Yeni Üyelik
2.
Bölüm

ŞAH - 2

@tubux2

“Hayat, biz başka planlarla meşgulken akıp giden şeydir.”

Alan Saunders

 

URAZ

Her öğlen, saat tam 11.45'te, yemek şirketinin gönderdiği kamyonet okula girer, 12.15'de de ayrılır, bir dakika bile şaşmazdı. Yetimhaneden kurtuluşumun tek yolu okula gelen yemek servis kamyonetiydi fakat bu kolay olmayacaktı. Bu lanet yerin her köşesine kameralar hakimdi; fakat kör noktaları tek tek çalışmıştım, kamyonet her seferinde bu kör noktaların birinde duruyordu; fakat asıl problem, girerken de çıkarken de kamyonetin içi kontrol ediliyordu. Çok iyi biliyordum. Allah'ın her günü bıkmadan usanmadan bu kamyoneti takip etmiştim. Bazı günler kaçmaya niyetlenmiş, son anda vazgeçmek zorunda kalmıştım ama bugün vazgeçmek gibi bir niyetim yoktu; esaretime son verecektim.

Planımı hayata geçirmek için saatin 12'yi vurmasını bekledim, geçen her saniye gözüm yelkovanda, aklım yapacağım plandaydı. Planımı kafamda defalarca canlandırıyordum; Tuvalete gitmek için izin istedikten sonra, dolabıma koyduğum çantamı alıp kamyonete gidecektim, kamyonun altına girip uygun bir yere kendimi zincirle asacaktım ve okuldan uzaklaşır uzaklaşmaz ilk durakta zincirlerimden kurtulup sonsuza kadar özgür olacaktım. Belki zordu ama imkânsız değildi. Planımın en zor kısmı, kimseye görünmeden kamyonete ulaşmaktı bu yüzden çok dikkatli ve sessiz olmalıydım. Son kez saate baktım. 12'ye gelmek üzereydi; hızla elimi kaldırdım. Tahtayla uğraşan kadın beni görmeyince “Hocam.” diye seslendim. İsteksizce arkasını döndü.

“Lavaboya gidebilir miyim?”

Normal zamanlarda buna izin vermeyeceğini bildiğim için acı çekiyormuş gibi görünmeye çalıştım, öyle ki planımın başlaması hocanın dudağından çıkacak olan kelimelere bağlıydı. Kadın gözlüklerinin üzerinden bana baktı. Elimi karnıma bastırıp iki büklüm oldum. Gözlerini kıstı. Lanet olsun, oldum olası rol yapmada iyi değilim ki...

“Git!”

Doğru duyup duymadığımı düşünürken “Çabuk ol!” diye ısrarla bağırdı. Kapıdan çıkana kadar acı dolu ifadeyi yüzüme sabitledim, kapıyı ardımdan kapattığım an acı, keyifli bir tebessüme dönüştü. Koşarak dolabıma gittim ve çantamı sırtıma taktıktan sonra saate baktım.

On dakikam kalmıştı. Yapabilirim, yapabilirim!

Kendi kendimi cesaretlendirerek merdivenlerden temkinli bir şekilde aşağı indim. Yemekhaneye ulaşmıştım, etrafta kimse yoktu. Bu planımı kolaylaştıracaktı, elektronik gardiyanların kör noktalarından faydalanarak ilerlemeye başladım derken ensemde sıcak bir nefes hissetmemle sırtımı duvara vurmam bir saniye sürmedi. Beni ensemden yakalayarak duvara çarpan adamın yüzünü gördüğümde gözlerinden çıkan ateşlerdeki öfke tarifsizdi.

“Ne yapıyorsun burada?” diye fısıldadı.

Bu adamı tanımıyordum, yemekhane çalışanlarından biri değildi, burada insanlar çok az yer değiştiriyordu. Peki ya bu kimdi?

Etrafı kolaçan ederken bir yandan da beni duvardan çekerek yakındaki depo gibi olan ufak odanın içine soktu. Kalbim yerinden çıkacak gibi çarpıyordu.

“Soyun!”

Şaşkınlıktan ve korkudan gözlerim fal taşı gibi açıldı. Anlam verememiştim, üzerindekileri çıkarmaya başlamıştı.

“Ne yapıyorsun ?” diye sordum. Adam kolundaki saate bakıp “Beş dakikan kaldı. Acele et!” dedi. Gerçekten de yemek şirketiyle okuldan ayrılmam için beş dakika kalmıştı.

“Hadi!”

Ne olduğunu anlamaya çalışırken okul formalarımı çıkardım. Adam kendi üzerinden çıkardığı kıyafetleri elime tutuşturdu. Boş gözlerle bir kıyafetlere bir adama baktım. Bana yardım etmeye mi çalışıyordu?

“Giy!”

“Neden?” diye sorduğumda cevap vermedi ve formalarımı üzerine giymeye başladı. Kıpırdamadığımı gördüğünde “Çabuk ol Uraz.” diye fısıldadı. Adımı biliyordu. Adımı nereden biliyordu?! Şüpheyle kaşlarımı buruşturdum ve kendi giyinip beni giydirmeye yeltenince itekledim ve sert bakışlarımı adama sabitleyerek üzerimi giydim. Adam iriceydi ve kıyafetlerimiz birbirimize uymamıştı, şapkasını bana taktıktan sonra sırt çantamı eline aldı.

“Hey o benim!”

Beni umursamayıp çantamı sırtına taktıktan sonra “Başını öne eğ ve kamyonete doğru yürü.” diye fısıldadı. Bu işte bir iş vardı. Kimseye planımdan bahsetmemiştim ve tanımadığım bir adamın bunu bilmesinin imkânı yoktu. Yoksa bu bir tuzak mıydı? Kim bana neden tuzak kurmak istesin ki...

Adam sıklıkla kol saatine bakıyordu, tekrar baktığında “İki dakikan kaldı.” dedi.

“Bana neden yardım ediyorsun?”

Yavaşça kapıyı açıp etrafı kolaçan eden adam “Öğreneceksin.” diye fısıldadı ve yakamdan tuttuğu gibi beni dışarı fırlattı, öyle kuvvetliydi ki içeriden havalanarak çıktım ve yere indiğimde dışardaydım, arkama baktığımda eliyle gitmemi işaret ettiğini gördüm. Hâlâ etrafı kontrol ediyordu. Şapkayı iyice yüzüme çektim ve heyecanımı belli etmemeye çalışarak yürümeye başladım. Omzumun üzerinden arkama kaçamak bir bakış attığımda kapının kapalı olduğunu gördüm. Adam yok olmuştu.

Önüme dönüp hızla okuldan çıktım.

Kamyonete doğru ilerlerken kapı kendiliğinden açıldı. Duraksadım. Temkinli adımlarla kamyonete doğru yürüdüm. Şoför koltuğundaki adam “Çabuk ol.” deyince hızla yanındaki yerimi aldım. Bu kadar kolay olmamalıydı. Burada oturmamalıydım. Birazdan güvenlik içerisini kontrol edecekti ve büyük ihtimal benim öğrenci olduğumu anlayacaklardı. Adam çıkışa doğru kamyoneti sürerken “Başını eğ ve ben söyleyene kadar sakın kaldırma.” dedi. Başımı eğdim. Kalbim yerinden çıkacak gibi çarpmaya başladı. Kamyonet yavaşladığında derin bir nefes aldım. Titriyordum. Yakalanırsa başıma neler geleceğinin farkındaydım ve burada yakalanırdım...

“Geciktiniz.”

“Tepsiler anca yüklendi.” Şoför o kadar rahat konuşuyordu ki, ben bir falso vermedikçe adamın şüphelenmesi imkânsızdı, tüylerim diken diken olmuştu.

“İlk kez böyle bir sorunla karşılaştığımızın farkında mısın?”

“Benim sorunum değil.” Güvenliğin şoförle konuşmasına rağmen beni izlediğini hissediyordum. “Arkadaşın nesi var?” diye sorduğunda nefesimi tuttum. “Hiç bu tarafa bakmıyor. Ne oldu? Dargın mıyız?” Sesindeki imayı seziyordum. Şüphelenmişti. Ne yapacaktım? Göz göze gelirsek beni tanırdı. Böyle durmaya devam edersem, büyük ihtimal benim olduğum tarafa dolaşırdı. Allah'ım bir çıkış yolu göster diye dua ederken başımı kaldırdım.

“Lan!”

Tanımıştı! Lanet olsun! Şu anda yakalanırsam bir daha asla kaçamazdım!

Kamyonetin kapısını açıyordum ki şoför gaza bastı. Hızla koltuğuma yapıştım.

“Gel lan buraya!”

Güvenliğin bizim aksi yönümüzde bir yere koştuğunu gördüğümde gözlerimi kısarak daha ilerisini görmeye çalıştım. Hassiktir. Üzerinde formalarım olan adam okulun duvarlarına örümcek gibi tırmanırken güvenlik ona yetişmeye çalışıyordu. Okuldan çıkarken şoför “Söylediğimde kapıyı aç ve kenara kay.” dedi. Nedenini sorgulayamayacak kadar şaşkındım. Formalı adamın olduğu tarafa doğru gidiyorduk. “Şimdi!” Olayın şokuyla emri irdelemedim ve hızla kapıyı açıp kenara kaydım. Kamyonet kısa bir an yavaşladı. Formalı adam duvardan atlayıp ayakları görülmeyecek kadar hızlı bir şekilde bize doğru koşmaya başladı. Sanki ben koşuyormuşum gibi nefes nefese kalmıştım. Güvenliğin de duvardan atladığını gördüğümde nefesimi tuttum. Adam kapıyı tuttuğu gibi içeri atladı ve şoför gazı topukladı. Motorun verdiği ivmeyle koltuklarımıza yapıştık, hatta kamyonun kapısı bile o itme kuvvetiyle kendiliğinden kapandı. Vücuduma salgılanan adrenalin, nefes almamı engelliyordu, terliyordum. Okul artık dikiz aynasından görülemeyecek kadar uzakta kalmıştı, artık o yetimhaneye dönmek zorunda değildim.

*

Derin bir nefes alıp alnımı üzerimdeki tişörte sildim. Yavaşlayan şoför “Güzeldi ha?” diyerek şeytani bir gülümsemeyle bana bakıyordu, kafamda sorular birbirine girmişti. Kendilerini ve işini tehlikeye atmak pahasına bana yardım etmelerinin bir nedeni olmalıydı, benden ne istiyorlardı? Nereye gidiyorduk? Bu adamlar kimdi?

“Bana neden yardım ettiniz?”

“Öğreneceksin.”

İkidir bunu söylüyordu ama zamanından bahsetmiyordu.

“Siz kimsiniz?”

“Bizi tanımana gerek yok.”

Korkularımla yaşadığım gerçeklik birbirine girmişti… Yoksa kaçarken, kaçırılmış mıydım?

“Tanımam gereken biri olduğu kesin.” derken titreyen sesini bastırmaya çalıştım, korktuğumu hissediyorlardı.

“Öğreneceksin.”

*

Araba yavaşlayınca etrafa bakındım. Bulunduğumuz yer şehirden çok da uzak değildi fakat bu bina, şehir dışında olan bir yer için fazla gösterişliydi. Bir tarih dergisinin sayfalarından fırlamış gibi görünen, dışarıdaki insanların hayran hayran seyredeceği ama çok azının cesaret edip içeri girebileceği türden eski bir yapıydı. Araç tekrar hareket ederek güvenliklerin arasından bahçeye girdi.

İşte o an durumun ciddiyetini fark ettim. Kalabalıkların için tek başıma olduğumu anladım ve yalnızlığımın farkına vardım, tek başın kalmıştım.

Araç tekrar durduğunda, kapılar açıldı. Yanımdaki adam aşağı inip, kapıyı tuttuktan sonra inmemi söyledi. Nedense ilk saniyeler beni tedirgin eden araç şu anda en güvenilir yer gibi geliyordu.

“Hadi!”

Dikkatlice aşağı inerken çantama sıkı sıkı sarılmıştım, gözlerim ucu bucağı gözükmeyen bahçeyi tarıyordu. Buradan da kaçmak zorunda kalacak mıydım? Öyle bir durumda muhtemelen bahçenin yarısını bitiremeden enselenirdim, mantıklı hareket etmeye devam etmeliydim. Adamların peşinden ilerledim. Her adımımda karnımda hastalıklı, bomboş bir duygu hissediyordum. Aklım herhangi bir durumda buradan kaçmamı sağlayacak plan için arı gibi çalışıyordu. Ta ki karşıma çıkan büyük kahverengi kapıdan geçene kadar…

İşte o an ne kadar küçük düşündüğümü anladım. Buradan tek başıma kaçmanın imkânsız olduğunu fark ettim, ardından arkamı dönüp koşmayı düşünürken arkamdan gelen kapının sesi içimdeki tüm organları titreterek kapanmıştı. Kaderime boyun eğip adamların peşinden gitmekten başka çarem yoktu. Derin bir nefes alıp duruşumu dikleştirdim. Yüzüme cesur bir ifade takınarak, böyle şeylerin beni korkutamayacağını göstermeye çalışıyorum.

Korkutmamalıydı da…

‘Yaşadığın şeyleri aklına getir Uraz, nefes al, nefes ver. En fazla ne olabilir ki?’

İri cüsseli iki adamın önünde beklediği başka bir kapıya doğru yürüdüğümüzü görünce sesli bir şekilde yutkundum. Kapının önünde durduk.

“Patron içeride mi?”

“İçeride, sizi bekliyor.” diyen kapı görevlisinin sesi anormal derecede kalın geliyord kulağa, peki bu Patron kimdi? Benden ne istiyordu? Beni buraya getiren adamlardan biri kapıyı üç kez çaldı. Tam tamına arasında üç saniye olan üç tıklama…

Kapı açılır açılmaz yüzüme çarpan ağır tütün kokusu öksürmeme neden oldu. Kapıdaki görevliler birbirine bakarken alaycı bir tavırlar dudaklarını kıvırıyorlardı. Bozuntuya vermedim ve kaşlarımı çatarak içeri girdim. Kapının ardında devasa bir oda varı, tam ortasında da maun ağacından bir masa büyük bir yeri işgal ediyordu, masanın ardındaki koltukta konforlu bir biçimde oturduğu her halinden belli olan, elinde purosuyla bir adam oturuyordu.

Patron bu adam olmalıydı.

Adam gözüme yabancı gelmiyordu, muhtemelen yetimhanedeki şerefsizler kadar sert olmalıydı. Yavaşça patronun adamlarını takip etmeye devam ettim, koltuğa belli bir mesafe kala durduklarında, bende durdum. Kalbim ritimleri farklılaşmıştı, odanın kasvetli havası üzerime yapışıyordu. Az önceki dik duruşumdan eser kalmamış, korkusuzluğum Patron’un gölgesinde yok olmuştu.

“Kurt!”

Adamın ağzından çıkan kelimeler mide boşluğuma tam oturan birer yumruk gibi hissettiriyordu, öyle ki bu güne kadar kimseye bana soyadımla hitap etme samimiyetine müsaade etmemiştim, soyadım babamdan kalmaydı ama ben, gözünü kırpmadan hayatımdaki en değerli şeyi yok eden bir adamın soyadını taşımak istemiyordum. On sekiz yaşımı bekliyordum, o gün gelir gelmez soyadımı değiştirecektim ve o gün gelene kadar da soyadımı gizliyordum fakat “patron” bana soyadımla hitap ediyordu.

Damarlarımdaki kan çekilmişti, bu kez içimi nefret dolduruyordu. Karşımda oturan adam rahatlıkla içimdeki fırtınayı görebiliyordu, bu onun haince gülümsemesine neden olmuştu. O anda suratının ortasına bir yumruk atabileceğimi hayal ettim.

“Hoş geldin, KURT!”

Diş etlerim, dudaklarım zonklayan kadar çenemi sıktım, dişlerim kırılsa bu kadar şaşırmazdım. Ağzımda hissettiğim acıyla birlikte adamın söylediklerini duymazdan gelmeye çalıştım, Patronun yüzünde keyifli ve alaycı bir ifade vardı. Sessiz bir hareketle adamlarına dışarı çıkmalarını emretti. Bu emir harfiyen uygulanırken ben de onların odayı terk edişini seyrettim. Kapı kapanır kapanmaz koltuğa doğru döndüm. Patron önündeki iki sandalyeyi işaret ediyordu. Karşı gelmenin sonuçlarını düşünerek dediğini yaptım.

“Kurt!”

Öfkemi kontrol altına almaya çalıştım fakat içimdeki gerginlik ağzımdan bir inlemeyle yerini öfkeye bıraktı, Patron dikkatlice bana bakıyordu.

“Bu şekilde bana seslenme.” dedim. Ses tonumdan nefretim açıkça belliydi. Bu Patron’u şaşırtmalıydı ama o sanki bu tarz konuşmalara alışıkmış gibi, aynı ifadeyle bana bakıyordu.

“Zamanı geldiğinde, bu isim, senin için vazgeçilmez olacak.”

“Öldükten sonra olacaklarla ilgilenmiyorum.” derken istemsizce güldüm, Patronun gözleri kısıktı, “O zaman ölmeden önce yapacaklarını konuşalım.” dedi ve bakışlarıyla oturmamı emretti.

Ağır adımlarla adama doğru yürüdüm. Üstüne oturduğum deri sandalye soğuktu, kim bilir kaç kişi, ölmeden önce bu sandalyede oturmuştu, belki de bu ölümün soğukluğuydu. Gözlerim, önümde duran sehpanın üzerindeki satranç tahtasına takıldı, pahalı gözüküyordu, üzerinde yarım kalan bir oyun vardı. Rakipler akıllıca hamleler yapmıştı. Kim böyle bir oyunu bırakıp gidebilirdi ki?

Ölü biri…

“Oynayabiliyor musun?”

Adamın bu beklenmedik sorusu üzerine bakışlarımı satranç tahtasından adama çevirdim. Gözlerindeki merak dikkatimden kaçmamıştı, bilmiyordu. Demek ki bu adamın da bilmediği bir şeyler vardı.

“Sizinle oynayabilecek kadar iyi olduğumu sanmıyorum.”

Adamın dudakları zevkle kıvrıldı, “Ben bile kendimi yenecek kadar iyi değilim.” dedi. Gözlerim tekrar tahtaya kaydı. Ne yani, kendi kendine mi oynamıştı. Yerinden kalktığını hissettiğimde bakışlarımı tekrar adama çevirdim, ağır hareketlerle karşımdaki boş sandalyeye oturdu. Dirseklerini bacaklarına yaslayarak ellerini çenesine dayadı ve kendini o pozisyona sabitledi. Gözleri satranç tahtasını tarıyordu, bir hamle yapacaktı ve bunu önceden sezebilmek için ben de taşları inceliyordum.

“Hayat düşünmek için kısa, anlık kararların bedeli için çok uzun evlat.”

Uzanıp fili aldı ve çapraz yönde bir karo ilerledi. “Bu yüzden hayat, satranç oyununa benzer.”

Neyden bahsettiğiyle ilgili en ufak bir fikrim yoktu. Ardından oyuna devam etti ve bana yakın olan veziri hareket ettirdi. “Hayatta kalmanı sağlayan insanlar vardır.” deyip bu kez kalesini hareket ettirdi ve filimi avucuna aldı.

“Kazanman için piyonlarla yolunu açarsın.” Avucundaki fili dikkatlice sehpaya koydu.

Satrancın onun için ne kadar önemli olduğu yaptığı titiz ve nazik hareketlerden belliydi, taşları çok muntazam kullanıyordu.

“Onlar ağır işleri yaparlar, sense sadece doğru hamleyi beklersin.”

Şah’ı eline alıp parmaklarının arasında döndürdü. “Satrançta kazanan tek taş ‘Şah’tır’.” deyip şahını bana yaklaştırdı, “Hayatın Şah’ı da tek bir kişidir. Ben!” deyip önümdeki şahı devirdi.

“Şah Mat!”

Oyunu tek başına oynama nedenini duyduğumda ürperdim, tek rakibi kendisiydi ve bu sayede her zaman oyunun sonucu belliydi, fakat unuttuğu bir şey vardı. Oyundaki en güçsüz taş, aslında Şah’tı. Adam rahat bir tavırla arkasına dayandı. Kollarını deri koltuğun kolçaklarına koyup, bacak bacak üstüne attı. Parmakları deride ritim tutarken gerildiğimi hissettim.

Benden ne istiyordu?

“Vezirim olmanı istiyorum.” dediğinde gözüm onun tarafındaki taşa kaydı. En önemli ve en güçlü taş oydu. Çevresinde buna layık birçok adam olduğuna emindim. Beni tanımıyordu. Daha çocuktum, hiçbir şey bilmeyen birinden böyle bir şeyi neden isterdi ki insan?

“Öncelikle piyonlarımdan biri olacaksın.” diyerek ayağa kalktı. “Öğrenmen gereken her şeyi, sana bizzat ben öğreteceğim.” dedikten sonra konforlu koltuğuna oturup pahalı tablasından bir puro çıkardı. “Eğer sana söylenenleri yaparsan…” derken dudaklarına kıstırdığı purosunu yakar yakmaz, odanın içi anında boğucu bir kokuyla kaplanmıştı. Derin bir nefes alıp gözlerini kapatan adam, geriye yaslanıp başını koltuğuna dayadı. Ağzında dolandırdığı dumanı aceleye etmeden dışarı verdi.

“…başımın üzerinde olursun.”

Göz göze gelmiştik, adamın gözlerindeki kıvılcımların nasıl hareket ettiklerini görebiliyordum.

“Eğer istemediğim bir hale dönüşürsen, başından olursun.”

Sesli bir şekilde yutkundum, koltuk altlarımdan akan soğuk ter damlacıklarını hissediyordum; kalbim yerinden çıkacak gibi çarpıyordu.

“Neden ben?”

“Neden sen olmayasın?”

Sorusu kafamı daha da allak bullak etmişti. Purosundan nefes aldıkça benim kafam dumanlanıyordu. Onu tanımıyordum. Onun beni nereden tanıdığını bilmiyordum. Şu anda sığınabileceğim bir yer yoktu, ama burada kalırsam da başıma neler gelebileceğinle ilgili en ufak bir fikrim de yoktu. Düşündüm. Sorularımı direk sorarak öğrenemeyeceğimi anladım. Yaşamam gerekiyordu…

“Sana düşünmen için zaman tanımadım.”

Düşünmeye devam ettim, kaybedecek hiçbir şeyim yoktu, en fazla bir canım vardı elimden alacağı ama beni o batakhaneden kurtarmasının bir sebebi olmalıydı, o yüzden öldürmezdi. Derin bir nefes alıp beklentiyle beni inceleyen adama baktım.

“Kabul.”


 

 

 

Loading...
0%