Yeni Üyelik
3.
Bölüm

Şehadet - Vatan İçin / 3

@tubux2

OLCAY

 

Savaş ve muharebeler taarruz demekti. Savunma halindeki bir birlik, yenilmeye, yıpratılmaya mahkûmdu. Bu nedenle en iyi savaş yöntemi, düşmanı rahat bırakmamaktı.

‘Ara, bul, yok et!’

Gayrinizamî harpteki tek ilke bize yol gösterecekti. Bunun içinde süratle yapılması gereken şey, içinde bulunulan araziyi, haritaya bile ihtiyaç duymadan kafaya kazımaktı. Gece boyunca Barış’la kafa kafaya vermiş, anlattıklarıyla bölge ve arazinin durumuna göre senaryolar üretmiştik. Dün gecekine benzer bir saldırıyı tekrar yaşamak istemiyorsak, hayal gücümüzü hem kendimiz hem de PKK gibi çalıştırmak zorundaydık. Düşmanı iyi tanımlayamazsak ne gücünü ne de taktiklerini kestirebilirdik. Sonuçta da nasıl örgütlenmemiz, ne şekilde savaşmamız gerektiğini çıkaramazdık.

Gün ışığının ufuklardan sızmasıyla beraber sivil kıyafetlerimi giydim. Her ne kadar devremin anlattıklarıyla karakolun bulunduğu bölge gözümde canlansa da ufak bir keşif turundan zarar gelmezdi. Karakolun önündeki ciplerden birine atlayıp yola koyuldum. Yollar keskin ve dar virajlıydı. Daha gün bile tam ağarmamışken bu yollarda araç kullanmak ustalık gerektiriyordu. Kendime ve şoförlüğüme güveniyordum. Fakat hem yola yoğunlaşıp hem de çevreyi inceleyemezdim. Bu nedenle aracı güvenli bir yere park ettim. Benden önce bu noktaya gelebilecek militan ihtimaline karşı aküyü çıkarıp kolay bulunamayacak bir yere gizledim.
Ekim ayında Hakkâri’de hava, kışın yaklaştığını haber verircesine serin, rüzgârı bir o kadar sert olurdu. Tokat gibi çarpardı adama ve nereden geldiğini kestiremeyeceğiniz kadar da hızlı hareket ederdi. Bunu teğmenken fazla fazla tecrübe etmiştim. Bu nedenle montumun yakalarını kaldırıp, fermuarını boğazıma kadar çektim. Olası bir hastalığın yoluma çıkmasına izin veremezdim. Sıradan biri gibi gözükmek için piyade tüfeği yerine av tüfeğini omzuma astım ve yürümeye başladım. Kısa bir tırmanıştan sonra, Barış’ın bahsettiği, karakoldan ismini alan köy karşıma çıktı. Köyün tamamını görebileceğim bir yükseltide durup etrafı incelemeye başladım. Henüz saat erken olduğu için köyde bir hareketlilik yoktu ama köyün etrafında dolaşan korucular gözümden kaçmamıştı. Bildiğime göre Çukurca bölgesinde hiç kimse korucu olmak istemiyordu. Peki, bu kadar ufak bir köy için bu denli koruma olması normal miydi? Üstelik geçen gece karakolu ateş topuna döndüren PKK, bu köye hiç dokunmamış gibiydi. O zaman bu korucular neyi veya kimi koruyordu?

Bir anda gözetlendiğimi düşünmeme neden olan bir his, kafamın içinde dolanan tilkilerin kuyruklarını geçici olarak birbirine bağladı. Ani bir hareketle arkamı döndüm. O sırada tepedeki kayalıkların arasında saklanıyor izlenimi bırakan bir insan başı gördüğüme yemin edebilirdim. Elim önce silahıma, daha sonra nerede ve kim olduğumu hatırlayarak av tüfeğine gitti. Adamın görüş alanımdan çıkmasını fırsat bilip hızla kendimi kayalıkların arasına, onun göremeyeceği gibi bir yere attım ve beklemeye başladım. Etraf olabildiğine sessizdi. Önce fırtına öncesi sessizlik diye düşündüm. Fakat dakikalar geçmesine rağmen karşı taraftan hiçbir atak gelmedi. Kısa bir an, yanlış görüp görmediğim ile ilgili kendimi sorguladım. Neyse ki, uzaklardan gelen kuru bir öksürük bir kere daha yanılmadığımı kanıtladı. Seri bir şekilde karşımda duran kayaları taradım ve yukarıya en hızlı ulaşacağım ve oradaki kişinin beni fark etmeyeceği bir çıkış yolu aradım. Patikamsı yol yerine, yönümü değiştirerek tamamen farklı bir yerden gizlenerek yukarı tırmandım. Kayalıklar bitip de düzlüğe çıktığımda yaklaşık 10 metre ötemde arkası bana dönük bir delikanlının durduğunu gördüm. Dağınık bir şekilde duran koyunlar ve silah yerine elinde tuttuğu sopa, bu gencin çoban olduğunu gösteriyordu. Tüfeği tutan elim yavaşça gevşedi ama tamamen üzerinden ayrılmadı. Çünkü yaşı kaç olursa olsun, bu bölgede çobanlara güven olmazdı.

“Şu anda gözünün üzerinde olması gereken yer o tarafta değil delikanlı.”

Paniğini belli eden bir hareketle bana döndü. Yüzü mutlak bir korkuyla çarpılmıştı. Belli ki benim orada olmamı beklemiyordu. Taş çatlasın daha on beşindeydi. Zayıf ve kemikli bir yüzü vardı. Sağ gözünün üzerini kapatacak şekilde bir bez bağlamıştı. Kepeneğin altından gözüken kıyafetlerinden yoksul biri olduğu belliydi.

“Gözüne ne oldu?”

Sanki daha önce orada olduğunu fark etmemiş gibi, boşta duran elini bezin üzerinde gezdirdi. Sağlam gözündeki duygu geçişi dikkatimden kaçmadı. Belli ki, gözünü ondan alan olay basit bir şey değildi. “Babam,” deyip sustu. Sanki söylememesi gereken kelimeler ardı ardına dilinde sıralanmıştı ve o son anda bunların dökülmesini engellemişti. Yarasını daha fazla deşmemek için üzerine gitmemeye karar verdim. Benimle göz teması kurmadan sopasından destek alarak ayağa kalktı.

“Askersin değil mi?”

Sesi tek düze çıkmıştı ama kepeneğini düzeltirken yakaladığım kaçamak bakışında merak duygusu had safhadaydı. Tıpkı benimki gibi… Şu anda üzerimde asker olduğunu gösteren hiçbir şey yoktu. Bu yeni yetme çocuk, bunun ayrımını nasıl yapmıştı? “Bilmem öyle miyim?” diye sorduğumda üzerindeki tozu silkerken “Sorumun cevabı bu değil,” dedi.
“Gözlerimin içine bakmadığın sürece, hiçbir soruna cevap vermem.”

Kısa bir an elleri hareket etmeyi kesti. Kafasının içinde söylediklerimi ölçüp tarttığını belli eden hareketsizliği, gözlerimin içine bakmasıyla son buldu. Çimen yeşili gözünde, yaşından beklenmeyecek bir cesaret pırıltısı vardı. Göz temasını kesmeden sorusunu yineledi. Onaylarcasına başımı bir kez salladım. “Adın ne senin?” diye sorduğumda hiç düşünmeden “Emrah,” diye cevap veren çocuk, birkaç saniye duraksadı ve aynı soruyu bana yöneltti. Bu ortamda rütbelerin hiçbir anlamı yoktu. Milimetrik bir tebessüm dudaklarımın kenarına yerleşirken ona doğru yürüdüm. Geri adım atmak yerine tam karşımda dimdik bir şekilde durdu. Bu cesaretinden güç alarak, tokalaşmak için elimi uzattım. “Olcay.” Gözleri refleks olarak uzattığım elime kaydı ama hiç düşünmeden sopayı diğer eline aldı ve güçlü bir şekilde elimi sıktı. Tanıştığımıza memnun olduğumuzu belli edercesine gülümsedik.

“Söyle bakalım asker olduğumu nereden anladın?”

Koyunlarına kısa bir göz gezdiren çocuk, içinden bir şeyler sayar gibi dudaklarını kıpırdattı. Her şeyin yolunda olduğuna emin olduktan sonra tekrar bana döndü ve gözlerimin içine bakarak “Bir tek onların duruşunda asalet ve cesaret aynı anda barınıyor,” dedi. “Ötekilerde ise sadece rezalet…”

Bu cevabı kafamda bir sürü soruyu beraberinde getirmişti. Hepsini sorabilme şansım olmadığı için, tümünü cevaplayacak birkaç soruyu aralarından cımbızla çektim.

“Bu farkı yapacak kadar çok kişiyle mi tanıştın?”

Çok olduğunu belli eden ıslığı ve el hareketini görünce “Nerede?” diye sordum. “Askerleri sadece uzaktan izledim ama ötekileri-“ Duraksadıktan sonra dudaklarını birbirine bastırdı. Belli ki yine söylememesi gereken şeyler dilinin ucundaydı ama bu sefer geri adım atmak gibi bir düşüncem yoktu. “Köyde mi gördün?” Gözünü kaçırdı. Doğru iz üzerinde olduğumu hissediyordum. Dün gece Barış’ın bu köy hakkındaki düşünceleriyle çocuğun ağzındaki baklaları çıkartacağına emindim. “Her çatışma da köyden ateş açılıyor. Her seferinde ateş edenleri, PKK’lılar köyü bastılar da oradan ateş ediyorlar diye düşünüyoruz ama Allah’ın hikmetine bak, bu zamana kadar köyü boydan boya geçip, köyün dışındaki evleri mevzi diye kullanan PKK, içinden geçtiği köyden, korucular dahil hiç kimsenin kılına dokunmuyor-“ Cümlemin yarıda kalmasına neden olan hareket, Emrah’ın tekrar sargılı gözüne dokunmasıydı. Bunu istem dışı yapmış gibiydi. Belli ki bu, basit bir aile olayının dışındaydı. O zaman bu konunun da üzerine gidebilirdim.

“Gözünü senden kim aldı çocuk?”

Buğulanmış gözü benimkilerle buluştu. Gardını düşmüştü. Yakınındaki bir kayanın üzerine çöktü. “Babam.” Titreyen sesiyle başından geçen olayları en başından anlattı. Düşündüğüm gibi PKK’lılar, Kuzey Irak sınırına yakın olduğu için bu köyü üs olarak kullanıyordu ama köyün kurnazları, kendileri dışındakileri saf yerine koyarak, militanları koruyucu gibi göstermişlerdi. Emrah’ın babası köyün ileri gelenlerinden, bu işin başını çekenlerdendi ve sırf oğlunun gözü Türk askeri olmakta olduğu için, gözünü ondan almıştı. Aklı sıra bu şekilde bu tutkusundan vazgeçeceğini düşünüyordu. Oysa bilmiyordu ki yürek neredeyse gerçek vatanseverlikte oradaydı ve Emrah’ın vatana olan tutkusu, çoğu insanın sahip olamayacağı kadar büyüktü.

“Bu konuşma aramızda kalsın Komutanım. Yoksa bu sefer gözümle kalmaz, canımı da alırlar.”
Emrah’ın cümlesi beni gerçek dünyaya döndürdü. Gözlerimin içine yalvarırcasına bakan çocuk için bir şeyler yapmak istedim ama şu an ne yeri ne de zamanıydı. Yollarımızın tekrar kesişeceğini hissediyordum. İşte o zaman, gözlerimin içine bu derece acınası bakan, Emrah değil, onu bu hale getirenler olacaktı. “Bu konuşma aramızda kalacak değil mi Komutanım?” diye sorduğunda bıyık altından gülümseyip göz kırptım.

“Hangi konuşma?”

Tanıştığımız andan beri ilk kez tebessüm eden çocuk oturduğu yerden kalktı ve esas duruşa geçti. “Allah sizleri başımızdan eksik etmesin Komutanım.” Bende onun bu hareketine karşılık hazır ola geçtim ve yanından ayrılmadan önce son sözlerimi söyledim.
“Allah asıl sizleri başımızdan, yüreklerinizden de vatan sevgisini eksik etmesin asker.”
“Sağ ol!”

* * 

Emrah’ın yanından ayrıldıktan sonra bir süre daha köyü ve etrafında devriye gezen sözde koruyucuları izledim. Buraya gönderildiğim görev için hala başla emri verilmediği için sadece etrafı incelemek ve kafamda senaryolar üretmekle yetinmek zorundaydım.

Güneş tepedeki yerini almak üzereydi. Bu yüzden geri dönmek için yola koyuldum. Karakola gidene kadar, Emrah’la konuştuğumuz her şeyi tekrar gözden geçirdim. Vatan hainleriyle ilgili iğne ucu kadar olan bir bilgiyi bile kaçırmak istemiyordum. Karakola giriş yaptığımda ortalığın sakinliği dikkatimi çekti. Kolumdaki saate baktığımda öğle yemeği saati olduğunu gördüm. Kamuflajlarımı giymek için misafirhaneye doğru yürüyordum ki, gözüm nöbet kulesine, daha doğrusu kulenin beş metre önünde, yerde duran tüfeğe takıldı. Olabildiğince sessiz bir şekilde nöbet kulesine doğru yürümeye başladım. Arkası bana dönük olan askerin aynı anda üç farklı ses çıkarabildiğini varsaymazsak, yanında iki arkadaşı daha olmalıydı. Ayağımın altındaki çakıl taşlarına, ses çıkmasın diye benden beklenmeyecek bir naziklikte davranıyordum. Askerlerden biri soğuktan isyan ederken, neden burada askerlik yaptığını sorguluyordu. Diğeri ise yemekhanedeki yemeklerden şikâyet edip bir an önce bu lanet yerden kurtulmak istediğiyle ilgili yakınıyordu. Nöbet tutan asker ise, her yerinin tutulduğundan mustaripti.

Nabzım hızlandı. İçimde aniden kabaran öfke yüzünden parmak uçlarım karıncalanmaya başladı. Tenimin altında sönmeyen bir yangın vardı ve bunu körükleyen tek şey öfke değildi. Parmaklarımı ve boynumu kütleterek bedenimi gevşetmeye, her geçen saniye artan gerginliğimi azaltmaya çalışıyordum ama nafile…

Usulca eğilip yerden tüfeği aldım. Artık görüş alanıma üç askerde girmişti ama onlar hala beni fark etmemişlerdi.

“Bu kimin?”

Gözlerine far tutulmuş tavşan gibi bana bakan üç adam, ilk şoku üzerlerinden attıktan sonra toparlanıp esas duruşa geçtiler. “Olcay Komutanım biz-“ Askerin sesi o kadar yakındı ki, adımı söylemesi azgın alevlere benzin fırlatmak gibiydi. Daha fazla konuşması dönülmez bir yola girmemize neden olacaktı. Bu nedenle boştaki elimi havaya kaldırıp cümlesini yarıda kestim. “Bu tüfek kimin? Bir cümleyi ikinci kez söylemekten nefret ederdim. Çünkü bir şeyi ikiletmek sadece karşı tarafın zaman kazanmak istemesinden kaynaklıydı. Tepki vermemek için mümkün olduğunca hareketsiz durmaya çalışıyordum ama içimdeki yangının biraz daha cevap vermezlerse taşacağını biliyordum.

“Bu tüfek kiminse bir adım öne çıksın!”

Sesim açık havada yankılandı. Üçünün de gözleri elimdeki silaha kaydı. Daha sonra ortada duran, diğerlerine göre daha yapılı olan asker öne çıktı. Gözlerimin içine bakmamak için başını öne eğmişti. Kollarındaki fırfırlardan çavuş olduğunu görmek daha da sinirlenmeme neden oldu. Bir de buradaki askerlere örnek olacaktı…

“Buraya gel!”

Ürkek bir bakıştan sonra bana doğru yürüdü ve üç adım ötemde durdu. Tekrar başını öne eğecekti ki “Seninle konuşurken gözlerimin içine bakacaksın!” diye uyardım. Sert bir şekilde yutkunduktan sonra başını kaldırıp kaçamakta olsa gözlerimin içine baktı. Korktuğu her halinden belliydi. Korkmalıydı da…

“Tüfeğinin yokluğunu ne zaman fark edecektin?”

“Komutanım ben-“ diye açıklamaya başlıyordu ki “Kes!” diye gürledim. Arkamdaki uğultulardan yemekhanedekilerin dışarı döküldüğünü anlıyordum. Gözlerim göğsünün üzerinde yazan soyadına takıldı. Vatansever…

Aramızdaki üç adımlık mesafeyi kapattım. Artık çavuşla burun burunaydım. Göz bebeklerinin titremesinden, hızla alıp verdiği nefese kadar her tepkisini görebiliyordum. “Bir gece önce burada ne oldu koçum?” Sesim sabrımın son noktasında olduğunu belli edercesine çıkmıştı. Sakin olmaya, mümkün olduğunca kendimi kontrol altında tutmaya çalışıyordum. Gözlerim yüzünü tararken “Ça-çatışma Ko-komutanım,” diye cevap verdi. Belli ki sakin gibi duran ses tonum bile onu rahatlatmamıştı. Bunun nedeni yaptığı hatanın farkında olmasıydı. Bunun nedeni bu konuşmanın nereye gideceğini bilmemesinden dolayıydı. Tedirgindi ve bunu sesi fazlasıyla açığa çıkarıyordu. Hafifçe kulağımı ona doğru çevirirken “Duyamadım,” dedim. “Daha yüksek sesle söyle asker!”

“Çatışma Komutanım!”

Gırtlağını parçalarcasına bağırması bu dakikadan sonra hiçbir şey ifade etmiyordu. “Kaç şehit verdik peki?” diye sorduğumda “Yedi Komutanım!” diye cevap verdi. Başımı onaylarcasına salladım. Bu soğukta bile askerin boncuk boncuk terlediğini görüyordum. “Peki tehlike geçti mi Vatansever?”

“Hayır! Geçmedi Komutanım!”

“O zaman,” deyip elimdeki tüfeği gözünün önüne soktum. “Bunun yerde ne işi var?!” Gözleri kısa bir an tüfekte sabitlendi. Tekrar bana kaydığında “Özür dilerim Komutanım,” diye bağırdı. Özür dilerim. Özür dileyince her şeyin çözülebileceğini düşünen çocuklar…
“Sen benden özür dileme Vatansever,” derken işaret parmağımla soyadının üzerine bastırdım. “Sen soyadından özür dile, sen bu adı sana veren anadan, babandan özür dile, sen bu kadar askerin, anne, baba, ağabey, kardeş, amca, dayı gibi akrabalarından özür dile, sen sırf burada askerlik yaptığınız için endişelenen yarım milyon insandan özür dile asker! Benden özür dileme!”
Tükürüklerimi saçarak haykırışım karakolda ölüm sessizliğine neden oldu. Gözleri dolan asker tekrar özür diler gibi oldu ama son anda dudaklarını birbirine bastırdı. Geriye doğru birkaç adım atıp arkamı döndüm. Karakolun yarısı dışarı taşmıştı. Barış’ın endişeyle şekillenmiş yüzü, tam olarak ne olduğunu anlamamış gibiydi. Olabildiğince herkesle göz göze gelmeye çalışırken “Ne zaman çatışma çıkacağını bilemediğiniz gibi, çatışma sırasında hangi eve ateş düşeceğini de bilemezsiniz. Eğer babalarınıza vatan sağ olsun dedirtmek istemiyorsanız, kapıyı açan analarınızın karşısına sizden başka bir askerin dikilmesini istemiyorsanız. Silahlarınızı olur olmaz yerde bırakmayacaksınız!” dedim ve silahın sahibine döndüm.
“Silahın senin namusun. Böyle mi sahip çıkıyorsun Vatansever?!”

Asker yanağından süzülen birkaç damla yaşla başını öne eğdi. O sırada gözlerim nöbet yerinde duran iki askere kaydı ve kafamın içi birkaç dakika önce ağızlarından çıkan cümlelerle dolup taştı. Öfkem boyut atlarken “Barış!” diye kükredim. Çakıl taşlarının çıkardığı sesten devremin yanıma koştuğunu anlıyordum. Ona doğru döndüğümde gözlerinin arkamda kalan askerde olduğunu fark ettim. Yüzündeki ifade bana hak verdiğini gösterse de, gözleri her zamanki gibi acımasını belli ediyordu. Üç adım ötemde durup esas duruşa geçti.
“On beş dakika içinde bütün karakolu tören yerinde istiyorum!”

“Emredersiniz Komutanım.”

Loading...
0%