@tugbaaycaaltindas
|
Oy vermeyi ve satır aralarına düşüncelerinizi bırakmayı unutmayın. <> Tüm kişi, kurum ve olaylar kurmacadır.
Gerçek hayattan esinlenilmiştir. <> (NOT: Paragraflar arasındaki <> işareti, merkan ve karakter değişiminin habercisidir.) Keyifli okumalar… <> Alarmının çalışıyla zor da olsa gözlerini açtı. Saat 07:30’u gösteriyordu. Alarmı kapatıp sırtüstü döndü. Gözleri geri kapanırken işaret ve baş parmaklarıyla göz kapaklarını açtı. Birkaç dakika daha gecenin yorgunluğunu üstünden atmak için yattı. Sadece kırk beş dakika sonra kaderi belirlenecekti. Zorla açık tuttuğu gözleri kapandığında zihninde beliren bir çift lacivert gözün koyuluğu, uykusunun açılmasına yetmişti. Doğrulduğu yataktan bir hamlede kalktı. Odasından çıkıp banyoya girdi ve soğuk suyla yüzünü yıkadı. Artık zihni de uyanmıştı. Odasına geçip geceliklerinden kurtuldu ve eşofmanlarını giydi. Küçük bir koşuya çıkması gerekiyordu. Ahşap merdivenlerin ahenkli gıcırtısı eşliğinde alt kata indi ve mutfağa ilerledi. Termosuna ılık su doldurup kapağını kapattı ve yudumlayarak oturma odasına geçti. Gözü orta sehpanın üstünde duran telefona takıldı. Boşta duran eli yavaşça eşofmanının cebine giderken ağzındaki suyu büyük bir yutkunuşla midesine yolladı. Cebinden telefonunu çıkarırken bütün hücreleriyle korktuğunu hissetti. Orta sehpanın üstünde duran telefon kendi telefonu değildi. Daha önceden gördüğü bir telefon da değildi. Zaten o telefonu almaya maddi gücü de yetmezdi. Dünyaca ünlü markalardan birinin ürettiği alışılmışın dışında bir telefondu baktığı. Dokunmatik ekran, akıllı dikdörtgen biçiminde bir telefon olmasına rağmen katlandığında boyutunun yarısına inip kare biçimini alıyordu. Pahalı olmasının yanı sıra insanlarca kullanışlı gelmediği için tercih sebebi de değildi. Gözlerini sehpadan ayırıp hızla evi taradı. Ne bir ses ne bir iz… Görünürde hiçbir şey yoktu. Neler olduğunu anlamaya çalışırken orta sehpanın üstünde duran telefona gelen mesajla irkildi. Sehpaya yaklaşıp yaklaşmama konusunda tereddütte kaldı. Gidip telefona gelen mesaja bakmaktan başka çaresi olmadığını biliyordu. O telefon evine nasıl girdi, sehpaya kim koydu, neden hiçbir şey duymadı bilmiyordu. Ama belki gelen mesaj ona bir fikir verebilirdi. Hızlı adımlarla sehpaya ilerledi ve hemen yanındaki koltuğa oturdu. Ellerini dizlerine sildi. Tedirginlik ve korkudan avuç içleri terlemişti. Titreyen ellerini telefona uzattı ve çift tıkladığı ekran açıldı. Simsiyah ekranda beliren kırmızı mektup zarfını gördüğünde zihninde bir şeyler şekillenmeye başlamıştı. Telefonu iki eliyle aldı ve üstünde sayıyla bir yazan mektup zarfının üstüne tıkladı. Açılan siyah sayfa ve beliren video ile kaşlarını çattı. Güvenlik kamerası görüntüleriydi izlediği. Tarih bugünün tarihi saatse tam da bu anın saatiydi. Salisesi bile şaşmıyordu. Telefona gelen bildirimle az önce şaşkınlıkla titremesi geçen elleri yeniden titremeye başladı. ‘Sedat Çiğak aracına bindi. Geçtiği yollarda yakalandığı Mobeselerdeki görüntüleri buraya canlı bir şekilde aktaracağım. IP’nin bulunmayacağı bir yere git ve bu işi bitir. -Gece’ Telefonu Patrona’nın koyduğunu düşünmüştü. Ama belli ki bunu yapan Patrona değildi. Öylece mesaj paneline bakakalmıştı. Kim, neden yardım ediyordu diye düşünürken bir bildirim daha düştü ekrana. ‘Bombayı tetikleyeceğin yazılım programını bu telefona kur ve kalabalık bir yere git. Gittiğin yerde telefondan kurtulup uzun bir süre vakit geçireceksin ona göre hazırlan. -Gece’ Okudukları hiçbir anlam ifade etmemişti. Bütün planını zaten hazırlamışken bu kimdi de emirler yağdırıyordu. Okuduklarından dolayı kafası karışmış ne yapacağını bilemez halde oturduğu yerde kalakalmıştı. Patrona’nın haricinde aralarındaki anlaşmayı kim biliyor olabilirdi ki? Sedat Çiğak planını Patrona ve kendisinden başka kim biliyordu? Patrona gerçekten güvenilir miydi? Peki ya kendisi güvende miydi? Ekrana düşen yeni bildirimle düşüncelerinden sıyrıldı. ‘Kendini polise yakalatmak istemiyorsan telefona aptalca bakmayı kes ve oturduğun yerden kıçını kaldır. -Gece’ Şaşkınlıkla ayağa kalktı ve irileşmiş gözleriyle etrafını taradı. Telefona baktığı tahmin edilebilirdi ama oturduğunu nasıl bilebilirdi ki? Evine kamera konuşmuş olduğunu düşünürken gözü kolundaki saate ilişti. 07:38’i gösteriyordu. Bitirmesi gereken iş, nasıl izlendiğini anlamaya çalışmasından daha önemliydi. Elindeki telefonu cebine koyup koşar adım portmantoya ilerledi ve portmantonun çekmecesindeki cüzdanı ve anahtarıyla üstüne mevsimlik şişme montunu alarak evden çıktı. Evine en yakın alışveriş merkezi yarım saatlik yürüme mesafesindeydi. Hızlı yürürse yirmi dakikada ulaşabilirdi ve bu da etraftaki kameralardan kaçınabilecek bir yer bulması için yeterli zamanı ona sağlardı. Hızlı olan adımlarını daha da hızlandırdı. Alışveriş merkezinin içine girdiğinde saate baktı. Patrona’nın talimatının gerçekleşmesi için tam on beş dakikası vardı. Kameralardan uzak bir nokta seçmek için ise sadece beş dakikası… Durduğu noktada hızla etrafına bakınmaya başladı. Kameraların yerlerini tespit etmesi gerekiyordu. Telefonun titremesi ile elini cebine attı. ‘Bu işi nasıl bitireceğini gerçekten merak ediyorum. Sakin ol! Kameralardan uzaklaşmak yerine kameralara yakalan ve normal davran. Bu halinle çok dikkat çekiyorsun. -Gece’ ‘Eve kamera yerleştirip beni izliyor olduğunu varsaymıştım. Peki şu anda beni nasıl görüyor?’ diye düşündü. Zihnindeki sorulara mantıklı bir açıklama bulmaya çalışırken mesaja cevap verme gereği duymamıştı. Karşısındaki kişi her nasıl oluyorsa attığı her adımı, hatta aklından geçenleri bile biliyordu. Sakin adımlarla yürümeye başladı. Bildirim sesi ile elindeki telefonun ekranını açtı. ‘Çok düşünmene gerek yok. Kameralardan takip ediyorum seni. -Gece’ ‘Alışveriş yapabileceğin bir yere git ve saat gelene kadar ara ara Sedat Çiğak’ın konumunu takip et. Saat geldiğinde ne yapacağını biliyorsun. -Gece’ Okuduğu mesajla kaşlarını çattı ve yürümeye başladı. Bu saatte alışveriş yapabileceği tek yer marketti ve ancak kahvaltılık malzeme alırsa garip durmazdı. ‘Demek kameralardan takip ediliyorum.’ diye düşündü. Artık karşısındaki bu kişiyle diyalog kurma zamanı gelmişti. ‘Evde nasıl görüyordun beni? Evime de mi kamera koydun?’ ‘Elindeki telefonun da kamerası var. -Gece’ Arkada kalan ayağını öndeki adımının yanına getirip olduğu yerde durdu. Bir eliyle şaşkınlıktan açılan ağzını kapatırken telefonu tutan elinin avcuyla kamerayı kapatmıştı. Birkaç saniye sonra elinin titremesi bir mesaj daha geldiğinin habercisiydi lakin üstündeki şaşkınlığı henüz atamamıştı. Telefon ekranının büyük çoğunluğunu kaplayan avcunu çekti ve gelen mesajı okudu. ‘Şaşkınlığını üzerinden atıp normal davranmaya başlayacak mısın, yoksa davranışlarınla ben şüpheliyim diye bağırmaya devam mı edeceksin? – Gece’ Tekrar markete doğru yürümeye başladı. Gözleri ise telefonunun ekranındaki klavyeye hızla basan parmaklarındaydı. ‘O zaman iyi ki evimde çıplak gezmemişim.’ ‘Bana sapık muamelesi yapma! Şu an sana yardım etmesem, bileklerinde kelepçeyle çıkardın evinden. Ayrıca… Tipim değilsin kehribar. -Gece.’ Yüzünde oluşan gülümsemeyle telefonun ekranını kapatıp cebine koydu. Attığı zarfı yutmuştu. Elleri cebinde marketin kapısından girdi. Bir market arabası aldı ve içeride dolaşmaya başladı. Kolundaki saatten kalan zamanı hesaplıyor ve ara ara Mobese görüntülerinden Sedat Çiğak’ın konumuna bakıyordu. Sürdüğü market arabası yavaş yavaş dolmaya başladı. Saati ise 08:14’ü gösteriyordu. Sedat Çiğak’ın aracı Emniyet müdürlüğüne dönen köşedeydi. Aracın yavaşlaması gerekiyordu ama tam da ayarladığı gibi durmadı. Araç hızla girdiği virajda hakimiyeti sağlamak amacıyla yapılan direksiyon hamlesi ile Emniyet Müdürlüğü’nün duvarına savrulurken trafik kilitlenmişti. Duvara vurmanın etkisiyle aracın kaputundan duman çıkmaya başlamıştı. Çevreden yaklaşan birkaç sivil birden araçtan uzaklaşarak koşmaya başlamıştı. Şimdi ise sıra kendisindeydi. Yolda telefona yüklediği yazılımdan bombayı aktive etti ve iki saniye sonra aracın önünden çıkan dumanlar yerini birbiri ardınca parlayan alevlere bıraktı…
<>
(1 Ocak 2021 – Japonya) Uçaktan inmiş bagajını almak için sırada bekliyordu. Daha önceden hiç bulunmadığı bir ülkedeydi. Onu bulamayacaklarını biliyordu. Her yere baksalar da buraya bakmazlardı. Ama hedefi için bu ülkeden öğrenmesi gerekenler vardı. Bagajını alıp yürümeye başladı. Yolu nereye varır bilmiyordu. Zihninde planının aşamaları, kalbinde ise intikam ve adalet ateşi vardı. Havalimanında koşuşturan binlerce insanın içinde acelesi olmayan tek kişiydi. Herkes yeni bir yılın heyecanını yaşarken o, takvimdeki üç yüz altmış altıncı günü yaşıyordu. İntikamını alana dek yeni bir yıla geçmeyecekti. Onun yeni yılı, adalet sağlandığında gelecekti. Havalimanından çıkmış, trenle Kyoto’ya geçmeye karar vermişti. Kapalı olan telefonunu son kez açıp gelen mesajlara baktı. Babasından üç mesaj, Gökçe’den ise bir mesaj vardı gelen kutusunda. Önce babasından gelen mesajı açtı. ‘Vardığında haber vermeyi unutma.’ ‘Başını belaya sokma. Biliyorum büyüdün ve öğüdüme ihtiyacın yok ama babalık vazifemi yapmalıyım.’ ‘Annene onu çok özlediğimi söyle.’ Cevap yazmadan sohbetten çıktı ve Gökçe’nin sohbetine girdi. ‘Annenin yanına gitmediğini biliyorum. Ama sana zaman kazandırmak için ilk önce oradan başlayacağım seni aramaya. Kendine dikkat et. Planın her neyse döndüğünde benimle paylaşacak kadar bana güvenirsin umarım. Alp Kayaer’in kardeşi talimatların için hazırda bekliyor. Çabuk dön. Seni seviyorum.’ Okuduğu mesajlarla yüzünde belli belirsiz yayılan tebessüm aynı saniyelerde silinip gitmişti bile. İstasyona gelen trene binip Kyoto’ya doğru yol aldı. Bu ülkede kaç günü geçecekti hiç bilmiyordu. Tek bildiği amaçladığı yeterliliğe ulaşmadan buradan ayrılmayacağıydı. Kyoto’ya indiğinde elindeki orta boy valizle lapa lapa kar yağan, ışıklarla donatılmış yeni yılı karşılayan sokaklarda dolaşmaya başladı. Aradığı yeri bulmak için dolaşıyordu. Yaşayacağı yeri biraz da olsa tanımak için bu kalabalık günden daha iyisi olamazdı. Kyoto’nun yer yer dar sokaklarından geçerek ilerledi. Aradığı yer buralarda bir yerde olmalıydı ama ilk defa geldiğinden olsa gerek kafası karışmış bir anlık yönünü şaşırmıştı. En mantıklısı birisine sormak olabilirdi. Kalabalık sokaklardan birine yöneldi. Kyoto’nun dik sokaklarına göre bu sokak daha düz ilerliyordu. Çeşitli ürünlerin satıldığı küçük dükkanların önlerinden yürümeye başladı. Aynı zamanda aradığı yeri sormak için anlaşabileceği birisini arıyordu. Kendi yaşına yakın ya da kendisinden küçük biriyle karşılaşsa kendini rahat hissederdi. Çünkü Japonya geleneklerine bağlılığı sebebiyle yabancılara pek de sıcak bakmıyordu. Adımlarını yavaşlatıp etrafına son kez bakındı. Tam o sırada kendisinden birkaç adım ileride dükkânın önündeki sergiye bakan, ama aslında sergiye bakmak değil de daha çok etrafını kolaçan etmek için kalabalığa karışmış birisini fark etti. Sırtındaki büyük çantası ve elindeki klasör ile içinde bulunduğu ortama ait değildi. Kafasına doladığı atkısından çıkan koyu kahve uzun saçlarını atkının içine saklamaya çalışan genç kız çevresine endişeyle bakıyordu. Soru sormak için doğru kişi olmadığını hissetse de onunla konuşma isteğini bastıramadı. Adımlarını hızlandırıp yanına gitti ve onun yaptığı gibi tezgahtaki ürünlere bakmaya başladı. Başını tedirginlikle etrafına bakınan kıza çevirdi. Göz göze gelmişlerdi. Kendinden yaşça küçük olduğu tek bakışta anlaşılıyordu. Konuşup konuşmamak için bir anlık tereddüt etse de aradığı yeri bulmak için bu adımı atması gerektiğinin farkındaydı. Bütün Japonca bilgisini belleğinde taradı ve konuşmaya başladı. “Merhaba. Size bir şey sorabilir miyim?” “Beni tanıyor musun?” “Hayır.” “Huh… Allah’ım teşekkür ederim.” Karşısındaki genç kızın sarf ettiği cümlelerin Türkçe olması önce şaşkınlıkla kaşlarını kaldırarak gözlerinin irileşmesine, ardından kaşlarını çatıp gözlerini kısarak bir parmağını kadının burnuna doğru uzatmasına sebep olmuştu. Ve ana dilinde konuşmaya başladı. “Türk müsün?” Karşısındaki kadının irileşen gözlerindeki şaşkınlık yerini özleme bırakırken ses tonu az önceki soğukluğun tam aksine samimiydi. “Evet… Hayır… Melezim. Yarı Türk yarı Japon. Sen?” “Türküm ben. Türkiye’den geldim... Gezmeye.” “Anladım. Gitmem gerek benim. Umarım tekrar karşılaşırız.” Diyerek hızla arkasını dönen genç kızın kolundan tuttu ve lacivert gözlerini kadının gözlerine dikti. “Bekle bir dakika. Kyoto Savaş Okulu’nu arıyorum. Nerede olduğunu biliyor musun?” “Neden arıyorsun orayı?” kaşlarını çatmış lacivert gözlere şaşkınlık ve kınamayla bakıyordu. Bakışlarının ardında ise delicesine bir merak vardı. “Ryuji Sensei ile görüşeceğim. Savaş okulunun sahibi.” “Sensei okulun sahibi değil, sadece ustası.” “Sensei’yi tanıyor musun?” “Kyoto’da herkes onu tanır. Onunla görüşmek istediğine emin misin?” “Evet. Beni bekliyor, ama ben okulu bulamadım.” Sıkıntıyla nefes veren genç kız hızla etrafına göz gezdirdi. Neden bu kadar sık etrafına bakıyordu, neden bu kadar tetikte bekliyordu merak etmişti. Ama bir daha görmeyeceği bir kız için endişelenmek ya da ona karşı merak duymak çok gereksizdi. Genç kızın durumunu umursamadan cevabını bekledi. “Peki… Gel benimle.” Diyerek kalabalık yolda yürümeye başladı. Sokaklara nazaran daha geniş bir alana çıktıklarında genç kız durup gözlerini lacivert gözlere dikti. Bir eliyle meydana bağlanan sokaklardan birisini gösteriyordu. “Şu ilerideki sokağa gireceksin. Orası çıkmaz sokak. Sokağın sonunda büyük ahşap bir kapı göreceksin. Kyoto Savaş Okulu orası… Kendine dikkat et.” “Teşekkür ederim. Sen de.” Kendisine yardım eden kızın arkasında bırakarak kalabalık meydanda yürümeye başladı. Ardına dönüp baktığında genç kızın hızlı adımlarla uzaklaştığını gördü. Koşarak arkasından gitmeye başladı ve biraz yaklaştığında bağırdı. “Hey! Bakar mısın?” Adımlarını yavaşlatmadan hızla omzunun üstünden bakan genç kız, gözleri buluştuğunda olduğu yerde durdu. Yavaş adımlarla kadına yaklaştı ve tam karşısında durup lacivert gözlerini henüz on beşlerinde olduğunu düşündüğü kızın gözlerine çiviledi. “Bir daha karşılaşacağımızı sanmıyorum ama…” Bir anlık tereddüttün ardından cümlesine devam etti. “Adın ne?” “Bana…” Çevresine hızla göz atıp aralarındaki bir adımlık mesafeyi de kapatarak lacivert gözlere daha da yaklaştı. “Bana Gece derler. Sen de öyle bil.” Bir müddet sessizlikten sonra Gece etrafına hızla yeniden göz gezdirdi. Başıyla karşısındaki lacivert gözlerin sahibini işaret etmek için çenesini kaldırıp indirerek ve eş zamanlı kaşlarını kaldırarak doğrudan gözlerine baktı. “Peki senin? Senin adın ne?” “Yeniden karşılaşırsak söylerim. Şimdilik bilmemen daha doğru olur senin için.” Gece’nin kaşlarını çatarak bakmasıyla cümlelerine devam etti. “Burada olduğumu ailem bilmiyor ve beni arıyorlar. Bu nedenle adımı söyleyemem.” “Tekrar karşılaşırsak söyleyeceksin ama. Anlaştık mı?” “Güvenimi sağlarsan…” Karşısındaki genç kızın başını hafif eğerek kabullenişini ve yüzüne yayılan gülümsemesini gördüğünde arkasını döndü ve az önce katettiği yolu geri yürüdü. Gece’nin gösterdiği sokağa yaklaştıkça insanlar seyrelmiş, köşe başını dönmesiyle kendini bomboş bir sokakta bulmuştu. Sokağın sonuna vardığında adımları, ahşap bir kapının önünde durdu. Lacivert gözlerini kapının biraz üstündeki tabelaya dikti. ‘Kyoto Savaş Okulu’ yazısını okuyabilmiş olmak bir anlık mutlu etti onu. Gözlerine tatminkâr bir bakış yerleşirken gözleri hâlâ üstünde yukarıdan aşağı doğru fırça darbeleriyle yazılmış Japonca ‘Kyoto Savaş Okulu’ yazan ahşap tabeladaydı. Bir elini kapıya doğru uzattı. Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Ciğerlerine dolan soğuk ve keskin hava ısınırken yavaşça gözlerini açtı ve içinde tuttuğu nefesini sakince dışa verdi. Başını dikleştirmiş, bakışlarını ise sertleştirmişti. Yumruk yaptığı elinin tarakları ahşap kapıyla buluştuğunda boş olan sokak tok bir ses ile dolmuştu. Kapı gıcırtıyla aralandığında karşısında gördüğü ufak tefek bir kız şaşırmasına sebep olmuştu. Karşısında buraya gelirken iletişime geçtiği hocasını bulmayı ummuşken şu an karşısındaki bu kızın kim olduğunu bilmemek gerilmesine sebep olmuştu. Aylardır gece gündüz bugün için çalışmıştı. Japoncayı hayatını idame ettirebilecek kadar öğrenmişti. Şimdi ise bütün cesaretini toplayıp konuşacaktı. İlk izlenim çok önemliydi. Az önce sokakta konuştuğu zamana benzemezdi. Hayatı ve planları buraya bağlıydı. Vakit emeklerinin karşılığını alma vaktiydi. “Merhaba. Ryuji Sensei ile görüşmek istiyordum.” “Sen, o olmalısın. Gel, içeride seni bekliyor.” Büyük ahşap kapıdan içeri adımını attığında kendisini büyük bir avlunun içinde buldu. Burası az önce ardında bıraktığı Kyoto sokaklarından çok daha farklıydı. Avlunun tam ortasında olağan heybetiyle bütün alanı kanatları altına alan Akçaağaç çıplak dallarına biriken karlarla oldukça etkileyici görünüyordu. Kalın gövdesi insanı ilk bakışta ürkütürken geniş dalları ise güvende hissettiriyordu. Akçaağacın etrafına U şeklinde konumlandırılmış evlerin girişlerinde ahşapla yükseltilmiş verandalar bulunuyordu. En büyük veranda ise bahçeye giriş kapısının tam karşısındakiydi. Ardında kalan kapının açıldığı zamanki gıcırtılı sesi Kyoto sokaklarında yeniden yankılanırken büyük bir gürültüyle kapandı. Akçaağaç ile bahçe kapısı arasında kalmıştı. Başını hafifçe çevirip omzunun üstünden kapıyı açarken kullanılan kulplara büyük ahşap bir kütüğün sürülüşünü izledi. Başını yeniden akçaağacın gövdesine çevirirken bakışları ağacın ardında kalan verandaya açılan sürgülü kapıya takıldı. Sessiz ve bir suyun üstünde kayarcasına açılan kapıdan 1.80 boylarında, yirmili yaşların sonu otuzlu yaşların başlarında, saçlarını başının üstünde topuz yapmış, zayıf görünümüne karşın geniş omuzlarıyla, çevik ve güçlü olduğu duruşundan belli olan bir adam çıktı. Adam; keskin bakışları lacivert gözlerle buluştuğunda beklediği kişinin geldiğini anlamıştı. Ağır adımlarla verandada ilerleyip ayaklarını karlar içindeki toprak zemine gömülmüş biçimsiz taşlara basarken gözlerini bir an olsun lacivert gözlerden çekmemişti. “Demek sonunda geldin…” Sessizce kendisine bakan adamı inceledi bir müddet. Öyle keskin bakışları vardı ki kendini karşısında çırılçıplak hissetmişti. Birazdan işitecekleriyle insanlardan şimdiye dek sakladığı yanlarını tek bakışıyla anlayan bu adama neden Sensei dediklerini anlayacak ve ona karşı büyük bir saygı duyacaktı. “Kırılmışsın… Hayatta en değer verdiğin şeyi kaybetmişsin… Bir samuray kılıcı kadar keskin olmak için gelmişsin buraya.” “Yanlışınız var… Bir samuray kılıcı kadar keskin olmaya değil, bir samuray kılıcından daha da keskin olmaya geldim.” Şimdiye dek ifadesiz bir şekilde kendisine bakan adamın gözlerinden bir ışıltı geçti. Ardından yüzündeki kaslar memnuniyet ifadesi için hareketlendi. Hepsi o kadar kısa sürede olmuş ve eski ifadesiz haline bürünmüştü ki lacivert gözleriyle şahit olduklarının bir anlık sanrı olduğunu düşünmeden edemedi. “Gel benimle. Eşyalarını şuradaki odaya koyabilirsin.” diyerek sol elini kaldırdı ve kapının önünde öğrencisinin sağındaki evi gösterdi. Lacivert gözler Ryuji Sensei’nin parmağının gösterdiği yere bakıyordu. Sensei ise lacivert gözlerin sahibine. Karşısındaki bu kişinin neden burada olduğunu artık biliyordu. Samuray kılıcından daha keskin olmak karşısındaki kişinin arzusuydu. Ryuji ise lacivert gözlerdeki kararlılığı gördüğü an onun senseisi (ustası) olmaya karar vermişti. Elinde valiziyle kalacağı odaya bakan bu kişi amacı için her şeyi göze alabilecek kararlılıktaydı, tıpkı bir zamanlar Ryuji’nin bu eğitim evine ilk gelişindeki o toy hali gibi… Elindeki valizini karla kaplanmış zeminde ilerleterek Ryuji Sensei’nin gösterdiği odaya ilerledi. Ahşap direklerle yerden yükseltilerek yapılmış verandaya çıktı ve önündeki sürgülü kapıyı açtı. Tek göz odaya göz gezdirdi. İçeride kapının tam karşısında çekmeceli bir dolap, dolabın üstünde ise kılıç koymak için kullanılan ahşap stantlardan vardı. Kapıdan bakıldığında odanın sağ tarafında giyinme paravanı olarak da kullanılabilecek, üstünde ejderha ve Fuji Dağ’ı figürü bulunan kumaştan yapılmış ve birbirine tutturulmuş üç küçük paravan bulunuyordu. Odanın kendisine en uzak sol köşesinde ise rulo yapılmış bir tatami ve hemen yanında yorgana benzeyen bir yatak vardı. Arkasında hissettiği bedenle aniden döndü. Ryuji Sensei ile göz göze geldiğinde Sensei’nin ne düşündüğünü anlayamadığını fark etti. Aklından geçenleri tahmin etmek bir yana, karşısında gözlerini kendi gözlerine dikmiş bu adamın ne hissettiğini, soluklarının uzunluğu ve derinliğinden bile anlayamıyordu. Şimdiye dek karşısındaki insanların gözlerine baktığında göz bebeklerinin hareketlerinden, vücutlarına baktığında ise soluklarının uzunluklarından ve derinliklerinden o an ne düşündükleri yahut ne hissettikleri hakkında mutlaka bir tahmini olurdu. Ama şimdiye dek kendince geliştirdiği bu yöntemler Ryuji Sensei’de işe yaramamıştı. Akçaağaca baktığında bile dallarını sallayışından, gövdesinin büyüklüğünden, üstüne konan kuşların cinslerinden bir şeyler sezmişti. Ama Ryuji Sensei’nin küçük, çekik, koyu kahve gözlerindeki donuk bakışlar, ustasının hiçbir sırrını ele vermemişti. Bu adamın göz bebekleri kendisine bakarken bir anlık şaşkınlıkla ya da merak duygusuyla irileşmemişti bile. Lacivert gözlerini Sensei’nin gözlerinden çekerken ‘Sahiden donuk ve duygusuz birisi mi yoksa göz bebeklerini kontrol etmeyi mi öğrenmiş’ diye düşündü. “Burası evin ilk odası. Karşındaki dolap eşyaların için.” Eliyle odadaki eşyaları tek tek göstermeye başladı. “Sağdaki paravanın adı fusuma. Giyinirken ya da uyurken kullanabilirsin. Odanın bütün duvarları da fusuma. Sadece yapıldıkları malzemeler farklı. Sağ duvar ise sürgülü fusuma. Açarsan tıpkı az önce girdiğin kapı gibi verandaya çıkabilirsin. Sol tarafta, yerdekiler de tatami ve yatağın. Yatağa futon deniyor, tatami ise yere sereceğin bir tür kalın örtü. Tatamiyi futonun altına sereceksin.” Anlayıp anlamadığını ölçmek için bir müddet bekledi Ryuji Sensei. Ne de olsa karşısında duran öğrencisinin ne kadar Japonca bildiğini bilmiyordu. Bunu test etmek içinse güzel bir fırsattı. Eğitime nereden başlayacaklarını zihninde planlaması için dile ne kadar hâkim olduğunu bilmesi gerekiyordu. “Anladım.” Diyerek ayakkabılarını çıkarıp içeri giren öğrencisine baktı. Ayakkabılarını çıkarması Sensei’nin bir anlık şaşkınlık yaşamasına sebep olmuştu. Ve öğrencisine yakalanmıştı. ‘Duygusuz değilmiş... Demek ki göz bebeklerini kontrol etmeyi öğrenmiş. Ya da ona baktığım zamanlarda onu tanımaya çalışacağımı bildiği için bir duygu belirtisi göstermedi.’ Diye düşünerek ustasını çözmüş olmanın verdiği rahatlıkla gülümsedi. Lacivert gözleri kısa bir süre için mavileşmişti. Ryuji Sensei ise lacivert gözlerin maviye döndüğünü gördüğünde öğrencisini böylesi değiştiren, onun bakışlarını karartan olayın ne olduğunu daha çok merak etti. Ama biliyordu ki eğitimlere başlamadan, onu sınavlara tabi tutmadan ona soru sormayacak, onunla kişisel diyalog kurmayacaktı. Önce öğrencisi kendisini hocasına benimsetmek için bedeller ödeyecekti. Bir kılıç ustasının ilk öğrenmesi gereken, kılıcı her sallayışının bir bedeli olduğuydu. İki kişi kılıcını bir kez kınından çıkardığında mutlaka bir kişi kesiklerinden sızan kanlarla toprağa düşerek yaptığı hamlenin bedelini canıyla, diğeri ise yerde yatan kişinin kanına bulanmış kılıcıyla ayakta durarak, yaptığı hamlenin bedelini, taşlaşan kalbiyle ve ömür boyunca taşıyacağı vicdan azabıyla öderdi. Kılıç kınından bir kez çıkarsa, bir daha geri dönüşü olmazdı. Ve öğrencisi bir kılıç ustası olmaya oldukça kararlıydı. <>
(Günümüz – Saat 08:15) Ceviz rengi masif çalışma masasının etrafından dolanarak masanın arkasındaki deri kaplı koltuğuna oturdu. Gün ışığı kitaplıklarının arasındaki pencereden odanın ahşap duvarlarına ve masasının üstündeki kan kırmızı, deri kaplı deftere süzülüyordu. Beklediği gün gelmişti. Bakışları defterin üzerinde gezinirken zihninden defterin sayfalarında yazılı olan isimler geçiyordu. Kapının tıklamasıyla lacivert gözlerini defterden çekerek kapıya doğru baktı. İçeri giren siyah takım elbisesine zıt beyaz tenli sarı saçlı adamın çivit mavisi gözlerine baktı. Yıllar sonra ilk kez karşısındaki adamın ağzından çıkacaklar heyecanlanmasına sebep olmuştu. “Halletti.” Yüzüne yayılan gülümseme ile kısılan gözleri lacivert gözlerini adeta yok etmişti. Yıllar sonra ilk defa gülümsemişti. Karşısında çivit mavisi gözleriyle kendisini şaşkınlık ve özlemle inceleyen adama baktı. “Demek halletti… O zaman aramıza katılmaya hak kazandı.” Yüzündeki gülümseme önce dondu. Ardından yavaşça silinirken parmaklarıyla önündeki defterin kapağında ritim tutmaya başladı. “Çıkabilirsin Toprak.” Arkasına dönen adam kapıyı kapatacağı sırada Patrona içeriden seslendi. “Toprak! Herkese haber gönder. Yarın toplanacağız.” Toprak aralık olan kapının arkasından başıyla Patrona’nın sözlerini onayladıktan sonra kapıyı kapattı. Önündeki defterle baş başa kalmıştı. Kırmızı mürekkepli dolma kalemini eline aldı ve açtığı sayfadaki isimlere kısaca bir göz atıp Sedat Çiğak’ın isminin üstünü çizdi ve yanına bugünün tarihini attı. Şimdi ise onun yerine geçecek başkomiserin ismi merak ediyordu. <> Kitap ile ilgili detaylı bilgi, etkinlikler ve tanıtımlar için aşağıdaki instagram hesaplarını takip etmeyi unutmayın. @patronaofficall @tugbaycaltindas |
0% |