Yeni Üyelik
3.
Bölüm

3. Bölüm

@tubux2

TOMMY

15 saatlik yolculuğun ilk yarısı uyuyarak, ikinci yarısı ise rastgele birkaç film arasında gidip gelerek geçirmiştim. Bilinmezliğe sürüklenirken hiçbirine kafamı veremiyordum. Açıkçası hareketsiz kalmakta buna yardımcı olmuyordu. Birinci sınıf bile olsa 1.93 boyundaki biri için bu koltuklar, belli bir süreden sonra işkence halini alabiliyordu. Ayaklarımı dilediğimce uzatamadığımdan tüm kaslarım ağrıyordu. Gerinmek, uzanmak, hatta koşarak tüm kaslarımı açmak istiyordum. Birkaç kez tuvalet bahanesiyle uçağın içinde turlamıştım. Fakat o zamanda üç hostesin radarında olduğumu fark etmiştim. Hatta bir tanesi - taş çatlasın benden 4-5 yaş büyük olanı- açıkça ilgisini belli eden temaslarından kaçınmamıştı. Yoldan çıkarıcı dokunuşlardan bahsediyordum.

Harika! Seks partneri olarak benden yaşça daha büyük kadınlar – tabi ki burada birkaç yaştan bahsediyorum- her zaman ilk tercihim olmuştu. Bağlanmak yok, sabahında ‘e şimdi ne olacak’ soruları yok. Tamamen özgür ve sorunsuz bir birleşme.

Ve artık bunların hiçbirinin önemi yoktu.

Daha ilk günden babama verdiğim sözü çiğnememek adına son saatlerimi oturarak geçirmek zorunda kalmıştım. Neyse ki ara ara internet çekiyordu ve ben Rob’un yazdığı saçma sapan mesajlarla beynimi uyuşturup ağrılarımı, özellikle de pantalonumun içinde olanları görmezden gelmeyi başarıyordum.

“Bayanlar, baylar ve sevgili çocuklar. Kaptanınız konuşuyor…”

Beklenen anons kaptan pilotun sesiyle uçakta yankılandı. Önce Türkçe duyup, ardından ana dilim olan İngilizceyle geldiğimizi teyit etmek derin bir nefes almama neden oldu. Saat 05.15’di ve ben jetlack olmak üzereydim. Uçak inişe geçmek için dönmeye başladı. Sökmekte olan şafağın ışıkları açık olan pencerelerden içeri sızdı. Kesinlikle göz kamaştırıcıydı. Büyük bir denizin etrafında dönerken nokta gibi gözüken yük gemileri gittikçe büyüyordu. Yere yaklaştıkça yük gemilerinin ayrıntılarını izlemeyi bıraktım ve şehrin manzarasını seyre daldım. Önceki gelişlerim de hep gece olduğundan sadece ışık şölenlerini izleme şansım oluyordu. Şimdi ise gün yeni başlıyordu ve tüm binalar ayan beyan ortadaydı. Çok kalabalık bir şehirdi. Çok sıkışıktı. Neredeyse ağaçsızdı. En azından görüşümdeki yerler fazlasıyla bunaltıcı görünüyordu ya da ben buraya zorla gönderildiğim için öyle hissediyordum.

Tekerlekler piste değdiği an duyduğum seslerle uçağın arka tarafına baktım. Perdeler çekik olmadığından içerisinin karmaşasını görebiliyordum. Kemer ikaz ışıkları sönmemesine rağmen çözülen kemer sesleri yaşanan uğultuya karışıyordu. Birkaç kişi çoktan ayaklanmıştı. Hostesler onları yerlerine oturtmaya çalışıyordu ama pek başarılı oldukları söylenemezdi. Telefonla konuşan birilerini gördüğüme yemin edebilirdim. Diğer sınıflarla bizi ayıran perdeyi sertçe çeken hostes sinirli adımlarla ön tarafa doğru yürüdü.

“Sayın yolcularımız uçağımız henüz terminale yanaşmamıştır. Kemer ikaz ışıkları sönene kadar yerlerinizden kalkmamanızı…”

Yeni bir anons sesi uçağın içinde duyuldu. Bir süre sonra uçak kendine ait olan tünele bağlandı. Perdenin arkasında kalan iki koridorun insanlarla dolu olduğunu duyabiliyordum. Önce birinci sınıf yolcuların indirileceğini bildiğimden ikaz ışığı söndüğü gibi kemerimi çözdüm. Baş üstü dolabımdan sırt çantamı aldım ve önümdekilere saygı duyarak daracık koridorda ilerlemeye başladım. Hostesler ‘iyi akşamlar’ dilerken özellikle bana temas edenle göz göze gelmemeye çalıştım. Çünkü biliyordum ki ona bir kez daha bakarsam ya numarasını alacaktım ya da oda numarasını.

Halıyla kaplı cam tünelden ilerlerken telefonumu uçak modundan çıkardım. Sayamayacağım kadar çok bildirim ekranımı doldurdu. Hepsini cevaplayamayacağım için babama indiğimi bildiren bir mesaj attım ve telefonu cebime koydum.

“Mr. Brooks.”

Havalimanın içine girdiğim gibi takım elbiseli bir adam beni birinci sınıf yolcuları bekleyen araca yönlendirdi. Bacaklarımı açmak istediğimi söyleyerek yürümeye başladım. Tabelaları kontrol ederek adımlarımı serileştirdim. Bagaj alma alanına geldiğimde başka bir takım elbiseli adam – belli ki yürüdüğümden haberi olan biri- beni bavulumu bekleyeceğim özel alana götürdü. Birkaç dakikalık bekleyişin ardından bavuluma kavuşmuştum. İmrenen birkaç bakışın eşliğinde çıkışa doğru ilerledim.

Dedem ve anneannemle en son üç sene önce yüz yüze gelmiştim. Çok değiştiklerini sanmıyorum ama ben o yıldan beri çok değişmiştim. Bıraktıkları ergen bir çocukken ben artık tam anlamıyla bir adam olmuştum. Boyumdan duruşuma, giyinişimden bakışıma her şeyim farklılaşmıştı. Onların beni tanıyacağını sanmıyordum. Bu yüzden benim onları bulmam gerekiyordu.

“Tommy!”

Ortak kapıdan çıktığım an bariyerlerin arkasındaki kalabalık gözüme çarptı. Hepsinin gözleri heyecanla çıkan kişileri tarıyordu ama aralarından bir tanesi zıplayarak kendini diğerlerinden ayırıyordu. Kır saçlarını boyama gereği duymayarak kendine cool bir hava katmış, kimsenin altmış küsür yaşı yakıştırmayacağı kadar genç gözüken ne şişman ne de zayıf, bakımlı, spor giyimli kadın çılgınca ellerini sallıyordu. Bu haliyle annemin seneler sonraki haline benziyordu. Benzerdi. Yani eğer yaşasaydı.

“Tommy! We are here! Buradayız Tommy!”

Anneannemi daha fazla yormamak için onu gördüğümü belli eden bir hareket yaptım. Bavulumu çekerek bariyerlerin arasından çıktım ve kalabalığı arkamda bırakarak selamlaşacağım boş bir alanda durdum. Anneannem koşar adım bana gelirken “Oh my baby,” dedi harfleri uzatarak. “Bebeğim.” Gözleri günlerdir ağladığını ele verecek şekilde şişmiş ve kızarmıştı. Yine de bana bakarken göz bebeklerinde gamzeler oluşmuş gibiydi. 1.70 boylarındaki kadın bana sıkıca sarıldı. “Welcome my son. Hoş geldin.” Anneannem dil konusunda tüm tuşlara basacağa benziyordu. Onu bu ikilimden kurtarmak adına “Hoş bulduk anneanne,” dedim aksanlı Türkçe’mle. Sesi bir anda daha neşeli bir hal aldı.

“Oy senin anneanne diyen dillerini yesinler.”

Türkçem annem sayesinde fena sayılmazdı ama hala bazı kelimeleri anlamak konusunda güçlü çekiyordum. Panikle dilimi ağzımın içinde tutmaya karar verdim. Bunu fark eden adam “Kimse dilini yemeyecek Tommy,” dedi. Başımı kaldırıp anneannemin birkaç adım gerisinde duran dedeme baktım. Yaşına rağmen fit bir görünümü vardı. Her zaman şıktı. Nereye giderse giysin klasik giyiminden ödün vermezdi. Kırlaşmış saçları hala gürdü ve geriye doğru özenle taranmıştı. Her sabah traş oluyormuş gibi görünen cildi bakımlıydı. Tarz olarak anneannemle tam bir tezat oluşturuyorlardı. Tıpkı annem ve babam gibi.

“Hanım, sende çocuğu boğmayı bırak da bizde hasret giderelim.”

Dedem, anneannemin aksine benim bulunduğum ortamların hepsinde Türkçe konuşurdu. İngilizceyi bilmediğinden değildi. Kendisi, ülkesinin adını dünyaya duyuran sayılı mimarları arasında gösteriliyordu ve İngilizce dahil birkaç dili ana dili gibi konuşuyordu. Sanırım konu ben olduğunda Türklüğü daha ağır basıyordu. Anlayıp anlamamam umurunda bile olmazdı. Çoğu zaman annem bana söylediklerini tercüme ederdi. Fakat artık baş başaydık ve onunla doğru iletişim için kendimi biraz daha fazla zorlamalıydım.

“Hoş geldin evlat.”

Öpmem için elini uzattı. İşte bu saçma geleneğe asla alışamayacaktım. Özellikle de onun gibi çağdaş fikirli biri nasıl eski geleneklere bu derece bağlıydı anlamıyordum. Her geldiğimde diretilen bu görevi yine istemeyerek yaptım. Yanaklarımı sertçe severek başımı kaldıran adam bana sarıldı. Anneanneminki kadar samimi sayılmazdı ama kesinlikle daha rahat hissettiriciydi.

“Yolculuk nasıldı?”

Dedemle sarılmayı kısa keserek “Fena sayılmaz,” dedim. Türkçe’mi geliştirmiş olmam hoşuna gitmiş olmalı ki bıyıklarının altında gülümsedi. Anneannemle ikisine göz gezdirirken özür dileyecek gibi oldum. “Sizi de sabahın bu saatinde buraya getirttim.” Yavaş ve dikkatli bir şekilde konuşuyor, cümlelerimi devrik kurmamaya çalışıyordum. Anneannem her zamanki cana yakınlığıyla öne çıktı. “Olur mu öyle şey benim dipsiz okyanusum.” Elleri yanaklarımda gezerken kaşlarımı çattığımı fark etti. Söylediği şeyi açıklama ihtiyacı hissederek “Yani mavi gözlerine ve derin bakışlarına ithafta bulundum,” dedi. Tam hallettim derken başa sarıyormuşum gibi hissediyordum. Bu dilde neden bu kadar kafa karıştırıcı kelime vardı.

“İthaf?”

“Benzetme yaptım. Benzetme sanatı. Maviyi okyanusa, derinliği-“

Anneannem açıklamalarını daha da karışık bir hale sokarken dedem araya girdi. “Tamam Filiz. Çocuğun Türkçe dersleri için fazlasıyla zamanı olacak.” Ardından bana emeklilikle ilgili bir şeyler fısıldadı. Anneannem emekli öğretmendi. Sanırım dedem ona takılıyordu. Eşine dünyanın en saçma şeyini duymuş gibi bakan kadın “Aşk olsun Oğuz,” dedi. “Sadece aklında soru işareti kalsın istemiyorum.” Zihnimin içinde neden soru işareti olacaktı ki.

“Emin ol konuştukça yenilerini oluşturuyorsun.”

Kendi aralarındaki konuşmayı kesip aynı anda bana baktılar. Birbirlerini anlamışlardı ama ben ciddi anlamda ambale olmuş gibiydim. Beynimi daha akıcı kullanabilmek için bir süreliğine uyumaya ihtiyacım vardı. Şu lanet olasıca jetlackı üzerimden atana kadar…

“Gidelim mi?”

Dedemin sorusuna cevap niteliğinde bavulumu tuttum. Beraber otopark kısmına doğru yürüdük. Anneannem boştaki koluma girdi. “Geldiğin için çok mutluyum Tommy.” Parmakları kolumdaki kasları sıkıyordu. “Çok değişmişsin. Büyümüşsün, güçlenmişsin ama yüz hatların… Sanki gittikçe annene daha çok benziyorsun.” Annemin konusu geçince boğazıma bir yumru oturdu. Anneannemin ise gözleri buğulandı. Son zamanlarda aynadaki görüntüm bana da fazlasıyla tanıdık geliyordu. Özellikle de yanaklarımdaki nokta şeklinde olan iki derin gamzeyi gördüğümde. İlk bakışta babamın kopyası gibi dursam da detaylara inildiğinde annem daha ağır basıyordu.

“İyi ki geldin. Yoksa bu acıya nasıl dayanırdım.”

Anneannemin ağlamaya başladığını duyduğumda yürümeyi kestim. Kuş gibi titreyen kadını kollarımın arasına aldım. Söyleyecek bir şeyim olmadığı için sadece kendini biraz daha iyi hissedene kadar sarıldım. Dedemin ise söyleyecek çok şeyi varmış ama yeri değilmiş gibi duruyordu. “Siz bekleyin. Ben arabayı alıp geliyorum.” Sesinde karışına karşı olduğunu düşündüğüm sitem sezmiştim. Sanırım anneannemde bunu fark etmişti. Gözyaşlarını elleriyle silerken benden ayrıldı. Bunu istemediğini fark etmiştim bu yüzden tek kolumu omzuna doğru atıp onu yanıma doğru çektim. Bana bakıp buruk bir şekilde gülümsedi. Eliyle göğsümü severken koltuğumun altına tamamen girdi.

Birkaç dakika sonra dedem Volvo’suyla önümüzde durdu. Ben çantalarımı bagaja yerleştirirken anneannem arka koltuktaki yerini aldı. Her zamanki gibi ön koltuğu bana bırakmıştı. Bu da garipsediğim bir başka davranıştı. Kadın erkek eşitliği savunan bir ülke olsa bile erkekler her zaman bir adım öndeydi ya da kadınlar bir adım geri gidiyordu. Bunu anlamakta zorlanıyordum çünkü arabadayken annemle babamı yan yana görmediğim bir an bile hatırlamıyordum.

“Aç mısın?”

Dedemin yanındaki yerimi alırken başımı hayır anlamında salladım. Uçakta istemediğim kadar yemekle sınanmıştım. Diyetime dikkat etmem gerekiyordu. En azından bir saat daha hiçbir şey yememeliydim. “Tamam adaya gidene kadar acıkırsın nasılsa.” Kaşlarımı çatarak anneanneme döndüm. Aslen büyük adalı olduklarını ve yazları oradaki evlerinde geçirdiklerini biliyordum ama yaz bitmek üzereydi ve artık ben gelmiştim.

“Hala adada mısınız?”

Başını onaylarcasına salladı. “Dayın bu sene tatile biraz geç geldi. AKUT seminerleri için şehir dışındaydı. Filiz yengenin işleri yoğundu. Biliyorsun kontrolleri yüzünden çok fazla izin kullandı. Yıllık iznine dayınla çıkmak için bekleyince bu zamanlara kaldı.” Çok fazla Türkçe kelime… “Kuzenlerin seninle tatil yapacakları için çok heyecanlılar.” Kendimi gülümsemeye zorladım. Annemin bir abisi vardı. Tolga Dayım. Kendisi kelimenin tam anlamıyla bir kahramandı. Hem de hayali olmayan, kanlı canlı bir efsane. AKUT Arama Kurtarma Derneği’nin ilk gönüllülerinden olduğu için çok fazla seyahat etmesi gerekiyordu. Filiz yengem birkaç sene önce meme kanserini yenmişti. Tam bir savaşçı olduğunu her kontrolünde bir kez daha kanıtlıyordu. İkisinin üç çocuğu vardı. İkizler benim yaşlarımdaydı. Üç yaşında olansa tekne kazıntısından başka bir şey değildi. Senede bir kez gördüğüm kuzenlerim için aynı heyecanı hissetmemem umarım garip karşılanmazdı.

“Benim tatil yapmak için vaktim yok.” Çok fazla işi rayına sokmalıyım.

Anneannem kaşlarını çattı. Tempoma alışık olmadıkları için bu tepkim garip gelmiş olmalıydı. Onlara geçerli bir neden sunabilmem gerekiyordu. “Ayrıca okullar açılacak.”

“Okullar iki hafta sonra açılacak Tommy ve hala babandan haber bekliyoruz.”

Lafa karışan dedeme doğru baktım. Tamam bu işe yaramamıştı. Belki de gerçek daha fazla işime yarardı.

“Sporumu ihmal edemem.”

Futbola verdiğim önemi biliyorlardı. Eminim babam da gelmeden önce bununla ilgili uzun bir nutuk çekmişti. “Bunu da biliyoruz canım,” diyen anneannem yine gülümsüyordu. “İstanbul’daki evin bodrum katını senin için spor salonuna çevirdik. Sitenin havuzunu beğenmezsen yakınlarda bildiğim birkaç tane olimpik havuz var.” İşte bunlar duymak istediğim şeylerdi.

“Ama şu anda adaya gidiyoruz.” Ve bu değildi.

Sıkıntılı bir nefes aldım. Dedem tekrar lafa karışırken “Orada da sporunu yaparsın. Koşarsın, yüzersin ya da her ne istersen,” dedi. “Sadece bir hafta. Sonra kayıt işleri için zaten döneceğiz.”

Bir hafta benim konumumdaki birinden çok şey götürürdü ama belli ki itiraz etme hakkım yoktu. Sadece bir hafta diyerek arkama yaslandım. Sadece lanet olasıca bir hafta.

Loading...
0%