@tugbaaycaaltindas
|
Garajın tavanından eve yapışık olan duvarına oluk oluk kan sızıyordu. Bunca kanın kaynağını bile tahmin etmek istemiyordum. Gözyaşlarım akarken Devin’e baktım. Öylece duvara bakıyordu. Gözleri bomboştu. Korku bile yoktu gözlerinde. Devin’in omzundan tutup onu sarstım. Yavaşça başını bana çevirdi. Gözlerini duvardan çekememişti. Biraz zaman sonra gözleri de gözlerimle buluştu. Sanki ağır çekimde hareket ediyordu. Bu onun gördüğü ilk vahşet değildi. Küçükken abisinin cinnet geçirip bütün ailesini katletmesine ve ardından intihar etmesine şahit olmuştu. Oynamak için yemek masasının altına girmese, şu an o da yanımda olmayacaktı belki de. Şu anda da şok geçiriyordu. Belki o güne tekrar dönmüş belki de hem o gün hem de şu an yaşadıklarını anlamlandırmaya çalışıyordu. “Devin! Ne olursun kendine gel.” “Kendimdeyim.” Dedi duygusuz bir sesle. Duvara tekrar baktı. “O herif yukarıdaydı dimi. Dışarıdan gelen o ses garajın tavanından geliyordu aslında. Dimi?” Yavaşça başımı salladım. Hem içinde bulunduğumuz tehlikeden hem de Devin’den korkuyordum. Yüzünde tek bir mimik bile oynamıyordu. “Yürü yukarı çıkıyoruz. O şerefsize yaptıklarının bedelini ödeteceğim.” “Devin sakin ol. Şu anda mantıklı düşünmüyorsun. Bir yere saklanmamız lazım.” “Ben bir kere saklandım Aden! İstemeden de olsa saklandım. O herif de ailemi öldürdü. Beni ailemin ölümünü izlemeye mahkûm etti. Oyun oynadıklarını sanıp o masanın altından çıktığımda, ben de oynayacağım, dediğimde ne yaptı biliyor musun? Gözlerimin içine bakıp özür diledi ve elindeki bıçağı boynuna sapladı. O zaman küçüktüm ama şimdi değilim. Şimdi saklanamam. Şimdi de arkadaşlarımın ölümünü izleyemem. Arkadaşlarımı öldürmesine izin vermeyeceğim… Ölsem bile!” Yüzünde mimik oynamazken içinde biriken nefretle bağırmıştı. Sesinde de gözlerinde de öfke ve nefretten başka bir duygu yoktu. Onu defalarca sinirli görmüştüm ama hiç böyle görmemiştim. Gözlerindeki kararlılık yapabileceği şeylerin küçük bir zerresini taşıyordu sadece. Gözlerindeki bu bakış içindeki okyanustan bir damlaydı. Bundan emindim. “Hadi gidelim.” Dedim elinden tutarak. “Arkama geç. Ben önden giderim.” Dedi sesindeki duygusuzluk ürpermeme sebep olmuştu. Yavaşça başımı salladım. Garaj kapısından içeri girdiğimizde önümüzdeki ayak izlerini gördük. Devin işaret parmağını dudaklarına götürerek sessiz olmamı emretti. Nefes alırken bile sessiz olmaya çalışıyordum. Merdivenin başına geldiğimizde izlerin iki farklı yöne gitmesi ile durduk. Ya bir seçim yapacaktık ya da ayrılacaktık. Bir seçim yapmayı tercih ederdim. Durduğumuz o kısa anı fırsat bilerek telefonumun ekranına tekrar baktım. Saat 00:30 olmuştu. Telefonum burada da çekmiyordu. Otuz saat gibi geçen otuz dakika yaşamıştık ve yaşadıklarımızın ağırlığı katlanarak devam ediyordu. Acil aramayı başlatıp telefonu kulağıma götürdüm. Sadece cızırtılı bir ses vardı. Telefonum acil hattına bağlanmamıştı. Telefonumdaki uygulamalara bakacakken Devin kolumu dürttü. “Yukarı çıkalım.” Diye fısıldadı. Korkuyla baktım yüzüne. Göreceklerimden o kadar korkuyordum ki. Duvardaki kanın kaynağına gidiyorduk bunu biliyordum. Gitmek istemiyordum ama mecburdum. Devin’in ardından merdivenleri tırmanmaya başladım. Devin bu kadar zaman sonra ilk kez elimi bırakmıştı. Üst kattaki banyo ile Devin’in kaldığı odanın kapıları arasındaki şifonyerin üstündeki beton mumluğu aldı ve bana uzattı. Tekrar elini şifonyere uzatıp kendisi de kristal vazoyu aldı. Vazonun ağzı yere gelecek şekilde baş aşağı çevirdiğinde içindeki çiçekler yere düştü. Koridorun sonundaki kaldığım odaya ilerledik. Hızlı ama sessiz olmaya özen göstermiştik. Elimdeki beton mumluk her adımda daha da ağırlaşıyordu sanki. Kapının önüne geldiğimizde kapının aralık olduğunu görüp durduk. Devin bakışlarını bana çevirdi. Gözlerine bakarken aniden gelen cesaretle başımla onay verdim. Devin aralık olan kapıyı ayağıyla ittirip boşta kalan eliyle duvarı biraz yokladıktan sonra düğmeyi bulup ışığı yaktı. Oda bıraktığımız gibiydi. Yerde gördüğümüz kan damlası kurumaya yüz tutmuştu. Pencere pervazının önünde durduğumuzda korkudan dizlerim titremeye başlamıştı. Devin bana bakıp elini omzuma koydu. Pencereyi açıp aşağıya baktı. “Allah kahretsin.” Bakışları bana döndüğünde gözlerindeki nefret ve öfkenin yerini tiksinme ve üzüntüye bıraktığını ve ardından intikam duygusunun gözlerini nasıl ele geçirdiğini gördüm. Devin dolan gözlerini kapatıp ellerini yüzüne götürdü ve sırtını duvara yaslayıp kendini öylece yere bıraktı. Bir adım atıp yanına geldiğimde Devin sessiz hıçkırıklarıyla ağlıyordu. Yavaşça başımı pencereden dışarı uzatmıştım ama bakışlarımı yere çeviremiyordum. Bir cesaret bakışlarımı yere çevirdiğimde çığlık çığlığa ağlamaya başladım. Garajın karla kaplı soğuk tavanında, baktığım pencerenin tam altında kanlar içinde kalmış sarı saçlarıyla Selis yatıyordu. Kıyafetlerinin her yeri kesiklerle doluydu. Vücudundan sızan kanlar kesiklerin yalnızca kıyafetlerde olmadığını anlatıyordu zaten. Kolları vücuduna yapışık kalacak şekilde dirseklerinden ve bileklerinden gri elektrik bandıyla bantlanmıştı. Bacakları da eklemlerinden yine aynı bantla bantlanmıştı. Gözlerinde ve ağzında da gri elektrik bandı vardı. Vücudu dümdüz dururken yana düşmüş başı şiddetin ve nefretin ne denli büyük olduğunu ortaya koyuyordu. İlk bakışta yana düşmüş gibi duran başının aslında gövdesiyle birleşik olmadığını ve öyle konulduğunu ise durduğu konumun orantısızlığıyla neredeyse aynı saniyelerde anlamıştım. Sadece birkaç saniyelik baktığım o görüntü ömrüm boyunca unutamayacağım bir görüntüydü. Benim çığlık çığlığa ağladığımı duyan Devin hemen eli ile ağzımı kapatıp sessizleşmemi sağlamıştı. Karşımızda nasıl bir canavar olduğunu artık biliyorduk ve yerimizi belli etmek yaptığımız en büyük aptallık olurdu. Devin gördüklerinin etkisinden hızla çıkmıştı gözleri akan göz yaşlarına rağmen kararlılıkla ve nefretle bakıyordu. “Aşağı inelim. Kilere bakmalıyız.” “Devin… Saklanalım ne olursun.” “Olmaz. Sen gelmeyeceksen ben kendim gideceğim.” “Hayır. Beni tek bırakma ne olur. Sen de gitme.” “Aden. Özün ve Lara hâlâ yaşıyor olabilir. Onları yalnız bırakamayız.” Haklıydı. Kendimi düşünmek bencillikti. Kısa bir an durup başımı salladım. Hızlı ve sessiz adımlarla odadan çıkıp merdivenlerden indik. Bütün odaların ışıkları açıktı. Mutfağa girip hemen sağımda duran kiler kapısında durdum. Anahtarı çıkarmıştım ama açmaya elim gitmiyordu. “Hadi Aden.” Kafamı sallayıp anahtarı deliğe soktum ve çevirip açtım. Şalter attığında ışık açık olduğu için içerisi aydınlıktı. Devin kilere girerken anahtarı çoktan cebime atmış ve etrafa bakınıyordum. Etrafta bir hareketlilik ve ses olmadığına kanaat getirince Devin’in yanına, kilere, girdim. Devin kilerin sonundaki demir kapağa bakıyordu. Kapağın tutma girintisinde kanlı bir peçete parçası vardı. İkimiz de çok iyi biliyorduk ki bu kapak şu anda açıktı. Halıyı daha önceden kaldırdığım için kapak öncesinde mi açıktı yoksa biz garaja gittikten sonra mı açıldı bilmiyorduk. Tedirginlikle Devin’e baktım. “Polisi aramalıyız.” Dedi fısıltıyla. “Çekmiyor. Defalarca acil araması yaptım ama hat yok.” “Buraya da bakalım. Sonra kendimize bir yer bulalım.” Devin sonunda dediğime gelmişti. Bir yere saklanmalıydık. Bizimle birlikte evin içinde olan birisi vardı ve hiç karşılaşmamıştık. Ya biz onu görmüyorduk ama o bizim nerede olduğumuzu biliyordu ya da bizden henüz haberi yoktu. Devin üstündeki kazağın kolunu parmak uçlarına kadar çekti ve elini kapağın tutma girintisine uzattı. Ne demişti, kızlardan birine bir şey olursa evdeki her şey bir delil sayılır, öyle de oldu. Artık bu evdeki her şey bir delil. Kapağı açtığında yüzümüze uçuşan sineklerle ikimiz de geriye kaçtık. Devin telefonunun flaşını açıp kapaktan aşağı tuttuğunda aynı anda başımızı uzatıp ışık hüzmesinin aydınlattığı yere baktık. Görünürde bir şey yoktu. Devin flaşın yönünü değiştirdikçe içimizdeki korku da artıyordu. İçimiz rahatlayacağına daha da korkuyorduk çünkü evde arkadaşlarımızı kaçırıp öldüren, evi çok iyi bilen ve resmen hayalet gibi dolaşan biri vardı. Görünür bir düşmanı hayalete tercih ederdik. Neyle karşı karşıya olduğumuzu bilmiyorduk. Bildiğimiz tek şey bize yaşattığı korku ve gördüğümüz caniliğiydi. Işık hüzmesinin vurduğu yerde saniyelik bir parıltı fark ettiğimde Devin’in koluna dokundum. “Gördün mü?” “Neyi?” “Az önce flaşı tuttuğun yerde bir şey vardı.” “Nerede?” “Biraz daha sağa tut flaşı.” Devin yavaşça flaşın yönünü değiştirmeye başladı. Işığın aydınlattığı vücut ise üstündeki siyah deri parçalardan anladığımız üzere Özün’e aitti. Bir müddet olduğumuz yerde bizden 2-3 metre aşağıda duran bedene baktık. Kımıldasın, hareket etsin, debelensin istedik. Olmadı. Aşağı inen merdivenin dibinde hareketsizce yatıyordu. Kıyafetleri oraya atılmamışçasına düzgün ve temizdi. Selis’ten sonra onu böyle görmek… Elleri vücudunun önünden ve bileklerinden, gri elektrik bandı ile sıkıca bantlanmıştı. Sıkı olduğunu nereden mi anladım? Çünkü bant öyle sıkmış ki bileklerini, elleri bilek ekleminden parmak ucuna kadar mosmordu. Özün eğer yaşıyorsa bile elleri çoktan kangren olmuştu ve büyük ihtimalle hastaneye yetiştirsek bile kesilirdi. Dirsek ekleminin hemen üstünden kolları bedenine aynı bantla sabitlenmişti. Ayakları bağlanmamıştı ve kan içindeydi. Ayak ucuna baktığımda gördüğüm izler çektiği acının, uğradığı işkencenin kanıtıydı. İçimizden debelensin, çırpınsın, bir kez de olsa hareket etsin diye geçiriyorduk. Halbuki bu izler dakikalarca burada çırpındığını bize gösteriyordu. Nedenini anlamak zor değildi. Başına geçirilmiş bir poşet ve poşetin boynunda duran ağız kısmında yine gri elektrik bandı vardı. Onu öyle görmek benim de nefesimi kesmişti. Sanki birisi boğazımı sıkıyor gibiydi. Gözlerimden yaşlar akıyordu ama ne soluk alabiliyor ne de verebiliyordum. Aldığım nefes hakkım değilmiş gibi hissediyordum. Devin de benden farksız değildi. Kapağı açık bırakarak kilerden çıktığımızda o sesi yine işitmiştim. Bu kez Devin de duymuştu. “Devin.” “Gel benimle” diyerek kolumdan tutup beni banyoya sürükledi Devin. Telefonunu çıkarıp sesini kıstı. Çekmiyordu zaten lanet olası telefon. Nasıl çekmiyor, neden şimdi çekmiyor anlayamıyordum. Telefonuna bir şeyler yazıp ekranı bana çevirdi. -Sen de telefonunun sesini kıs. Başımı salladım hafifçe. Nefes almak bile gürültüydü sanki. Duyduğumuz ses daha da netken birden kesildi. Telefonumu çıkarıp ekrana baktım. Saat 00:38’ti. Hemen telefonumu sessize aldım. -Artık buradan konuşacağız. -Neden? -Çünkü havalandırma var burada. Sesleri daha net duyar. Gözlerim kocaman olmuş kalp atışlarım hızlanmıştı. Şaşkınlık ve korkuyla Devin’e baktım. Bana bakıyordu. Gülümsedi. Gözlerinden geçen düşünce neydi bilmiyorum ama bundan keyif aldığı belliydi. Bu ise beni daha çok korkutuyordu. Zihnime yine birçok düşünce üşüştü. Doğru kişinin yanında mıyım yoksa bütün bunlar… Hayır böyle düşünmemeliyim. Bu evi bu kadar iyi tanıyan başka kim olabilir peki? Doré? Onun bunları yapma ihtimali var mı? Şu an gözümde herkes şüpheli ve ben kendimi hiç ama hiç güvende hissetmiyorum. Devin’in telefonunun ekranını bana çevirmesiyle ekranda yazanı okudum. -Tabii biz de onu duyacağız. Senin sayende. Neden güldüğünü anlamıştım. Bu düşünceler aklına nereden geliyordu bilmiyordum. Ama işimize yarıyordu. Arkasını dönüp kapıyı kilitleyeceği sırada adım sesleri duymamızla olduğumuz yerde kaldık. Nefeslerimizi tutmuş gözlerimizi bile kırpmıyorduk. Devinle göz göze geldik. Elimden tuttu. Ve başıyla bana ‘hadi’ dedi. Yapabilirdim. O herifin nerede olduğunu anlayabilirdim. Gözlerimi kapattım. Devin’in ellerinden sıkı sıkı tutuyordum. Ayak sesleri bir yaklaşıyor bir uzaklaşıyordu. Sanki havalandırma boşluğunun önünden geçiyordu sürekli. Dijital saatin ayarlanması gibi bir ses duydum. Her ne yaptıysa artık hazırdı sanki. Hani şu filmlerde bombaların üstüne konulan sayacın zamanlamasını başlattıklarında önce iki kısa ‘bip’ sesi ve ardından tik taklar başlar ya, onu andırdı duyduğum ses. Hemen zihnimi toplayıp adım seslerinin nereden geldiğini anlamaya çalıştım. Gıcırtıyla açılan bir kapı sesi. Birisi merdiven iniyor. Ama bu ses üstten geliyor. İki katlı bir evde nasıl olur da üst katta birisi merdiven inebilir. Bunu yapması için sesin yanımdan gelmesi gerekir. Çünkü içinde bulunduğumuz banyo merdivenin hemen yanında bulunuyor. Aynı gıcırtılı ses tekrarladı. Bu kez ses daha boğuk geliyordu. Ama o tik tak sesi, hani kulağa iki metalin birbirine vurması gibi gelen o ses çok netti. Adım seslerine odağımı verdim. Odamın olduğu taraftan geliyordu ses. Kapı açıldı. Bu kapının sesini çok iyi biliyordum. Evdeki tek eski kapı Doré’nin odasının içinde bulunan giyinme odasının akordeon kapısıydı. Yan yana çakılmış üçlü uzun ensiz tahta parçaların dört tanesi birbirlerine ikisi üstte ikisi altta olmak üzere toplam dört menteşe ile tutturulmuştu. Bu kadar fazla ses çıkarmasının sebebi de buydu. Menteşeler paslı, tahtalar en ufak darbeyle ufalanabilecek kadar eskimişlerdi. Bu kişi her kimse Doré’nin odasındaydı. Tabii bizimle oyuncak gibi oynayan, bu canilikleri yapan kişi Doré değilse. Sesler kesildi. Odanın kapısı açılmadı. Yine birdenbire ortadan kayboldu. Gözlerimi açtım. Şu tik tak sesi iyice sinirimi bozmaya başlamıştı. Saat sesi gibi bir artıp bir azalan tınısı yoktu. Ya dijital bir sayaçtı bu ya da bir metronom. Tekrar adım seslerini duyduğumda korkumun içime nasıl işlediğini hissediyordum. Gözlerimi açtım. Devin bana bakıyordu. Elimi bırakıp telefonunu cebinden çıkardı. Biraz sonra bana çevirdi. -Nerede? -Doré’nin odasında. -Emin misin? -Evet. Pantolonunun cebinden çakı çıkardı. Banyodaki dolabın kapağını açıp saç kurutma makinesini aldı. Bıçağı kablonun makineye eklendiği yere koydu ve tek seferde anlık bir sesle kesti. Öyle kısa bir sesti ki duyup duymadığımdan bile emin olamamıştım. -Ben Doré’nin odasına gidiyorum. -Hayır Devin gidemezsin. -Buna bir son vermeliyiz. Adım sesleri yeniden başladı. Parmağımla yukarıyı gösterdim. Yürüyordu odanın içinde. Artık ses yapmak umurunda değildi sanki. Bir şeyleri yere fırlattı. Ardından o gıcırtılı ses yeniden duyuldu. Merdiven çıktı. Adım sesleri sanki dibimden geliyordu. Bu sesleri Devin de duyuyordu artık. -Havalandırma nerede bitiyor? -Doré’nin odasındaki banyoda Tabii ya. Doré’nin odasındaki banyo giyinme odasının içindeydi. Bu kişi her kimse Banyoya girip çıkıyordu. Eğer dün gece duyduğum seslerin çatıdan geldiğini düşündüysem Doré’nin odasındaki banyo tavanındaki kapaktan çatıya çıkmış olması en büyük olasılıktı. Ama Doré’nin odasının kapısını ne olur ne olmaz diye kızlar gelmeden önce kilitlemiştim. -Lara’ya bakmak için evi gezdiğinde Doré’nin odasına da baktın mı? -Evet. -Kapı açık mıydı? -Evet açıktı. -Ben siz gelmeden önce odanın kapısını kilitlemiştim. -Hemen yukarı çıkmalıyım. Orada saklanıyor. -Orada değil çatıda. Devin okuduğu şeyle kaşlarını çattı. Her şey yavaş yavaş anlamlanmaya başlamıştı. Eğer yanılmıyorsam nasıl bize görünmeden her yerde olduğunu anlayabilirdik. Doré’nin odasının bir camı garaj tarafında diğeri ise evin ön taraftaki girişine bakıyordu. Camının hemen altında bulunan geniş sundurma ile eve girip çıkmak çok da zor değildi. Evdeki güvenlik alarmı yalnızca evin dışından gelen darbeler sonucu çalıyordu. Alarm çalmadığına göre ya alarmı devre dışı bırakmıştı ya da içeriden birisi ona girebileceği bir cam ya da kapı açmıştı. İkinci olasılığı düşünmek kanımı dondurmuştu. Sakin olmalıydım. Devin banyoya girdiğimizde sessizce paspasın üstüne koyduğu vazoyu tekrar eline alıp bana uzattı. -Yukarı çıkıyorum. Her ne duyarsan duy ne düşünürsen düşün buradan çıkmayacaksın. Tamam mı? Söz ver bana. -Söz. -Kız kardeş sözü. -Kız kardeş sözü… Gözyaşlarım akmaya başladı. Telefonu çevirip yazmaya başladı. Gözünden bir damla yaş aktı ekrana. Telefonun ekranını hızla pantolonuna silip yazmaya devam etti. -Seni seviyorum. Hayatımın en güzel günlerini seninle yaşadım. Bana hep anlayışla davrandın. Teşekkür ederim kız kardeşim. Avaz avaz ağlamak istiyordum ama yapamıyordum. Göz yaşlarım bir bir dökülürken Devin bana sımsıkı sarıldı. Belki de bir daha birbirimizi göremeyecektik. Belki de bu son sarılışımızdı. Kollarını benden çektiğinde elinde tuttuğu telefonu bana uzattı. Diğer elindeki kablonun açık ucunu eline doladı. Düşündüğü şeyi biliyordum. Yavaşça kapıyı açıp dışarı süzüldü. Kapıyı kapatmadan önce son kez bana baktı. Gitmişti ve ben onu durduramamıştım. Gözündeki kararlılık beni olduğum yere çivilemiş elimi kolumu bağlamıştı.
Saat: 00:44 Paspasın üstüne oturup beklemeye başladım. Devin merdivenlerden çıktı önce sessizce. Ardından koridorda yürüdü ve durdu. Belli ki odanın önüne gelmişti. Nefesimi tutup beklemeye başladım. Küçük bir tıkırtı duydum ve adım sesleri uzaklaşmaya başladı. Odanın içinde yürüyor olmalıydı. Bahçeden içeri girdiğinde ayakkabılarını çıkarmamıştı. Bu nedenle Devin’in adımlarını duymak kolaydı benim için. Adım seslerinin iyice uzaklaştığını duyduğumda dikkatimi başka bir ses çekti. Bu ses Devin’in adımlarını bir anlık bastırmıştı. Biri merdivenden iniyordu çok sessiz olmaya çalışıyordu ki başarılıydı. Yalnızca ilk iki adımını çok net duymuştum. Daha önceki merdiven inme sesini hatırlamasam ne olduğunu anlamazdım bile. Olamaz! Devin’in yanına gidiyor. Çatıdan banyoya iniyor. Ben bu yüzden duydum onu. Hızla ayağa kalmıştım. Bir elimde beton mumluk diğerinde kristal vazo. Kapıyı açmak için uzandığımda Devin’in bana verdirdiği söz aklıma geldi. Ne olursa olsun buradan çıkmayacağıma söz vermiştim. Hem de kız kardeş sözü verdirmişti bana. Bu demek oluyordu ki bu sözü bozamazdım. Bozmamalıydım… Duyduğum sesle olduğum yere çöktüm. Bu Devin’in çığlığıydı. Elimden hiçbir şey gelmiyordu. Devin’i yakalamış olmalıydı. Ne yapacağımı ne düşüneceğimi bilemez haldeydim. Burada durmak, Devin’e yardım edememek beni delirtiyordu. Ahşap zeminde yürüyen adım sesleri yakınlaşmaya başladı. Banyoya geri girmişti. Adımları kendinden çok emindi. Artık gürültü yapmak umurunda değildi. Merdivenlerden çıktı ve bir şeyi banyonun zeminine attı. Ne olduğunu anlamak güçtü ama metal bir şey olduğu kesindi. Yere düşmesiyle çıkardığı o çınlayan metalin sesi tüylerimi ürpertmişti. Telefonumu çıkardım çekmesi için yalvarıyordum ama gördüğüm sonuçla içimdeki tek umut da sönmüştü. Kapı kilitleme sesi ile olduğum banyodan dışarı çıktım. Merdivenlerden çıkmaya başladım. Deli gibi korkuyordum. Ecelime yürüdüğümü biliyordum ama Devin’i orada bırakamazdım. Buna imkân yoktu. Kapıya yaklaşmıştım. İçeriden gelen sesler kanımı dondurmuştu. İçeride birisi vardı daha önce duyduğum bir sesti bu konuşan kişinin sesi. Ama önceden duyduğum tonda değildi. Neler olduğunu anlamakta güçlük çekiyordum. Kapının önüne gelip eğilerek gözümü kapı deliğine yaklaştırdım. Devin tam önümdeydi yüzü bana dönüktü. Ağzı gri elektrik bandıyla bantlanmış kolları arkasına doğru çekilmişti. Büyük ihtimalle elleri vücudunun arkasında bağlanmıştı. Aramızda bir kişi daha vardı. Siyah pantolon siyah deri postal ayakkabısı siyah kapşonlu deri ceketi ve elindeki siyah deri eldivenleri ile hakkında hiçbir fikir yürütememiştim. Sadece bu vücut tipini tanıdığımı hissediyordum. Karşımda sırtı dönük duran bu vücut çok tanıdıktı. Hayalet gibi dolaşan bu siyah giyimli kişi dizlerinin üstüne çöküp Devin’i görmemi engelledi. Sırtı hâlâ bana dönüktü ve benim burada olduğumun farkında değildi. Hiç acele etmeden Devin’in yönünü oturduğu yerde bana göre yan kalacak şekilde değiştirdi ve bir bacağını yana doğru ayırdı. Ayak bileğini camın yanındaki koltuğun duvar tarafındaki bacağına bantladı. Yine o gri elektrik bandı ile yaptı bunu. Sonra da diğer bacağını koltuğun benim tarafımda kalan ön bacağına bantladı. Devin’in yüzünü yandan görebiliyordum. Aramızdaki o siyah silüet ayağa kalkıp sağa ilerledi. Elinde bir çanta ile geri döndü ve çantayı tutan parmaklarını açıp olduğu yere bıraktı. Kesinlikle artık ses çıkarıp çıkarmamak umurunda değildi. Sanki şov yapıyordu birisine. Sanki birisine beğendirmekti işi. Çantaya eğilip içinden bir şey çıkardı. Elinde tuttuğu baltayı görmemle olduğum yerde biraz geriledim. Elimde tuttuğum kristal vazo büyük bir gürültüyle yere düşmüştü. İçeriden gelen o boğuk çığlık ile yere düşen vazoyu alıp koşmaya başladım. Hızla merdivenlerden indim ve koridorun sonundaki mutfağa gidip masanın sonunda duran bıçaklıktan eriştiğim ilk bıçağı elime aldım. Vazoyu masaya bırakmış beton mumluğu ise sıkı sıkıya tutuyordum. Derin bir nefes alıp mutfaktan çıkarak hızla merdivenin önünden geçtim ve banyonun yanındaki küçük koridordan evin dış kapısına ulaştım. Kapıyı açmak için elimi topuza uzattığımda duyduğum gürültüyle bakışlarımı sundurmanın yanına çevirdim. Doré’nin odasının camından bahçeye atmıştı Devin’i. Göğsü yukarıda, bağlı olan elleri ve ayakları aşağıya sarkmış, yerde kanlar içinde öylece duruyordu. Dizleri parçalanmıştı. Bacaklarının bazı bölgelerinde, sokak lambalarının ışığı vurdukça, etleri arasından kemikleri görünüyordu. Bedeninden sızan kanlar yerdeki karları kırmızıya boyarken bedeninin tam ortasında gökyüzüne yükselen sivri uçlu kazığı gördüğümde attığım çığlıkla olduğum yere yığıldım. Doré’nin odasının kapısının kilidinin açılma sesi ile kendime geldiğimde delirmişçesine etrafa koşturuyordum. Ani bir kararla oturma odasına girip koltuğun arkasına saklandım. Elimde tuttuğum bıçağı daha sıkı kavradım. Diğer elimle tuttuğum beton mumluğu ise yere bıraktım. Arkadaşlarıma caniliği yapanın sonu benim elimden olacaktı. Ne pahasına olursa olsun onu öldürecektim. Telefonumun cebimde titremesi ile hızla elimi cebime götürdüm ve telefonumu açtım. Doré mesaj atmıştı. Tam açmıştım ki telefonumun şarjı bitti. Ekranda son gördüğüm şey ise saatti.
Saat 00:50 Koltuğun arkasına pısmış merdivenden inen ayak seslerini dinliyordum. Kapının önünde durdu. Koridorun açık olan ışığını kapattı. İçimden bildiğim bütün duaları okumaya başladım. O ise konuşmaya. Aksanı vardı konuşan kişinin ve sesi çok tanıdık geliyordu kulağıma. “Hadi ama. Hepsi kendi ayaklarıyla geldiler bana. Beni uğraştırma sen de gel.” Gevrek bir gülüş attı. Bu ton, bu tını çok tanıdıktı. Sanki tanıdığım biri sesini değiştirerek konuşuyor gibiydi. Olduğum yere daha da sindim. Ona kendi ayağımla gitmeyecektim. O bana gelecekti ve ben de işini bitirecektim. “Aden gerçekten yoruldum. Arkadaşların kolay lokma değillerdi beni yordular. Aralarındaki en zayıf halka sensin. Senin sonun da onlardan farklı olmayacak. Boşuna uğraşma.” Sesi gittikçe uzaklaşırken adım sesleri de kaybolmaya başlamıştı. Mutfağa doğru gitti. Çekmeceleri karıştırıyordu. Tek tek dolapların kapaklarını açıp kapattı ardından mutfağın ışığını söndürdü. Ellerini ahşap masanın üstüne koymuş parmaklarıyla ritim tutuyordu. Nefret ediyordum bu ritmik seslerden. Zamanım daralıyor gibi hissettiriyorlardı bana. Birden büyük bir gürültüyle pek çok şeyin yere düştüğünü duydum. Masanın üstündeki her şey şu an yerde olmalıydı. Kısa bir sessizlikten sonra masaya bir şey koydu. Büyük bir özenle yerleştirdi. Koyduğu şey her ne ise onun için önemli olmalıydı. O sesi duyduğumda kesinlikle masanın üstüne ne koyduğunu anlamıştım. Metronom… “Bak senin için sayacımı da başlattım. Bu sayaç ben ne zaman istersem o zaman durur.” Dedi nefesini vererek. Karşımda kesinlikle bir kaçık vardı bundan eminim ama hangi kaçık metronomu bir sayaç gibi görürdü ki? Metronomun o ritmik sesi beyin hücrelerimi uyuşturuyordu sanki. “Madem zamanımız var konuşalım mı biraz? Arkadaşlarınla da kısa bir konuşma yaptım merak etme. Sadece sen bilmeyeceksin bu anlattıklarımı. Diğerlerine de anlattım.” Adımlarını kapının önünden geçip banyoya doğru ilerletti. Hızla banyonun kapısını açtığında kapı kulpunun duvara vurmasının evde yankılanan sesiyle olduğum yerde sıçradım. “Küçükken piyano çalardım. Her dersten önce bu metronomu piyanonun üstüne koyardı babam. Ben ne zaman istersem süren o zaman biter derdi. O yüzden bu metronomu çok severim.” Kısa bir sessizlikten sonra devam etti. “Metronomun ne olduğunu biliyorsun değil mi?.. Ritim sayacı. Ritim tutmaya yarıyor. Görevi bu.” Sesi misafir odasından geliyordu. “Ve biliyor musun? Arkadaşların bu metronom ile çok güzel şarkılar söylediler.” Bu cümleleri sarfederken gülümsemiş olmalıydı. Sesinde keyif vardı. Söyledikleri kanımı dondurmuştu. O kadar korkuyordum ve o kadar öfkeliydim ki gözlerimden artık yaş bile akmaz olmuştu. Ama içim kan ağlıyordu. Koltuğun arkasından kapıya doğru baktığımda Mutfak camından süzülen hareket halinde bir ışık gördüm. Sanki araba farı gibiydi. Çok kısa bir an sürmüştü ama içim umutla dolmuştu. Pes etmeyecektim. Kendimi ona kurban gibi sunmayacaktım. “Ama sen hepsinden güzel söylersin. Ne de olsa artık rahatsız edeceğimiz kimse yok etrafta… Bence sen Carmen’i güzel söylersin. Hoş güzel çığlık atıyorsun sana başka bir opera parçası mı bulsam?” Resmen zihninden geçenlerle keyif alıyordu. Bu hayatı tiyatro falan mı sanıyordu ya da bir oyun? Söylediği sözlerin mantıksızlığı ve iğrençliği bir yana bunları söylerken sesindeki o arzu ve haz beni daha da dehşete düşürüyordu. Ayaklarımın üstünde çömelmiş bir şekilde durmaktan ayak bileklerim ve dizlerim ağrımaya başlamıştı. Sesinin hala misafir odasından geldiğini anladığımda olduğum yerde yavaşça ayağa kalktım. Arkamdaki camın ardından içeri düşen ışıkla olduğum yere yeniden çömelip dikkatle ışık hüzmesinin geldiği yöne baktım. Az önce araba farı olduğunu düşündüğüm ışık hüzmesi sahiden de araba farıydı. Arabanın ne rengini ne de modelini anlayamamıştım ama araba karşı kaldırıma park edip farlarını kapatmıştı. Açılıp kapanan bir kapı sesi de duymamıştım bu da demek oluyordu ki şoför her kimse arabanın içindeydi. Adım sesleri koridora yeniden çıkmış bu kez garajın demir kapısını aralamıştı. Tek bakmadığı oda bu odaydı. Yani sıra buradaydı ve bendeydi. Alnımda biriken soğuk terleri bıçağı tuttuğum elimin tersi ile sildim. Korkuyordum. Dışarıdaki o arabanın şoförüne kendimi göstersem yardım istesem… Nasıl yapacağım? Nasıl başaracağım bunu? Yapamam zaten bir tek buraya bakmamışken beni eliyle koymuş gibi bulacakken kendimi daha da açık edemem. “Aden! Gerçekten sıkılmaya başladım. Olduğun yerden çık da işimi bitireyim. Saat bir olmak üzere. Seninle daha çok vakit geçirmek istiyorum. Zamanımızı burada harcamayalım.” Ses kapıdan geliyordu. Düşüncelerimle boğuşurken geldiğini bile fark etmemiştim. Olduğum yere adeta sindim. Yer yarılsın ben de içine gireyim istiyordum. Bir arkadaşım kilerin bodrumunda birisi garajın tavanında bir diğeri bahçedeydi. Lara nerede hâlâ bilmiyordum ve bir de ben vardım işte. Buradaydım. Yer yarılmıyor ben de içine girmiyordum. Adımlar odanın içinde dolanmaya başladı. Üstünde plak çaların bulunduğu fiskosun önünde durdu. Bir anda çalmaya başlayan müzik ile ağzımdan ufak bir çığlık kaçtı. Yapıp yapabileceğim en büyük hatayı da yapmıştım. Ona kendimi açık etmiştim. Adımları cama doğru giderken ben de eş zamanlı olarak yönümü değiştiriyordum. Arkamdan değil ne yapacaksa gözlerime bakarak yapmalıydı. Hepsini arkalarından gafil avlamıştı ama bana bunu yapamayacaktı. İzin vermeyecektim. Camın önünde durdu. Yansımasından onu artık görebiliyordum ama yüzünü görememiştim, ışık vuruyordu. Dışarıdaki arabayı fark etmemişti bu işime gelirdi. Elimdeki mumluğu cama fırlatacak kırılan cam sesiyle arabadaki kişinin dikkatini çekecektim. Umarım bunu yapabilirdim. Arkası bana dönükken bıçağı sırtına da saplayabilirdim. Ama cesaret edemiyordum yerimden çıkmaya. Bunu yapamıyordum. Başıyla omzunun üstünden geri baktı. Hızla olduğum yere tekrar sindim. Adım adım yaklaşıyordu. Bense geri geri gidiyordum. Adımları koltuğun yanında durduğunda bana baktığını çok iyi biliyordum. *** Insagram >> tugbaycaltindas |
0% |