Yeni Üyelik
2.
Bölüm

BÖLÜM 1 - POSTA

@tugbaaycaaltindas

 

Oy vermeyi ve satır aralarına düşüncelerinizi bırakmayı unutmayın.

 

<>

 

Tüm kişi, kurum ve olaylar kurmacadır.

 

Gerçek hayattan esinlenilmiştir.

 

<>

 

(NOT 1: Okuyacağınız bölüm GİRİŞ BÖLÜMÜNÜN DEVAMIDIR.)

 

(NOT 2: Paragraflar arasındaki <> işareti, merkan ve karakter değişiminin habercisidir.)

 

Keyifli okumalar…

 

<>

Araba durduğunda başındaki siyah bez torbanın çekilmesiyle gözlerini kıstı. Nerede olduğunu anlaması uzun sürmemişti. Aslında nerede olduğunun da bir önemi yoktu. Kendisine verilen görevi başarıyla tamamlarsa artık her yerdeydi. Aksi durumda ise hiçbir yerde…

Yanındaki adamın parfümünün ağır kokusu ve kaç saat sürdüğünü bilmediği bu uzun yolculukta bir kez bile başındaki torbanın çıkarılmamış olması midesinin altüst olmasına sebep olmuş, yetmiyormuş gibi ona hem zaman hem de mekân kavramını yitirtmişti.

Nereye gittiklerini anlayamamışken şimdi de nereden geldiğini anlayamamıştı. Kısacası o lacivert gözlerin kime ait olduğunu hem biliyor hem de aslında hiçbir şey bilmiyordu. O lacivert gözler iş verenine yani Patrona aitti evet ama Patron kimdi, adı neydi bunları bilmiyordu. Yanındaki kapının açılmasıyla inme vaktinin geldiğini anlamıştı. Akan trafiğe baktıkça mide bulantısı artarken o da içten içe inmek için can atıyordu.

Yağan yağmurdan birikmiş çamurlu suya fark etmeden adımını attığında suyun sıçramasıyla ıslanan kaşe kabanına baktı ve içinden bir küfür savurdu. Birkaç adım daha atarak kaldırıma ulaştığında durup başını gökyüzüne kaldırdı. Gözlerini kapatıp derin bir nefes alırken umduğu tek şey bulanan midesinin az da olsa yatışmasıydı.

Gözlerini açıp sakince başını normal konumuna getirdi. Bulunduğu yerden etrafına kısacık bir göz gezdirdi. Alındığı yerdeydi. Sabah nereden alındıysa aynı yere bırakılmıştı. Sanki cetvelle ölçülmüş kadar aynıydı bırakıldığı yer. Sabah da araca binerken bulaşmıştı çamur ve yine aynı yerde aynı küfrü savurmuştu içinden. Nereye gittiğini bilmeden bindiği araçta sabah tek düşündüğü şey botuna bulaşan çamurken dönüşte düşündüklerinin haddi hesabı yoktu. Olduğu yerde arkasına dönüp son kez baktı. Şüpheli görünen bir şey yoktu. Yürümeye başladı.

Gökyüzünden süzülen yağmur damlaları omuzlarında birikirken artık ezbere bildiği o yolları büyük bir sakinlikle yürüyordu. Zihninden geçen pek çok soruya cevap arıyordu belki de. Uzun bir mesafe değildi gideceği yol, ama hiç bu kadar uzun sürede yürümemişti. Her bir adımda zihninde yeni bir soru beliriyordu. Her bir adımda zihninden atmak için çabalıyordu.

Çocukluğunun sokaklarını arşınlayıp evinin bahçe kapısını büyük bir gıcırtıyla açtı. Bomboş sokakta yağmurun sesinden başka ses çıkmazken bahçe kapısını kapattı ve sokağın iki yanına baktı. Sokağın böyle sakin, bu kadar boş olduğu nadir olurdu. Yağmurdandır diye düşünüp adımlarını iki katlı evinin giriş kapısına çevirdi. Derin bir nefes alarak kapı deliğine yerleştirdiği anahtarı çevirdi. Evin içinden yayılan o eşsiz yasemin kokusu burnuna geldiğinde yüzüne yavaşça yayılan gülümsemeye engel olamadı. Evinde olmak bir anda gün boyu yaşadıklarını bir anlık unutturmuştu. Evindeydi, yani sığınağında. Tek güvende olduğu, kendini tek güvende hissettiği yerdeydi.

Kabanını portmantoya astıktan sonra odasına çıktı. Üstündekilerden kurtulup banyoya girdiğinde suyu açtığı ilk an kendisini suyun altına attı. Akan suyun soğukluğu ile bütün hücrelerinin donduğunu hissetti. Bu hissi seviyordu. Yaşadığını hissediyordu bu sayede. Yaşamaya devam edebildiğini hatırlatıyordu kendine. Elleriyle kollarını ısıtmaya çalıştı ilk başta. Buz gibi su sırtından dökülürken ellerini musluğa götürüp sıcaklığını ayarlamaya başladı. Bu huy onda çocukluğundan beri vardı. İnsanlar duşa girmeden önce suyun sıcaklığını ayarlardı. Ama o önce duşa girip kendini suyun altına atar sonra suyun sıcaklığını ayarlamaya başlardı. Aynısı hayatı için de geçerliydi. Bir olay varsa ilk önce o olaya dahil olur sonra düşünürdü. Tıpkı bugün yaşadığı olay gibi.

İstediği bir şeyin buralara gelebileceğini nereden bilebilirdi ki? Ağabeyinin suçsuzluğunu ispatlamak için avukat tutma amacıyla kapısından girdiği bir hukuk bürosundan olayların buraya gelebileceğini nasıl tahmin edebilirdi? Edemezdi. Girdiği o kapıdan bir daha asla çıkamayacağını nasıl düşünebilirdi? Düşünemezdi.

O lacivert gözlerin himayesine girdiğin andan itibaren çıktığın yolun sonunu bilemezdin, yaptığın bir şeyi geri döndüremezdin ve yaşadığını bile anlamazdın. O varsa eğer artık hayatında, seni karşına bir kez almışsa, ağzını açıp bir kez hitap etmişsen ona; işin sonunda öleceğini anlardın ama yaşadığını asla anlamazdın.

 

<>

(21 Temmuz 2020- İstanbul Adalet Sarayı / Çağlayan)

“Gereği düşünüldü…” Herkes ayağa kalmıştı. Salondan çıt çıkmıyordu. Öyle ki insanlar bu derin sessizlikte nefes almaya bile yeltenmemişlerdi.

“Karar!.. Sanık; Alp Kayaer’in verdiği ifade ve cinayet hakkında savcılığın toplamış olduğu deliller neticesinde, Türk Ceza Kanunu’nun 81. Maddesi gereğince bir insanı kasten öldürme suçundan müebbet hapsine, Türk Ceza Kanunu’nun 82. Maddesi’nin a bendi gereğince bir insanı tasarlayarak ve kasten öldürme suçundan, maktulün otopsi sonucu dikkate alındığında, sanığın beş kez ağırlaştırılmış hapis cezasına çarptırılmasına karar verildi!”

Kulakları uğuldayarak ayrılmıştı mahkeme salonundan. Bitmişti işte, her şey bu kadar basitti onlar için. Ağır adımlarla adliyeden çıkarken zihni sussun istedi ama susmadı. Maktul demişlerdi değil mi? Ne kadar kolaydı adını bile zikretmeden onu böyle anmak. Halbuki onun bir adı vardı. Zihni geri dönüp herkese gerçekleri bağırmasını söylüyordu ama yapamazdı. Yapmazdı. Onlar kadar güçlenene dek, onlardan daha da güçlü olana dek sesini çıkaramazdı. Az önce şahit olduğu bu olayı ömrü boyunca unutmayacaktı. Zaten istese de unutamazdı. Suçsuz birisi sahte delillerle müebbet hapse mahkûm edilmişti. Gerçek katiller ise dışarıdaydı. Adalet mi? Adalet çoktan rafa kalkmıştı. Adalet o kurşunla ölmüştü, o bıçakla kesilmişti soluğu. Adaleti onu bağladıkları kıl halatla idam ettiler. Adaleti kucağına koydukları taşla suya gömdüler… Artık adaleti kendi sağlayacaktı. Artık adaletin patronu o olacaktı.

Aracına binip kapısını kapattığında gözlerini adliyenin kapısına çevirdi. Bir kenarda durmuş hazırlıklarını yapan gazetecilere baktı. Başka bir kenarda ise kameraların önünde yapacakları konuşmayı prova eden muhabirler vardı. Acı bir kahkaha çıktı dudaklarından. Avuçlarını acımasızca, defalarca direksiyona vurdu. İçinden dünyayı tutup ortadan ikiye bölmek geliyordu. Öfkesi o kadar büyük, kırgınlığı o kadar derindi. Elinden yalnızca dişlerini sıkarak o acı kahkahayı atmak gelmişti. İçindeki acıyı aylar sonra ancak bu şekilde dışa vurabilmişti.

Adliyenin kapısından çıkan kişiyi görünce oturduğu koltukta dikleşti. Hafifçe direksiyona doğru eğildi. Zihninde dönen düşüncelere bu kişiyi de dahil etmeliydi. Ne olursa olsun yanında bu kişi de olmalıydı. Onun çektiği acıyı en iyi kendisi anlardı, bunu biliyordu. Bundan emindi. Mağdur olmak ne demek, adaletsizliğe uğramak ne demek iyi bilirdi. Anlattığın doğrulara kulak tıkanması ve senin hâlâ avaz avaz gerçekleri bağırmanın verdiği acının nasıl bir acı olduğunu en iyi ikisi bilirdi.

Telefonunu çıkarıp ayaklarını sürüyerek yürüyen, saçları dağılmış, ağlamaktan bitap düşmüş kişinin fotoğraflarını çekti. Bu yüzü tanıyordu. Aylarca onu takip etmişti. Aylarca onunla konuşmaya çalışmış ama hep engellenmişti. Uzaktan çektiği fotoğraflardan tatmin olmayınca güneş gözlüğünü takarak kapıyı açtı ve sürücü koltuğundan indi.

Elinde kamerası açık olan telefonunu video moduna alıp kulağına tuttu. Telefonla konuşuyor gibi yaparak bir elini aracına koydu. Yüzünü aracına döndürmüş kendisine doğru gelen kişiyi çoktan video kaydına almaya başlamıştı. Daha da yaklaşmasını beklemeye başladı. Beklediği kişi adım adım yaklaştı ve yanından yavaşça geçti.

İstediğini almıştı. İlk defa ona bu kadar yaklaşmış, ilk kez bu kadar yakından, yüzündeki her mimiği görecek, göz renginin değişimi fark edecek kadar yakından, onu çekmişti. Yanından geçip giden kişiye kısacık bakış attıktan sonra arabasının kapısını açıp az önce indiği sürücü koltuğuna tekrar yerleşti. Arabayı çalıştırıp camı indirirken yan aynasından ayaklarını sürüyerek yürüyen ve artık planının ilk aşaması olan o kişiyi gözden kaybolana dek izledi.

Radyoyu açtı ve haber kanalının frekansını buldu. İlk başta cızırtılı çıkan ses yola çıktığında artık düzelmişti. Hukuk bürosuna doğru yola çıktı.

“Şile’de kayalıklara cansız bedeni vuran ve kimliği halka açıklanmayan, kamuoyuna sunulduğu adıyla ‘Kayalık Cinayeti’ nin son duruşması bugün Çağlayan Adliyesi’nde görüldü. Kayalık Cinayetinin soruşturması hakkında savcılık, soruşturma devam ettiği için kamuoyu bilgilendirmesinde detay vermemişti hatırlarsınız. Kamuoyuna açıklandığı kadarıyla maktulün, 20’li yaşlarının başında genç bir kız olduğu bilinmekte. Cinayetin nasıl işlendiği ve maktulün nasıl bulunduğu gibi detaylar ise bilinmiyordu. Muhabir arkadaşımız Özlem Aytuğ Çağlayan Adliye’sinin önünde bize soruşturmanın ve bugün görülen duruşmanın detaylarını aktarmak için bekliyor. Ona bağlanıyoruz. Özlem sendeyiz…”

Derin bir nefes aldı. Bu haberi dinlemek ilk kez bu kadar canını yakıyordu. Adaletin yerini bulmadığını bilerek bu haberi dinlemek kalbini yerinden söküyor, ruhunu paramparça ediyordu. Gözünden bir damla yaş akacakken hızla elinin tersi ile sildi. Ağlamak zayıflıktı ve o zayıf olmayacaktı.

“Evet Esra. Kayalık cinayeti soruşturması iki gün önce polisin Kayalık Operasyonu adını verdikleri bir operasyonla yeni delillerin ortaya çıkması ve savcılığın bu delillerin incelenmesiyle, hızlı bir şekilde duruşmanın tarihini öne çekmesi, dikkatleri bu duruşmaya daha çok çekmişti. Bugün itibariyle Kayalık Cinayeti dosyası kapandı.”

Küçük bir kahkaha çıktı dudaklarından ‘Kapanmış. Daha yeni açılıyor haberiniz yok.’ dedi.

“Aylardır yetersiz delil nedeniyle tutuksuz yargılanan Alp Kayaer’in yeni delillerin bulunması ile duruşmanın bugün gerçekleşeceği maktulün avukatı Cenk Kavzoğlu tarafından duyurulmuştu. Duruşma sırasında görgü şahitlerinin tanıklık ettiği, yeni delillerin mahkemeye sunulduğu söylendi. Bize gelen bilgiler bu şekilde… Sanık Alp Kayaer ise suçsuz olduğunu ve o gün evinde olduğunu daha önceki duruşmalarda belirttiği gibi tekrar ettiği söylendi. Sanık Alp Kayaer’in ilk duruşmadan beri ifadesi hep aynıydı biliyorsunuz. Fakat kendisine kardeşinden başka şahitlik eden olmadığı için mahkemece üstündeki şüphe düşürülmemişti… Mahkemeye iki kez ara verildiği de bize gelen bilgiler arasında Esra…”

Ağlamamak için sıktığı dişleri artık başını ağrıtmıştı. Bu İstanbul trafiği ve İstanbul’un sıcağı onu hiç bunaltmazdı. Ama bugün bunaltıyordu. Bunaltmaktan da öte öldürüyordu. Sanki bu duydukları onu diri diri toprağa gömüyordu. Trafikten ayrılıp ara sokağa girdi. Hukuk bürosuna iki üç sokak kala durdurdu arabayı. Radyoyu ise kapatmamıştı. Canını acıta acıta, sonuna kadar dinleyecekti bu haberi.

“Verilen aralardan da anlaşılacağı gibi duruşma uzun sürdü. Duruşmanın yaklaşık dört saat sürdüğü söyleniyor… Evet Esra, maktulün avukatından aldığımız ve tüm Türkiye’nin beklediği o karar ise şöyle. Savcılığın mahkemeye sunduğu delillerin incelenmesiyle Sanık Alp Kayaer; beş kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına mahkûm edildi. Bir kez daha tekrarlamam gerekirse, sanık Alp Kayaer savcılığın mahkemeye sunduğu deliller sonucunda katil zanlısı olduğu kanaatine varıldı ve beş kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldı.”

Başını geriye doğru attı ve üstündeki tişörtün yakasını eliyle tutup aşağı doğru çekti. Nefes alamıyordu. Bu yaşadıkları, bu haberlerde duydukları nefes almasını engelliyordu. Sakinleşmesi gerekiyordu. Sakinleşmeliydi. Planını ancak bu şekilde devreye sokabilirdi. Derin bir nefes aldı. Yan koltukta duran su şişesini alıp kapağını açtı ve tam ağzına götürecekken duyduklarıyla olduğu şekliyle donakaldı.

“Bu davada adalet yerini hızlı bir şekilde buldu. Halkımız verilen cezadan memnun. Az önce maktullün avukatı ile konuştuğumuzda o da ceza isteminin beş kez ağırlaştırılmış müebbet olduğunu ifade etmişti bizlere. Adaleti sağlayan bu dosya üzerinde çalışan herkesin sonuçtan memnun olduğunu biliyoruz. Kadınlar öldürülmesin, bu son olsun diyor ve sözü merkeze bırakıyorum. Esra…”

Elinde tuttuğu şişeyi öfkeyle avcunun içinde ezerken ‘Adalet sağlandı ha? Adalet… Siz adalet sağlandı sanın, asıl adaleti ben sağlayacağım!’ Kendi kendine bu sözleri söylerken avcunun içinde ezilen şişedeki suyun üstüne dökülmesi umurunda değildi. Radyoyu kapattı ve hızla arabasından inip kapıları kilitledi. Hukuk bürosuna doğru attığı adımlar yeri ezmek istercesine sertti. Ezebilse o da toprağa girerdi. Bir sürü sokak geçti. Onunla da geçmişlerdi bu sokaklardan ama şimdi o yoktu. Her bir sokak başında anıları vardı. Her bir ağaçta elinin izi vardı. O ağaçların yanında oyalanıp ellerinden tutmak istedi bir anlığına. Ama şimdi buna vakti yoktu.

Hukuk bürosunun önüne geldiğinde bir an bile düşünmeden bahçeden içeri girdi. Önündeki dört katlı binanın camdan yapılmış döner kapısını da içerideki asansörlerini de beklemeye takati yoktu. Gözleri bir anlık döner kapının camlarına yapıştırılmış logoya takıldı. Adaletin terazisi ve onun çevresini saran Kavzoğlu Hukuk Bürosu yazısı. Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Gözlerini açtığında ise gözleri öfkesinden koyulmuştu. Adalete, insanlara ve kendisini dinlemeyen bu soy ismeydi öfkesi.

Hareketlenerek adımlarını yangın merdivenine çevirdi. Kapıda bekleyen güvenlik görevlileri bir an ona engel olacak olsalar da yapmadılar. Yapamadılar. Yapamazlardı. Onu durdurmaya, ona engel olmaya güçleri de yürekleri de yetmezdi. İkinci kata geldiğinde yangın merdivenine açılan ağır demir kapıyı bütün kuvvetiyle itti. Kapı büyük bir gürültüyle duvara vurduğunda ayağının altındaki zemin titremişti. Kattaki bütün insanlar birkaç dakika zaman durmuşçasına hareketsizce ona bakıyorlardı. Hepsinin gözleri onun lacivert gözleriyle buluştu. Öfkeden siyaha dönmüş lacivert gözleri gören herkes göz göze geldikten saniyeler sonra kaçacak yer aramaya başlamıştı. Ondan en uzak olan, bu ortamda en güvende olandı. Çoktan katın ortasına gelmişken yangın merdiveninin kapısı büyük bir gürültüyle kapandı. Herkes biliyordu ki birazdan burası yıkılacaktı.

 

<>

Adliyeden ayrıldıktan üç saat sonra soluğu hukuk bürosunda almıştı. Kavzoğlu Hukuk Bürosu… Ağabeyinin suçsuz olduğundan emindi. O gün ağabeyi evinde, onun yanındaydı. Ama hiç kimse ona inanmamıştı. Zaten ona kimse inanmazdı. Ona kimse güvenmezdi. Onu herkes güçsüz görürdü. Ama dünyaya duyuracaktı güçlü olduğunu. Ağabeyini oradan, o soğuk hücreden, kurtardığında dünya kendi önünde diz çökecekti. O gün ne zaman gelecekti bilmiyordu. Tek umudu bu hukuk bürosundan tutacağı avukattı. Elinde ne var ne yoksa her şeyi ortaya koyacaktı. Bu avukatı tutmalı o mahkemeyi yeniden kurmalıydı.

Önünde durduğu dört katlı bahçeli binanın dış duvarında büyük ve altın sarısı yaldızlı harflerle yazılmış tabelayı kendi duyabileceği şekilde sesli okudu. KAVZOĞLU HUKUK BÜROSU. Derin bir nefes alıp gözlerini kapattı ve aldığı nefesi geri verirken gözlerini açtı. Omuzlarını dikleştirip boğazını temizledi ve bahçe kapısından içeri girdi. Kapıdan içeri birkaç adım atmıştı ki işittiği büyük bir sesle bakışlarını binaya çevirdi.

İkinci katın patlayan cam kırıklarını gördüğünde zaman durmuş gibiydi. Havada dağılan binlerce cam parçasının arasında aniden beliren siyah sandalye sanki ağır çekimdeymiş gibi önüne tam önüne, yere düşüyordu. Üstüne doğru gelen sandalyeyi gördüğünde bir kolunu başına siper yapmış refleks olarak sırtını dönmeye çabalamıştı. Sandalyenin yere düşüşünün çıkardığı sesle eş zamanlı olarak havada dağılan binlerce cam kırığı da yerle buluşmuştu. Sadece birkaç saniye süren bu olay ona saatler dürmüş kadar uzun gelmişti.

Başındaki bu olaydan kurtulmak için bir umut geldiği hukuk bürosunda anlaşılan işler hiç de yolunda gitmiyordu. Arkasını dönüp gitmek ve az önce ikinci katın camından önüne bir sandalye düşmemiş gibi içeri girip avukat tutmak arasında gidip geldi birkaç saniye. Belki de birkaç saat sonra gelsem daha iyi olur diye düşünerek arkasına dönüp bahçe kapısına doğru yürüdü. Kapıdan tam çıkacakken duyduğu bağırtıyla olduğu yerde kaldı.

“Alp Kayaer katil değil!”

Abisinin adını duymuş muydu yoksa duyduğunu mu sanmıştı? Anlam veremeden sırtı binaya dönük öylece durdu kapının önünde. Ne kapıdan çıkabildi ne de cesaret edip arkasına dönebildi. Ayakları zemine çivilenmişti adeta.

“Tamam sakin ol artık!”

“Ne sakin olmasından bahsediyorsun amca? Sen, sen onu nasıl tek başına bırakırsın?!”

Kulağına boğuk gelen birkaç anlamsız kelimeden sonra artık doğru duyduğundan emin olduğu o cümleleri işitti.

“İftira attılar diyorum. Alp Kayaer değil onun katili. Ve sen de en az benim kadar, kim olduğunu biliyorsun!”

Hızla kafasını kırılan cama çevirdi. İçeride kim vardı, abisini böyle kim savunuyordu bilmiyordu ama kim olduğu da umurunda değildi. Hızlı adımlarla bahçeyi geçti. Bahçeye dağılan binlerce cam kırığının üstüne bastı. Birkaç tanesi ayakkabısını delip ayağına batmışlardı ama o hissetmedi bile. Birisi abisini savunuyordu. Hayatında hiç duymadığı bir ses abisini savunuyordu içeride. Kendisinden başka abisini savunan bir kişi daha vardı ve bu kişi katili bildiğini söylemişti.

Döner kapıya ulaştığında büyün kuvvetiyle itti kapıyı. Ne kadar kuvvetli iterse içeri o kadar çabuk ulaşırdı. Ne kadar çabuk içeri girerse o kadar çabuk o kişiyi bulurdu. O kişiyle tanışmaya can atıyordu.

İçeri girdiğinde onu siyah duvarlar karşıladı. Karşısında, siyah duvarın tam ortasına konulmuş metal altın sarısı bir adalet terazisi ve çevresine tam halka oluşturacak şekilde yazılmış Kavzoğlu Hukuk Bürosu yazısı vardı. Etrafa koşuşan insanlar, çalan onlarca sabit hatlı telefon seslerinin arasında sakince duran tek kişiydi. Dışarıdan şaşalı ve masum görünen bu yerde şu an tam anlamıyla kaos hakimdi.

Önünde durduğu iki asansörün de dolu olduğunu gördüğünde merdivenlere yöneldi. Önce birinci kata çıktı ve etrafına bakındı. Az önce yaşanan olaydan dolayı zemin katta olduğu gibi burada da kaos vardı. Kendisini hâlâ fark eden olmamıştı. Şu an burada her ne oluyorsa abisinin davasıyla ilgiliydi. Bu panik havası, bu endişeli bakışlar, bu kaoslu koşuşturmaca, hepsi o dava ile ilgiliydi. Koşar adım merdivenlere ulaştı tekrar ve ikinci kata çıktı. Burası ilk iki kat gibi değildi. Bu katta kimse yoktu. Terk edilmişçesine bomboştu. Az önce bahçeden olanlara şahit olmasa, burada hiç kimsenin olmadığına inanırdı.

Etrafına bakınarak yürümeye başladı. Giriş katta olduğu gibi burada da siyaha boyanmış duvarlar vardı. Merdivenler geniş ve büyük bir alana açılmıştı. Ortadaki büyük kolonun üstünde Kavzoğlu hukuk bürosunun amblemi bulunuyordu. Camlı toplantı odalarının yanından geçerken içeriye baktı. Henüz hiç kimse ile karşılaşmamıştı. Yürüdüğü koridorun sonuna geldiğinde olduğu yerde parmak uçlarında geri döndü. Aynı yolu bu kez hızla gitti ve karşı koridora geçti. Burada camlı toplantı odaları yoktu. Avukatların odaları bulunuyordu. İsimleri okuyarak yavaş yavaş ilerledi. Gözü bir isme takıldığında adımlarını yavaşlatıp kapının önünde durdu. Kapının üstündeki yazıyı okudu fısıltıyla. Cenk Kavzoğlu… İçeriden gelen bağrışmalarla doğru yerde olduğunu anlamıştı.

“Bir de sana güvendik. Adalet yerini bulsun diye çırpınırsın, ona olanların hesabını sormak için çabalarsın sandık. Yazıklar olsun!”

“Benimle doğru konuş. Amcanım ben senin!”

“Hah, amcaymış. Böyle mi yapıyorsun amcalığını? Bana amca değil, sağlam bir avukat lazımdı. Onların oyununu bozacak sağlam bir avukat!”

Odada konuşulanları dinlerken arkasından yaklaşan adım seslerini duymamıştı. İşittiği sesle irkilerek arkasına döndü.

“Pardon…”

Duyduğu sesle irkilerek hızla arkasına döndü.

“Ah korkuttum sanırım kusura bakmayın… İyi misiniz? Ayağınız kanıyor sanırım.”

Karşısındaki kadın yerdeki belli belirsiz kanlı ayakkabı izlerini gösteriyordu eliyle.

“Yok hayır, ben… İyiyim. Cam kesmiş olmalı.”

“Odama geçelim lütfen… Bugün büromuzda işler biraz karışık. Kusura bakmayın.”

“Yok, kusurluk bir şey yok. Aslında ben de o yüzden gelmiştim.”

“Nasıl yani?”

Karşısındaki kadını incelemeye başladı. Koyu kahve saçları uçlara doğru kızıllaşıyordu. Ela gözleri, toprak renginde yaptığı makyajla ortaya çıkmıştı. Sivri burun kırmızı rugan topukluları lacivert boru paça pantolonun paçalarından hafifçe görünüyordu. Üstündeki bej gömleğinin yakasındaki ilk iki düğme açıkta bırakılmış ve kolları dirseklere kadar katlanmıştı. Karşısındaki kadın bu haliyle oldukça göz kamaştırıcı ve kendinden emin duruyordu. Bu durum biraz gerilmesine sebep olmuştu. Nasıl söylese, nasıl ifade etse kendini diye düşündü. Karşısında duran bu kadın da diğerleri gibi ona güvenmeyip söylediklerini ciddiye almazsa ne olacaktı? Bir başka çaresi, bir başka yolu var mıydı?

“Ah kendimi tanıtmayı unuttum.” Diyerek elini uzattı kadın.

“Ben Gökçe Kavzoğlu… Kavzoğlu Hukuk Bürosunun yönetim kadrosundaki avukatlarından biriyim.”

Kaşları havaya kalkmış şaşkınlıkla karşısındaki kadına bakıyordu. Aradığı fırsat ayağına gelmişti. Eğer kendisini inandırabilirse davayı yeniden açmak için bir umudu olurdu. Şaşkınlıkla gülümsedi.

“Ö-öyle mi? Tanıştığıma memnun oldum.”

Kendini tanıtmadığını fark ettiğinde mahcup bir şekilde gülümsedi. Hala tokalaşmakta olan elini durdurdu ama kadının elinden çekmedi.

“Ben… Ben Alp Kayaer’in kardeşiyim.”

Karşısındaki kadın ela gözlerini kehribar sarısı gözlere kilitledi. Doğru duyup duymadığından emin olmaya çalışıyordu. Hâlâ tokalaştığı ellerini ayıramamışlardı. Alp Kayaer’in kardeşi…

İftira atılan o adamın kardeşi, karşısındaydı. Alp Kayaer’in iftiraya uğradığını çok iyi biliyordu. Alp Kayaer’e iftira atıldığını Kavzoğlu soyadını taşıyan herkes çok iyi biliyordu. Yalnızca Cenk Kavzoğlu büyük bir ısrarla reddediyordu. Savcılığın oynanmış delillerine inanmayı tercih etmişti. O böyle bir avukattı. İşin içinde güçler varsa, hep akışına oynardı. Çünkü akışına oynarsa asla kaybetmezdi.

 

<>

(Günümüz)

Saate baktı. Gece yarısına yaklaşıyordu. Televizyonun karşısında daha ne kadar zaman geçirmeli bilmiyordu. Posta geldi mi yoksa gelmedi mi? Baksa mı ya da biraz daha beklese mi emin olamıyordu bir türlü. Gün boyunca yağan yağmur, karanlık iyice gökyüzüne hâkim olduktan sonra şiddetini arttırmıştı.

Midesinden gelen sesle kalkıp mutfağa gitti. Yanından geçerken fıslayan oda kokusu kaybolmaya yüz tutmuş yasemin kokusunu tazeledi. Mutfağın ışığını açmak için el yordamıyla duvardaki elektrik düğmesini aradı. Geçen yıllarda tesisattaki arıza nedeniyle elektrik düğmesinin yerini değiştirmek zorunda kalmışlardı ve o zamandan beri mutfağın ışığını açmak her seferinde birkaç saniyesini alır olmuştu. Bu birkaç saniyede ise gözleri karanlığa alışır neredeyse artık ışığa ihtiyaç duymazdı ve ışığı yaktığında gözleri kamaşırdı.

Henüz elektrik düğmesini bulamamıştı ki bahçede bir hareketlilik sezdi. Bir karaltı camın önünden geçip bahçe kapısına doğru ilerlemişti. Ama bahçe kapısının ne açılma ne de kapanma sesini duymuştu. Duvardaki elektrik düğmesini aramayı bıraktı ve artık karanlığa alışan gözlerinin yardımıyla mutfakta cama doğru ilerlemeye başladı. Mermer tezgâhın üstünde duran bıçaklıktan eline ilk gelen bıçağı alıp camın kenarına ulaştı. Perdeyi kımıldatmamaya dikkat ederek bahçe kapısına doğru bakmaya çalıştı.

Mutfağın camı evin yan tarafına baktığı için bahçe kapısını görmek zordu. Ama biraz dikkatle baktığında az önceki karartı olduğunu düşündüğü bir silüet mutfak camından kolaylıkla görünen posta kutusunun kapağını kapatıyordu. Patrondan beklediği posta gelmiş olmalıydı. Elindeki bıçağı bırakmadan hızlı adımlarla evin giriş kapısına doğru yürüdü. Yavaşça kapıyı açtığında dışarıdaki toprak kokusu, evden gelen yasemin kokusunu bastırmıştı.

Bakışları ilk önce bahçe kapısının yanındaki posta kutusunu buldu. Kimse olmadığını gördüğünde olduğu yerden görebildiği kadarıyla sokağa göz gezdirdi. Kimse yoktu. Ne bir iz ne de bir ses… Hiçbir şey, hiç kimse yoktu. Şiddetle yağan yağmurda ıslanmayı umursamadan adımını dışarı atmıştı ki evin yan tarafından duyduğu sesle hızla bahçeye çıktı. Birisi düşmüştü. Dışarıdan gelmişti bu ses. Anlaşılan az önce gördüğü kişi geldiği yerden geri dönüyordu. Evin köşesini döndüğünde mutfak penceresinin bulunduğu yere yakın, yerden kalkan siyah deri ceketli, başından düşen kapüşonu düzelten kişiyle göz göze geldi. Sokak lambalarının aydınlattığı ıslak zemin bir anlık yüzünü görmesine izin verse de kehribar sarısı gözlerini görünce kolunu yüzüne siper eden o kişi, yüzünü ezberlemesine engel olmuştu. Arkasını dönmüş topallayarak koşarken arkasından seslendi.

“Dur. Gitme!.. Yaralısın!”

Patronun postasını getirdiğini düşündüğü kişi son söylediği kelime ile bir anlık duraksayıp omzunun üstünden baktı. Ardından önüne dönüp ağır adımlarla yürümeye başladı. Ona güven duyduğunun belki de ilk kanıtıydı. İkisi de kısa süren bu bakışmanın, etkisini ileride göstereceğinden ve aralarında koparılamayacak bir bağ kuracağından habersizdi.

Bahçenin sonundaki duvardan atlayan silüetin arkasından öylece bakakalmıştı. Duvara baktığını fark edince arkasına dönüp bahçe kapısına ilerledi. Bahçe kapısını büyük bir gürültüyle açıp dışarı çıktı. Posta kutusunun kapağını açtı. Oradaydı. O kişi gerçekten de Patronun teslimatçısı olmalıydı. Posta kutusunun içinde şeffaf, ağzı bantlı poşetin içinde duran postayı aldı ve yine büyük bir gürültüyle bahçe kapısını kapattı. Sokaktaki sessizlik bahçe kapısının gıcırtısıyla yarılmıştı. Hızlı adımlarla yasemin kokulu o sıcacık evine girdi.

Oturma odasına girdiğinde halıya basmasıyla az önce dışarı ayakkabısız çıktığını fark etti. Hızla ayağındaki çorapları oracıkta çıkarıp yere bıraktı. Elindeki postayı ve mutfaktan alıp hala elinde tuttuğu bıçağı orta sehpaya koyup koltuğa oturdu. Az önce yaşadıklarını geçirdi zihninden. Postayı kutuya bırakan teslimatçının silüeti gelmişti önce gözünün önüne, ardından düştüğü yerden kalkarken bir anlık gördüğü yüzü. Karanlıkta öyle belli belirsiz görmüştü ki yüzünü hatırlamıyordu. Zihnindeki düşünceleri dağıtmak için hafifçe başını salladı ve önündeki sehpaya doğru eğilip kollarını dizlerine koydu. Sağ elinin beş parmağı ile son elinin beş parmağının uçlarını birbirine değdirmiş sehpanın üstündeki postaya gözlerini dikti.

Posta tam önünde duruyordu. Şeffaf, ağzı bantlı poşetin içinde, sabah patronun masasında gördüğü kan kırmızı defterle aynı renkte, kâğıttan olduğunu düşündüğü bir zarf vardı. Ve zarfın üstünde bir mühür. Bir kılıç figürü. Saplandığı yerden güller büyüyen, tutulduğu kabzanın hemen altındaki balçağın iki ucunda terazi olan bir kılıç…

Dikkatle şeffaf poşetin ağzını açtı. Parmakları içindeki zarfa değdiğinde bir an tereddüt etti. Yapmalıydı. Hem de en iyi şekilde yapmalıydı. Bu yola bir kez çıkmıştı ve geri dönüşü olmadığını biliyordu. Bu yolda yapayalnız olduğu biliyordu. Başarılı olursa patronun kölesi, olmazsa kurbanı olacağının farkındaydı ve o başarılı olmak zorundaydı.

Tuttuğu zarfı poşetin içinden aldı. Dokunulduğunda saten gibi hissettiren bir dokusu vardı. Üstünde uzaktan fark edilmeyecek kadar ince yapılmış papatya desenli kabartmalar vardı. Önce zarfın ağzındaki mühre baktı, sonra zarfın arkasını çevirdi. Adı yazıyordu. Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Mührü kaldırıp zarfın kapağını açtı ve içindeki kâğıdı çıkardı. Siyah kâğıt üstüne kırmızı mürekkeple ve el yazısıyla yazılmış notu okumaya başladı.

 

Sedat Çiğak

 

Haftaya bugün- saat 08:15- İstanbul Emniyet Müdürlüğü önü

 

Araba kazası. (Mühendislik becerini kanıtla!)

-PATRONA

 

 

 

<>

2. bölümü altmak için bu bölümün hedef okunma alt sınırı 20, hedef beğeni alt sınırı 10. Tanıdıklarınıza önermeyi unutmayın <3

Instagram - tugbaycaltindas

 

-Etkinlikler ve kitap detayları için instagram hesabımı takipte kalın-

 

Loading...
0%