
Selamün aleyküm kıymetli okuyucularım ♡
Ben kitaptan her ne kadar uzaklaşsam da okuyanların güzel yorumlarıyla anladım ki, Muhammed Arş ve Lina Su'nun hikayeleri hâlâ devam ediyor.
Ayrıca bir önce ki duyuru için yapmış olduğunuz yorumlar için çok teşekkür ederim.
Bazen motivasyona ihtiyacım oluyor galiba :) Ve bunu somut olarak görmek isteyebiliyorum. En azından oy veya küçük bir destek yorumuyla hikayeye devam etme konusunda yardımcı olabilirsiniz :)
Bu kitabı güzel bir sonla bitirmeyi düşünüyorum. Aklımda ise taptaze hayatlar ve hikayeler var. Sizlerle buluşturmak için heyecanlıyım.
Yeni bölümü inşallah keyifle okursunuz. İyi okumalar!
***
Hayat bazen acı sürprizler yapabiliyordu.
*
Bugün Zümer ile görüşmeye çıkmıştım. Her zamanki gibi kafelerin kuytu köşelerine oturduk ve konuşmaya başladık. Genellikle o anlatıyor ben dinliyordum.
Bu sefer normalden daha üzgün ve ümitsiz gibiydi. Babasını bulacağını heyecanla anlatan kız sanki büyük bir hayal kırıklığına uğramış ve bunu yüzüne yansıtıyordu.
"Babamın kim olduğunu buldum" dedi kırgın bir sesle. Sevinmek yerine üzülmüştü sanki. Onun aksine şaşırmış bir ses tonuyla cevap verdim.
"Gerçekten mi? Kimmiş? Bu konuda ne hissediyorsun?"
Benim sorularım üzerine olanları anlatmaya başladı.
"Babamın adını soyadını öğrendim. Daha önce nerelerde çalıştığını da öğrendim. Tabi var olan ailesini de. Babam ölmüş ama arkasında bıraktığı bir ailesi var.
Oğlunun adını öğrenip onunla görüşmek istedim. Abim olarak bana sahip çıkmasını beklerken o beni yalancılıkla itham etti. Bunun ardını arkasını araştıracağını, ölmüş bir adamın arkasından nasıl böyle iftira atabileceğimi söyledi.
Bu sözler karşısında sadece utandım. Ben niye yalan söyleyecektim ki? Hem yıllar önce babasının nerede çalıştığını nasıl bilebilir ve anlatabilirim? Bunlar doğru olduğunu göstermez mi?
Ama inanmadı bana. İstersen anneme sor her şeyi anlatır sana dedim. Keşke demez olaydım. Bizim eve geldi annem konuşmaya başladığı an o da bağırmaya başladı. Annem şok oldu bir daha bir şey anlatmadı. Zaten bu konunun açılmasına çok rahatsız olmuştu.
O adam annemi ağlattı ve gitti."
Gözlerinde ki yaşları silmeye çalışırken sanki duygularını açığa çıkarmaya utanıyordu Zümer. Bir an önce gözyaşları dursun ve kimse görmesin istiyordu. Hâlbuki ağlamak da gülmek kadar normal bir duyguydu.
"Peki ne hissediyorsun?" Diye sordum kendini ve duygularını anlayabilmesi için.
"Hayal kırıklığına uğradım." dedi. "Zannediyordum ki babamı bulurum. Beni bağrına basar. Hani oluyor ya Müge Anlı'da, seni yıllardır arıyorduk diyorlar ve bütün aile koşarak geliyor. Öyle olur zannettim. Eğer kardeşlerim veya ablam, abim varsa beni canım kardeşim diyerek kabul ederler sanmıştım. Öyle olmadı. Çok hayal kırıklığına uğradım."
"Peki bunun üstesinden gelebilmek için ne yapmalısın?"
"Ona kendimi ikna edeceğim. Sonuçta onun babası benim de babam. Zamanında annemi ne hallere düşürmüş. Belki de karısının haberi vardı bu durumdan. Belki onlar yüzünden annem böyle oldu. Gidip hesap soracağım tabi ki"
Öfkesi ses tonuna yansıyordu. Yanlış şeyler yapmasından korktum.
"Zümer sen akıllı bir kızsın. Sence öfkeyle üstlerine gidersen seni dinleyip anlamaya çalışabilirler mi?"
"Haklısın. Bu öfkemi onlara yansıtmamam lazım. Normal bir şekilde konuşurum öyleyse."
"Senin ve annen için en iyisi neyse öyle yap."
Bu gün ki seansımızı bitirip ayrıldık. Zor bir dönemden geçerken ben ona yardımcı olamıyordum. Böyle zamanlarda psikolojik destek alması daha doğru olabilirdi ama maddi olarak durumu olmadığı için bunu ona söyleyemiyordum. Sonuçta benim istediğim az miktar parayla psikolog ödemesi aynı olmayacaktı.
Eve gitmeden önce çarşıda işlerimi hallettim. Düğün süreci çok uzamayacağı için şimdiden eşyalarımı seçmem lazımdı. Fikir sahibi olabilmek için bir kaç mağaza gezmiştim. Bakması bile o kadar uzun sürmüştü ki karar verip almasını düşünemiyordum.
Karakolun yakınına geldiğimde Muhammed Arş'ı aradım. Artık onu daha rahat arayabiliyor, en azından çekinmeden konuşabiliyordum. Telefonu açınca karakolun oraya yaklaştığımı, kendisini görmek istediğimi söyledim.
Cevap vermeden önce sesli bir nefes bıraktı ve sanki nefesinin arasında uff dedi. Enerjim bir anda düşmüştü. Henüz konuşmaya başlamadan önce konuşmak istemediğini düşünerek konuşmama devam ettim.
"Yani istersen konuşalım. İstemezsen sorun yok. Direkt eve geçebilirim."
Yaptığı şeyin ne ifade ettiğini anlamış olacak ki hemen cevap verdi.
"İstemediğimden değil. Sadece müsait değildim başka bir şeyle meşgulüm. Sonra konuşsak daha iyi olur. Kusura bakma lütfen."
Sesi gittikçe yumuşamıştı.
İlk başta ki haline anlam veremesemde bozuntuya vermedim. Aynı şekilde yumuşak bir ses tonuyla cevap verip kapattım. Bilmem gereken bir şey olsaydı muhtemelen bana söylerdi. Özellikle iş hayatında ki bir çok şey beni ilgilendirmiyor diye düşünüyor olabilirdi. Tabi bunu en başta kötü hissettirmeden söylese çok daha iyi hissedecektim.
Fazla kafaya takmamaya çalışarak eve gittim. Evden mis gibi yemek kokuları geliyordu. Bütün odaları yemek kokusu sarmıştı. Annem yine döktürmüştü anlaşılan.
Dış kıyafetlerimi çıkardıktan sonra mutfağa saptım. Annem masayı hazırlamaya başlamıştı. Yine geç kalmış ve anneme yardımcı olamamıştım. İçimden pişmanlığını yaşasam bile dışarıya pek yansıtmıyordum.
Annemin yanaklarından öperek tencerelerin kapaklarını açtım. "Yine güzel şeyler yapmışsın, bugün tıka basa doyacağım desene"
Annem gülerek karşılık verdi sözlerime. Az konuşan ama çok gülen bir kadındı o.
Yemekleri tabaklara koyduktan sonra ailecek oturduk sofraya. Her zaman ki usulümüz olan konuyu, yani 'bugün ne yaptık' diye konuştuk. Abim iş bulmuştu. Kendi işi değildi ama çoğu üniversite mezunu gibi o da mezuniyet gerektirmeyen yerlerde çalışıyordu.
Annem ev işiyle meşgul olmuş, yemeklerimizi hazırlamıştı. Ben de danışanımla buluşmuş, mağazalara bakmıştım. Klasik bir gündü hepimiz için ama anlatacak çok şey buluyorduk. En çok da abimle ben konuşuyorduk. Annem ise çoğunlukla gülerek yemeğini yiyordu.
Hadis-i şerif'te belirtilenin aksine tıka basa doymuş bir şekilde kalkıyorduk masadan. Karnına taş bağlayan peygamberin, kocaman göbeğiyle açız diye gezinen ümmetiydik.
Hep beraber masayı topladıktan sonra annemi oturması için içeri gönderdim. Her zaman o yıkıyor bense ya ders ya koçluk diyerek kaçıyordum. Ama artık büyümüş ve yakında evinin bulaşıklarını tek başına yıkayacak bir kız olmuştum.
Yeni evimi ve evliliği düşündükçe hem heyecanlanıyor, hem korkuyor, hem seviniyordum. Tam anlamıyla bir duygu karmaşası yaşıyordum. Aklıma ise bugün Arş'ın benimle görüşmek istememesi geldi.
Müsait olmadığı için görüşmek istemediğini biliyordum ama ilk başta ki o nefes arası "uff" demesi aklımda kalmıştı işte. Şeytan mıydı aklıma getiren yoksa başka bir şey mi vardı bilmiyorum.
Bulaşıkları bitirince akşam namazını eda etmek için odama geçtim. Abimle annem ben mutfaktayken namaza durmuşlar ve yenice bitirmişlerdi. Bende hemen abdest tazeleyip namazımı eda ettim.
Aklımda ki soruları, korkuları giderebilmek için Rabbime el açtım. En önemlisi de hayat boyu birbirimize iyi gelen ve birbirimizi Allah aşkına ulaştıracak eşler olmamız için dua ettim. Kişi kulu severdi ama o sevgi ona Allah sevgisini öğretmiyorsa bu fâni bir sevgi olurdu. Allah aşkını bulan ise bütün mahlukata iyilik gözüyle bakar ve eşine daha bağlı bir insan olurdu.
Hem bunun en güzel örneği efendimiz değil miydi? Allah'a aşıktı ve diyordu ki;" Ya Rabbi! Kalbime engel olamıyorum, Aişe'yi çok seviyorum."
***
Bir hafta sular seller gibi geçmiş yine Zümerle buluşacağımız tarihe gelmiştik. Yaklaşık on dakikadır bir kafede onu bekliyordum. Bu sırada yine elimde bir kitap, hafif şeyler okuyordum.
Farkında mısın, hayat gidiyor elimizden..
Yazmıştı şair. Farkında değildik belki de. Hayatımızın boş geçen vaktilerini belki de hiç farkedemiyorduk.
Tefekkür alemine daha fazla dalacaktım ki karşımda ki sandalyenin çekilmesiyle dünyaya döndüm. Gelen Zümerdi.
Geçen haftanın aksine, bugün yüzü gülüyordu. Tebessümü yüzüme tebessüm bulaştırmıştı.
Hoşbeş faslından sonra haftasıyla ilgili sorular sordum. Tebessümün nedenini öğrenmek zor olmamıştı. Abisinin artık kendine daha yumuşak olduğunu ve onun bir arkadaşıyla tanıştığını söyledi.
Arkadaşını çok kibar ve anlayışlı biriymiş ayrıca ibadetler konusunda da dikkatli biriymiş.
Bunları anlattıktan sonra yüzü düştü. "Babam da anneme böyle demişti. Acaba bende mi kandırılıyorum?" Diye sordu.
Sonra kendi sorusunu kendi cevapladı. "Ama şimdi ki şartlar eskisi gibi değil. Ayrıca ben sahipsiz de değilim. Hem resmi nikah olmadan ve düğün olmadan dini nikahla duracak değilim. Ondan sonrası için de Allah'a tevekkül ederim."
Eski modu tekrar yerine gelmişti. "Bugün onunla buluşacağım, senden sonra buluşmak için anlaştık. Karşıda ki restoranta gelecek." derken parmağıyla oturduğumuz camın karşısında kalan restorantı göstermişti.
Onun adına sevinmiştim. Hem bu seansta artık görüşemeyeceğimizi, düğün işlerinden dolayı yoğun olacağımı söylemeyi düşünüyordum. Onun biraz da olsa sorunlarını çözmüş olması beni rahatlatmıştı.
Sohbetimiz bitince ben bir kahve daha içeceğimi söyledim. Zümer ise buluşmasına geç kalmamak için hesabını ödeyip kalkmıştı. Vedalaşıp ayrıldık ve ben merakıma yenik düşerek gözlerimle Zümer'i takip ettim.
Karşıdaki restoranta girdikten kısa bir süre sonra sağ tarafa doğru yürümeye başladı. Onun gelişini gören kişi ise ayağa kalkmıştı.
Gözlerimle takip etmeyi bırakıp bütün bedenimle oraya döndüm. Restorant uzakta kaldığı için yanlış mı görüyorum diye düşünüp gözlerimi kısarak biraz daha dikkatli baktım. Zümer'i karşılayan kişi Muhammed Arş'tı.
Emindim. Onun tarzı, onun yüzü, onun saçları.. Hatta biraz daha yakında olsam gözlerinin rengini bile görecektim. Aklıma Zümer'in söyledikleri geldi. Abimin arkadaşı demişti.
Kibar, anlayışlı, ibadetler konusunda dikkatli...
Bu vasıfların hepsi ona uyuyordu. Sonra ne demişti peki Zümer?
"Babam da anneme böyle demişti. Acaba bende mi kandırılıyorum?"
Peki ya ben? diye sordu kalbim. Bende mi kandırılmıştım.
Buna inanmadım. Mutlaka Arş'ın bir açıklaması vardır. Belki de görev icabıdır. Belki arkadaşı doğru olup olmadığını araştırmak için Arş'ı görevlendirmiştir. Bunu ancak ona sorarak öğrenebilirdim.
Kahvemi yarım bırakarak kalktım ve hesabı ödedikten sonra restorantın ters yönüne doğru yola düştüm. Bu sırada telefonumu çıkartıp Arş'a mesaj atmıştım.
"Müsait olduğunda arar mısın? Seninle görüşmek istiyorum."
Neyse ki hemen dolmuş gelmiş ve çok beklemeden evime gidebilmiştim. Arş ise daha mesajıma bakmamıştı. Yaklaşık bir saat geçmişti. Bekledikçe aklım daha çok karışıyor, karnıma ağrılar giriyordu.
Bir an önce her şeyin açıklığa kavuşmasını istiyordum.
Abdestimi alıp ikindi namazımı eda ettim. Her zaman ki gibi Rabbimden her şeyin hayırlı ve afiyetli olmasını istedim. İstediğim her şeyin gerçekleşmesini ama bunların hayırlı ve afiyetli şekilde gerçekleşmesini istiyordum.
Bazen bizim hayır bildiğimizde şer, şer bildiğimizde hayır olabiliyordu. Her şeyi en iyi bilen ve idare eden yüce Rabbimizdi.
Ellerimi yüzüme sürdüğüm esnada kulaklarıma telefon müziğimin sesi doldu. Yatağımın üzerine bıraktığım telefonu aldım ve hiç beklemeden açtım.
"Selamün aleyküm" diyerek başlamıştı her zamanki gibi.
"Aleyküm selam ve rahmetûllah" diye karşılık verdim her zamanki gibi.
"Kusura bakma, bayadır seni arayamadım. İhmal ettiğimin farkındayım. İstersen buluşalım, bir yerde konuşalım."
İstediğim zaten bu olduğu için hiç uzatmadan kabul ettim ve hemen dış kıyafetlerimi giyerek eşarbımı bağladım. Öncelikle onu tarafsız dinleyeceğime kendi kendime söz verdim. İşin aslını öğrenmeden yargılamak sadece Türk dizilerine mahsus bir şeydi ve ben kesinlikle onlar gibi olmak istemiyordum.
***
Muhammed Arş'tan...
*
Kafam karmakarışıktı. Nereye dönsem acı bir tabloyla karşılaşıyor, etrafımda dönüp duruyordum. Ama tablolar hiç değişmiyordu. Sadece bir kişinin tablosu hariç; Su.
Ona içimden Su diye hitap etmek hoşuma gidiyordu. Su vesilesiyle tanışmıştık ve Su gibi bir kızdı. Temiz, duru, sade; onsuz yaşanmayacak olan.
Bunu ona hissettiremiyordum belki de. Harama düşme korkusu her tarafımı sarmış ve tüm davranışlarımı etkisi altına almıştı. Bu şimdilik iyi bir şeydi ama helalim olunca değişmesi gerekiyordu.
Geçen gün beni aradığında istemsiz bir şekilde ağzımdan "uff" diye bir ses çıkmıştı. Rahatsız olduğunu sesinden anlamıştım ama karşımda Zümer varken ona açıklama yapamazdım.
Su, beni aradığı esnada Zümerle kavga ediyorduk. Kavgamızın sebebi ise babama iftira atmasıydı. Yani iftira olduğunu düşünmüştüm.
İlk beni bulduğunda sevinçle sen benim abimsin demişti. Böyle bir durumda benimde sevineceğimi düşünerek bakıyordu bana. Nasıl sevinebilirdim ki?
Babam.. Beş vakit namazını asla terk etmeyen, kazası bile yokken devamlı oruç tutan, fakir ve yoksul herkese maaş bağlar gibi destek olan, annemi kırmayan, bana bağırmayan, evimizde hiç bir şeyin eksikliğini hissettirmeyen, yokluğunu çokça hissettiğimiz babam.
Nasıl babamın böyle bir şey yapabileceğini düşünebilirdim ki? Nasıl inanabilirdim? Ama doğruydu. Ben kabul edemesem de doğruydu.
Önce babamın çalıştığı her yeri araştırdım, sorguladım. Hangi yıllar arasında nerelerde olduğuna baktım. Öfkeden çıldıracak gibiydim. Ve tam o esnada Zümer gelip "inanmıyorsan anneme sor" deyince kendime engel olamadım.
Ben yaşlı ve hasta bir kadını üzecek biri değildim. Ben genç ve sağlıklı bir kadını da üzecek biri değilim. Ama anlık bir sinirle çok kırmıştım kadını. Hiç bir suçu yokken.
O gün ilk defa ağlamıştım. Babam öldükten sonra ilk defa. Babam böyle bir insan değildi ama yapmıştı bir hata. Ve bende böyle bir insan değildim ama yapmıştım bir hata. İkimize birden ağladım.
Eve gidip sakince olanları anneme anlattım. Annemse şaşırmadı. Onun şaşırmamasına ben şaşırdım. Haberi vardı ve bu zamana kadar hiç bir şey söylememişti. Hatta babamı affetmişti. Hemde nasıl affetmek! Sanki hiç olmamış gibi affetmişti.
Sonra kendimden utandım. Zümer'e inanmayarak, yardıma ihtiyacı varken yardım etmeyerek çok büyük haksızlık yapmıştım.
Sonra olaylar çok daha farklı bir yöne gitti. Karakolda mesai arkadaşım Aksan ile beraber bu konuyu araştırırken; Aksan ve Zümer tanışma kararı almışlardı. Böyle bir durumda ben henüz Su ile aramı tam düzeltmemişken onlar aşk derdine düşmüşlerdi. Tam olarak Zümer'i tanımadan ve DNA testi yaptırmadan ona güvenemezdim.
Aksan ile konuştum. Aksan çok enerjik ve sıcakkanlı bir insandı ama aklı başındaydı. Namazlı abdestli düzgün bir çocuktu. Onun da kandırılmasını istemiyordum. Daha ben her şeyden emin olmamışken onların tanışması saçma olurdu. Bunu ona söyleyerek onların buluşmasına engel oldum.
Zümer, restorana geldiğinde beni görünce çok şaşırdı. Ona bu konuda yumuşaklık vermeden konuyu açıkladım. Belki hoşuna gitmedi, belki üzüldü ama yapacak bir şey yoktu. Onu öylece hayatımıza bir anda katamazdık.
Restorandan ayrılırken saatimden ikindi ezanı için ne kadar vakit kaldığına baktım. Yaklaşık yarım saat vardı. Buraya kadar gelmişken farklı bir camide namaz kılmak iyi olur diye düşündüm. Hem kafamı dağıtmış olurdum. Kafam gerçekten karma karışıktı.
Biraz ileride gördüğüm minareyi hedef alarak yürümeye başladım. Cami çok uzakta olmadığı için kısa sürede varmıştım. Camide ne cemaat ne imam vardı. Namaz vaktine daha vakit olduğu için kimse gelmemişti. Kitaplıktan bir Kur'an'ı Kerim alarak ön safa doğru yürüdüm.
Bütün her şeyin açığa kavuşması ve kafamın rahatlaması niyetiyle bir Yasin okudum. Yasin suresi her ne niyetle okunursa kabul olurdu. Ardından 7 tane İnşirah suresi okudum. Bu sure ise kalbin rahatlaması için okunuyordu. Şifa da huzur da Allah'ın kitabında vardı. Sadece bizim gönülden inanmamız ve Onunla aramızı iyi tutmamız gerekiyordu.
İmam gelmiş cemaat de yavaş yavaş toplanmaya başlamıştı. Kur'an'ı Kerim'i aldığım yere koyarak en ön safa geçtim. Sevabı en çok olan yer ön saftı. Sevap kazanmak bu kadar kolayken niye daha düşüğe razı olacaktım?
Cemaatle birlikte namazı eda edince dışarı çıktım. Telefonum sessizde olduğu için duymamış olabilirim belki diye düşünerek arayan var mı diye baktım. Arayan yoktu ama Su mesaj göndermişti. Hemde bir saati geçmişti. Hemen mesaja tıkladım ve okudum.
"Müsait olduğunda arar mısın? Seninle görüşmek istiyorum."
Mesajla cevap vermek yerine arama tuşuna bastım. Bir kaç çalıştan sonra açmıştı.
"Selamün aleyküm" diyerek başladım. Allah'ın selamı bütün kelamlardan önce olmalıydı.
"Aleyküm selam ve rahmetûllah" diye karşılık verdi. Selama daha güzeli ile karşılık vermek sünnetti.
"Kusura bakma, bayadır seni arayamadım. İhmal ettiğimin farkındayım. İstersen buluşalım, bir yerde konuşalım."
Konuşmasına fırsat vermeden ardı ardına cümlelerimi kurmuştum. Heyecandan ne yaptığımı da bilmiyordum. O ise sanki bunları söyleyeceğimi biliyormuş gibi hemen kabul etti. Düşünmemişti bile.
Ona yakın olan bir buluşma yeri ayarladık. Bu yer bizim ilk karşılaştığımız Çiçek kafeydi. Aslında ismi çiçek kafe değildi ama dışarıda bir çok çiçeği bulunduğu için bu isimle tanınmıştı. Depremden sonra orası da çok değişmişti ama çiçekleri hâlâ sapasağlam duruyordu.
Arabamı park ettiğim yerden alarak ve biraz da hızlı sürerek buluşmaya geç kalmamaya çalıştım. Biraz uzak olduğum için Lina Su benden önce varır ve çok bekleyebilirdi. Onu yeterince ilgisiz bırakmışken bir de bekletmek istemiyordum.
Yol kenarında çeşit çeşit çiçekleri olan bir çiçekçi görünce yavaşladım. Su'ya bu zamana kadar hiç çiçek almamıştım. Kadınlar ilgi bekleyen ve bunu somut olarak görmek isteyen canlılardı. Ve bence benden gelen güzel bir çiçeğe sevinirdi.
Arabayı müsait bir yere bırakıp indim. Bu kadar çiçeğin arasından hangisini alacağıma karar verememiştim. Aldığım çiçek hem anlamlı olsun hemde güzel olsun istiyordum. Ayrıca bir kaç gün sonra solacak çiçeklerdense canlı çiçek alıp hep yaşaması ve devamlı zikir halinde olmasını istiyordum.
Bütün çiçek türlerine tek tek baktım ve en sonunda küçük bir saksıda minik ve zarif çiçekleri olan bir çiçekle karşılaştım. Çiçekçinin 'kalanşo' diye bahsettiği bu çiçek de farklı renk türlerine sahipti. Ama renk seçiminde fazla kararsız kalmadım. Beyaz her zaman en temiz ve en masum olandı benim için. Bu çiçeğin de beyaz renklisi çok zarif görünüyordu.
Paketlemeye veya başka bir süse ihtiyaç duymayacak kadar güzel görünüyordu. Öylece aldım ve arabanın sağ ön koltuğuna koydum. İçimde huzur hissiyle gidiyordum şimdi. Birilerini sevindirmek çok rahatlatıcı bir şeydi. Hele ki o kişi sevdiğin biriyse çok daha rahatlatıyordu insanı.
Yaklaşık on dakika sonra çiçek kafeye gelmiştim. Muhtemelen Su benden önce gelmiş olmalıydı. Evden çıkarken hazırlanmasının uzun sürmediğini biliyordum. Çünkü üstünde hangi kıyafet olursa olsun, feracesini giyip kapatıyordu. Makyaj zaten yapmıyordu. Saatlerce şekil vermesi gereken saçı da yoktu. Başörtü takmaktan başka vaktini alabilecek bir hazırlığı olmadığı için benden önce gelmiş olması daha yüksek ihtimaldi.
Ben böyle düşüne durayım sokağın köşesinden henüz dönmekte olan Su ile karşılaştım. Düşündüğüm gibi erken gelmemişti. Aslında bu benim için de iyi olmuştu. Bekletmek istemezdim.
Başı her zaman dik, gözü her zaman yerdeydi. Elimden geldiğince bende öyle olmaya çalışıyordum ama mesleğim gereği bunu yapamıyordum. Etrafımda olan her şey dikkatimi çekiyordu. En ufak bir hareketliliği gözümün ucuyla dahi olsa kontrol ediyordum. Ve gördüğüm çoğu yüzü neredeyse bütün ayrıntılarıyla hatırlıyordum. Tabi bunları yapabilmek için eğitimden geçiyorduk ve bizim meslekte olması gereken buydu.
Kafenin kapısına doğru yaklaştıkça beni fark edecek mi diye pür dikkat bakıyordum. Bu bekleyiş çok uzun sürmedi. Gözlerini kaldırır kaldırmaz beni fark etti.
Gülümsemişti ama biraz buruktu sanki. Hatta dudağının kenarı oynamasa gülümsediğini bile düşünmeyecektim. Galiba çok ihmal etmiştim ve bana kırgındı. Aslında olmasını istediğim en son şeydi bu ama son zamanlarda ki yoğunluğa ve duygusal değişimime engel olamamıştım. Bugün buraya bunları anlatmaya ve tekrar aramızı ısındırmaya gelmiştim. Hem onunla konuşmayalı, kadife sesini dinlemeyeli, ilgi duyduğu alanlardan bahsederken ki heyecanını görmeyeli baya zaman oluyordu.
Böyle düşününce onu özlediğimi anladım.
Bana doğru birkaç adım atarken bende ona doğru gidiyordum. Ortada buluştuğumuzda ikimiz de aynı anda selam vermiştik. Birbirimize bile sevabımızı kaptırmak istemiyorduk :)
Az önce hafif kıvrılan dudakları şimdi yana doğru daha çok açılmıştı. Bu sefer selamı ilk alması için ona müsade ettim. Kabalık yapmamak ve hanımlara öncelik tanımak lazımdı sonuçta.
"Nasılsın?" diye sorduğumda "iyiyim" demişti düz bir şekilde. Ve devam etti. "Oturup konuşalım mı?"
Onu görünce aklımdan çıkan çiçeği tam kapıdan girmek üzereyken hatırlamıştım. Ani bir şekilde geri dönüp yan koltuğuma koyduğum çiçeği aldım ve Lina Su'nun peşinden içeri girdim. Arkasına dönüp bana baktığında elimdeki çiçeği fark etmişti.
Zaten sakin olan kafede boş bir masaya karşılıklı oturduk. Az önce büyük bir huzurla aldığım çiçeği, karşımdakine de huzur vermesi dileğiyle uzattım. Aramızdaki soğukluğun gidebilmesi için huzura ihtiyacımız vardı çünkü.
"Bu senin için. Bu çiçekte seni gördüm sanki. Her ortama uyum sağlayan, şımarmayan, en çok da her türlü koşulda güçlü kalabilen. Ve bütün bunları yaparken zarafetinden de asla ödün vermeyen. Saf, temiz. Daha anlatacak çok şey var ama bir çiçekle ancak bu kadarını anlatabiliyorum."
Bakışı ömre bedeldi.
***
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |