Yeni Üyelik
6.
Bölüm

Şehadet - Vatan İçin / 6

@tubux2

OLCAY

Çaresizlik, çoğu zaman kör bir kuyu gibiydi. Karanlık ve soğuk… Sizi öyle bir içine çekerdi ki, en dibi görürdünüz. Bilenler bilir, eğer dibe vurduysanız, gideceğiniz tek yer yukarısıdır ama bu kuyuda tırmanmak isterseniz de tutunacak yer bulamazdınız. Elleriniz kanar, canınız acırdı, yine de çaresizlik istemediği sürece tekrar aydınlığa ulaşamazdınız.

Apar topar ayrıldığım karakoldaki kimse, aileme ulaşmam ve iyi olduğumu söylemem kadar önemli değildi. Hatta yolun güvenli olup olmaması bile… Bu hareketimin getirisi eminim ki ağır olacaktı ama şu anda annemin hissettiklerinden daha ağır olamazdı. Bu yaşıma kadar yüreğim vatan sevgisiyle dolup taşmış olabilirdi ama çarpmasını sağlayan şey, annemdi ve şu anda asparagas bir haber yüzünden can verdiği yavrusunun canını aldıklarını düşünüyordu. Bir anneye bu acıyı yaşatmak affedilebilir bir şey değildi. Ciğerlerime doldurduğum öfkeli soluğu sigaramın dumanıyla birlikte bıraktım ve sıkıntılı bakışlarla çevreyi incelemeye koyuldum.

Dağ, dağ, dağ…

Kara Kasım Karakolu ve Tümen arası yaklaşık üç saatti ve ben yolda iki saati doldurmuştum. Bu lanet olasıca dağların arasında şebeke çekmekle çekmemek arasında kalmış gibiydi. Gözüm sürekli telefonda olduğu için şarjım bitmek üzereydi. O kör kuyu, her geçen saniye bana mezar oluyordu. Her zamanki soğukkanlılığımı korumak, içimdeki anlam veremediğim his yüzünden zordu. Çok zor…

Sigara izmaritini aralık olan camdan dışarı fırlattım. İçimi rahatlatmak istercesine iç çekerken gözüm telefonun ekranına kaydı. İki saattir refleks gibi bir şey olmuştu bu hareketim. Gördüğüm tek tiklik şebeke işaretiyle dikkatim uyandı. Bir saniye, yalnızca bir saniye beynimin bana oyun oynadığını düşündüm ama ardından gelen ikinci tik, dualarımın kabul olduğunu kanıtladı. Aracı kullanan askere durmasını emrettim. Acı bir fren sesi, heybetli dağların sessizliğini bozdu. Annemin numarasını çevirip telefonu kulağıma götürdüm. Kalbim yerini hatırlatmak istercesine hızla çarpıyordu. Dikiz aynasından kaçamak bakışlarla beni izleyen askere renk vermemek için olabildiğince tepkisiz kalmaya çalıştım. Bilindik kadının sesi duyulduğunda, ufak bir küfür mırıldandım. Bu telefon şebekesi benimle dalga geçiyor olmalıydı. Çaresizliğin içinde hazan yaprakları gibi savruluşum daha da hızlanmıştı. Moralim bozulmuş bir şekilde telefonu kulağımdan çekerken hattımın hala çektiğini gördüm. O zaman annemin telefonu kapalıydı. Umudun çocuksu mutluluğu belli belirsiz bir tebessümü beraberinde getirdi. Doğukan’ın telefon numarasını tuşladım. Kulağımdaki arama tonuyla nefesimi tutup, kardeşimin çağrıma cevap vermesini bekledim.

Çaldı, çaldı, çaldı.

Açan olmadı. İşte bu iyi değildi. Ne yaşanırsa yaşansın telefonumu cevapsız bırakmayan çocuk, ne olmuştu da çağrımı duymamıştı? İçimdeki his gittikçe kötüleşiyordu. Felaket senaryolarının beynimi ele geçirmesine izin vermeden derin bir nefes aldım ve hazır hat hala çekerken, son bir arama için kız kardeşimin numarasını tuşladım. Tekrar arama tonu kulaklarımı doldurdu. Bu sefer ki, yine cevapsız kalma ihtimalinden dolayı sinir bozucu bir bekleyişti. Zar zor yutkunurken gözlerimi kapattım.

Çaldı, çaldı, çaldı.

Uzun zamandan sonra ilk kez korku, yüreğimdeki tahta doğru ilerliyordu. Telefonu elinden düşürmeyen küçüğüm, hele de benim aramamı gördüğü halde, neden cevap vermiyordu? Sıkıntıyla inledim. Tam telefonun açılacağına dair ümidimi kaybediyordum ki, cılız ama bir o kadar da tanıdık ses “Alo?” dedi. Sesi bağıra bağıra ağladığını belli ediyordu. Vicdanımın tam üzerine bir kurşun sıkıldı sanki. Kız kardeşimin titreyen ses tellerinden öpmeyi dilerken derin bir nefes aldım.

“Aygül’üm.”
Derin bir iç çekişin ardından adım sağır edici bir haykırışa dönüştü. Ağladı, ciğerlerinde nefesi tükenene kadar, iç çeke çeke ağladı. Dilimin ucuna gelen kelimeler, hiç dinlemeyecekmiş gibi duran suçluluk duygusu yüzünden dudaklarımda mühürlendi. Sakinleşmesini beklemekten başka çarem yoktu. Gözlerim küçüğümün intikamını alırcasına acımaya başladı. Seri bir şekilde kirpiklerimi kırpıştırarak beklenen sonu engellemeye çalıştım. Kolay ağlayan bir yapım yoktu; bana göre akan her yaş senden yeri doldurulmayacak bir şey alıp götürürdü. Sırf bu yüzden babamın cenazesinde bile beni zorlayan gözyaşlarıma ‘Akmayacaksınız’ emrini vermiştim. Çünkü birkaç damla yaş yüzünden babamı sonsuza kadar kaybedemezdim. Şu anda da ağlamayacaktım. Gerekirse gözyaşlarımın her biriyle teke tek savaşacaktım, yine de göz pınarlarımdan süzülmesine izin vermeyecektim. Küçüğümün bu sesini, gözyaşlarıma saklayacaktım ve her ölüm aklıma geldiğinde, bu anı hatırlayacaktım.

“Abi! Abim!”

Seslenişleri içimi kor alevlere teslim ederken “Buradayım küçüğüm,” dedim. Mümkün olsa canını yakan en ufak şeyin bile ciğerini söker alırdım da bu durum da elim kolum bağlı kalmıştı. Benim yüzümden bu haldeydi ve sahip olduğum tüm iradeyi son damlasına kadar kullanmaktan başka çarem yoktu. Arka arkaya “Abim” deyişleri, sanki aracın içindeki havayı vakumlamıştı. Cam aralık olmasına rağmen nefes alamıyordum. Kapıyı açarken hareketlenen askere elimle arabada oturmasını işaret ettim. Akşam ayazının dondurucu havası aracın içinde bile içimizi titretirken ben kendimi dışarı atmıştım. Küçüğümün ağlayışını dinlerken ağır adımlarla araçtan uzaklaştım. Gökyüzü, karanlığı yavaş yavaş gözden kaybolan, mor, pembe ve turuncu renklerden oluşmuş bir girdap gibiydi. Gözlerim heybetli dağlarda kulağım küçüğümün hıçkırıklarında sessizce bekledim. Soğuk havayı derin soluklarla içime hapsettim. Bir nebzede olsa vicdanımın başlattığı yangını söndürmeyi diledim ama nafile… Her nefes, her iç çekiş biraz daha harladı ateşi, biraz daha yaktı beni… Bir anda Aygül’ümün hıçkırıkları uzaklaştı ve yerine gergin ve boğuk bir ses geçti. Doğukan’ın sesi…

“Alo?”
Aylar önce duyduğum ses, gardımı düşürmeme neden oldu. Elim kalbimin üzerinde gezindi. Daha doğrusu cebimdeki ondan olan parçada… “Koçum.” Sessizlik telefonun iki ucuna da ele geçirdi. Gelmiş geçmiş en uzun sessizlikti belki de. İkimizde sessizliği doldurma ihtiyacı hissetmedik. Rahatlamıştı. Bunu anlamam için bir şey söylemesine gerek yoktu. Aldığı derin ve yavaş soluklar onu ele veriyordu. Sevgisine emin olduğum kadar, nefretini de yıllar önceki kavgamızda iliklerime kadar hissetmiştim. O günden sonraki her telefon görüşmemiz, hasret değil, kırgınlık barındırıyordu. Öfkesiyle baş edebilirdim ama kalp kırıklığıyla baş etmem imkânsızdı.

Beklemediğim bir anda “Ölmemişsin,” dedi. Yangınıma bir odunda erkek kardeşim attı. Cevap vermek için ağzımı açtım. Kelimeler yine dilimin ucuna hücum etti ama ‘Ölmemişsin’ derken ki ifadesiz ses tonu onları yutmama neden oldu. Derin bir nefes aldım. Hafifçe boğazımı temizleyip “Buna üzülmüş gibisin,” diye cevap verdim onun gibi tepkisiz bir şekilde. Bu sefer sesimi kontrol altında tutmak zorlamamıştı beni. Doğukan’la her konuşmamda bunu yapmamdan mütevellitti sanırım. Sıkıntıyla iç çekti. Bu ses, sessiz kalışlarından daha çok dağlıyordu içimi.

“Ölmüş olmamı mı dilerdin?”

Yaşadığım stresten avuç içlerim terlemeye başladı. ‘Evet’ diyeceğine yine cevap vermemesi için her şeyimi vereceğimi fark ettim. Canımı bile… Ağır ağır soluğunu verdi. Gözlerimi uçsuz bucaksız gibi duran dağların üzerinde dolaştırdım. Bulunduğum konum bakımından tam bir açık hedeftim ama öyle bir azabın içindeydim ki, kör bir kurşunun haricinde beni hiçbir şeyin kurtaramayacağını biliyordum. Belki de o yüzden, şu anda tam da bu noktada…
“Annemi ölümle baş başa bırakmadan önce aramanı dilerdim.”

Düşüncelerimden beni çekip çıkaran ve saniye geçmeden yolun öteki tarafındaki uçurumdan yuvarlayan, Doğukan’ın cümlesiydi. Açık havada olmama rağmen oksijensiz kalmış gibi hissettim. Kamuflaj montumun önünü açtım. Soluk alışverişlerim hala kesik kesikti. Hiçbir işe yaramadığını fark edince gömleğin yaka düğmelerini çözdüm. Stres sadece avuçlarımda kalmamış, tüm vücuduma yayılmıştı. Bu soğuk akşam ayazında buram buram terliyordum. Beynim duyduklarımı inkâr ediyordu. Kalbim ise hiç sakinleşmeyecekmiş gibi hızla atıyordu. Sanki göğsümü parçalayacak ve kendini dışarı atacaktı. “Annem.” Bu sefer sesimi kontrol edememiştim. Sesimin titrediğini fark edince boğazımı temizledim.

“Yaşıyor.”
Hayatımda hiçbir kelime beni şu andaki gibi rahatlatamazdı. Hayatımın kilit noktası ‘Vatan’ olabilirdi ama ailem, hele de annem benim hassas noktamdı. Onu görmesem de sesini duymasam da uzaklarda bir yerde iyi olduğunu bilmek, beni ayakta tutan tek güçtü. Belki de gece gündüz demeden, dilinden eksik etmediği duaları…

“Fakat durumu kritik. Hala yoğun bakımda,” dediğinde ne olduğunu sordum. Sabah şehit olduğum haberini televizyonda gördüğünde fenalaştığını, apar topar hastaneye götürüldüğünde kalp krizi geçirdiğini öğrendiklerini söyledi. Tam zamanında yetiştirdikleri için şu anda nefes alabildiğini ama durumu hala kritik sınırda olduğunu, bu yüzden müşahede altında tutulduğunu…

Tam doktorların annemin yanına girdiklerini söylüyordu ki, Doğukan’ın sesi kesildi. Ayaklarımın bağı çözülmüştü sanki. Belli belirsiz bariyerlere tutundum. Telefonun ekranına baktığımda beni selamlayan şey sadece karanlıktı. Kahrolası telefonun şarjı bitmişti. Bariyerin üzerindeki elim yumruk oldu. Kaybedecek vakit yoktu. Sadece olup bitene anlam vermek için birkaç saniye verdim kendime. Duyduklarımı hazmetmek için su gibi geçen birkaç saniye…
Yumruğumu belli bir ritimle bariyere vurduğumu askerin “Komutanım,” demesiyle fark ettim. Sızlayan yumruğumu bariyerin üzerine belli belirsiz koydum. Başımı sert bir şekilde ona çevirdiğimde irkilen çocuk mümkün olduğunca hareketsiz durmaya çalışıyordu. “Telefonunu ver asker,” dedikten sonra koşar adım üzerine doğru yürüdüm. Bir an kararsız kaldığına yemin edebilirdim. Neyse ki cümlemi tekrarlatmadan, biraz ürkerek cebinden çıkardığı android telefonu bana doğru uzattı. Şimdi telaşının nedenini anlıyordum ama dua etsin ki şu an buna ayıracak zamanım yoktu. Telefonu elime alırken askerin gözlerinin içine baktım.

“Beni mümkün olan en hızlı şekilde Tümen’e ulaştır aslanım.”

“Emredersiniz komutanım.”

Araçtaki yerimi alırken Doğukan’ın numarasını tuşladım. Şebekenin gitmemesi için dua ederek kardeşimin telefonu açmasını bekledim. Tekrar yola çıktık. Açan olmayınca Aygül’ün numarasını tuşladım. Dişlerimi sıkıyor, onun verdiği acıya odaklanarak dikkatimi dağıtmaya, her açılmayan çalış yüzünden yüreğimde oluşan öfkeyi sakinleştirmek için bu acıya odaklanmaya çalışıyordum. Bu aramamda cevapsız kalınca annemle ilgili kötü bir şey olduğunu düşünmeye başladım. Nasıl olduğunu bilmiyordum ama nefesim bir hızlanıyor bir duruyordu. Kaybedecek zamanımın olmadığını kendime bir kez daha hatırlattım. Acil bir durumda bizzat aramam gereken kişinin kim olduğunu da… Bu yüzden Genelkurmay Başkan’ının kişisel numarasını tuşladım. Neyse ki, bir kere gördüğüm numarayı hafızama kazımak gibi bir kabiliyetim vardı ve bu özellik çoğu zaman beni zor durumlardan kurtarırdı. Şu anda olduğu gibi…

Telefonu tam kulağıma götürecektim ki, şebeke gitti. Sıkıntıyla inlerken dikiz aynasından beni izleyen askerle göz göze geldim. Tedirgin olduğu her halinden belliydi. “Yola odaklan asker!” diye bağırdığımda anında gözleri yola çevrildi. Hızımız biraz daha arttı. Kısa bir süre sonra şebeke tek tik halinde geldi ve ben zaman kaybetmeden hazırda beklettiğim numarayı aradım. Telefon çaldı, çaldı, çaldı. Artık bu ses mide bulandırıcı olmaya başlamıştı. Yumruğumu sıkıp sakin olmayı kendime hatırlatarak beklemeye devam ettim.

“Evet?”
Ses tonu öylesine otorite kokuyordu ki, aracın içinde bile esas duruşa geçtiğimi hissettim. “İyi akşamlar Komutanım. Ben Timur. Nasılsınız?” Timur gönderildiğim gizli görevler sırasında kullandığım takma isimdi ve yalnızca bu görevlerden haberi olan kişiler bu ismi bilirdi. Şimdi bir de…

Gözüm dikiz aynasından askerin yüzüne kaydı. Yola o kadar odaklanmıştı ki, az önceki stres yüzünden hiçbir şey duymuyor gibiydi. Umarım.

“Geç kaldın Timur. Bu numara kime ait?”

Bu sorunun gerçek cevabını merak etmediğini bildiğim için “Sağ olun Komutanım. Telefonumun şarjı bitti. Merak etmeyin, konuşma bittikten sonra numaranızı sileceğim efendim,” diye cevap verdim. Burnundan olduğunu düşündüğüm sert bir nefes alan adam “Söyle bakalım, beni askerinden arayacak kadar acil olan konu ne?” diye sordu. Konuyu uzatmanın anlamı yoktu.

“Yıllık iznimi kullanmak istiyorum komutanım.”

“Anlamadım?” Sesi kısa bir an gidip geldi. Şebekeden dolayı benim söylediğimi duyamadığını düşünerek cümlemi tekrarladım. “Onu anladım Timur. Anlamadığım şey, ne zamandan beri tatil yapmak verilen görevlerden daha önemli oldu? Üç günde seni çok mu yıprattılar?”
“Estağfurullah komutanım, tatil ve görevimi kıyaslayamam bile,” deyip kısa ve öz şekilde yaşananlardan dolayı annemin durumunu anlattım. Beni o kadar sessiz dinliyordu ki ara ara telefonun ekranına bakıp şebekenin gidip gitmediğini kontrol ediyordum. “Biliyorsunuz acil durumlar dışında yıllık izinlerini bile kullanmayan biriyim. Verilen görevin daha acil olduğunu da biliyorum ama annemi göremediğim takdirde aklımı tamamen görev-“
“Bir hafta.”

Sert ve otoriter tavrıyla cümlemi yarıda kesti. Benim gibi birini bile ürperten bir ses tonu vardı. “O da böyle bir olay yaşanmasında bizimde payımız olduğu için,” dediğinde derin bir nefes alamadım. Kurduğu cümlenin çıktığı yer hoşuma gitmemişti. Bahsedilen pay, şehit haberlerinin yayınlanmasıyla ilgili olmalıydı ama neden böyle bir girişimde bulunduklarıyla ilgili en ufak bir fikrim yoktu. İşin kötü yanı, yan yana gelmeden sorma şansım da yoktu.

“Ailene geçmiş olsun dileklerimi ilet ve bir hafta sonra taburunun başında ol Timur. Yoksa bu görevden alınırsın.”

“Emredersiniz Komutanım!”

Loading...
0%