Yeni Üyelik
3.
Bölüm

3.Bölüm

@tubi371

Sabahın erken saatlerinde, kolumdaki tuhaf bir uyuşukluk yüzünden gözlerimi istemsizce açtım. Bir süre sırt üstü yatarken, neredeydim, ne yapıyordum, tam anlamaya çalıştım. Ah, evet, hatırlıyorum şimdi; öz babamın evine zorla getirilmiştim. Bu odadaki her şey soğuk, yabancıydı. İki kişilik yatak, başucundaki komodinler, neredeyse kullanılmamış gibi duran çalışma masası... Her şey bana fazlasıyla tanıdık ama bir o kadar da uzak geliyordu. Bir an için nerede olduğumu unutmak istedim ama gerçekler bıçak gibi keskindi. Yatağın kenarına oturup derin bir nefes aldım. Sonra, banyoya çıkacağını tahmin ettiğim kapıyı açıp içeri girdim; ışık bile soğuktu sanki, yüzümü yıkasam bile bu hissi atamayacak gibiydim.

 

 

Banyo neredeyse bir oda büyüklüğündeydi. Boydan boya uzanan dolabın kapaklarını açtığımda içinde asılı duran çeşit çeşit kıyafeti görünce istemsizce bir ıslık çaldım. Üzerimdeki kıyafetleri aceleyle çıkardım ve buz gibi suyun altına girdim. Soğuk su, vücudumu kısa sürede serinletti. Duştan çıkınca havluyla hızlıca kurulanmaya başladım. Dolaba tekrar yönelip siyah bir tişört, siyah kot pantolon ve siyah Converse ayakkabıları seçip giydim. Kıyafetler tam istediğim gibi basit ama işlevseldi.

 

 

Saçlarımı hafifçe dağıtıp aynaya baktım. Sarı saçlarım, buz mavisi gözlerim ve belirgin yüz hatlarım vardı. "Vallahi çok yakışıklıyım, maşallah," diye düşündüm, kendi kendime hafif bir gülümsemeyle. Ama fazla övmeye gerek yok, nazar değmesin diye bir an durup kendimi toparladım. Banyodan çıkıp odaya geri döndüm. Başımı kaldırdığımda ise birden irkildim; beklenmedik biri vardı odamda.

 

 

Yatağın üzerinde oturan kimdi? Hemen fark ettim, kaç numaralı abiydi bu? Benim kadar olmasa da fena sayılmazdı, yakışıklıydı doğrusu. Gözlerini bir an bile ayırmadan bana dik dik bakıyordu. Ben de ona karşılık verip tek kaşımı kaldırarak tepki gösterdim.

 

 

"Eşyaların geldi. Bundan sonra bizimle beraber yaşayacaksın, buna alışsan iyi olur," dedi, sesi sakin ama altında hafif bir tehdit seziliyordu.

 

Bu herif beni tehdit mi ediyor? Gözlerim istemsizce yere kaydı, birkaç parça eşyam dağınık bir şekilde duruyordu. Derin bir nefes alıp gözlerimi ona diktim.

 

"Alışmak bana göre değil, birader," dedim, sesimdeki kararlılığı belli ederek.

 

 

Oturduğu yerden kalktı, üzerindeki ceketi düzeltirken ne kadar uzun boylu olduğunu fark ettim. Bu aile neden bu kadar uzun, diye içimden geçirdim. Tam önümde durdu, bakışları sert ve tehditkârdı.

 

"Bu ailede anne ve babamıza saygısızlık etmeyiz," dedi, sesi ağır ve otoriter bir tona bürünmüştü. "O yüzden babamla konuşurken üslubunu düzelt. Yoksa babamın piçi olarak kalırsın."

 

Omzuma iki kez sertçe vurdu ve tam arkasını dönüp odadan çıkacakken, ani bir refleksle kolunu yakaladım, bakışlarımı onun gözlerine sabitledim.

 

"Sen de biliyorsun ki ben bir piçim. Ama benimle uğraşmaya kalkarsan, zararlı çıkan sen olursun. Şimdi defol git odamdan."

 

Kolunu tuttuğum anda, elimi sertçe kavrayıp kolunu kurtardı. Hafif bir gülümsemeyle, alay edercesine konuştu: "Bakıyorum da burayı çabuk kabullenmişsin. Daha dün geldin, bugün kendini buranın sahibi gibi sanıyorsun. Ama fazla kaptırma kendini, bir bakmışsın kapı dışarı edilmişsin." Konuşmama fırsat vermeden, omzuma sert bir şekilde itip arkasına bile bakmadan odadan çıktı.

 

Dişlerimi sıkarak öfkeyle içimden geçirdim. Demek ki babanızın önünde masum çocuk rolü oynuyorsunuz. Bunu bilmek benim için avantajlı olacaktı. Yavaşça odadan çıkıp, adımlarımı sakin tutmaya çalışarak merdivenlerden aşağı inmeye başladım.

 

 

Bir yerlerden sesler geliyordu, hafif bir uğultu gibi, merakla sesin geldiği yöne doğru yürümeye başladım. Adımlarım beni geniş bir mutfağa götürdü. İçeriye adım atmadan önce duvara yaslandım, kollarımı göğsümde bağlayıp sessizce izlemeye başladım. Mutfak canlıydı; ikizler tezgâhın etrafında harıl harıl kahvaltı hazırlıyordu, anneleri ise sakin ve kontrollü bir şekilde onlara talimatlar veriyordu. Kahvaltı sofrası yavaş yavaş şekilleniyor, mutfağı mis gibi ekmek ve demlenmiş çay kokusu kaplıyordu. Ama bütün bu sıcak tablo bana yabancıydı, dışarıdan izleyen biri gibi hissediyordum; ki öyleydim de zaten.

 

"Anne, şu beceriksiz oğluna bir şey söyle artık," diye seslendi Eren, gözlerini Erdem'e dikmişti. O sırada sucuklu yumurta yapmaya çalışırken yumurtayı elinden kaçırmış, yere düşürüp kırmıştı.

 

Anneleri, bu küçük kazayı görür görmez kahkaha attı, sesinde şefkat vardı. "Oğlum sakar değil, sadece ufak bir kaza bu," diyerek oğlunun yanağından sevgiyle öptü, ardından kahvaltı hazırlamaya devam etti.

 

Erdem, fırsatı kaçırmayıp alaycı bir ifadeyle kardeşine döndü. "Görüyorsun ya, annem beni senden daha çok seviyor. Kudur bakalım!" diye laf attı, yüzünde zafer dolu bir gülümsemeyle.

 

Eren, kaşığı tezgâha bırakıp kafasını annesine doğru eğdi. "Hadi anne, öp kız beni, yoksa yardım etmem sana," diye mırıldandı, şaka yollu bir tehdit savurarak.

 

Anneleri ikisinin de suratına aynı sıcak gülümsemeyle baktı. "Kavga etmeyin artık, ikinizi de çok seviyorum, canlarım benim," dedi, onları sakinleştirmeye çalışırken yumuşak bir ses tonuyla konuştu.

 

Anneleri, iki oğlunu bir kez daha sevgiyle öptü. Onların sıcak, neşeli hallerini izlerken, içimde bir şeyler kopuyordu. Buruk bir tebessümle baktım onlara, ama kalbime saplanan o tanıdık sızı beni olduğum yerden uzaklaştırdı. Daha fazla dayanamayarak sessizce oradan ayrıldım, adımlarım hızlandı.

 

Dışarı çıkıp evin etrafında dolanmaya başladım, ama her şey daha da boğucu görünüyordu. Evin etrafını çevreleyen devasa, gri duvarlar neredeyse bir kale gibi her yanı kaplamıştı. İki çıkış yolu vardı, fakat çevrede devriye gezen korumalar sanki her adımı izliyormuş gibi hissettiriyordu. Kaçmak ya da gizlice çıkmak imkânsızdı. Bu farkındalık içimdeki öfkeyi daha da artırdı. Bir anlık sinirle yere sert bir tekme attım, toprak ayağımın altında savrulurken, burada kapana kısılmış gibi hissetmekten başka bir şey yapamıyordum.

 

 

"İstediğin zaman evden çıkıp geri dönebilirsin," dedi Karan Çakır, yeni tanıştığım, öz babam olduğunu iddia eden adam. Sesi sakin ve kendinden emin, ama bu sözler içimde hiçbir yankı bulmuyordu. Bir adım daha attı, yanıma gelip benimle birlikte boş boş duvarlara bakmaya başladı. Sanki gerçekçi bir teklif sunuyormuş gibi konuşuyordu, ama ben bu numaraları yemiyordum. Çocuk kandırır gibi konuşması, gözlerimin önüne bir sis perdesi çekmeye yetmiyordu.

 

Ne de olsa beni buraya getiriş şeklini unutmam imkânsızdı; bayıltıp zorla bu eve getirmişti. Şimdi kalkmış, istediğim zaman gidebileceğimi mi söylüyordu? Gülünçtü. Güven, bir daha bu adama duyabileceğim son şeydi. Onunla aramızdaki o uçurum ne sözlerle kapanırdı ne de vaatlerle.

 

 

"Beni araştırmış olmalısın," dedim, sesime alaycı bir ton ekleyerek. Onun beni çözmeye çalıştığını biliyordum, ama bu kadarını tahmin etmemiştim. Göz ucuyla yüzündeki soğukkanlı ifadeyi izlerken, kelimeler bir bir döküldü ağzından, sanki hayatımın her anını ezbere biliyor gibiydi.

 

"13 yaşındayken yetimhaneden kaçıp sokaklarda yaşamaya başlamışsın," dedi soğukkanlılıkla. "Kayıtlarında yaşın bir yıl büyük gösterilmiş, bu yüzden liseden bir yıl önce mezun olmuşsun. Tek yakın arkadaşın Deha Toprak, ona güveniyorsun. Son birkaç yıldır Bahri Altaş'ın spor salonunda düzenli olarak eğitim alıyorsun, dövüş sanatlarında yeteneklisin. Geçiminin büyük kısmını sokak dövüşlerinden kazandığın parayla sağlıyorsun. Ayrıca bir süre şehrin karanlık köşelerinde farklı işlerle uğraştığını da biliyorum."

 

İçimdeki şaşkınlığı bastırmaya çalıştım, ama kabul etmeliyim ki bu kadar derine indiğini beklemiyordum. Kendi geçmişimle ilgili bu kadar detaylı bilgiye sahip olması beni bir an için rahatsız etti, fakat bozuntuya vermedim. Sadece gözlerimi kısarak ona baktım, sakinliğimi koruyarak konuşmasını sürdürmesini bekledim. Bu oyun onun kurallarıyla oynanıyordu, ama her oyun gibi, bu da değişebilirdi.

 

"Sabıka kaydının silinmesi için işlemleri başlattım," dedi Karan Çakır, sanki bu sıradan bir şeymiş gibi.

 

Ne? Sözleri bir an beynimde yankılandı, ve istemsizce ona doğru döndüm. Gerçekten bunu yapabilir miydi? Yüzümdeki şaşkınlık dalgasını saklayamadım, gözlerim soru işaretleriyle dolu ona dikildi. Nasıl bir güce sahip olduğunu tam olarak bilmiyordum, ama böyle bir şeyin mümkün olabileceği aklımın ucundan geçmemişti.

 

Gözlerimdeki sorgulayıcı ifadeyi fark etmiş olacak ki, yüzüne alaycı bir tebessüm yerleşti. "Köpek yavrusu gibi bakma bana. Paran varsa her şeyi yapabilirsin," diye ekledi, kibirli bir ses tonuyla. Onun bu kendini beğenmiş tavrı sinirlerimi iyice gerdi.

 

Bu adam… Benden bile daha fazla kendine güvenen, kibirli ve ukala biriydi. Aynı genleri paylaşıyor olabilirdik, ama kesinlikle ona benzemediğimi biliyordum. Aramızdaki fark, dağlar kadar büyüktü. Yine de, sabıka kaydımın silinmesi işime gelirdi. Eğer bu gerçekten gerçekleşirse, en azından düzgün bir iş bulmak daha kolay olurdu. Sokak dövüşlerinden kazandığım üç kuruşa bel bağlamadan, belki de hayatımı düzene sokabilirdim. Ama bir yandan, onun bu yardımı kabul etmek, ona bir minnet borcu bırakmak anlamına geliyordu. Bu da hiç hoşuma gitmiyordu.

 

"Hadi gel kahvaltı yapalım," dedi Karan, sanki aramızda hiç yaşanmamış bir şey varmış gibi rahat bir tavırla. Bir anda elini boynumun arkasına, enseme koydu, kedi yavrusu tutar gibi beni kendine doğru çekti. Kolunu omzuma attı, sanki çoktan anlaşmışız da birlikte yürüyecekmişiz gibi. Refleks olarak geri çekilmeye çalıştım, ama adamın gücü beni şaşırtacak kadar fazlaydı.

 

Lan, sanki kaya gibi bir herifle boğuşuyordum. Adamın kolunun altında kıpırdamaya çalışmak bile faydasızdı. Omzuma yapışmış gibiydi, her hareketimde daha da sıkı kavrıyordu. Yüzümü buruşturdum, içimdeki öfke her geçen saniye artıyordu. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım, ondan kaçamayacağımı anlamam uzun sürmedi. Üstüne bir de burnuma gelen o parfüm kokusu… Lanet olsun, parfümü aşırı güzel kokuyordu, insanı baştan çıkaracak cinsten. "Kendine gel, geri zekalı," diye içimden söylenirken, kafamda küfürler uçuşuyordu.

 

Bu adamdan kurtulmanın yolu yoktu, anasını satayım. Her adımda biraz daha batıyordum bu bataklığa. Şu an tek yapabileceğim şey, sinirlerimi kontrol altına almak ve bu herifin neyin peşinde olduğunu anlamaktı.

 

 

Eve adım atar atmaz Karan nihayet beni serbest bıraktı, fırsatı bulur bulmaz ondan hızla uzaklaştım. Sanki her adımda üzerimdeki ağırlık hafifliyordu. Yemek odasına girince herkesin çoktan yerini aldığını gördüm; bir tek benim için boş bırakılmış sandalyeye doğru ilerleyip oturdum. Karan da yerini alınca kahvaltı sessizce başladı. Masadaki gergin hava hemen fark ediliyordu, kimse konuşmuyordu ve bu sessizliğe uyum sağlayarak bende ağzımı açmadım. Ama içimde bir şeylerin patlamaya hazır olduğunu hissediyordum.

 

Tabii bu sessizlik fazla uzun sürmedi. Altan altan gelen o laf sokmalar insanın kulaklarını tırmalıyordu. Can’ın yüzündeki o küçümseyici ifade bana daha fazla dikkat kesilmem gerektiğini işaret ediyordu. Sessiz sessiz yediği lokmalar arasında öyle bir şeyler söylüyordu ki, göz ardı etmek imkânsızdı. Üvey abilerimden birinin beni sevmediği belliydi, ama Can’ın laflarının hedefi belliydi—babasının gayrimeşru oğlu olmak. Ve açıkça belli oluyordu ki, o, Asrın gibi beni baştan beri sevmeyen ikinci kişiydi.

 

Can, bıçağını tabağındaki sucuğa batırırken, bakışlarını benden çekmeden sert bir ses tonuyla, "Demek soframıza oturmak sana nasip oldu ha? Ne diyeyim, piç olduğun yetmezmiş gibi bir de yüzsüzsün," dedi, sanki her kelimesi daha ağır bir darbe vurmak için özenle seçilmiş gibiydi. Masadaki diğer herkes sessizdi ama Can, durmaksızın konuşuyordu. "Tabii, babamız her hatasında sorumluluk alacak değil ya... Ama işte sen bu ailenin hata payısısın. Birer birer geliyorsunuz, sanki yerimiz kalmış gibi," diye ekledi, sesi o kadar alaycıydı ki, insanın sabrını taşıracak cinstendi.

 

Gözlerini üzerimden çekmeyen Alaz ise, en az Can kadar hırçındı ama sessizliği daha tehditkârdı. "Babamın piçlerini soframıza getirecek kadar düşeceğini sanmazdım. Ama işte, hayatta her şey mümkün," dedi, başını hafif yana çevirerek, sanki bu rezaletin şahidi olmak istemiyormuş gibi.

 

Can tekrar lafa girdi, bu sefer daha sert bir tonda: "Senin burada ne işin var, gerçekten merak ediyorum. Piçin piçi… Sen de annenden öğrendin tabii, fırsatları değerlendirmeyi. Ama bu ailenin soyadı, o ucuz mahalledeki gibi herkesin diline düşmez. Anlıyor musun?"

 

Her kelime, damarlarımda dolaşan kanı biraz daha ısıtırken, etrafımdaki bakışları hissedebiliyordum. Beni sindirmek istiyorlardı, ama onların zehirli sözleri bende bekledikleri etkiyi yaratmıyordu. Can’ın alaycı gülüşü, Asrın’ın sessiz tehditkâr duruşu... Bunların hiçbirine yenilmeyecektim.

 

Elimdeki çatalı usulca masanın üzerine bıraktım, olası bir patlama yaşanmaması için kendimi dizginlemem gerektiğini biliyordum. Gözlerim sofrada oturan abi kılıklı adamlara kayarken, derin bir nefes aldım ve sandalye arkalığına yaslandım. Yüzlerindeki küçümseme o kadar barizdi ki, bu tavırların bana işleyeceğini düşünüyorlardı. Ama yanıldıklarını anlamaları uzun sürmeyecekti.

 

Aslında babanızın piçi olmamla hiçbir sorunum yok," dedim sakin ama alaycı bir tonla, gözlerimi Can'ın üzerine dikerek. "Eğer siz babanız için yeterli olsaydınız, ben bugün burada, babanızın piçi olarak bulunmazdım."

 

Masada kısa bir sessizlik oluştu, ama o sessizlik zehirli bir atmosferi daha da gerginleştiriyordu. Can, dudaklarının kenarındaki küçümseyici ifadeyi silmeden bana doğru eğildi, gözleri öfkeyle parlıyordu. "Yeterli mi olsaydık? Piç, senin varlığın bu masaya hakaret! Seni burada tutan tek şey babamızın piçliği temizleme arzusu, yoksa çoktan kapı dışarı edilmiştin."

 

Ellerim yumruk halinde masanın altına sıkışmıştı ama suratımda en ufak bir titreme yoktu. Bu adamlar, kendilerini ne sanıyorlardı? O an, soğukkanlılığımı bir kalkan gibi kullanarak araya girdim. "Sizin için bir tehdit miyim? Yani ciddi anlamda, piç dediğiniz birinin varlığı bu kadar mı rahatsız ediyor sizi?" Dediklerim, doğrudan Can'a yönelikti, gözleriyle beni delmeye çalışıyordu. "Gerçek şu ki," diye ekledim, "ne kadar güçlüymüş gibi davransanız da, sizin yerinize buraya gelen 'piç, gerçek tehlikeyi fark etmeniz için yeter. Belki de korkmanız gereken şey, babanızın size değil bana güvenmeye başlamasıdır."

 

Can'ın suratındaki ifade bir anlığına bozuldu, öfke ve şaşkınlık arasında gidip geliyordu. "Bu masada bir piç olarak oturuyorsun ve konuşacak cesareti buluyorsun öyle mi? Sanırım neyle oynadığının farkında değilsin. Senin gibi bir *** bu evde uzun süre barınamaz."

 

Karan en sonunda sessizliğini bozdu, derin bir nefes alarak aramızdaki bu gergin laf dalaşına bir son verdi. Gözleri yorgun ve sabırsızdı, ancak bu otoriteyle donatılmış bakışlar bile oğullarını sindirmeye yetmiyordu. Asrın,Can, Eren, Erdem ve Alaz, hiçbir şey söylemeden, adeta sessiz bir anlaşma içinde masadan kalkıp ağır adımlarla çıkışa yöneldiler. Yüzlerinde sadece sinirlerini bastırmaya çalışan ifadeler vardı. Hepsi, Karan’ın müdahalesine rağmen, içlerindeki öfkeyi tam anlamıyla yatıştıramamıştı. Onlar gittikten sonra sofrada bir sessizlik hâkim oldu. Ortamda geriye sadece Karan, Nur ve ben kalmıştık.

 

Kollarımı göğsümde sıkıca kavuşturmuş, nefes alışverişlerimin hızlandığını fark ediyordum. Sinirden boynumdaki damarlar belirginleşmişti, yüzümdeki kaslar gerilmişti. Bu lanet olası ortamda, her şey beni boğacak gibiydi. Dişlerimi sıkarak, içimde fokurdayan öfkeyi kontrol etmeye çalıştım, ama o an Nur’un soğuk ve küçümseyici sesi odayı doldurdu.

 

"Demek babanızın piçi olmakta bir sorun görmüyorsun, ha?" dedi, iğneleyici bir ses tonuyla, gülümsemesi hiç de içten değildi. Masanın üzerinden bana doğru eğildi, yüzündeki o kibirli ifade, beni delirtecek bir hal almıştı. "Ama bu evde kalmak, adını temizlemek... Bu işler öyle kolay olmaz, sevgili piç. Baban sana bir fırsat tanıdı belki ama, bu evin ağırlığını taşımak kolay değildir. Hele ki senden beklenenleri karşılayamazsan, kısa sürede buranın dış kapısına yönelirsin, emin ol."

 

Gözlerimdeki öfkeyi görmezden gelircesine, Nur, dudaklarındaki o sinsi gülümsemeyle ayağa kalktı. Yavaşça sandalyesini geri itip üzerindeki ipek bluzun kollarını düzeltti. Her hareketi, tıpkı saraydan çıkmış bir kraliçenin soğuk zarafeti gibiydi. Bana son bir bakış attı, gözlerinde küçümseyici bir parıltı vardı.

 

"Ah, tabii, seninle daha fazla vakit kaybedemem. İşlerim var," dedi, alaycı bir tonla. "Bu evde herkesin yapacak önemli işleri vardır, piçler hariç tabii." Bu son sözleri, odadan çıkarken arkasına bakmadan sarf etmişti, sanki benim orada oturuyor olmam bile onun için bir zaman kaybıydı.

 

Onun gidişini izlerken, yumruklarım istemsizce sıkıldı. Damarlarımda akan kanın her bir zerresi sinirden titrese de, içimdeki öfkeyi bir şekilde bastırmak zorundaydım. Ama buradaki herkes gibi, ben de eninde sonunda hesaplarımı görecektim. Bu evde kimsenin bana saygı göstermemesi normaldi. Fakat onları alt etmek için sabrımı sonuna kadar zorlayacaktım.

 

 

"Kusurlarına bakma, zamanla sana alışacaklar," dedi Karan, gözlerini üzerimden bir an bile ayırmadan. Sanki sözlerinin ardında gizli bir anlam yatıyormuş gibi, o aşırı dikkatli bakışı beni huzursuz etmişti. Onun bu kadar derinlemesine incelemesi, her hareketimi adeta tartması, içimdeki öfkeyi tetikleyen bir kıvılcım gibiydi. Rahatsızlık omuzlarıma bir yük gibi çökmüştü, nefesim ağırlaşırken boğazımda bir düğüm oluştu. Derin bir nefes alıp kendimi zorladım, ama bu evde her geçen dakika beni biraz daha sıkıştırıyor gibiydi.

 

"Kimsenin bana alışmasına ihtiyacım yok," diye tısladım, sesimdeki sertliği gizleyemeden. "Sadece bırak gideyim." Sözcükler boğazımdan çıkarken kendime bile yabancı geliyordu. Ama tam o anda, zihnimin en ücra köşelerine saklanmış, hep orada pusuda bekleyen o karanlık ses fısıldadı: 'Gidecek olan sen değilsin...'

 

Bir an donup kaldım, gözlerimi kırpmadan Karan’a bakarken, o ses içimde yankılandı. Dişlerimi sıkmaya başladım, kaslarımın gerildiğini hissettim. Her şey bir anda bulanıklaştı, içimde yükselen bu tanıdık ama bir o kadar yabancı his, kontrolümü ele geçirmek için mücadele ediyordu. Zihnimin derinliklerindeki o uğursuz fısıltı, bazen gerçek dünyadan daha gerçekçiydi.

 

'Senin gitmene izin vermeyecekler, çünkü sen gitmeyeceksin. O burada kalacak...'

 

Dudaklarımı ısırdım, içimdeki öfkeyi ve korkuyu bastırmak için kendimle savaşıyordum. Bu sesin kimin olduğunu bilsem de, ondan kurtulmanın bir yolunu yıllardır bulamamıştım. Kimse bilmiyordu. Kimseye söylememiştim. Söyleyemezdim. Çünkü bu ses, sadece bana aitti. Yıllardır benimleydi ve kontrolümü yavaşça ele geçirmeye çalışıyordu.

 

Karan, bu mücadeleyi fark etmese de, bana hâlâ o rahatsız edici bakışlarıyla dikiliyordu. Gözlerinde anlam veremediğim bir şey vardı. Beni gerçekten tanıyormuş gibi, içimdeki karanlığı görebiliyormuş gibi bakıyordu. Ama bunu bilmesi mümkün değildi, çünkü kimse bunu bilemezdi. Kimse, kafamın içinde bir başkasının fısıldadığını anlayamazdı. Kendi içimde sıkışıp kaldığımı, zihnimin iki farklı sesi arasında parçalandığımı kimse göremezdi.

 

"Kimse seni anlamayacak. Sen, onlar gibi değilsin..."

 

Sesin bu kez daha derinden, daha güçlü bir şekilde yankılandığını hissettim. İçimdeki savaş daha da şiddetlendi, ama dışarıya hiçbir şey yansıtmamaya çalıştım. Yüzüme bir maske takmış gibiydim, ifademde hiçbir şey yoktu, sadece boşluk. Ama içimde fırtınalar kopuyordu.

 

"İzin versen de vermesen de bir şekilde gideceğim," dedim nihayet, sesimdeki keskinlik Karan'ı duraksatmış gibi görünse de, yüzünde hafif bir tebessüm belirdi. Sanki söylediklerim onu şaşırtmamış, tam tersine beklediği bir cevapmış gibi.

 

Karan, bana bir şeyler daha söyledikten sonra, hiç acele etmeden yavaşça sandalyesinden kalktı. Gözleri masanın üzerindeki boş tabaklardan bana kadar her ayrıntıyı taradı, sanki söyledikleriyle yetinmeyip beni iyice sindirmek istiyormuş gibi. Birkaç saniye süren o bakışlardan sonra, sessizce başını eğip "İşim var, gitmem gerekiyor," dedi ve odadan çıkmaya hazırlanırken ceketinin yakasını düzeltti.

 

"Ben bu koca evde tek başıma ne yapayım?" diye sordum, sesimde hafif bir tedirginlik vardı ama bunu gizlemeye çalışmadım. Bu ev, daha ilk günden bana bir hapishane gibi görünmeye başlamıştı. Duvarlar o kadar yüksek, odalar o kadar büyük ve soğuktu ki, sanki içlerinde kaybolmuş gibiydim.

 

Karan, kapıya yönelirken bir an durdu, gözlerini tekrar üzerime dikti. Bakışları delip geçiyordu, bir süre onunla göz göze gelmemek için çabaladım ama sonunda bakışlarımı kaçırmak zorunda kaldım. Kalbimde bir sancı belirdi, sanki her şeyi görüp biliyor gibiydi.

 

"Dediğin gibi, koca bir ev. Yapacak bir şeyler mutlaka bulursun," dedi soğukkanlı bir şekilde, o alaycı tonu beni daha da öfkelendirmişti. Ardından bir şey söylemeden odadan çıktı, geride yalnızca soğuk bir sessizlik bırakarak. Koca evin boş odalarına karışan ayak sesleri yankılandı, duvarlar daha da üstüme çöktü sanki.

 

Karan'ın arkasından, içimde biriken tüm öfkeyle bağırdım, sesim evin boşluğunda yankılandı: "Beni burada daha fazla tutamazsın!" Sesim çıkmıştı ama etkisizdi; ona karşı koymanın ne kadar anlamsız olduğunu biliyordum. Burası onun dünyasıydı ve ben, istemediğim halde bu dünyaya çekilmiştim. Ne kadar bağırırsam bağırayım, ne kadar kaçmak istersem isteyeyim, bu evin kapıları bana kapalıydı.

 

Çalışanlar hiç vakit kaybetmeden sofrayı toplamaya başladılar, sanki ben burada değilmişim gibi hareket ediyorlardı. Ne ben onlara bakıyordum, ne de onlar bana. Sanki evde yokmuşum gibi davranıyorlardı, tıpkı bu evin boş odaları gibi görünmezdim.

 

"Sikeyim, resmen esir alındım," diye fısıldadım kendi kendime, masadaki çatalı tutan elimin titrediğini fark ederek. Sonunda sinirle yerimden kalkıp balkona çıktım. Havanın soğukluğu yüzüme çarptı, ama içimdeki öfkeyi yatıştırmaya yetmedi. Cebimden bir sigara çıkarıp titreyen ellerimle yaktım, derin bir nefes aldım, ciğerlerime çektiğim duman içimdeki boşluğu bir an olsun doldurur gibi oldu.

 

Balkonun demirlerine yaslanıp dışarıya baktım. Karşımda yalnızca uçsuz bucaksız bir bahçe ve devasa duvarlar vardı. Etrafımdaki her şey beni hapsediyormuş gibiydi. O an, koca evin içinde ne kadar küçük ve yalnız hissettiğimi fark ettim. Sanki her adımım, her nefesim bu duvarlar arasında kayboluyordu. İçimdeki sesler bile bu yalnızlığın bir parçası olmuştu, kafamın içinde yankılanan düşünceler, beni daha da derine çekiyordu.

 

Yalnızdım. Gerçekten yalnızdım.

 

Telefonu cebimden çıkardım, ekranı kaydırıp biriken bildirimlere baktım. Deha yine sabırsızlanıyordu, mesajları üst üste atmıştı.

 

Deha: Öldün mü lan, sesin çıkmıyor?

00:00

 

Deha: Konum atsana, neyin tribindesin amk?

00:01

 

Deha: Bak, şaka değil, polise giderim. Şu mesajlara bak lan şerefsiz!

00:02

 

Ondan gelen mesajların ardı arkası kesilmiyordu, bıkmadan usanmadan yazmıştı her zamanki gibi. Onu daha fazla bekletmeden cevap yazmaya karar verdim, ekranda mesajlarımı hızla tuşlarken derin bir nefes aldım.

 

Siz

Avukat bozuntusu, beni babam olduğunu iddia ettiği adamın yanına sürükledi. Sonra hastaneye gittik, DNA testi yaptırdık.

 

Siz

Ve evet, doğru çıktı. Adam babam. Şu an da onun evindeyim, saçmalama, endişelenme.

 

Siz

Yaşıyorum daha. Ama bu evde zorla tutuluyorum, amına koyayım, herifin inadı inat. Ne yaparsam yapayım beni buradan bırakmaz gibi. Unutmadan:

Konum

09:12

 

Deha, tek gerçek dostumdu. Sokaklarda tanıştığımızdan beri, birbirimizin sırtını kollamıştık. O benim ailem olmuştu. Sabıka kaydıma düşen suçların çoğunu onun için işlemiştim, ama ne olursa olsun sevdiğim biriydi o orospu çocuğu. Düşüncelerim Deha’yla ilgili dolaşırken aniden uzaktan çocuk sesleri duymaya başladım. O da neydi şimdi?

 

 

Sigarayı hızlıca ezip söndürdükten sonra içeri girdim. Geniş salonun ortasında, bir kadın ve iki çocuk oturuyordu. Kadın beni görünce yerinden kalktı, sıcak bir gülümsemeyle yanıma yaklaştı. İlk izlenimi her ne kadar samimi olsa da, içimde bir huzursuzluk vardı.

 

“Merhaba canım, ben Sevil, Yavuz’un karısıyım. Sen de Hazar olmalısın, değil mi?”

 

Yavuz kimdi? İçimden ‘Kim bu ablacım?’ der gibi baktım, anlamış olmalı ki hafif bir kahkaha attı, gözleri parlıyordu.

 

“Yavuz Çakır, en küçük amcan, canım. Karan’ın kardeşi.”

 

Başımı yavaşça salladım, fakat içimdeki garipliği gizleyemeden cevap verdim. “Anladım… Ben de Hazar Saraçoğlu.”

 

Birdenbire beni kucaklayıp sarıldı. Düşüncelerim darmadağındı, ellerim nereye koyacağımı bilemedim. Neyse ki sarılması kısa sürdü, beni bırakıp tekrar koltuğuna geçti. Aynı rahatlıkla ben de karşısına oturdum, fakat rahatsızlığım geçmemişti.

 

“Abilerinle tanıştın mı?” diye sordu, sanki durum normalmiş gibi.

 

Gözlerimi ona diktim, sesim donuk bir şekilde çıktı. “Onlar benim abim değil.”

 

Salonda oynayan çocuklara göz ucuyla baktım. Küçük kız oyuncaklarıyla ilgileniyordu, erkek çocuk ise telefonuna dalmıştı. İkisi de dünyadan kopmuş gibiydi. Kadın ise devam etti, konuşmalarını bir tür teselli gibi sunuyordu.

 

“Bu durum normal, biliyorsun. Sonuçta anneleri aldatıldı ve 18 yıl sonra bir kardeşlerinin olduğunu öğrendiler. O yüzden biraz mesafeliler, ama iyi çocuklar. Zamanla sana alışacaklar, sen de onlara.”

 

Kadın bir şeyler anlatmaya devam ediyordu, ama söylediklerini duymuyordum bile. Kafamda başka şeyler dolanıyordu. Düşüncelerim ağırlaşmıştı; bu evin havası beni boğmaya başlamıştı. Bir süre daha bu saçmalıkla baş etmek zorunda kalırsam, ortalığı karıştırabilirdim. O piç lafını eden abiyi unutmuş değilim. Belki de onunla uğraşmak, şu anki buhrandan çıkmama yardımcı olurdu. Akıl defterime not ettim, üzerine gitmenin bir yolunu bulabilirdim.

 

Kafamı meşgul eden bir diğer soru ise Karan’ın kaç kardeşi olduğuydu. Yani, o kadar çok aile ferdi vardı ki, her birini tanımak için günler yetmezdi. Ama aslında umurumda bile değildi. Bir an önce buradan sıvışmanın bir yolunu bulsam iyi olacaktı. Evin büyüklüğü beni boğuyordu; sanki duvarlar üzerime çöküyordu her an. Ve bu aile… Fazlasıyla tuhaf bir aileydiler, benden ne istedikleri belirsizdi.

 

“Kahve içelim mi?” diye sordu kadın, sesinde sıcak bir ton vardı.

 

Ama ben onu reddettim, kalkıp salondan çıkarken gözlerimi ondan kaçırdım. Şu an tanımadığım insanlarla ne konuşacaktım ki? Kadın iyi niyetli görünse de, boş teselliler veriyordu. Kesinlikle bu evden kurtulmalıydım. Ne kadar büyük olursa olsun, her köşesi boğucu bir hapishane gibi hissettiriyordu.

 

Bu sikik evde esir olmak istemiyordum.

Loading...
0%