@tubi371
|
"Değiş,meyi istemek yetmez, o değişim için cesaret ve istikrar gerekir."
3.09.2023 ༒
Ellerim cebimde, bilmediğim sokaklarda ıslık çalarak yürüyordum. Neşem yerindeydi; mutlu olmak için çok fazla şey feda etmiştim ve hâlâ etmeye devam ediyordum. Sokaklar, gecenin koyu örtüsü altında sessizliğe bürünmüştü. Evlerin ışıkları çoktan sönmüş, şehir uykuya dalmıştı. Soğuktan kırmızılaşan yanaklarımı havayla şişirip serbest bıraktım, nefesim havada buğulu bir bulut oluşturdu.
Hayattan bıkmış bir genç olarak mutlu olmak tuhaf olsa gerek. Sokaklar benim evimdi; kimsesizliğimi yüzüme vuran tek yer olmasa da, sessizce beni sahiplenen yegâne mekân bu taş zeminli, karanlık koridorlardı. İleride gördüğüm siluete doğru adımlarımı hızlandırdım. Yanına yaklaşıp onun gibi yere çöktüm, soğuk kaldırım taşları bedenime bir ürperti gönderdi.
Cebimdeki ezik sigara paketini çıkarıp titreyen parmaklarımla bir dal aldım. Dudaklarıma götürüp ateşledim, alev bir an için karanlığı deldi. Dumanı içime çekince yanaklarım içe çöktü; kafamı kaldırıp dumanı gökyüzüne doğru üfledim. Duman, yıldızlara doğru süzülürken, sanki dertlerimi de beraberinde götürüyordu.
"Ee, ne yapmayı düşünüyorsun?" dedi Deha, sesi gecenin sessizliğini bölen bir fısıltı gibiydi.
Omuz silkip gökyüzüne bakmaya devam ettim. Yıldızlar, sanki benim gibi kaybolmuş ruhların hikâyelerini anlatıyordu. Bundan dört ay önce, kendini avukat olarak tanıtan bir adam karşıma çıkmış ve bana hiç bilmediğim bir aileyi anlatmıştı. Bu aile, zenginliği ve şöhreti kadar, karanlık bağlantılarıyla da tanınan ünlü bir mafya ailesiydi.
Onların karşısına çıkıp, "Ben sizin aramaya bile tenezzül etmediğiniz çocuğunuzum," diyemezdim. Buna ne gururum ne de içimdeki yaralı, kırgın çocuk izin verirdi. Kim bilir, belki de onlar da beni istemeyen insanlardı. On sekiz yıl sonra, kim kimi ister ki? Zaman, açtığı yaraları kapatmak yerine daha da derinleştirmiş gibiydi.
Gece ilerledikçe, sokakların sessizliği daha da derinleşti. Sigaramın dumanı, karanlığın içinde kıvrıla kıvrıla yükselirken, geçmişimin karmaşık labirentinde kaybolmuş gibiydim. Benim hikâyem, basit bir kayıp çocuk vakası değildi; trajedi ve tesadüflerin acımasız bir senfonisiydi.
"Biliyor musun," diye başladım, sesim gecenin sessizliğini bıçak gibi keserken, "annem Ceylin Saraçoğlu, sadece on sekiz yaşındayken âşık olmuş. Bir yıl sonra hamile kalmış, ama sevdiği adamın evli ve çocuklu olduğunu öğrenmiş."
Deha'nın gözleri, ay ışığında parıldayan iki siyah inci gibi bana döndü. "Vay be," dedi usulca, "ne kadar acı..."
"Evet," diye devam ettim, "dayanamamış ve intihar etmiş. Hastaneye kaldırıldığında ağır yaralıymış, doğuma bir haftadan az kalmış. Doktorlar müdahale edip doğuma almışlar ve işte... ben hayatta kalmışım."
Deha'nın yüzünde şaşkınlık ve üzüntü karışımı bir ifade belirdi. "Peki ya baban?" diye sordu, sesi fısıltı gibiydi.
O da bir kurban aslında," dedim, ikinci sigaramı yakarken. "Annemin hamile olduğunu bilmiyormuş. Üstelik düzenlenen silahlı saldırı sonucu hafızasını kaybetmiş. Ortada kalan sadece bendim."
Deha elini omzuma koydu, sıcaklığı geceye inat içimi ısıttı. "Bu bilgileri öğrenmek nasıl hissettirdi sana?"
"Şok etkisi yarattı," dedim, gözlerimi gökyüzüne dikerek. "O aile beni görse 'bu bizim kardeşimiz, oğlumuz' demezdi. Tamamen anneme benziyormuşum. En azından o avukat bozuntusu öyle söylüyor."
"Peki ya şimdi?" diye sordu Deha, "Onları ailen olarak görebilir misin?"
Acı bir gülümseme yayıldı dudaklarıma. "Bu saatten sonra mı? İmkansız. Hem onlar da beni ailelerine almazlar. Sabıka kaydım çöplük gibi, işlemediğim suç yok. Ben bir sokak çocuğuyum, nasıl güvenip ailelerine alsınlar ki beni?"
Deha düşünceli bir şekilde başını salladı. "Peki ya baban? Onun hakkında ne biliyorsun?"
"Babam olacak adam," dedim, kelimeler ağzımdan zehir gibi dökülürken, "bir şekilde varlığımı öğrenmiş. İki yıldır onun oğlu olduğumu biliyormuş. Şimdi de bana soy ismini vermek istiyormuş. Hah! Ben kendi soy ismimi seviyorum."
Bir süre sessizlik çöktü aramıza. Gecenin sesleri - uzaktan gelen bir köpek havlaması, rüzgârın ağaçların yapraklarını hışırdatışı - bizi sarmaladı.
"Hiçbir şey yapmayacağım," dedim sonunda, kararlı bir sesle.
Deha aniden koluma bir yumruk attı. "Delirdin mi sen?" dedi, gözleri ateş saçarak. "Sonunda ailen seni buldu işte. Adam zaten sana soy ismini vermek istiyor. Çık adamın karşısına, 'ben sizin çocuğunuzum' de!"
Başımı iki yana salladım. "O kadar kolay değil işte. Adamlar mafya, beni ailesine almak istemiyor. Sadece soy ismini vermek ve para teklif ediyor."
Deha elini çenesine götürüp kısa sakallarını kaşıdı. Bu hareketi, derin düşüncelere daldığının işaretiydi. "Adam senden vazgeçecek gibi görünmüyor," dedi sonunda. "Spor salonuna bir adam gelip seni sormuş."
Üçüncü sigaramı yakarken sordum: "Kim söyledi?"
"Bahri abi söyledi."
Bahri abi... On altı yaşındayken spor salonunun arkasındaki sokakta ölümüne dayak yediğimde bana yardım eden adam. Onun sayesinde kendimi korumayı öğrenmiştim.
"Ne yapacaksın peki?" diye sordu Deha, merakla.
Derin bir nefes aldım, dumanı yavaşça üfledim. "Bilmiyorum," dedim dürüstçe. "Belki de hiçbir şey. Belki de her şey. Ama şu an tek bildiğim, bu sokaklardan, bu hayattan vazgeçemeyeceğim. Bu benim kimliğim, benim gerçeğim."
Deha anlayışla başını salladı. "Seni anlıyorum dostum. Ama belki de bu, hayatını değiştirmek için bir fırsat olabilir. Düşün bence."
Gecenin geri kalanını sessizce oturarak geçirdik, her birimiz kendi düşüncelerimize dalmış halde oturmaya devam ettik yeni bir günün başlangıcıyla birlikte, belki de hayatımın en büyük kararını vermem gerektiğini biliyordum. Ama şimdilik, bu sokaklarda, bu gece, kendimi evimde hissediyordum. Ve bu, şu an için yeterliydi.
Gece, kentin karanlık sokaklarını ardımda bırakarak harabe görünümlü müstakil evime doğru ilerledim. Her adımımda, geçmişimin ağırlığını omuzlarımda daha da hissediyordum. Eve varıp kapıyı açtığımda, tanıdık bir yalnızlık duygusu beni karşıladı. Üzerimdeki kıyafetleri çıkarırken, sanki günün tüm yükünü de üzerimden atıyormuşum gibi hissettim. Kendimi yatağa bıraktığımda, yorgun bedenimle birlikte zihnimin de dinlenmeye ihtiyacı vardı.
Sabah, acımasız alarmın sesiyle gözlerimi açtığımda, yeni bir günün başladığını fark ettim. Hızlıca yataktan fırladım, soğuk duşun altına girdim. Su, uykulu zihnimin son kalıntılarını da silip süpürdü. Banyodan çıkıp dolabın içinden siyah bir sweatshirt, siyah kargo pantolon ve siyah converse ayakkabılarımı seçtim. Aynada kendime baktığımda, koyu sarı saçlarımın birbirine girdiğini gördüm. Uğraşmak istemediğim için şapkamı kafama geçirdim.
Çantamı ve telefonumu alıp odadan çıktım. Tezgahın üzerinde duran, neredeyse taş kesilmiş ekmeği alıp kemirmeye başladım. Bu ekmek, hayatım gibi sert ve acıydı. Hızlıca evden çıkıp otobüs durağına doğru yürümeye başladım.
Otobüse bindiğimde, kartımı okutup kendimi koltuğa bıraktım. Kulaklığımı takıp rastgele bir şarkı açtım. Müzik, dış dünyanın gürültüsünü bastırırken, düşüncelerim de yavaş yavaş dağılmaya başladı.
Otobüsten inip karşıya geçtikten sonra, tanıdık sokaklarda ilerlemeye devam ettim. Gördüğüm birkaç esnafa selam verdim. Bu küçük jestler, bu mahallenin benim evim olduğunu hatırlatıyordu. Aniden yanımda duran bir arabanın sesi ile irkildiğimde, kaşlarımı çattım. Arabayı görmezden gelip yoluma devam etmeye çalıştım.
"Hazar bey, bekleyin beni."
Bu tanıdık ses, sinirlerimi ayağa kaldırmaya yetti. Dört aydır peşimi bırakmayan avukat bozuntusu, sırıtarak bana bakıyordu. Ağzının ortasına bir yumruk indirmek için kendimi zor tuttum.
"Evet, sizi dinliyorum," dedim, sesimde buz gibi bir ton ile.
Üzerindeki pahalı ceketi düzelterek konuşmaya başladı. "Benimle birlikte gelmenizi rica ediyorum."
Onu tiksintiyle süzdüm. "Nereye gidiyoruz kibarcık?"
"Babanız sizi bekliyor, onun yanına gidiyoruz."
Yüzümü buruşturup arkamı döndüm ve yürümeye devam ettim. Peşimden geldiğini duyabiliyordum. Bana yetişip yanımda yürümeye başladığında, gerilimim daha da arttı.
"Lütfen benimle birlikte gelin, yoksa işimden olabilirim," dedi, sesinde bir endişe tonu vardı.
Sonunda spor salonuna vardığımda, tanıdık birkaç kişiye selam verip soyunma odasına girdim. Hala peşimden geliyordu.
"Birader," dedim, sesim tehditkar bir tonda, "kum torbası yerine seni kullanmama az kaldı. Çık şuradan, üzerimi değiştireceğim."
Gözleri irileşti, sonra hiçbir şey söylemeden odadan çıktı. Üzerimi değiştirdikten sonra, tüm sinirimi kum torbasına boşalttım. Her yumrukta, içimdeki öfke ve hayal kırıklığı dışa vuruyordu.
İki saat boyunca sessizce beni izleyen avukata döndüm. "Kibarcık," dedim, nefesimi düzenlemeye çalışarak, "Çakır ailesinin üyelerinin isimlerini ve yaşlarını söylesene bi."
Adamın gözleri parladı, sanki bu soruyu bekliyormuş gibi. "Elbette," dedi, heyecanla. "Aile reisi Karan Çakır, 52 yaşında. Eşi Nur Çakır, 48 yaşında. Çocukları Asrın Çakır 28 yaşında, Can Çakır 26 yaşında, Alaz Çakır 24 yaşında."
Bir şeylerin eksik olduğunu hissettim. Tek kaşımı kaldırıp, devam etmesini bekledim. Boğazını temizleyip ekledi:
"İkizleri unuttum. Eren ve Erdem, 18 yaşındalar."
Bu bilgiler zihnimde dalgalanırken, istemeden de olsa düşündüm: Acaba ilk hangimizin annesi hamile kalmıştı? Bu düşünceyle yüzümü buruşturdum.
Bu bilgileri dinlerken, içimde garip bir his oluştu. Bu insanlar, benim kan bağım olan yabancılardı. Onları tanımıyordum, onlar da beni tanımıyordu. Ama yine de, bu bilgiler beni rahatsız ediyordu
Peki," dedim, sesim biraz yumuşamıştı. "Benden ne istiyorlar?"
Avukat, dikkatle kelimeleri seçerek konuşmaya başladı. "Karan Bey, sizi tanımak istiyor. Ailenin bir parçası olmanızı arzuluyor. Size maddi ve manevi destek sağlamak istiyor."
Derin bir nefes aldım. "Ve sen de bunun için dört aydır peşimdesin, öyle mi?"
Başını salladı. "Evet, Karan Bey çok kararlı. Sizi bulmak ve ailesine kazandırmak için her şeyi yapacak."
Bir an duraksadım. Belki de en iyisi yüz yüze konuşup onları istemediğimi söylemekti. "Tamam," dedim sonunda. "Onunla görüşeceğim. Ama bu, hiçbir şeyi kabul ettiğim anlamına gelmiyor. Anlaşıldı mı?"
Avukatın yüzünde rahatlamış bir ifade belirdi. "Elbette, Hazar Bey. Sizi anlıyorum. Bu görüşme, sadece tanışmak için olacak."
İçimde bir karmaşa vardı. Bir yandan bu ailenin bir parçası olmak istemiyordum, diğer yandan da merak ediyordum. Kim olduklarını, neden beni istediklerini öğrenmek istiyordum. Belki de bu görüşme, hayatımın gidişatını değiştirecekti. Ama şu an için, tek bildiğim şey, kendimi bu duruma hazır hissetmediğimdi.
"Tamam, gidelim. Ama önceden duş almam gerekiyor. Sen arabada bekle beni."
Avukat, şüpheli bakışlarla beni süzdü ama sonunda pes ederek salondan çıktı. Ben hala o düşünceye takılı kalmıştım. Önce benim annem hamile kalmış olmalı, diye düşündüm. Kafamı iki yana sallayıp bu düşünceleri kovmaya çalışarak soyunma odasına yöneldim.
Duştan sonra, ıslak saçlarımı elimle karıştırarak avukatın arabasına bindim. Yolculuk sessizlik içinde geçiyordu. Belki de ona laf attığım için susuyordu, kim bilir?
Karan Çakır yazılı devasa holdingin önünde durduğumuzda, ağzım hayretle açıldı. Hemen kendimi toparlayıp eski donuk ifademe büründüm. Bu kadar görgüsüz görünmeye gerek yoktu.
Kibarcığı takip ederek asansöre bindik. Otuzuncu katın düğmesine basınca gözlerim kararmaya başladı. İçimden geçirdim: "Kardeşim, yükseklik korkusu olanlarda var. Ne bu göğe yükselme sevdası? Allah katına mı çıkmak istiyorsunuz, ne bu yükseklik merakı?"
Sonunda asansör kapısı açıldığında, içinden çıkıp derin bir nefes aldım. Bu katta sadece tek bir oda vardı. Kibarcık durduğunda, ben de durdum.
"Babanız bu odada. Ben görevimi yerine getirdim, gerisi sizde," dedi ve geri çekildi.
Kapıyı tıklayıp beklemeye başladım. İçeriden gelen "Gel!" sesiyle kapıyı açıp içeri girdim. Masada duran kağıt yığınına odaklanmış bir şekilde oturan adam, başını kaldırıp bana baktı.
Çimen yeşili gözleri, kestane renginde saçları vardı. Elmas yüz şekline, kestane renginde kaşlara, hafif kemerli bir buruna ve ince dudaklara sahipti. Kalıplı bir adamdı. Gözlerimin içine bakıyordu, bakışlarında hiçbir duygu yoktu. Şerefsizim, ağlamamak için kendimi zor tutuyordum.
|
0% |