21. Bölüm

20. Bölüm – HANGİ GEZEGEN?

Tuğba Ayça Altındaş
tugbaaycaaltindas


***
Merhaba sevgili okurlarım. Bu güzel bölümü okurken tebessümlerinizi saklayamayacağınızı düşünüyorum. Öyle ki bu bölümde incelik göreceğiz. Minik anların, ufacık düşüncelerin hayatımızı nasıl değiştirdiğini ve o ufacık düşüncelerin içimizdeki okyanusun minicik bir damlası olduğunu anlayacağız.
Umarım hayatta karşınıza hep ince düşünceli ve içindeki o duygu selini minicik düşünceli davranışa sığdırabilen insanlar çıkar. Ve umarım siz de o insanlardan birisinizdir… <3
Oy ve satır arası yorumları unutmayalım kıymetli okurlarım :)
Bölüm Şarkısı:
Çağan Şengül – 22
Çağan Şengül – Yokmuş Sevenim Senden Önce
(21. Bölümdeki masalın devamı bu bölümde :) Kıymetli okurlarım 21. bölüme şöyle bir göz atıp ardından bu bölümü okumanızı tavsiye ederim <3 )
Şimdi karanlık ve sessiz bir yere geçip dünyayı sessize alın ve bölüm şarkısını başlatıp Meri ve Iraz'ın dünyasına doğru yola çıkın...
***
Keyifli okumalar dilerim <3

***Iraz’ın Ağzından***
Sorduğum soru ile kalkıp oturmuştu. Onun bu ani hareketiyle ben de vücudum ona dönük, oturur pozisyona geldim. Gözleri şaşkınlıkla büyüdüğünde irileşen göz bebeklerinden kendimi görebiliyordum. Yanakları kızarmaya başladığında beni yanlış anladığını fark ettim. Kendimi tutamayıp gülmeye başladığımda anlamaz bakışları yüzümde gezindi.
“Bence beni yanlış anladın.” Dedim yüzümü ona yaklaştırırken.
“Yanağından öpmek istemiştim.” diye fısıldadım ve önüne düşen saçını kulağının arkasına attım.
Bakışlarını kaçırıp başını yere eğdi. Gözlerini kapatmış dudağını ısırıyordu. Kucağındaki elini ise yumruk yapmıştı. Elimi çenesine koyup bana bakmasını sağladım.
“Çekme o güzel gözlerini gözlerimden.”
Biraz daha yaklaştırdım yüzümü ve dudağıyla yanağının arasına bir öpücük kondurdum. Hep o mu beni gamzemden öpecekti? Bir kez de ben onu gülüşünden, olmayan gamzesinden öpmeliydim. Onun gülüşünü her gördüğümde, gülümseme çizgilerindeki güllerinden öpmek istiyordum. Sanki orası bir çiçek bahçesiydi. Gülümsediğinde bir sürü nadide çiçeklerle doluyordu o gülümseme çizgisi. Her güldüğünde kalbimin kırlarda koşma isteği de bundandı.
Kondurduğum öpücükten sonra yavaşça geri çekilip kumlara uzanmıştım. Onun yanımda olması yetmiyordu sanki bana. Meri’yi fiziken de kalbime koyup onu orada, hissettiğim bütün duygularla sarıp sarmalamak istiyordum. Meri’nin öpücüğümün etkisiyle öylece oturduğunu fark edince bakışlarımı gökyüzünden ayırmadan kolundan tutup kendime çektim ve yanıma uzanmasını sağladım. Bir kolum onun boynunun altındaydı, diğer kolumu da kendi başımın altına koymuştum. Yıldızlara bakıyordum. Ama görmüyordum. Zihnim de kalbim de ruhum da onunla dolup taşıyordu. Sessizliği bozan kişi Meri oldu.
“Iraz… Geçen bana anlattığın masal vardı ya. Tekrar anlatır mısın? Sonunu hatırlamıyorum...”
Seslenişiyle yüzümü ona dönmüştüm. Bu cümleleri kurarken gözlerini bir an bile bana çevirmemişti. Yanakları hala kırmızıydı. Sesi ise tedirgin. Onun kadar ben de tedirgindim. Onu incitmekten, hislerini zedelemekten çok korkuyordum. Ona sarılırken, elini tutarken dahi özenle ve yerinde olmasına dikkat ediyordum. Onun kalbini sevdiğimi ve tek istediğimin, beni kalbine alması olduğunu bilmesini istiyordum. Aklına başka bir şey gelmesini istemiyordum. Çünkü günümüz sevgileri o kadar sığ ve maddeseldi ki, yersiz ve zamansız en ufak hareketimde kendini o maddesel sevgiyle kıyaslamasından korkuyordum. Benim için bir tek onun ruhu, kalbi ve hisleri var. Ben onun o güzel kalbini, düşünceli hallerini ve dingin bir bahar rüzgârı gibi olan ruhunu seviyorum. Tebessümle yüzümü tekrar gökyüzüne çevirdim.
“Hatırlamazsın tabii. Öyle güzel uyudun ki… Sonuna kadar anlattım masalı, seni izlerken.”
“Peki…şimdi de anlatır mısın?”
“Nereye kadar hatırlıyorsun?”
“Kendini tanımayan çocuk prensesi iskelede kitap okurken görmüş ve yanına gitmişti. Prensesin biraz uzağına oturmuştu. Prenses de ona gülümsemişti.”
“Evet…doğru. O zaman anlatayım mı devamını?”
Heyecanla bütün vücudunu bana döndü. Onun hareketlenmesi ile ben de başımı ona doğru çevirdim. O çocuk gözleriyle gülerek baktı bana. Hevesle başını salladı.
“Evet, anlat hadi. Sonra ne olmuş?”
Tam bir çocuktu. Yalnızca benim yanımda çocuktu. Sizin hiç sadece size çocuk olan bir sevgiliniz oldu mu? Size kendinizi lunaparktaymış gibi hissettiren, uçsuz bucaksız kırlarda özgürce koşmanızı isteyen, elma şekeri kadar tatlı, pamuk şekeri kadar hafif ve yumuşak bir sevgiliniz oldu mu? Eğer olduysa çok şanslısınız, onu da kendinizi de üzmeyin. Olmadıysa, elbet bir gün siz de o doğru kişiyi bulacaksınız, bulduğunuzda onu kaybetmeyin.
“O zaman dinle bakalım.” Bakışlarımı gökyüzüne çevirdim kocaman gülerken.
Meri bana böylesi dikkatli bakarken az önce baktığım yıldızlar da yok oluvermişlerdi. Gökyüzü, gözümde yalnızca Meri ile olan anılarımın gezindiği bir boşluktu şimdi… Telefonda, Meri bu kadar yakınımda değilken, bu sözde masalı anlatmak sahiden de çok kolaydı.
“Kendini tanımayan çocuk iskelede oturup kitabını okuyan prensesin biraz uzağına oturmuş. Prenses başını kaldırıp gülümsemiş çocuğa. Çocuk cebindeki paketli kurabiyelerden birisini prensese uzatmış. Prenses kocaman bir gülümsemeyle uzattığı kurabiyeyi almış ve ‘bu kurabiyeleri annem yapıyor’, demiş kendini bilmeyen çocuk karşısındaki yerine tekrar oturduğunda... Kendini bilmeyen çocuk o kadar şaşırmış ki elinde tuttuğu diğer kurabiye, iskele tahtalarının arasından suya düşmüş. Prenses kendini tanımayan çocuğu yanına çağırmış. Elindeki kurabiyeyi ikiye bölüp bir yarısını çocuğa vermiş, diğer yarısını da kendisi yemiş. Okuduğu kitaptan, en sevdiği şeylerden bahsetmiş kendini tanımayan çocuğa... Kendini tanımayan çocuk prensesi dinledikçe, prensesin ışığı daha da artıyormuş. Prenses konuştukça sesi rengarenk rüzgarlar estiriyormuş. Tıpkı kimselere hissettirmeden esen bir bahar rüzgârı gibiymiş sesi. Kendini tanımayan çocuğun kalbindeki kelebeklerin uçmasını ve zihninde çiçek açmış düşüncelerinin yapraklarını birer ikişer savurmasını sağlıyormuş bu rüzgâr. Gün batıp gökyüzünde yıldızlar belirene kadar konuşmuş prenses. Kendini tanımayan çocuk ise onu dinlemiş sadece.”
Artık Meri’nin bana bakmasına alışmış olmalıydım. Beni izliyor gibi hissetmiyordum. Duraksadığım bir an başımı çevirip baktım. Kendimi gülümserken buldum… Uyumuştu... O kadar masum ve öylesine huzurluydu ki yüzü. Ellerinden biri kalbinin üstündeydi. Hafifçe üstüne doğru eğildim ve katlayıp yanına koyduğu şalı üstüne örttüm. Masalın sonunu yine öğrenemeyecekti. Bir kez daha anlatabilirdim. Defalarca anlatabilirdim ona… Şimdi uyumuş olsa da o günkü gibi sonuna kadar anlatacaktım bu masalı. Vücudumu Meri’ye döndürdüm yavaşça. Yüzünün her bir zerresini ezberlercesine dikkatle ve tebessümle bakarken devam ettim anlatmaya.
“Yıldızlar gökyüzünde iyice belirginleştiğinde prenses bir yıldızı göstermiş kendini tanımayan çocuğa. ‘Şu kırmızı parlak olanı görüyor musun? Hani turuncu gibi duruyor biraz. O bir gezegen aslında, ama yıldız gibi, ne kadar güzel parlıyor değil mi?’ demiş. Bir cesaret fısıltıyla sormuş kendini tanımayan çocuk; ‘Hangi gezegen?’ Prenses kendini tanımayan çocuğa dönmüş yüzünü… Gözlerinin en içine bakmış uzun bir süre. Sonra cevap vermiş kendini tanımayan çocuğa; ‘Mars… Benim ismimin anlamı da Mars biliyor musun?’ demiş.”
Elimle Meri’nin yanağına dokundum. Hâlâ sıcacıktı yanakları ama pembeliği yavaşça geçiyordu. Yüzüne düşen birkaç tel saçını dikkatle yüzünden çektim. Tam o an derin bir nefes aldı ve önce kolumdaki başını, ardından bana dönük vücudunu daha da yaklaştırdı vücuduma. Başı göğsümdeydi artık. Ne yapacağımı bilmez halde bir müddet nefes almadan Meri’ye baktım. Kesinlikle uyanık değildi ve bilinç dışı bir eylemdi bu yaptığı. Yıllarca düşünsem Meri’yi yanımda, hatta göğsümde uyurken izleyeceğim aklımın ucundan dahi geçmezdi… Esen rüzgâr ile bacaklarındaki şalın ucu uçuşarak kıvrılmış Meri ise bana daha da sokulmuştu. Tebessüm ettim. Onu hep olumsuz duygulardan korumuştum. Şimdi ise, esen rüzgârın serinliğinden sığınmıştı bana ve ben onun için bir rüzgarlık olmaktan çok memnundum. Bacağına örttüğü şalı düzelttim ve kolumu Meri’ye sararken saçlarına kokulu bir öpücük bırakıp masalı anlatmaya devam ettim.
“Kendini tanımayan çocuk yine bir cesaretle ve çekinerek sormuş prensese, aslında çok da heyecanlıymış; ‘Adın ne peki?’ Prenses kocaman gülümsemiş kendini tanımayan çocuğa ve gökyüzüne bakarak ‘Adım Meri.’ demiş. Sonra bakışlarını yine kendini tanımayan çocuğa çevirmiş… ‘Biliyor musun, senin gözlerinde yıldızlar var.’ demiş. Gözlerini hiç kırpmamış kendini tanımayan çocuğun gözlerine bakarken. ‘Senin adın ne?’ diye sormuş prenses merakla. ‘Iraz’ demiş kendini tanımayan çocuk. ‘Ne kadar farklı… Anlamı ne?’ diye sormuş prenses heyecanla. ‘Uzak demek.’ demiş kendini tanımayan çocuk. Prenses gökyüzüne bakmış önce. Biraz sonra dönüp kendini tanımayan çocuğa bir adım yaklaşmış ve gözlerine bakmış gülümseyerek. Biraz zaman geçmiş prenses nihayet konuşmuş; ‘Aynı yıldızlar gibi…’ sesi neşe doluymuş. Bakışlarını tekrar gökyüzüne çevirmiş. ‘Ama yıldızlar senin gözlerine düşmüşler.’ demiş fısıltıyla yıldızlara bakarken.”

Evet, bu bizim tanışma hikayemiz. Meri’nin beni unuttuğu ama benim Meri’yi unutamadığım o gün. Hayatıma dokunduğu o gün. Neşesiyle, anlayışıyla ve endişesiyle hayatıma renk kattığı o gün… Hayatıma ilk kez o gün girmişti. Kafelerinden kurabiye almış sahilde beni bekleyen ailemin yanına gidiyordum. Kapının önünde düşmüş bir çocuğun yanında diz çökmüş ve ben onu fark etmediğim için ona çarpıp yere düşmüştüm. Yere düştüğümde gözlerim ağlayan küçük bir çocuğun dizlerini temizleyen o güzeller güzeli kıza takılmıştı. Endişeyle bana bakıp özür diliyordu. Bense düştüğümün bile farkında değildim. Günlerce onu aramış kafeye sık sık gittiğini fark etmiştim. Birkaç defa sahilde köpeğiyle oynarken görmüştüm. Bir gün de iskelede kitap okurken. Onunla tanışmayı çok istiyordum. Sonrası ise masaldaki gibi. Kendini tanımayan bir çocukken, korkarak attığım bir adımın sonucu şu an kollarımda uyuyor. Ve ben bu işin buralara geleceğini hiç düşünmemiştim. Yalnızca… Yalnızca onu bütün kalbimle uzaktan sevmiştim.
Cebimden telefonumu çıkarıp Nefes’i aradım. Birkaç çalıştan sonra açtı.
“Alo Nefes. Neredesiniz?” dedim fısıldayarak.
“Sahilde yürüyoruz. Neden fısıldıyorsun? Bir şey mi oldu?”
“Meri uyuyakaldı.” dedim. Yüzümde oluşan tebessümü engelleyememiştim ve bu sesime de yansımıştı.
“Bizim kız uyumuş yine.” dedi gülerek Nefes. Umay’a kısa bir bilgilendirmeydi bu tekrar cümlesi. Gülerek devam etti sözlerine.
“Meri’nin huyudur o. Gece fazla sahilde kalınca uyuyor. Hava çarpıyor herhalde.”
“Anladım.” Dedim. Sesim sert çıkmıştı çünkü kıskanmıştım. Çok saçma olduğunu bilsem de o an Meri’yi deli gibi kıskanmıştım. Onun bu masum halini başkasının görmüş olması, onu buradan evine… Neyse bu ihtimali daha fazla düşünmek istemiyorum. Kendime gelmek için başımı eğdim ve Meri’nin saçlarının kokusunu içime çektim derince.
“Siz yakındaysanız kafenin malzemelerini verebilir misiniz? Sonra da birlikte kızları bırakırız.”
“Biz uzağız biraz. Siz bıraksanız daha iyi olur. Çakmak ve Meri’deki şallar kaldı zaten bir tek. Hesabı biz halletmiştik.”
“Tamam o zaman. Umay’ın evinin önünde buluşalım.”
“Umay Merilerde kalacakmış.”
“O zaman Meri’nin evinin önünde buluşalım.”
“Tamamdır. Geliyoruz.”
Yavaşça Meri’nin başının altındaki kolumu çektim. Meri’yi uyandırmamaya çalışarak sessizce ve olabildiğince hızlı bir şekilde hediyelerin hepsini bir poşete sığdırmaya çalıştım. Çok mümkün değildi. İki poşete zor da olsa sığdırıp ayağımın dibine bıraktım ve Meri’nin çantasını yerden alıp omzuma astım. Çakmağı arka cebime koydum. Meri’nin bacaklarını örten şalı düzelttim. Üstüne örttüğüm diğer şalı da beline doğru indirdim. Şalın konumu eteğinin açılmasını ve yandan bacaklarının görülme ihtimalini sıfıra düşürecekti. O uyurken onu korumak benim görevimdi ve her şeyi düşünmeliydim. Son kez Meri’ye baktım ve aklıma takılan bir şey olmadığı kanaatine vardığımda eğilerek Meri’yi kucağıma aldım.
İlk başta vücudumun sol yanında hissettiğim ağrı ile çömeldim ve Meri kollarımda iken biraz bekledim. Sol kaburgamın yan tarafındaki ezik henüz tam iyileşmediği için arada ağrı yapıyordu. Meri’yi daha sıkı kavrayıp ayağa kalktım. Canım acımamıştı, acısa da önemli değildi zaten. Ama Meri acımamasını isterdi, o yüzden ona gösterdiğim dikkat ve özeni kendime de göstermiştim. Meri’yi tutan kollarımla Meri’nin pozisyonunu ayarlayıp hem onun hem de benim rahat edeceğimiz bir şekilde sıkıca kavradım. Kuş kadar hafifti. Dizlerimle çömelerek Meri’nin bacaklarını tutan parmaklarımı açıp yerdeki poşetleri aldım. Yavaş adımlarla o güzel dünyadan çıktım…
Kafeye girdiğimde bana yaklaşan garsonu bekledim. Benden yaşça küçüktü ve bana şaşkınlıkla bakıyordu.
“Kardeşim şu elimdeki poşeti alır mısın?” dedim parmaklarımı gevşeterek. Poşetin alınması ile Meri’yi kucağımda hafifçe hoplatarak ellerimin yerlerini tekrar ayarladım. Artık daha rahat ve daha sıkı tutuyordum onu.
“Şimdi bir de şallarla çakmak var.” Dedim. Bakışlarım Meri’nin üstündeki şallarda gezindi.
“Çakmak pantolonumun arka cebinde sana zahmet alıverir misin?” dedim gülümsemeye çalışarak.
Tanımadığım insanlara samimi davranamıyordum ama şu an bu samimiyete ihtiyacım vardı. Çocuk cebimden çakmağı alırken konuşmaya devam ettim.
“Sana verdiğim poşetleri Akın abine ver. Sorduğunda; Iraz abi bunları sana vermemi söyledi gelip alacakmış, iki tane de şal aldı geri getirecekmiş dersin.” Dedim.
“Tamam abi söylerim… Sana kolay gelsin.” dedi şaşkın bir tebessümle bizi kapıya kadar geçirirken.
“Sevgilim yanımdayken bana her şey kolay. Sen bana kolaylık değil bize mutluluk dile.” Göz kırpıp kapıdan çıktım.
Günlerce kaldığım eve doğru yürümeye başladım. Ağır ağır ilerledim sokaklarda. Mesafe uzak değildi ama ben uzasın istiyordum. Her attığım adımda Meri daha da hafif geliyordu kollarıma. Evlerine bir sokak kala o kadar hafifledi ki ‘ya yok olursa’ diye bir düşünce ile kalbim korkuyla çarpmaya başladı. Eğilip alnından öptüm. Vardı… Hâlâ kollarımdaydı. Evin önüne geldiğimde Umay ve Nefes gelmişler bizi bekliyorlardı. Umay önce bize baktı ve iç çekip gülümsedi. Sonra söylenmeye başladı.
“Bu kızı bir daha sahile falan götürmeyeceğim ya. Ne zaman çok kalsak uyuyor.”
“Nasıl geliyor peki eve?” diye sordum.
Sesim yine sert çıkmıştı. Eminim ki bakışlarım da sertleşmişti. Meri’nin şu anda benim kucağımda olduğu gibi bir başkasının kucağında eve getirilmesi ihtimalinin gerginliği, bütün vücuduma yayılıyordu. Umay ise şaşkın ve anlamsız bakışlarla bana baktı.
“Uyandırıyorum.” Dedi umursamaz bir ses tonuyla. Ateş gibi vücuduma yayılan kıskançlık hissi birden sönüvermişti. Kucağımda uyuyan sevgilime baktım. Hayran olunacak kadar huzurlu ve masumdu kollarımda. Başını göğsüme iyice yanaştırmıştı. Umay omzumdaki çantanın içinden evin anahtarını çıkardı ve bahçe kapısına doğru gitti.
“Yok yok, bir daha sahil falan yok. Daha yeni toparlanmış çocuğa taşıttı kendini. Bari bugün uyumasaydı.” Bir yandan başını kızgınca sallıyor bir yandan da doğru anahtarı bulmaya çalışıyordu.
“Sevgilim öyle söyleme, ikisi de durumdan memnun bence. Meri huzurla uyuyor. Iraz’ın da şikayetçi olduğunu sanmıyorum. Ben seni kucağımda taşısaydım mesela asla şikayetçi olmazdım.”
“Evet… Neyse gelin hadi. Dua edelim de teyzem uyumuş olsun. Hoş kadın biliyor kızının huyunu ama böyle de görmesine gerek yok yani.”
Bahçe kapısını açıp sırtıyla kapıya yaslandı ve eliyle bize yolu gösterdi Umay. Önde ben ve kollarımda Meri girdik bahçeye, arkamızdan ise önce Nefes geldi ve peşinden Umay.
“Sevgilim sen burada dur, biz Meri’yi yatıralım odasına, ben geleceğim geri zaten.” dedi Umay ve uzanıp Nefes’in yanağından öptü.
Topuklu ayakkabısı olmasına rağmen parmak uçlarında biraz daha yükseldi ve hızla parmaklarıyla Nefes’in yanağına çıkan ruj izini sildi. Nefes’in mutlu gözlerini gördüğümde ‘Acaba ben de dışarıdan böyle mi görünüyorum?’ diye düşünmeden edemedim. Kendimi aynada bile gülümserken çok nadir görürdüm. Tabii bu durum Meri ile sevgili olmadan önceydi sanırım.
Nefes’in yanağındaki ruj izinin silindiğinden emin olduktan sonra koşar adımla, çimlere aralıklarla döşenmiş taşlardan, evin giriş kapısına doğru yürüdü Umay. Dikkatle ve sessiz olmaya çalışarak kapıyı açıp içeri geçmemi bekledi. Ayakkabılarımı çıkarırken Meri’i sarsmamaya çalışmış ve içeri girmiştim. Pek başarılı olduğum söylenemezdi. Meri mırıldanarak başını kalbime daha çok yasladı. Bir bebeğin uyumak için ninni dinlemesi gibi, Kızıl Gezegenim de hafifleyen uykusunu derinleştirmek için kalbimi dinliyordu. Onun bu huzurlu halini gördükçe kendimi çok daha kıymetli hissediyordum. Bu hayatta kapladığım yerin, Meri’nin bana olan sevgisiyle, bana verdiği değerle daha da arttığını hissediyordum. Merdivenlere yöneldiğimde Umay kapıyı aralık bırakarak ayakkabılarını çıkarıp önüme geçti ve merdivenlerden çıkmaya başladı. Meri’nin odasının kapısını açıp içeri girmemi bekledi. Meri’nin hiçbir uzvunu çarpmamaya dikkat ederek odaya girdim.
Bir zamanlar benim yattığım yatağa ilerleyip Meri’yi yavaşça bıraktım. Sırtı yatakla buluştuğunda kaşlarını çatarak boynumdaki ellerini sıkılaştırdı. İçimden yanına kıvrılmak geliyordu ama biliyordum ki o günlere daha çok vardı. Sırtındaki ve dizlerinin altındaki kollarımı usulca çekip boynuma doladığı kollarını gevşettim. Yüzü ağlamaklı olmuştu. Derince bir iç çekti. Kapıda bizi izleyen Umay ile göz göze geldim. Yüzünde saklayamadığı bir tebessüm vardı. Bakışlarımı tekrar Meri’ye çevirdim. Yorganını beline kadar örttükten sonra bacaklarındaki ve belindeki şalları aldım. Hafifçe gözlerini araladı ama bilinci açık değildi. Büyük ihtimalle rüya görüyordu. Narince saçlarını okşadım. Çoktan kapattığı gözlerinin kenarları hareketlendi usulca. Tebessüm etmişti. Üstündeki ceketim onda kalsın istemiştim. Kar da yağsa fırtına da çıksa içimdeki bu ateşle üşümeme imkân yoktu. Kulağına doğru eğilip ‘İyi geceler Kızıl Gezegenim’ diye fısıldadım. Yüzümü yüzünden uzaklaştırmadan alnına uzun bir öpücük kondurdum. Elimde şallar odadan çıkarken son kez dönüp uyuyan prensesime baktım…
Umay ile bahçeye indiğimizde Nefes’in olmadığını gördük. Kesik kesik çıkan soluk seslerini duyup bahçenin yanına dolaştık. Angel yerde yuvarlanıyor, Nefes ise karnını seviyordu. Keyifleri yerindeydi. Umay yanlarına gidip Nefes’in kolundan tuttu ve onu kaldırdı. Kolumdaki saate baktım saat 03:11’di. Gökyüzüne baktım. Kırmızı halkanın içinde turuncudan beyaza giden minicik noktaya baktım. Nefes’in omzuma dokunması ile bakışlarımı önümde dikilen iki çift göze çevirdim.
“Hadi gidelim.” Dedi Nefes fısıltıyla. Başımı salladım.
“Teşekkür ederim hepinize. Sayenizde çok güzel bir akşam geçirdim. Benim için çok kıymetliydi.” dedim. Hafifçe gülümseyerek.
“Bahsi bile olamaz yaptıklarımızın… Hatta asıl ben sana teşekkür ederim Iraz. Meri’yi mutlu ettiğin için…”
Umayın kurduğu cümle ile yüzümdeki tebessüm yerini büyük bir gülümsemeye bıraktı. Söz konusu Meri olduğunda mimiklerim isteğim dışında hareket ediyorlardı. Elimi Umay’ın omzuna götürüp hafifçe vurdum. Nefes Umay’a sarılıp iyi geceler diledikten ve Umay’ın içeri girdiğinin gördükten sonra bahçenin dışına, yanıma, geldi.
“Nefes benim Sahil Kafe’ye gitmem lazım. Hediyelerimi orada bırakmıştım. Bir de şu şalları verece- “
Nefes’e doğru uzattığım şallara takılı kaldı bakışlarım. Kısa bir sessizlikten sonra yüzümde oluşan tebessümü gizleme ihtiyacı hissetmeden bana bakan Nefes’e çevirdim kafamı.
“Bir de şu şalların parasını vereceğim.” diyerek elimdeki şalları yüzüme yaklaştırıp Meri’nin şallara sinen, hanımeli çiçeği kadar tatlı ve pembe gül kadar yumuşak o eşsiz kokusunu ciğerlerime doldurdum.

***

Bölümlerle ilgili duyurular ve kitap hakkında daha fazla bilgi, etkinlik ve yaptığım editlerle karakterlerin ruhunu anlamak ve yaşamak için beni instagramdan takip etmeyi unutmayın.

Instagram – tugbaycaltindas

Bölüm : 01.12.2024 00:57 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...