Yeni Üyelik
2.
Bölüm

Şehadet - Vatan İçin / 2

@tubux2

OLCAY

Kurşunlar yağmur gibi yağar, gecenin karanlığında ışıl ışıl yıldızların üzerine düştüğünü sanırsın. Ortalık o an öyle bir hal alır ki, karnavaldaymış gibi hissedersin. İlk saniyeler ölüm bile geçmez aklının ucundan. Sonra can havliyle kendini bir sipere atarsın. İşte o zaman ölüm korkusu, ölüm acısını bile bastıracak güçte olur. İliklerine kadar işleyen soğuk gibi titretir yüreğini. Yıldızlar düşer, kurşundan yağmurlar yağar yeryüzüne ve sen sadece beklersin. Yağmuru üzerinde hissedeceğin anı...

Çünkü o yağmurda bir tek şehitler ıslanırdı.

Hem Barış’ın ısrarı hem de olası ikinci bir saldırıya karşı birkaç gün karakolda kalmaya karar verdim. Yıldırım aynı yere iki kez düşmezdi belki ama ne karşımızdakiler bir doğa olayıydı ne de biz o kadar şanslıydık. Odanın duvarındaki saate gözüm ilişti. Akşam yemeği vakti gelmişti. Saldırıdan dolayı kopan telefon tellerinin tamiriyle ilgilenen Barış’ın belli ki henüz işi bitmemişti. Sabaha nazaran biraz daha kendilerini toparladıklarına inanmak istediğim askerlerin yanına gitmek için ayağa kalktım. Kapıyı açmamla karşımdaki erin esas duruşa geçmesi bir oldu.

“Onbaşı Tarlacı. Emredin komutanım.”

“Karavana da ne var asker?”

“Şehriye çorbası, taze fasulye, bulgur pilavı, cacık bulunmaktadır komutanım.”

“Rahat,” deyip başımı bir sağa bir sola çevirerek koridoru kontrol ettim. Beklenmedik bir şekilde sakindi. Sanırım herkes çoktan yemekhanenin yolunu tutmuştu. Tekrar heyecan ve gerginlik karışımı bir hisle bana bakan askere başımı çevirdim. “Barış hala karakola dönmedi mi?” diye sorduğumda “Az önce giriş yaptılar komutanım,” diye cevap verdi. Yanıma uğramadığına göre belli ki direk yemekhaneye geçecekti. “Sofra beklemez asker!” diyerek başımla yürümesini işaret ettiğim çocuk esas duruşa geçti.

“Emredersiniz komutanım.”

Hızlı bir şekilde yanımdan ayrılan çocuğun ardından yavaşça merdivenlere doğru ilerledim. Aşağı inerken burnuma dolan fasulyenin kokusu, bir an için kendimi ana ocağında hissetmeme neden oldu. Neredeyse evin yolunu unutmuştum. Beş senedir, acil durumlar dışında tek bir gün bile izin almamıştım ve annemi görmeyeli nereden bakılsa üç yıldan fazla olmuştu. Üstelik çoğu zaman aynı şehirde olmamıza rağmen…

Elleri cennet kokan o kadın, babamın on yedi yaşındayken bana bıraktığı en değerli emanetlerden biriydi ama ben, babamın izinden gidebilmek ve iyi bir asker olabilmek için, onu iki kardeşimle yalnız bırakmıştım. Bu emanete hıyanet sayılır mıydı emin değildim. Çünkü babamın vasiyetinde yazan ilk cümle 'Öncelikle vatanına ve milletine, daha sonra anana ve kardeşlerine sahip çıkacaksın,' idi ve ben 'Önce Vatan' prensibim yüzünden sevdiklerimi geride bırakmayı göze almıştım.

Ben bir bordo bereliydim.

Gerekirse vatan için, aile kavramını unutacak bir asker.

Yemekhanenin kapısına yaklaştığımda duraksadım. İçeride çatal bıçak sesi haricinde neredeyse çıt çıkmıyordu. Belli ki askerler üzerlerindeki ölü toprağını hala atamamışlardı ve bu artık can sıkıcı olmaya başlamıştı. Ağır adımlarla kapıya doğru ilerledim. Yemeğini alan asker kendine bir yer bulmuş, başlamak için benim gelmemi bekliyordu. Herkesin yemeğini aldığına emin olduktan sonra yemekhaneye girdim. Beni görmeleriyle esas duruşa geçen askerlerin aralarından geçerek, masada benim için ayrılan yere doğru ilerledim. Barış, benden önce yerini almıştı ve beni fark etmesiyle yanındaki sandalyeyi rahat oturabilmem için geriye çekti. Milimetrik bir tebessümle teşekkür ettim. O da belli belirsiz başını sallayarak önemli olmadığını söyledi. Yüzümü askerlere doğru çevirdiğimde uzman çavuşlardan birinin gür sesi, yemekhanenin duvarlarını inletti.

“Yemek duası için rahat! Hazır ol! Benden sonra tekrarla!'”

“Allahımıza hamdolsun.

Allahımıza hamdolsun.

Milletimiz var olsun.

Milletimiz var olsun.

Dikkat!”
Uzman çavuş bana doğru döndü. “Komutanım.” Ağzımdan çıkacak iki kelimeyi bekleyen askerlerin üzerinde gözlerimi gezdirdikten sonra “Afiyet olsun!” diye bağırdım. “Sağol!”
“Sizde sağ olun.”

Sandalyelerin yere sürtme sesleri eşliğinde yerime oturdum. Yemekleri incelerken erlerden biri önümdeki bardağa su doldurmaya başladı. Göz ucuyla sürahiyi tutan ellerine baktım. Titriyordu. Sanki en ufak bir hareketimle tüm masa su içinde kalacaktı. Başımı kaldırıp dikkatli bir şekilde askerin yüzünü inceledim. Dünyayı kurtarıyormuş gibi ciddi bir ifadeye bürünmüştü ama benimle göz teması kurmaması, gerginliğini fazlasıyla belli ediyordu.
“Adın ne senin?”

Elindeki sürahi ile esas duruşa geçen asker “Sağol!” dedikten birkaç saniye sonra yaptığı salaklığı fark edip yüzünü buruşturdu. “Hüseyin Ahmet Soylu, Kırklareli. Emredin Komutanım.” Babamın adaşının Trakyalı biri olması, boğazıma ufak bir yumru yerleştirdi. Gülsem mi ağlasam mı bilemezken “Rahat,” dedim. “Memleketini söylemesen de ‘h’ harfini yutmandan senin Trakyalı olduğunu anlardım Hüseyin. Kırklareli'nin neresindensin?” Sorduğum soru karşısında hafifçe dudakları aralanan asker “Düğüncübaşı köyündenim komutanım,” dedi. Başımı anladığı belli edercesine salladım. “Lüleburgaz taraflarındaydı sanırım değil mi?” diye sorduğumda “Evet komutanım,” diyen askerin ilk şoku üzerinden attığı hafifçe sırıtmasından belliydi.

“Bilir misiniz bizim oraları komutanım?”

Barış ve diğer rütbelilerin dikkati bizim üzerimize toplandı. Gergin fısıldaşmalardan anladığım şey, benimle nasıl bu kadar rahat konuşabilmesiydi. Trakya insanı böyleydi işte. Onları geren şey, gereksiz resmiyetti. “Bizim oraları bilirim,” dediğimde gözleri fal taşı gibi açılan askerin daha fazla soru sormasını engellemek için “Git ve yemeğini ye,” dedim. Anında üzerindeki cıvık halden arınıp hazır ola geçti.

“Emredersiniz komutanım!”

Sürahiyi masaya koyarken dikkat çekmeye çalışır gibi boğazını temizleyen Barış'a döndüm. Yüzünde çarpık bir gülümsemeyle çatalını eline aldı. “Sırf hemşerin diye sorduğu soruya cevap verdin değil mi?” Onun tabiriyle soğuk nevale biriydim. Ayrıca fazla otoriter olduğum için askerlerle gereksiz muhabbete girmezdim ama konu memleket olduğunda biraz ayrımcılıktan zarar gelmezdi. Bıyık altından gülümserken çatalımı elime aldım. “Telefon hattını tamir edebildiniz mi?” Sıkıntılı bir şekilde nefesini dışarı veren Barış başını hayır anlamında iki yana salladı. “Düşündüğümden daha çok zarar görmüş. Çalışır hale gelmesi birkaç günümüzü alacak.” Bu kötüydü. Hele de cep telefonlarının bile çekmediği bir bölgedeyseniz, birkaç gün dış dünyayla iletişimsiz kalmanızın iyiye çekilecek hiçbir tarafı yoktu.

“Olcay Komutan Trakyalıymış bea.”

Hüseyin'in fısıltılı konuşması, askerlerin sessizliğinden net bir şekilde duyulmuştu. Dikkatim anında onun oturduğu tarafa kaydı. Gördüğüm manzara karşısında kaşlarım hafifçe çatıldı. Kimse tabağındakilere dokunmamıştı ve dokunacak gibi de görünmüyorlardı. Oturduğum masadakilere göz gezdirdim. Onlarında en az benim kadar ne olduğunu anlamaya çalıştığını fark ettiğimde bakışlarımı devreme kaydırdım. Sıkıntıyla iç çektikten sonra elindeki çatalı bıraktı. İştahı kaçmıştı. Tıpkı diğerleri gibi...

Yemek yememelerinin nedenini şimdi anlıyordum. Hala çatışmanın etkisinden, şehitlerin üzüntüsünden çıkamamışlardı. Her anlamda eskisinden daha güçlü olmaya çalışacaklarına, salak saçma bir kaprisle ruhlarının zayıflığını, bünyelerine de taşıyorlardı. Sivil hayatta bu yaptıkları alkışı hak edebilirdi ama burada yas tutmaları sadece kendilerine değil, vatana da zarar vermek demekti.

Sandalyenin ayaklarını geriye doğru sürterek ayağa kalktım. Masadakilerin dikkatini çekmiştim ama askerler sadece önlerine bakıyorlardı. Zaten yüzüme bakacak cesaretlerinin olmasını beklemiyordum. Sanırım bu askerleri yontmam sandığımdan da uzun sürecekti. İşin kötüsü, kış yaklaşıyordu ve benim fazla vaktim yoktu.

“Yas tutmak insanlar içindir,” dediğimde birkaç askerin kaçamak bakışlarını yakaladım. En azından dinliyorlardı. “Daha birkaç saat önce yedi tane kardeşimizi şehit verdik. Hem de onların kanlarının tek damlasına değmeyecek olan çakallar yüzünden. Yas tutmak istemeniz normal. Hepimiz insanız ama sizin burada bir göreviniz var.” Ellerimi yumruk yapıp masaya dayayarak öne doğru eğildim. “O yedi şehidin acısı yumruk gibi boğazınızda dururken devriyeye de çıkacaksınız, nöbette tutacaksınız, pusuya, intikale, operasyona da katılacaksınız,” deyip yumruklarımı sertçe masaya geçirdim. Birkaç saniyede olsa masadakilerin havalandığına yemin edebilirdim. Askerlerin hepsinin bana baktığına emin olduktan sonra “Yemekte yiyeceksiniz!” diye bağırdım.

“Burada yas tutmayacaksınız. Komando olmak yürek ister. Size bu yüzden komando dendi. Sivilde önünüze çıkan herhangi birine sorun bakalım komando ne demek diye? Korkak, karı gibi kapris yapan asker diye bir tanesi tanımlar mı? Hepsinin gözünde kahramansınız. Bu işin zorluğunu yaşamayan kimse bilmez ama siz ite köpeğe inat yaşayacaksınız lan. Duydunuz mu beni? Her şeye, herkese rağmen yaşayacaksınız.”

Kendimi geriye doğru itip doğruldum. “Şehitlik en büyük mertebe ama şehit olana kadar askersiniz. Komandosunuz. Sizden beklenen her şeyi yerine getirmek zorundasınız. Ölen kardeşlerinizin kanının yerde kalmaması için daha güçlü olacaksınız. Vatanınıza milletinize daha sıkı sarılacaksınız. Size kurşun atanlar anlayacak ki yel, karadan bir şey koparamaz.” Neredeyse nefes bile alma gereği duymadan bağırmış, gırtlağımı sızlatmayı başarmıştım. Yerime oturup yemeğime başlamadan önce askerlere son sözümü söyledim.

“Komutanınız olarak emrediyorum. Yiyin yemeğinizi!”

 

Loading...
0%