklar…

“Ben öldürmedim.” İnkârımın işe yaramayacağını biliyordum, genelde öyle olurdu çünkü. Soru sorarlar ama cevaplarıyla ilgilenmezler. Sanki gelen misafire, ayıp olmasın diye, hızlıca sorup ve hızlıca konuyu değiştirdiğiniz ‘nasılsın’ sorusu gibiydi. Sor ve konuyu değiştir.

“Odandaki kameradan haberin yok mu senin? Kayıtlardan her şeyi gördük.” Dedi yanındaki.

Usulca bayık bakışlarımı ona çevirdim. “Hiçbir şeyi göremediniz,”

“Bilmecelerle uğraşacak ne vaktim ne de sabrım var. Öldürme sebebin neydi, onu söyle.”

“Söylediklerimi anlamayan biriyle konuşmama ne egom ne de sabrım izin verir.” Kibirli tavrım onları çileden çıkarmıştı, yüz ifadelerinden rahatça anlaşılıyordu fakat anladıkları dil de buydu.

“Benimle oynamayı kes! Sen canisin! Kafasını ezmişsin duvara vurarak. Gözleri de yok, kaşıkla gözlerini çıkarmışsın. Neden?” Duyduklarımla kaskatı kesildim. Tüm özgüvenim yıkıldı ve üzerime atılan suçun caniliğiyle ezildim. Yüzsüzler, kahrolası yüzsüzler! Hain planlarının kurbanıydım yine.

“Ben…” Nasıl açıklayacağımı bilemiyordum, kafa yapılarımız çok farklıydı. Onlar benim gördüklerimi göremiyorlardı. “Ben cani değilim, yapmadım.”

“Senin ve senin gibilerin yok edilmesi gerekli. Deli değilsin sen katilsin!” Nefretle söylenen sözler zihnimde çevrildi, değişti, zamanla aşınan cümleleri hatırlattı. Kalbimin parçalarının arasını kapatmak için kullandığım o cümleler gün yüzüne çıktığında boşluktan içeri buz gibi bir hava esti. Gözyaşım, gururumu delip firar etti.

Korkunç cümlelerini yüzüme teker teker çarparlarken her birine kulak tıkadım ve kalbimin dikişinde kullandığım, cümleleri hatırlattım kendime. Açılan dikişlerle birlikte dağılan kalbimi yok saydım ve gözlerimi kapayıp karanlığa dalmayı bekledim, gözümde yaşlarla.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%