@tubux2
|
OLCAY On beş dakika… Birazda olsa, yüreğimdeki öfkenin başlattığı yangının soğumasını umduğum, 900 saniye… Kamuflajlarımı giyerken rütbelerimin ve sınıf yaka işaretlerimin solduğunu fark ettim. Botlarım yıpranmış, boya ile idare eder bir görüntü kazanmıştı. Gözümün önünden anlık görüntüler hızlı bir şekilde akıp çekti. Tüm eşyalarımda yaşanmışlıklar vardı; Kerkük, Irak, Suriye’deki savaşın izleri, kazandığımız zaferler, arkadaşlarımın kanları… Onları taşımak benim için onur olsa da Tümen’e döndüğüm an tüm bunları yenilemem gerekiyordu. Bir taburun komutanlığını yapacaksam, öncelikle görünüşümle askerlerime örnek olmalıydım. Cep telefonumun çekip çekmediğini kontrol ederken gözüm saate takıldı. On beş dakikanın dolmasına yedi dakika kalmıştı. Benim için canımdan bile önemli olan birkaç eşyanın üzerine gitti elim. Alışkanlıktan ötürüydü bu hareketim. Cebimde olup olmadıklarını kontrol ettikten sonra tören alanına gitmek için odadan ayrıldım. Hava sabahın aksine o kadar güzeldi ki, pırıl pırıldı. Gökyüzünde en küçük bir leke dahi yoktu. Kapının önünde bekleyen Barış, beni gördüğü gibi esas duruşa geçti. Bordo beremi başıma takarken “Herkes tamam mı?” diye sordum. “Emrettiğiniz gibi komutanım,” Cevabı yüzümü buruşturmama neden olurken “Biz bizeyken aramıza şu rütbe uçurumunu sokma demedim mi sana,” dedim. Onunda bunu istediğini biliyordum ama alışkanlıklar ve zorunluluklar kolay vazgeçilen şeyler değildi. “Emredersiniz-“ diyordu ki cümlesini tamamlamasına sitemli bakışlarım izin vermedi. Burnundan derin bir nefes alırken rahat pozisyona geçti. “Sen gelmeden askerleri haşladım ama hala ne olduğunu tam olarak bilmiyorum.” Kolumdaki saate göz attım. Dört dakikam kalmıştı. Her zaman dakik bir adam olmuştum ve bu özelliğime leke gelsin istemiyordum. Başımla yürümesini işaret ettim. Tören alanına doğru ilerlerken, az önceki yaşananların hızlı bir şekilde üzerinden geçtim. Barış ağzını bıçak açmıyordu ama onunda en az benim kadar öfkelendiğini alnının üzerindeki beliren damardan anlıyordum. “Karakasım Karakolu öğlen içtimasına, 1 Yüzbaşı, 1 Üsteğmen, 1 Teğmen, 1 Astsubay, 2 Uzman Çavuş, 29 Erbaş ve Erle, emir ve görüşlerinize hazırdır Komutanım!” Selam verip “Sağ ol!” dedikten sonra askerlere doğru döndüm. Onlara hitap etmeden önce savaş toplu düzenindeki sıraların arasında dolaşarak hepsinin gözlerinin içine tek tek baktım. Hiçbirinde dışa vuran korku ve ürkeklik işareti yoktu ama durgunluk ve bezginlik hemen fark ediliyordu. Üç kişi hariç… Onlarla diğerlerinden daha uzun süre göz teması kurdum. Akıllarından geçenleri bu sayede okuyabildim. Bu kadar kişinin önünde rezil olacaklarını düşünüyorlardı. Olacaklardı da... Ama yalnızca onlar değil. Bu karakolda nefes alan tüm askerler yaşanan bu olaydan nasibini alacaktı. Çünkü bu karakolda birlikte nefes alıyorlarsa, birlik olmanın ne demek olduğunu öğrenmek zorundalardı. ‘Ben yapmadım’ deyip işin içinden sıyrılmak yerine kendi suçuymuş gibi arkadaşına sahip çıkmalılardı. Gerekirse devrem dediği kişilerin arkasını toplayacak, hata yapmalarını önleyeceklerdi. Birinin hatasının, tümüne kesildiğini anladıkları an, tek vücut olmanın önemini idrak ettikleri an olacaktı. Hepsinin yüzünü net bir şekilde görebileceğim bir yerde durdum. Gözlerim hızlı bir şekilde yüzlerini taradı. Dakikalardır esas duruşta durmanın bıkkınlıkları yüzlerinden okunuyordu. Normalde beni rahatta dinlemelerini isteyecektim ama bu duruşları, öfkemi bir tık daha yükseltmişti. Silkelenip kendilerine gelme zamanları gelmişti. “Siz asker olmayı ne sanıyorsunuz lan?!” Bir grup asker şu anda bir rüyadaymış ve bağırışımla zorla uyandırılmış gibi irkildi. Diğerleri ise tepki vermemek için mümkün olduğunca hareketsiz kalmaya çalışıyorlardı. İçtima sırasından çıt çıkmıyordu. Özellikle yaptıkları hatayı bilen üç kişi başlarını da öne eğmişti. “Elinize silah verildi, nöbet tutturuldu diye kendinizi asker mi sanıyorsunuz?” Ellerimi arkada birleştirip askerlerin önünde volta atmaya başladım. Ufakta olsa korkunun yüreklerine girdiğini kasılan çeneleri belli ediyordu. Beklemedikleri bir anda aniden durup onlara doğru döndüm. Elimle karakolu çepeçevre sarmış gibi duran İki Yaka Dağlarını işaret ettim. “Ne görüyorsunuz?” Askerler göz ucuyla bana baktı. Daha sonra hepsi teker teker bakışlarını gösterdiğim yere çevirdi. “Ne görüyorsunuz lan!” Duruşlarını dikleştiren askerler hep bir ağızdan “İki Yaka Dağları Komutanım!” diye bağırdılar. “Etrafınıza iyi bakın. Neyle çevrili bu karakol?” Bu sefer etrafa bakma gereği duymadan “Dağ Komutanım!” dediler. Tekrar ellerimi belimde birleştirip volta atmaya başladım. “Dağ,” kelimesini arka arkaya tekrarlarken bir yandan da askerlerin sabrını ölçüyordum. “Asker adam, kıyafeti tam, botu boyalı olan, halata tırmanabilen, hızlı koşabilen, nöbeti sağ salim teslim eden, o, bu, şu değildir. Ben bunlara bakmam. Ben asker adamın neyine bakarım biliyor musunuz?” Olduğum yerde durup yumruğumu göstererek “Maçası sıkanına bakarım arkadaşlar. Yanlış olmasın, ona da dağda bakarım ha… Çünkü kimin ne kadar asker olduğu orada belli olur,” dedim. Herkes nefesini tutmuş, ağzımdan çıkacak kelimelerin hangi yıkımı getireceğini bekliyordu. “Aranızda hiç dağa çıkanınız var mı?” Ufak bir fısıldaşma hissettim. Aralarında bazıları ‘Evet’ der gibi oldu. Askeri görevi yaptıkları sikimsonik trackinglerle karşılaştıran toy çocuklara doğru birkaç adım attım. Anında fısıltılar kesildi. “Sırtınızda 40 kilo yükle dağa çıkmaktan bahsediyorum!” Yaşantılar beni o kadar zorluyordu ki, daha fazla sakin kalmaya çalışırsam asker olduğu için gurur duyan ve bu uğurda şehit olan arkadaşlarıma ihanet etmiş gibi hissedecektim. Elimle İki Yaka Dağlarını işaret ederek “3000 küsür rakım vardır orada,” diye bağırdım. “İlk düşmanınızdır o sizin. Savaşamadığınız, gücüne boyun eğmek zorunda kaldığınız ilk düşmanınız!” Dağı düşman belletmem gariplerine gitmiş olacak ki ufak bir merak sessizliği karakola çöktü. Doğa ana ilmek ilmek işletmişti tüm silahlarını. Ona kafa tutmak sadece bir aptalın cesareti olurdu. Ona göğüs germekse zekâ işiydi ve herkeste bulunmazdı. “Önce kavurucu sıcak başlar. Enerjiniz olduğu için umursamazsınız. Yürüdükçe sıcak yerini soğuğa bırakır. Yanarsınız ama bu sefer o sert rüzgârlardan. Bir bardak çayla ısınıp, yürümeye devam etmenin ne demek olduğunu biliyor musunuz?” “Bilmiyoruz Komutanım!” “O sırt çantasının demiri omuriliğinizi deler geçer de ‘Ah!’ diyemezsiniz. Aylarca ananızdan, babanızdan, karınızdan, çocuğunuzdan kısacası evinizden uzak kalırsınız. Rahat yatağınızın hayaliyle bir kayanın üzerinde uyumanın ne demek olduğunu biliyor musunuz?” Özellikle muhteşem üçlünün üzerinde gözlerimi gezdirirken “Buradaki yemeklere laf ediyorsunuz ha?” dedim. “Ananızın yemeklerine benzemediği için askerlik zor öyle mi? Siz hiç konserveyi çakmakla ısıtıp, taşlaşmış ekmekle yemeğe çalıştınız mı lan!” Artık gerginlikleri had safhadaydı. Askerliğin ne demek olduğunu bilmeden yaşayan, birde üzerine buradaki rahat yaşantılarını sorgulayan kişilerin ne hissettikleri zerre kadar umurumda değildi. “Soğuk mu? Üşüyor musunuz yoksa? Aklınızdan ne geçiyor şu anda? Bu işkencenin bir an önce bitmesi mi? Üzerinizi değiştirmeyi mi? Yoksa bunu size yapan adamın anasının elinden öpmeyi mi hayal ediyorsunuz?!” Titremelerine rağmen dik durmaya çalışan birkaç askerin hatırı için Barış’a suyu kapatmasını emrettim. Kısa bir an karakolda duyulan tek ses, birbirine çarpan dişlerdi. O da ciddi ifademle en aza indi. Birçoğunun güçlü durmaya çalıştığını görebiliyordum. Her şeyin anası tecrübeydi ve ustayı tecrübe yaratırdı. Söylediklerimi bu şekilde tecrübe etmeleri acıydı ama daha acılarını yaşarken dimdik ayakta kalabilmeleri için bu tecrübe gerekliydi. “O dağda, bu yağmur komutanınızın emriyle durmaz. Durduğu anda üzerinizi değiştirecek fırsatınız olmaz. Soğuk içinize işler de sesiniz çıkmaz. Anaya, bacıya sövmek yerine gerçek askerin ağzından tek bir kelime düşer dağlara… VATAN SAĞOLSUN!” Son cümlem sanki dağlarda yankılanmıştı. Karakolun üzerine tekrar ölüm sessizliği çöktü. Başımı kaldırıp, sert rüzgârın yırtarcasına dalgalandırdığı bayrağımıza baktım. Kim ne derse desin, önüme ne engel çıkarsa çıksın, sırf bu manzarayı ömrümün sonuna kadar görebilmek için, benden sonraki neslin bu al bayrağın altında güvenle yaşayabilmesi için, vatanımı savunmaya, doğru bildiklerime öğretmeye devam edecektim. Derin bir nefes alıp tekrar bakışlarımı askerlere çevirdim. Fakat titremelerinden önce dikkatimi çeken arkamdaki bir noktaya bakmalarıydı. Nereye baktıklarını görebilmek için başımı omzumun üzerinden geriye doğru çevirdim. Karakola giren iki aracın birinden inen polis özel harekât grubu, arkadaki arabanın etrafını sarmıştı. Bir anda aklıma beliren kişiyle elim kalbimin üzerindeki cepte taşıdığım şeye gitti. Unutmaya yüz tuttuğum bir his, yüreğime saplanıp kaldı. Zihnim benimle oyun oynar gibi, kardeşimi son gördüğüm anı gözlerimin önüne getirdi. Yıllar önceki sesi sanki kulaklarımdaydı. Sızlayan bir vicdan, şu an için ihtiyacım olan en son şeydi. Başımı iki yana sallayarak kendimi gerçekliğe döndürmeye çalıştım. Doğukan, kardeşim, başarılı bir özel harekatçıydı ve ona verilen görevleri az çok biliyordum. Belli ki diğer araçta Polis Özel Harekatların (PÖH) korumasına ihtiyacı olan, önemli biri oturuyordu. Bir devlet büyüğü, vali, kaymakam, başsavcı… Peki, neden hala inmemişti ve ne kadar zamandır bir camın ardından bizi izliyordu. Daha da kritik olanı bir sınır karakolunda bu önemli zatın ne işi vardı? Gergin olan ortam iyice sınırları zorlamaya başlamıştı. Barış araçların olduğu tarafa doğru koşarken uzman çavuşlar hortumları toplamaya başladı. Askerlere bakıp, rahatta beklemelerini söyledikten sonra gelen kişinin kim olduğunu görmek için arkamı döndüm. Garip bir stres karakolun ruhunu ele geçirmişti. Kapı açıldı ama Barış ve bir PÖH’ün konumundan dolayı arabadan inen kişiyi göremedim. O tarafa doğru bir adım attım ama geçici görev yerimin burası olmadığını hatırlayarak olduğum yerde beklemeye başladım. Nihayet iri yarı PÖH, gelen kişiyle aramızdan çekildi ama gördüklerimi idrak etmem birkaç saniyemi aldı. Barış’ın hararetli bir şekilde konuştuğu kişi, bir kadındı. Bu dağların alışık olmadığı kadar resmi ve temiz giyimliydi. Uzun ve ince bir yapısı vardı. Hoş bunu giydiği topuklu ayakkabılar da sağlamış olabilirdi. Koyu kahverengi saçlarını ensesinde sıkı bir topuzla bağlamıştı. Perçemleri gözünün biraz üstünde bitiyordu. Uzun boynundaki fular üzerindeki tek renkli şeydi. Benim olduğum tarafa bakmadığı için yüzünü tam olarak göremiyordum ama makyajını dozunda tuttuğu olduğum yerden bile belliydi. Profili tek kelimeyle kusursuzdu ya da çok uzun zamandır bir kadın görmediğim için bana öyle geliyordu. Konuşması sırasında, beklemediğim bir anda, bakışlarını bana doğru çevirdi. Gözlerimi kaçırmadım. Onu incelediğimi fark edip etmemesi umurumda bile değildi. Gerçi fark etmemesi için salak olması gerekirdi ve şu anda beni delip geçen bakışlarından hiçte salak biri olmadığı sonucu çıkıyordu. Barış’la olan konuşmasını yarıda kesti. Bana doğru sert adımlarla yürümeye başladığında tek kaşım hafifçe havalandı. Bunun nedeni, gözlerini bir saniye bile üzerimden ayırmaması ve yüzündeki hiddetli ifadeydi. Yerdeki taşlardan dolayı, yürüyüşü bir tür çin işkencesi gibiydi. Duyduğum sinir bozucu ses yüzünden yüzümü buruşturdum. Gözleri kısa bir an arkamdaki bir yeri taradı. “Bu ne barbarlık.” Birkaç adım ötemde durdu. “Bu askerlerin hali ne?” Gözleri tekrar benimkilerle buluştu. Bal rengini andıran bir kahvenin tonu olan gözlerindeki öfke, benimkinin yanında hiçbir şeydi. Hiç kimse beni azarlar gibi konuşamazdı. Hele de askerlerimin önünde… “Bir açıklama bekliyorum Kurmay Yüzbaşı Olcay Karahanlı!” Kurmay kelimesini özellikle vurgulamıştı sanki. Hatta bu rütbeyle alay eden bir tınısı vardı. Cevap vermedim. Kendini bile tanıtmadan bana emir veren birine ne cevap verebilirdim ki. Benimle bu şekilde, bu ses tonuyla konuşan kişi, gerekirse devletin en üst düzey yetkililerinden biri olsun, yine de şu anda cevap vermeyecektim. Devlet, otorite ve güç demek olabilirdi. Hiç kimse onun kudretinden şüphe duyacak konumda değildi ama karşımdaki kişi, kiminle, nerede, nasıl konuşması gerektiğini öğrenmek zorundaydı. Bu sınırlar içinde emir vermesi gereken kişi o değil, bendim. “Dilinizi mi yuttunuz?” “Komutanım-“ diyerek aramızdaki gerilim hattına girmeye çalışan Barış’ı elimle susturdum. Gözlerimi önümdeki hırçın bayandan ayırmadan “Dilinizi tutmayı öğrendiğinizde, dilimi yutmadığımı görürsünüz,” deyip hanımefendiyi sonuna imalı bir şekilde ekledim. Hafifçe kaşları çatılırken “Siz bir kadınla, onu geçtim bir başsavcıyla nasıl bu tarz konuşabilirsiniz?” diye sordu. Gerilmişti. Bunu boynundaki fuların gizleyemediği damar fazlasıyla belli ediyordu. Bu hoşuma gitmişti. En azından bir duygumuz karşılıklıydı. Ukala bir tebessüm dudaklarımın kenarına yerleşirken “Kadın olduğunuzu anlamak için Allah göz vermiş ama sanırım siz vahiy gönderdiğini falan sanıyorsunuz,” dedim. Anlamadığını belli edercesine bakınca “Başsavcı olduğunuzu siz söylemeden nasıl anlamamı bekliyorsunuz?” diye sordum. Yaptığı kabalığı fark ettiğini umduğum bayan geçte olsa tokalaşmak için elini uzattı. “Başsavcı Toprak Serindağ.” Uzattığı elini belli belirsiz sıktım. “Benim ismimi söylemem gerek yok sanırım,” dediğimde elini sertçe geri çekti. “Sizin yerinize televizyonlar bu işi halletti.” Televizyon mu? Televizyon ne alaka? diye düşünürken duymayı aklımın ucundan bile geçiremeyeceğim açıklaması kulaklarımı doldu. “İyi ki dün geceki çatışmada şehit olduğunuza inanmayıp, bu kadar yolu kat etmişim. Görüyorum ki sapasağlamsınız.” Söylediği şeyi idrak etmeye çalışırken Barış’la göz göze geldim. Kafası karışmış görünüyordu ama benim gibi şaşkın değildi. Belli ki az önce açıklamaya çalıştığı şey, bu konuyla ilgiliydi. “Fakat askerleriniz ile ilgili aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Pardon Barış Komutan’ın askerleri için. Zira sizin görev yerinizin 44. Dağ ve Komando-“ “Öncelikle,” diyerek elimi havaya kaldırıp daha fazla konuşmasını engelledim. “Bu vatan için savaşan herkes, benim askerimdir,” dedikten sonra az önce duyduğum şeyin doğruluğunu teyit etmek için “Şehit mi?” diye sordum. Hangi aklını kaçırmış şahsiyet benim şehit olduğumu ortaya atmıştı? Hayır bu şerefe nail olacaksam bile bunun duyulacağı en son yer bile değildi televizyon. Biz ölümün gizlisine mahkûm askerlerdik. Aile evine bile asker gönderilmezken bizim şehitliğimizde, nasıl bir haber kanalında adım geçerdi. “Haberiniz yok mu?” diye soran başsavcıya “Var gibi mi duruyor?” diye cevap verdim. Kaşları çatılan kadın hırsla kollarını göğsünün üzerinde bağladı. “Oysaki ben bu işin sizin başınızın altından çıktığına adım gibi emindim. Ne de olsa, Kurmay unvanı alarak bir taburun komutanı olabilecek bir yeteneğiniz-“ Başsavcının anlattıkları artık derin bir kuyunun dibinden geliyor gibiydi. Kafamın içinde birçok ses vardı ama en belirgini çok özlediğim birine, annemin o kadifemsi sesine aitti. Uyarıları, sevgisi, özlemi… Mesleğim gereği ailemle çok fazla iletişime geçmiyor, olanı biteni üstü kapalı bile anlatmıyordum ama bu… Bu durum bir an önce açıklığa kavuşması gereken bir şeydi. Bir ananın oğlunun şehit düştüğü haberini alması kadar acı bir durum yoktu. Hele de bu kadın, daha önce kocasını şehit verdiyse… Neden bana ulaşmamışlardı? Tabi ya! Bu yerde şebeke çekmiyordu ki! “Telefon hatlarını tamir edebildiniz mi?” Barış’ın endişeli gözleri başsavcıdan bana kaydı. “Henüz değil komutanım,” derken bile yanımda duran kadını işaret ediyordu. Gözlerindeki manayı anlıyordum ama şu anda uğraşmam gereken en son şey o manaydı. Bu şartlar altında daha fazla burada kalamazdım. Bir an önce Tümen’e dönüp anneme iyi olduğumu haber vermeli, daha sonrada bu işin aslını ve kimin başının altından çıktığını öğrenmeliydim. Arkamı dönüp misafirhaneye doğru bir adım attım. Fakat ardı gelmedi. Çünkü kolumdaki el daha fazla ilerlememi engelleyeceğini düşünmüştü. Başarmıştı da… Başka bir zaman olsa bu nazik dokunuş beni yavaşlatmaya bile yetmezdi ama öyle bir haldeydim ki, olduğum yere mıhlanıp önce kolumdaki ele daha sonra da sahibi olan başsavcıya baktım. “Havaya mı konuşuyorum ben? Bu nasıl bir saygısızlıktır. Özel kuvvetler askerlerinin daha kibar-“ |
0% |