Yeni Üyelik
3.
Bölüm

3. Bölüm

@tumturakliyazar

 

"Haritalar çiziyor ruhum

 

Acının, utancın, hıncın ve hüznün haritalarını.."

 

Sezai Karakoç

“Taşı delen suyun gücü değil, damlaların sürekliliğidir. “ Diye bitirdim cümlemi.

Fazla acemice diye geçirdim içimden. Ben ne zaman etkileyici bir yazar olacaktım acaba? Her gün hayal dünyamı genişletmeye çalışıyordum, fakat önüme görünmeyen set konulmuştu sanki; her geçen gün kelime dağarcığım indirgeniyormuş hissiyatındaydım. Hayatımın neredeyse tamamını başkalarına yardım üzerine kurmuştum. Sanki bu Dünyada ki tek dertsiz benmişim ve bu dünyada ki tüm dertlilerin sıkıntısını ben çözecekmişim gibi..

Biraz daha maneviyata yönelmek istiyordum. Her gün fikir alemimde yeni düşünceler peyda oluyordu. Insanlar mı, tasavvuf mu, dünya mı, aile mi, zaman mı, ahiret mi diye diye bitiriyordum kendimi. Sonra dönüp kendime kızıyordum; bir insanın hayatında bunların hepsi bulunmalıydı. Aralarında seçim yapmadan bir yere girdirmeliydin hepsini. Peki ya zaman? Yirmi dört saat icraatta sadece 4 saat gibiydi. Bununla nasıl başa çıkacaktım?

Hâlbuki bu soruların cevabını benden bekliyordu insanlar. Bazen kendimi çok kenara sıkışmış ama elinden daha fazlası gelmeyen biri gibi hissediyordum. Terzi kendi söküğünü dikemez diyerek işin içinden sıyrılabilir mıydım bilmiyorum.

Bilgisayarımı kapattım ve başucu komodinimin üzerine koydum. Bugün onu yanıma almadan sadece kendimle başbaşa gezecektim. Tabi görüşmem gereken birisi vardı; Zümer..

Tatlı kızdı ve benim bir şekilde her şeyi çözeceğime inanıyordu. Hayatta o kadar yalnız kalmıştı ki ben onun için bir umut, bir heyecandım. Yeni biriydim, insandım.

Gülümsemesinin altında yatan binlerce hüzün vardı. Her bir görüşmemizde biraz daha kenarlara geçiyordu. Onun için kuytu yer arıyorduk. İnsanların kendisine acınaklı bakmasını istemiyordu. Göz yaşını saklayabildiği bütün insanlardan saklıyordu.

Ben onun için ne yapacağımı bilemiyordum. Sanki benden ailesini istiyor gibiydi. Ailesini, babasını, annesinin gençliğini, sevgiyi istiyordu. Ben bunu nasıl yapabilirdim. Annesine ne kadar yardımım dokunurdu? Veya babasını bulma imkanım var mıydı? Sağ mıydı, ölü müydü, ben bunu nereden bilebilirdim?

Bunların hepsini kendisi bulması gerekiyordu. Ben ona sadece soruları soran ve kendini keşfetmesini sağlayan biriydim. Kabiliyetlerini bilmesini, neyi yapıp neyi yapamayacağını fark ettirmekle görevliydim. Babasını bulması gereken kendiydi. Peki gerçekten babasını bulması mı yoksa bulamaması mı gerekiyordu? Bunu ikimizde bilmiyorduk.

Acaba Zümer’e böyle bir ümit mi vermiştim? Bende onu mu görmüştü? Sebepsiz yere heyecanlanmasına mı sebep olmuştum? Kafamda bir sürü soru vardı. Birçok kişiyle konuşmuş ve çözüm bulmuştum ama Zümer farklıydı. O benden enerji değil, mutluluk değil, aile istiyordu. Ve ben ona umut vermenin ızdırabını çekiyordum.

Bir kafeye gidiyordum. Bu sefer Zümer istemişti gideceğimiz yeri. Heyecanlıydı, kırmadım. Ama bilmediğim yerlere doğru gidiyordum. Akşam olmadan eve dönmem gerekiyordu.

Söylediği kafenin önüne geldiğimde taksicinin parasını ödeyip indim. Ahşap yapılardan oluşan kafenin önünde bir kaç masa vardı. Burası çarşı veya uğrak bir alan değildi. Mahallede bulunan küçük toplantı yeri gibi bir yerdi. Gözlerimle etrafı taradım fakat Zümer’i göremedim. Benden önce burada olması gerekiyordu.

Bilmediğim bir yere ne için geldiğimi bile bilmiyordum. Sanki bugün hava biraz karartılı, rüzgar tozluydu. Canımda nedense pek sıkkındı. Zümer’i arayıp nerede olduğunu sordum. Daha kapatmadan ise karşımdan gelen mor başörtülü kızı gördüm. Önceki görüşmelerimizin aksine çok salaş giyinmişti.

Geç kaldığı için özür dileyip kafedeki bir masayı gösterdi. Sanki bu buluşma benim kontrolümde değilde onun kontrolünde gibiydi. Ruh halimin yansımasını ona göstermedim. Her zaman ki keyifli ve neşeli bir destekçi gördü karşısında.

Birer fincan çayımızı içtikten sonra annesinden bahsetti. Beni ona anlattığını söyledi. İlk başlarda annesi tedirgin olsa da, şimdi benimle tanışmak istediğini ve eve beklediğini söyledi. Beni de bu kafeye onun için çağırmış. Evleri bu mahallede müstakil bir yermiş. Ve buraya çok yakınmış. Şaşırmıştım, açıkcası buraya böyle bir düşünceyle gelmemiştim. Ilk başta tereddüt ettim, sonrasında kabul ettim.

Zümerle birlikte içtiğimiz çayın ücretini ödedikten sonra yavaş adımlarla yola koyulduk. “Biliyor musun Lîna abla, babamla ilgili bir şeyler buldum sayılır. Hatta sanırım bu şehirde yaşıyor. Yani aynı onun isminde biri.”

“Gerçekten mi? Bu senin için güzel bir şey mi peki?” Onun düşüncelerini öğrenmem gerekiyordu. Kendisi bununla savaşmaya hazır mıydı? Yoksa sadece merak ettiği için mi araştırmıştı?

“Bilmiyorum aslında. Ona hesap sormak istiyorum ama teyzem onun bizden haberi olmayabileceğini söylüyor. Hatta muhtemelen benden haberi yok. Yani bir kızı olduğunu bilmiyor. Ve ben onunla konuştuğumda bana inanır mı onu da bilmiyorum. Sanırım bir süre daha uzak duracağım.”

Zümer, bu cümlelerin ardından derin bir nefes aldı. Eliyle iki ev ötesini gösterip “işte burası bizim evimiz” dedi. Birazdan annesiyle tanışacaktım ve belki de onun bakış açısı ile bir kere daha hayat hikayelerini dinleyecektim.

Fakat o sırada abimin araması buna engel olmuştu.

Telefonda abimin sesi biraz kısık çıkmıştı. Nerede olduğumu sordu, sonrasındaysa bizim evimizin orada ki karakola çağırdı. Nedenini sorduysamda söylemedi. Çok uzaktaydım. Oraya ancak 1 saat sonra yetişebilirdim. Neredeyse şehrin diğer ucuna gelmiştim ve beni acil çağırıyordu. Zümer’den özür dileyip hemen kalktım. Hemen bir taksi çağırdım. Taksiciye acele işim olduğunu söyleyip, hızlı gitmesini rica ettim.

Abimin karakolda ne işi olabilirdi. Dahası benim orada ne işim vardı. Biz kimsenin etlisine sütlüsüne karışmazdık. Ne birisine zarar verir ne de olay çıkarırdık. Karakola gitmemiz için ortada bir sebep göremiyordum. Abim de sanki korku filminde gibi konuşmuştu. İçime bir şüphe düşürmüştü. Kalbim küt küt atıyordu.

Sanki yol daha da uzuyor, benim yetişmemi engelliyordu. Bu kadar uzağa giderken içimde bir sıkıntı vardı. Gitmemeliydim. Ya önemli bir şeyse, sormadan neden gitmiştim ki.

Kolumdaki saate bakıp bakıp duruyordum. Ne zaman gelecektim bu karakola acaba. Taksiciye daha ne zaman geleceğiz diye sordum. Heyecandan sesim yüksek ve sert çıkmıştı. Bir yol bu kadar da uzamazdı ki. “Acelem var dedikçe dolanıyorsunuz heralde” diye söylendim duyacağı bir sesle. Taksicinin sesi bile çıkmamıştı. Belli ki ben haklıydım.

Sonunda beni karakolun önüne getirdiğinde ücretini ödeyip indim. Abimi aradım, içeride beni beklediğini söyledi. Heyecan katbekat artmıştı. Bizim burada ne işimiz olabilirdi. Hele ki benim haberim olmadan ne yapmış olabilirdim. Kalbimin sesini duymaya başlamıştım. Annemin burada olduğumuzdan haberi var mıydı? Tüm sorulara içeri girince cevap alacaktım, inşaAllah..

Merdivenleri hızlı adımlarla çıkıp, otomatik kapıdan içeriye girdim. Gözlerim seri halde abimi aradı. Ve üç masa ötede hemen onu gördüm. Yanına gittiğimde bir dövülmediğim kalmıştı. Abim sinir küpü olarak karşımda duruyordu.

“Neredesin kızım sen! İki saattir seni bekliyorum”

“Abi ne oldu, neden buradayız”

Abim “Dolandırılmışız” dedi kısa bir şekilde. Anlamamıştım.

Abimin karşısında ki koltuğa oturdum, bir süre sonra da polis memuru gelmişti. “Lina hanım siz misiniz?” Demek ki burada beni bekleyen tek abim değilmiş.

“Evet” dedim. “Bizim burada olma sebebimizi söyleyecek mi-“ sözümün yarıda kalmasına sebep bir erkek sesi olmuştu. Masa başında oturan polis memurundan bilgisayarı rica etti. Ses tanıdıktı, yüz de..

Ilk defa gök gözlü biriyle karşılaşıyordum. Mavi desem değildi, gri hiç değil. Tam anlamıyla bulutsuz bir günde gökyüzünü andırıyordu. Bu kadar uzun bakmamam gerekiyordu. Hatta hiç bakmamalıydım. Normalde göz rengini bildiğim sadece iki erkek vardı; babam ve abim. Şimdiyse bu sayı üçe çıkmıştı, çıkmaması gerekirken.

Aklım karışmış, şaşkınlığımı yüzüme yansıtmıştım. Haftada bir gün de olsa bu kişiyle hep karşılaşıyordum. Şimdi de polis olarak mı çıkmıştı karşıma. Ama üstünde üniforma yoktu, hiç polis arabasıyla da görmemiştim. Bordo bereli veya yunus’a da benzemiyordu. Polisliğin bilmediğim daha kaç mertebesi vardı acaba?

Soru ilk gelen ve tam karşımda oturan polisten gelmişti. Büyük ihtimal sorguya çekiliyordum ama bunun böyle ulu-orta mı olması gerekiyordu. Tanımadığım bir sürü isim sormuş, şirket adı soruşturmuşlardı. Hiç birini bu zamana kadar duymamıştım. Bir tek son sorunun cevabını verebildim, bu soruylada niçin burada olduğumu anlamış oldum. “Taha beyin nerede çalıştığını biliyor musunuz?”

Verdiğim tüm cevapları masanın sağ tarafında bilgisayarla meşgul olan kişide dinlemişti. Bilerek mi oyalanıyordu, yoksa gerçekten işini mi yapıyordu emin olamıyordum.

“Bildiğim kadarıyla online ticaret işi yapıyor. Hakkında pek bilgim yok, sadece abimin online çalıştığını biliyorum.”

“Anladım”dedi polis bey. “Şuraya imza atın lütfen”

Önümüze beyaz kağıtta verdiğimiz ifadelerin çıktısı duruyordu. Konuyu daha tam anlamamıştım. Bizim bu olayda yerimiz neydi?

“Abi noluyor?” Dedim. “Hani güvenilirdi, şimdi nasıl dolandırıldın?”

“Komunizmaya destek veriyorlarmış, bizde ortak olmuşuz”

“Peki ben ne alaka?”

“Seni ortak olarak eklemiştim ya”

Gök gözlü bey -artık ona böyle hitap edeceğim- kafasını hafifçe kaldırıp “nasıl yani, sizin ortak olduğunuz şeyden hiç haberiniz yok mu?”diye sordu.

“Yok”dedim. “Abime güvenmiştim ama yapmamalıymışım”

“Ben nereden bilebilirim” abimin sinirleri gergindi belli ki.

“Komunizma ne, bunu bana hemen anlatıyorsun. Neyin içine düştüğümü bileyim bari”

“Ya işte herkesin malını ortak kabul etmişler. Meğersem bu işe giren herkes istediği gibi istediği kişiden para kullanabiliyormuş”

“Abi sen manyak mısın?”dedim sinirlerime hakim olamayarak. “Bunu anlamayacak kadar basiretin mi kapalı senin?”

“Lîna düzgün konuş benimle”

“Tamam, tamam” dedi polis bey. “Kavganızı dışarıda yapın. İkiniz de imzalarınızı atıp gidebilirsiniz. Sizi daha sonra bilgilendireceğiz. Taha bey siz de ilk iş olarak kart şifrenizi değiştirin lütfen”

Gök gözlü bey biz gidene kadar oradan ayrılmadı. Kasıtlı olabileceğini düşünüyordum fakat sonra bu düşüncemi bertaraf ettim.

Otomatik kapıdan dışarıya çıktığımızda yüzümüze hafif ılık bir rüzgar vurdu. Akşam olmak üzereydi. Derin bir nefes alıp başımı gökyüzüne kaldırdım. Akşam yıldızı her zaman ki gibi en tepedeydi. Daha diğer yıldızlar gelmemişti. Birazdan akşam yıldızı onları etrafına toplayacak daha sonra her bir yıldızı yerine dağıtacaktı. Kimine göre o Venüs’dü. Dünyadan görülebilen tek gezegen. Sabah olduğunda ismi ‘sabah yıldızı’ idi. Kimine göre ‘erte yıldızı’. Aslında bu ismi osmanlılar kullanıyordu. Ama o hep aynı yıldızdı; kaybolana yön gösteren. Peki şimdi benim içinde kaybolduğum dehlizlerde bana da yol gösterir miydi?

☆☆☆

Herkese tekrar merhaba. Biraz geç kaldım kusura bakmayın. Dün paylaşmam gerekiyordu ama bazı sebeplerden dolayı paylaşamadım. Umarım keyif alıyorsunuzdur. Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%