@tugba_zeycel
|
MİRALİ VE BİGE Yıllar birbirini kovalamış Aziz ve Hilde'nin 5 çocuğu olmuştu. 2 kız 3 erkek. Oğlanlar delikanlılık çağlarına gelmişlerdi. En büyük oğulları Mirali 18 yaşına gelmişti. Boylu poslu çok yakışıklı bir genç bey olmuştu. Babası ve erkek kardeşleri ile tarlada çalışıp eve destek oluyordu. Mahallede büyük bir saygınlığı vardı. Kimin bir derdi olsa Mirali adaleti ve aklı ile o sorunu çözerdi. Yaşından çok daha olgundu. Ailesine karşı merhametli ve sevecendi. Günlerden bir gün Mirali ve kardeşi Sadık ellerinde çapaları ile tarladan dönüyorlardı. Ağarmaya başlayan gün ışığı yüzlerindeki yorgunluğu meyus bir şekilde ortaya seriyordu. Taşlarla dolu toprak yolda yürüyen iki kardeş tam bir evin önünden geçerken bağrış sesleri duydular. Mirali yorgunluktan düşürdüğü omuzlarını seslerin hiddeti ile dikleştirmişti. Evin kapısına doğru yaklaşıp içeride olanları anlamaya çalıştı. Sadık "Bura Yusuf amcanın evi değil mi?" diye sordu. Mirali başını sallayıp "Evet" dedi. Yusuf hanımı Hatice ile kavga ediyordu. Hatice "Daha ne kadar inat edeceksin bey? Evlilik çağına geldi kız. Hem daha iyisini mi bulacaksın?" Yusuf sesinin dışarıda yankılandığını umursamadan "Sen beni anlamaz mısın hatun? Kızın rızası yok. Yetim yavruya eziyet edemem ben. Her gün şu mevzuyu açma bana. Benim torunum kimi isterse onun ile evlenecek o kadar." Sesler bir anda kesilmişti. Mirali'nin kalbi o kadar hızlı atıyordu ki acaba içeridekiler de onun kalbinin sesini duyuyor muydu diye telaş etmişti. Sadık ve Mirali kapıdan usulca uzaklaştılar ve yürümeye devam ettiler. Sadık "Abi hayırdır yüzün kireç gibi oldu?" Mirali daldığı düşüncelerinden kurtulup "İyiyim bir şey yok." Dedi. "Hatice teyzeye bak sen. Yusuf amca olmasa verecek Bige'yi. Hem de kız istemezken. Nedir kızın bu kadından çektiği." Bige çok küçük yaşta babasını kaybetmişti. Annesi ise Bige'yi dede ve üvey babaanneye bırakıp gitmişti. Başka bir köyde kendine yeni bir hayat kurmuş, çocukları olmuştu. Bige'yi ne arıyor ne de soruyordu. Dedesinden başka destekçisi yoktu. Üvey babaannesi Bige'yi hep hor görmüş, sığıntı muamelesi yapmıştı. Şimdi de kendi akrabası olan bir adama Bige'yi verme derdindeydi. Ama Bige bu duruma asla razı değildi. Evde çıkan kavgaların ardı arkası kesilmiyordu. Hatice her defasında konuyu açıp Yusuf ve Bige'yi darlıyordu. Çabaları boşa çıkınca da öfkesinden deliye dönüp ev ahalisinin burnundan getiriyordu. Bu sefer ki kavgalarına şahitlik eden Mirali derin bir üzüntüye bürünmüştü. Sadık evlerinin büyük ahşap dış kapısını açarken abisinin ne kadar dalgın olduğunu fark etti. Başı önünde kardeşinin açmış olduğu kapıdan içeri giren Mirali'yi annesi karşıladı. Elinde tandırdan yeni çıkarttığı Ayran aşı çorbası ile evlatlarını bahçedeki sofraya buyur etti. Hilde ve Aziz tüm çocuklarını sofrada toplamış afiyet ile yemeklerini yiyorlardı. Demir tabağa değen kaşık sesleri ile gün batmış ve akşam sessizliği köy üzerine düşmüştü. Evin büyük kızları Gül sofrayı toplamış semaverde çayı demlemişti. Ateş böceklerinin çıkarttığı sesler eşliğinde çaylarını içen ailenin dikkati dakikalardır çayı ile bakışan Miralideydi. Aziz elini oğlunun omzuna koyup "Nasılsın oğul?" diye sordu. Çatallaşmış sesi ile "İyiyim baba." Diye cevap verdi. Cevaptan hoşnut olmayan Aziz oğlunun üzerine gitmek istemediği için "Rabbim korusun seni oğul." Diye bir baba duası iliştirdi oğlunun yakasına. Mirali hala omuzunda olan babasının elini alıp öptü. "Amin babam." Dedi. Sadık çayının son yudumunu alıp doldurması için Gül'ün önüne bıraktı ve konuşmaya başladı. "Tarladan geliriken Yusuf emmigilin evinden bağırışlar geliyordu." Dedi. Mirali çatılan kaşları ile kardeşine susması gerektiğini söylerken Sadık çayına şeker atmakla o kadar meşguldü ki uyarıları fark etmiyordu. Hilde "Hayırdır ne bağırışı?" diye sordu. "Hatice teyze Bige'yi evlendirmek istiyor ama Yusuf emminin rızası yok. Bige de istemiyormuş zaten." dedi. Hilde ellerini ağrıyan dizlerinde gezdirip "Şu kadını hiç hazzetmiyorum. Yine olmadık işler peşinde. Rıza olmadan olur heç." Aziz oturduğu yerden doğrulup "Başka evin sırrını gelip burada konuşmak benim aileme yakışıyor mu? Kulağınızı kapatıp geçeceğiniz yerde bir de durup dinlediniz mi? Ne ayıp haller bunlar. Tövbe edin Allaha. Bir daha da benim evimde bu tarz lakırdılar istemem biline." Aziz son sözü söylemişti. Üzerine bir laf etmek kimsenin haddi değildi. İçilen çayın ardından herkes tek tek yataklarına girmişti. Bir kişi hariç. Mirali... Yüreğinde derin dalgalar vardı. Etine çarpan her dalga nefesini kesiyordu. İçini atacak bir yer ararken tahta çerçeveli camlardan içeri süzülen yıldızlar ilişti gözüne. Ne diyordu ayet; Bakara Suresi, 117. Ayet: Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca "OL" der, o da hemen oluverir. Dile o zaman Mirali dedi ve açtı ellerini semaya. Sanki bütün yıldızlar bir anda avuç içlerine sığmıştı. Ayın ışığı öyle nurluydu ki Mirali'nin kalbi hüzünden çok aşk ile dolmuştu. "Ey gönüllerin sahibi Ya Vedud. Şu kırık kalbim senden başka gidecek yer bulamadı. Kapında bir çareyim. Senden başka derman yok bu derde. Senden başka yol yok. Senden istemekten başka çare yok dile. Seviyorum Ya Rab. Bige'yi seviyorum. Yüzünde süzülen yaşı teninden kıskanacak kadar seviyorum. İki gözüm aynı anda bir kere bile bakmadan sevdim onu. Bir gözüm ona heyecan ile bakarken bir diğeri utançtan topraktaki taşları sayar. Bu aciz kulun yar olarak ister Bigesini. Senin gücün yeter bilirim. Yüreğime yara etme bu sevdayı, çiçekler açtır." Duanın vermiş olduğu huzur ile başını yastığa koydu Mirali. İşi artık Rabbine emanetti. En doğru kişiye. Sabah ezanı ile ev halkı uyanmıştı. Namazlar kılınmış kahvaltı sofrasında buluşulmuştu. Aziz her sabah olduğu gibi oğulları ile günün planını yapıyordu. Sadık pür dikkat babasını dinlerken Mirali elindeki lavaş ekmeği ile oynuyordu. Hilde oğlunun durgunluğunu fark edip izlemeye başladı. Neyi vardı oğlunun böyle? Gözlerinde bir pus, kaşlarında mihnet bir hal saklıydı. Ana yüreği dayanamayıp ses etti oğluna. "Evladım neden bir şey yemiyorsun?" Mirali ağır hareketlerle başını kaldırıp annesinin gözlerinin içine baktı. Ne sormuştu anneciği? Hilde oğlunun soruyu anlamadığını fark edip "Gel oğlum hele senle bir işim var." Deyip içeri girdi. Oğlu da arkasından gelmişti. "Buyur anne." "Nedir bu hal oğul?" Mirali derin bir nefes alıp verdikten sonra konuşmaya başladı. "Yok bir şeyim anacım. Gece pek uyku tutmadı." Deyip anasını geçiştirmeye çalıştı. Ama ana yüreği bu. Bir kere şüphe düşmüştü içine. Oğlunun çenesini kaplayan sakalları okşayıp anlına merhamet bezeli bir öpücük kondurdu. Evladının yüzünü uzunca inceleyen Hilde "Hadi oğul git içeri." Dedi. Mirali annesinin bir şeyler anlayıp anlamadığı konusunda paniğe kapılmıştı. Sormak istedi fakat cesaret edemedi. Başını onaylar biçimde sallayıp babası ve Sadığın yanına gitti. Hilde oğlunun bir sevdaya düştüğünden şüpheleniyordu. Ama kanıtı yoktu. Aklında dönen senaryoları susturmak istiyordu ama öyle bangır bangırdardı ki Hilde'nin başka bir şey düşünmesine müsaade etmiyorlardı. Bige'ye mi sevdalıydı bu oğlan? Olur muydu ki öyle bir şey? Aziz oğullarını yanına katıp düştü tarlanın yoluna. Her bir santimi emek ile işli olan babadan kalma tarlası. Emeksiz ekmek yoktu elbet. Aziz bunu iliklerine kadar biliyordu. Evlatlarına da hep bunu işliyordu. "Çalışın, anlınızın teri ile helalinden çalışıp yiyin. Hak yemekten korkun, korkun ki rızkınızın bereketi olsun. Yüce Allah'ın hesaba çekeceği gün yüzünüz ak olsun. Ak yüzünüzle hem bu dünya da hem de ahirette sizlerle övüneyim evlatlarım." Bir arma gibiydi bu sözler evlatlarının yakasında. Tarlada çalışmak ile geçen saatler güneşin batışını getirmişti. Kızıl bir örtü serilmişti gökyüzüne. Mirali ellerine bulaşan toprak kalıntılarını avuç içlerinden sirkelerken gökyüzüne çevirdi bakışlarını. Ne güzel bir sanattı bu. Kim Allahtan daha güzel renk verebilir gökyüzüne? Aziz eve dönme vaktinin geldiğini hatırlattı. Sadık "Baba iznin olursa akşam mahalleden arkadaşlar ile yiyeceğim yemeği." Aziz oğullarını olabildiğince gözünün önünde büyütmeye çalışıyordu. Çocukluğunda savaştan kaçıp gelmişlerdi bu topraklara. 5 kardeşi anne ve babası ile düşmüşlerdi yollara. Çok az bir azıkla yaşayabilecekleri bir yer arıyorlardı. Fazlasıyla yorgun ve açlardı. Anneleri bez torba içerisinde sakladığı buğdayın 3/1'ini ateş üzerinde kaynamakta olan suyun içerisine attı. Pişmesine az kalan buğdayları tahta yardımı ile karıştırırken ortanca oğlu gelip tencereye baktı. "Bu kime yeter ana?" dedi sitemkâr bir şekilde. "Ne edem oğul! Daha kaç gün yol tepeceğimiz bilinmez iken nasıl bütün erzakı pişireyim?" Oğlu annesinin söylediklerine aldırış etmeden torbadan aldığı bir avuç buğdayı pişmiş buğdayların üzerine attı. Yaşlı kadın feveran içerisinde ayağa kalkıp oğlunu ocağın başından uzaklaştırmaya çalıştı. Ama oğlu yapacağını yapmıştı. Büyük oğlu bu durumu fark edip bir hışımla kardeşi ve annesinin yanına geldi. Başını tencereye doğru uzattığında pişmiş buğdayların üzerinde diri taneler halinde duran buğdayları gördü. Günlerdir az bir uyku ve bir avuç yemek ile yaşamanın vermiş olduğu öfke vardı üzerinde. Savaş her yeri yakıp geçmişti. İnsanlar ölüyor ekinler yok oluyordu. Yiyecek bulmak oldukça zordu. 7 kişiye yetecek kadar yemek bulmak ise son derece zordu. "Ne yaptın sen?" gözlerinden fışkıran ateş kardeşine ders verir nitelikteydi. "Kime yetecekti o kadarcık şey." Kardeşler arasındaki kavganın büyümesinden delicesine korkan anneleri aralarına girip "Tamam az daha su eklerim 5 dakikaya pişi verir hepsi. Hadi geçin oturun." dedi. Küçük kardeş yaşının toyluğu ile "Pişer tabi ana ne olacak. Ağabeyimin yersiz telaşı." Tavrı ile ağabeyinin sinirinin daha da artmasını sağlamıştı. Ağabeyi ömrü boyunca pişmanlığını yaşayacağı bir hata yapıp kardeşine tokat atmıştı. "Savaştayız, savaşta. İnsanlar ölüyor. Bizlerinde açlıktan ölmesini mi istiyorsun? Ne zamana bir köy bulacağız da erzak alacağız biliyor musun? Senin bu sorumsuz hareketin yüzünden belki günlerce aç yatacağız." Küçük kardeşin gözlerinden öfkeyle yaşlar süzülmeye başladı. Kan çanağı gözleri, öfkeden sıktığı elleri, kasılan çenesi bir yıkılışın resmiydi adeta. Bu kardeşlerini, bir ananın evladını son görüşüydü. Ayaklarını toprağa mıhlar gibi savaşın tozlu yollarına yürüdü. Arkasında dilhun bir ana, pişmanlıktan kahrolmuş bir kalp bıraktı. Ne kadar engel olmak isteseler de kar etmemişti. Tersi yöne savaşın içine doğru çizmişti hayatını. Yarım kalan bir aile çok şey öğretmişti geride kalanlara. Azizin çıkarttığı ders ise ailesini her daim bir arada tutmaktı. "Tamam oğul abin ile gidin." Dedi. Yalnız kalmasına müsaade etmek istemiyordu. Babasından izin koparan Sadık tarlanın başında yorgun oturan ağabeyinin yanına gitti. Ağabeyini iki gündür efkârlı gören Sadık bir şeyler olduğundan şüpheleniyordu. Usulca ağabeyinin yanına oturup onunla birlikte gökyüzünü izlemeye başladı. Geçen birkaç dakikanın ardından "Ne buluyorsun gökyüzünde anlamıyorum. Bulutlar ve gökyüzü hepsi bu." dedi. Mirali gün ışığına bakmaktan sulanan gözlerini avuç içleri ile silip "Bakmak görmek değildir Sadık. Ben senin göremediğin çok şey görüyorum o gökyüzünde." Gönlümün sesi yankılanıyor kulaklarımda. Bir çınlama düşüyor zihnimin tam ortasına. Kuru toprağa damlayan bir yağmur tanesi gibi. Gökyüzünün maviliğini bölen dumanlı bulutlar, güneşin tüm sıcaklığını emiyor adeta. İnsan derisinde can yakan çatlaklara neden olan o soğuk rüzgâr, işliyor güneşin yokluğunda kemiklere. Ah nasıl bir ahenk bu gök kubbeyi süsleyen? Camlardan içeri dolan koca bir evren. Bulutların her bir kabartısına saklı binlerce silüet. Biraz kızıl, biraz mavi, gözün alabildiğine namütenahi. Her gönlün durak noktası, her dili şiire meyleden zatı-ı şahanesi. Mirali oturduğu yerden kalkıp üzerine yapışan tozlardan ve otlardan kurtulurken Sadık "Akşam yemeği mahallenin çocukları ile yiyeceğiz babam izin verdi." "Benim öyle bir planım yok." "Artık var. Sen gelmezsen bende gidemem." deyip başı ile babasını gösterdi. Mirali de babasının kurallarını biliyordu elbet. Kardeşini yalnız bırakmamak adına tamam dedi. Tarlada kirlenen üstlerine aldırış etmeden yemek için arkadaşlarının evinin bahçesinde buluştular. Sadığın arkadaşı evlerinin arka bahçesinde taş ocakta et yemeği yapmıştı. Yemeklerini yiyen gençler iki katlı evin balkonuna geçmiş çaylarını içiyorlardı. Mirali'nin aklı da gözü de başka yerdeydi. Gözüne ilişen efsunkar ile dilinden bir türkü döküldü. Tıkır da mıkır merdivenden inerken. Yazması boynuma dolanırdı severken. Atma yârim atma beni dağlar ardına. Kimseler yanmasın anam yansın derdime. Yan evin merdivenlerinde oturmuş kızaran yüzünü yazması ile örtmeye çalışan bir Bige vardı. Mirali'ye duyduğu sevgi iliklerine kadar işlenmişti. Aşıkların bakışmasını Sadığın arkadaşlarından birinin şarkının bir bölümü olan "Terzi bağlarında gelsin geçilsin. Kurulsun sofra türlü yemek yensin. Herkes sevdiğini alsın çekilsin" söylemesi ile yerini yaşlı gözler almıştı. İki sevgili birbirlerine kavuşacakları günü dört gözle bekliyordu. Bige'nin babaannesi işleri o kadar zorlaştırıyordu ki. Kavuşma ihtimallerinin önüne bir set daha örüyordu. Bige'yi istemediği bir adamla evlendirme çabaları ne zaman son bulacaktı bilinmez. Ama Mirali ne yapıp edecek o evliliğe engel olacaktı |
0% |