@tumturakliyazar
|
"Ve O müminlerin kalplerini birleştirendir. Eğer yeryüzündeki her şeyi harcasaydın da onları birleştiremezdin. Fakat Allah(cc) onların kalplerini birleştirdi. Çünkü O sonsuz kudret ve hikmet sahibidir." (Enfal s.63)
"Sadakallahü-l Azîm" dedikten sonra ellerini yüzüne sürdü Esin teyzem. Onunla birlikte aynı hareketi bizde tekrarladık. Yüzümde ki hüznü belki biraz olsun gizlerim ümidiyle daha uzun tuttum ellerimi yüzümde. Sonra kimsenin duymayacağı bir sesle derin bir nefes verdim dışarıya.
Günlerdir aklımı kurcalayan soruma cevap bulmuştum bugün. Ve eminim ki o cevapla bir yaş daha büyüdüm. Anladım ki bazen her soruya cevap verilmemeliymiş, ve sen sonunda kalbini parçalayan bir acıyı duymak için çaba göstermemeliymişsin.
Adana'ya gelişimizin üstünden 3 gün geçmişti. Üç gün boyunca çadır kurulu yerlere gidiyor elimizden geldiğince çocukları sevindirmeye çalışıyorduk. Akşamları ise Esin teyzemin evinde dua ordusu kuruyorduk.
Üç günümüz işte böyle geçmişti. Dördüncü günün sabahına uyandığımızda Esin teyzem gözlerinde boncuk boncuk yaşlarla geldi yanımıza. Tanımasak da kalbimizi hüzünlendiren bir vefat haberi verdi. Bizim ise "İnna lillahi ve İnna ileyhi raciûn" ayetinden başka bir sözümüz olmadı, olamadı.
Asıl en can yakıcı olayı gelirken yaşadım ben. Hiç tanımadığım, bilmediğim bir insana üzülürken aslında onun öğrenmeye korktuğum cevap olduğunu öğrendim. Ardında bir polis evlat bıraktığını söylediğinde girdi kalbime hançer. Kadının Esin teyzemin çok sevdiği bir arkadaşı olduğuna mı üzülsem yoksa oğlunun gök gözlü polis olup olmadığını mı düşünsem bilemedim. Ve sanırım en büyük hançeri de kapının önünde yedim.
Abim erkekler çadırına girerken girişte gördüğüm bir çift mavi aklımda ki tüm soruları geride bıraktı. Ve gözümden süzülen bir damla yaş onun yüzünde ki izleri taklit etti.
.
Erkekler öğle namazından gelmiş, tekrardan bir Kur'an okuma faslına geçilmişti. Dua toplandıktan sonra Hoca efendi yemek yemek isteyenlerin cenaze evine eziyet vermemesini söyleyip karşı evde ölen kişinin hayrına yemek hazırlandığını belirtti. Ayrıca cenaze evinin yemek vermek zorunda olmadıklarını belirtti.
Annem artık müsade isteyip kalkalım deyince biz de onun peşinden gittik. Ev sahibine tekrar baş sağlığı dileyip oradan ayrıldık. Esin teyzem hayra ortak olmak amaçlı biraz yemek yiyelim deyince karşı evin bahçesinde az bir şey yemek aldık. Annemle ben bir tabaktan yemiş abimle teyzemde kendilerine ayrı ayrı tabaklar almışlardı.
Yemek Faslı boyunca ev sahiplerinden kimseyi görmedim. Sonrasında ise kendime hayıflandım. Hangi cenaze yakınının boğazından yemek geçerdi ki. Yekta bey geçen hafta defnedilmişti. Deprem yoğunluğundan ise toplanıp Kur'an okutulmamıştı.
Yemeklerimizi yedikten sonra eve gitmek üzere oradan ayrıldık. Arabaya bindiğimizde abime ev sahibini tanıyıp tanımadığını sordum. Abim tanımadığını orada da tanışmadığını söyledi. Onu tanıyan tek bendim ve hiç bir şey yapamıyordum.
Eve gidip üzerimizi değiştirdikten sonra ihtiyaç sahiplerine destek olmak için tekrar evden çıktık. Esin teyzem de çocuklarını daha fazla yalnız bırakmamak için evde kaldı. Günümüzün geri kalanını Allah'ın rızasını kazanmaya adadık. Elhamdülillah.
*** Artık hayat eskisi gibi değildi. Kimse eskisi gibi davranmıyor ve kimse eski yerine durmuyordu. Enkaz altından çıkarılan binlerce mucizeden sonra hiç bir şeyin normal olmadığını daha iyi anlamıştım. En yakınlarım bile bana eskisi gibi davranmıyordu. Herkes gergin ama herkes üzgündü.
Psikolojim iyi miydi kötü müydü bilmiyorum. Uzaktan arayan herkes psikolojimin bozulmuş olabileceğini söylerken, ben kendimi yeterince iyi hissediyordum. Artık yaşam koçluğuna da devam ediyordum. Belediye bana her hangi birini göndermemişti ama çocuklarla ilgilenmem onları memnun etmişti.
Depremin üzerinden tam bir ay geçmişti. Ve ben online randevularımı 6 Mart tarihiyle açmıştım. Şubat kelimesi artık acı ifade ediyordu, neyse ki artık bizi bırakmıştı. Buna rağmen artçı depremler hala bitmek tükenmek bilmiyordu.
Her gece veya akşam saatlerinde biraz sallanıp geri duruyordu. Artık bize mi normal gelmeye başlamıştı yoksa böyle sallanmak gerçekten normal mi bilmiyorum ama deprem anında sadece oturarak bekliyorduk. Sallantı durduğunda ise dışarı çıksa mıydık diye birbirimize bakıyorduk. Artık gerçekten hiç bir şey eskisi gibi değildi.
Randevularımı açtığım zaman Zümer'de randevu almak istediğini söyledi. Onunla ne konuşacağımı bilmiyordum. En son ki görüşmemiz geldi aklıma. En son beni annesiyle görüştürmek isterken abimin beni araması ve karakolda tevafuk eseri gök gözlü çocukla karşılaşmam. Neyi düşünsem sonu ona çıkıyordu.
İlk günlerime biraz rahat randevular almak istediğim için Zümerin randevusunu biraz ileriye aldım. Pazartesi günü için sadece bir randevu vardı, o da İstanbul'dan bir lise öğrencisiydi. Depremden sonra ilk defa depremle ilgili bir şeyler konuşmayacaktık.
Tüm gündem sadece depremle ilgiliydi. Yapacağım her şeyi depreme göre ayarlıyordum. İnsanlara davranışlarımda depremzede olduğunu düşünüyorum. Kayıpları, kayıplarımızı düşünüyordum. Yerle bir olan tarihi ve kültürü düşünüyordum.
Tarihi kentler yerle bir olmuştu. Gaziantep, Antakya, Kahramanmaraş ne büyük yıkımlar görmüşlerdi. Anadolu'nun ilk camii olan Habibi neccar da yıkılmıştı. Artık gidebilecek bir yerimiz de yoktu. Antep kalesi depremden alacağını yeterince almıştı.
Derin bir nefes çekip bıraktım dışarı. Saatler acı ve hüzün haberleriyle geçiyordu. Esin teyzem ve annem Hazal hanımın yanına gidip destek oluyorlarlar ve teselli ediyorlardı. Görülecek bir işleri olduğunda ilk onlar gidiyordu. Bana da söyleseler de bazen kaldıramam diye gitmiyordum.
Ancak az önce Esin teyzemin orada ki gençlere, özellikle yeğenlerine yaşam koçluğu vasfımla teselli etmemi istemesini geri çevirmedim. Onlar için tek şartım mahremiyete özen gösterecek bir ortam hazırlamalarını istemekti. Bunu tabi ki annem ve teyzemde bildikleri için bu çok kolay olmuştu.
Oraya gittiğimizde ilk olarak bayanların toplandığı bir odada Esin teyzemin kuran ziyafetini dinledik. Esin teyzem önceden mahreç ve kıraat dersleri aldığı için çok güzel okurdu. Teyzem kursa gitmeye başladığında annem nişanlıymış ve böyle bir şansı olmamış. Teyzemde evlenmeden önce kendini bu yolda eğitmiş biri. Bazen ona çok özeniyorum.
Ardından okuduklarını peygamberimize, sahabe efendilerimize, gelmiş geçmiş bütün peygamberler, şehitler, alimler ve mücahitlerin ruhuna hediye edip tüm müslüman alemine, Türkiyemize, devletimize dua edip en son bize geldi. Yaklaşık on dakikayı aşkın duayı teyzem nasıl bu kadar aklında tutuyor ve hiç düşünmeden söylüyor diye düşünmeden edemedim.
Hepimiz Fatihamızı okuyup ellerimizi nur ve bereket olsun diye yüzümüze sürdükten sonra teyzem sözü bana verdi.
"Rabb'dan gelip Rabb'a gidiyoruz.. Allahu Teala Kur'an'ı Azîmüşşan'da her nefsin ölümü tadacağı ve mutlaka herkesin bir gün ahiret alemine göçeceğini söylemiştir. Bize de iman etmek düşer. Şu dünya üzerinde kimse kalmayacak, herkes tek tek toprağa gömülecek. Kimisi Mümin kimisi kâfir, ama herkes ölecek. Tabii ki gidenler için üzülürüz, göz yaşı dökeriz ancak ağıt yakmak, isyan etmek, neden gittin gibi sözler bizlere yakışmaz. Biz zaten herkesin sırasıyla bir gün öleceğini bilmiyor muyuz? Hangimizin sırası ne zaman geleceği belli olmaz. Bunun için sabretmeliyiz. Gözümüz her türlü yaş dökecek ama ağzımız bizim elimizde ona sahip çıkmalıyız.
Muaz bin Cebel Yemen’de vali iken bir çocuğu öldü. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ona şöyle bir taziye mektubu gönderdi:
“Bismillahirrahmanirrahim.
Allah Rasûlü Muhammed’den Muaz bin Cebel’e. Sana selam olsun. Ben, kendimle beraber sana da kendinden başka ilah olmayan Allah’a hamdetmeyi tavsiye ediyorum. Allah senin mükafatını büyük kılsın. Sana sabrı ilham etsin. Bizi ve seni şükürle rızıklandırsın. Canlarımız, mallarımız, ailelerimiz Allah’ın bize bahşettiği hediyeler ve bize verdiği emanetleridir. Gıbta ve sevinç içinde Allah onunla seni faydalandırdı. Alırken de salat, rahmet ve hidayet gibi büyük bir ecirle aldı. Karşılığını bekliyorsan mutlaka sabret. Feryatların ecrini heder etmesin ki, sonra pişman olmayasın. Şunu da iyi bil ki feryat ölüyü geri getirmez, hüznü gidermez. Artık olan olmuştur. Vesselam.” (Mûcemül kebir - Tâberâni)
Tüm hayatımızda Peygamberimizi örnek alabilmek duasıyla.. Allah rahmet eylesin."
Sözlerimi bitirdiğimde herkes Amin duasıyla eşlik etti. Bir kaç gözü yaşlı kadın sessizce ağlamaya devam etti. Bende gençlerle birlikte yaşama dair ipuçları vermek için başka bir odaya geçtim.
Akşam eve geçerken kendimi daha huzurlu hissetmiştim. Peygamberimizden ve Rabbimizden bahsetmek içime huzur veriyordu. İçim kıpır kıpırdı. Artık yavaş yavaş toparlanan şehri görünce mutlu oldum. Ayaktaydık işte. İnsanlar öldü, kalanlar kaldı ama biz yaşıyorduk. Daha vazifemiz bitmemişti. O zaman daha büyük hedefler için ayağa kalkmalıydık. Kâfirlere azap olurken biz doğal afetleri Allah'tan geldiğini bilip birbirimize kenetleniyorduk. Yardım ve güler yüzle her şeyin üstesinden gelebilirdik. İçimizde ki bir kaç münafık bizi yıkamazdı. Kendimi çok güçlü hissediyordum.
Akşam trafiğinde korna sesleri arasında sıkılmayalım diye Bluetooth ile grup yürüyüş'ün Milyonlarız şarkısını açtım. Her ne kadar adı şarkı olsa da diğer şarkılar gibi değildi. İçimde ki güce bu şarkıyla tam destek vermiştim.

...
Günler günleri, haftalar haftaları kovaladı gibi klişe bir cümle kuracağım. Ama öyle oldu. Yoğun günlerim hızlıca geçmiş ve beni en sakin ama bir o kadar da heyecanlandığım güne terk etmişti. Zümer'le buluşacaktık ve nedense farklı bir his vardı içimde. Diğer danışanlarımdan daha yakın hissediyordum onu. Onun konusu daha çok ilgimi çekiyordu. Bilerek onunla olan randevumu daha sakin bir güne ayarlamıştım.
Abdestimi alıp kuşluk namazımı kıldım ve çıktım evden. Kendimi koruma altına almış gibi huzurlu hissediyordum. Şehir artık toparlanıyordu. Hasarlı evler tespit edilmiş, evi olmayanlar kiraya yerleştirilmişti. Devletimiz ise ihtiyaç sahipleri için vaad ettiği desteği yapıyordu. Yakında yıkım kararı olan evlerin yıkımı bitecek ve hemen ardından yeni ev yapımına başlanacaktı.
İnsanlar bir şekilde kendine gelmişti. Acı gerçekleri kabullenmek zorunda kalmıştık. Zaten hep böyle olmuyor muydu? Eğer ilk gün ki gibi kalsaydı acımız nasıl yaşardık bu hayatı? Hem insan Arapça da نسي kökünden 'unutan' anlamına gelmiyor muydu?
Her şeyi unutuyorduk. Küçüklüğümüzü, acılarımızı, sevinçlerimizi, geçmişimizi hatta iki gün öncesini bile. Zaten bu dünyada ki en zorlandığımız şey de Rabbimize verdiğimiz sözü unutmamak değil miydi? Ne yazık ki çoğu insan 'kâlu belâ' da verdiği sözü hiç hatırlamıyordu.
Bedenime şifa olan temiz havayı derinden bir nefesle çektim içime. Güzeldi, yaşamak çok güzeldi.. ama kim için? Parası olan için mi? Hayır. Evi olan için mi? Hayır. Arkadaşı olan için mi? Hayır. Bazen yaşamak sadece ve sadece ailesi olan için güzeldi.
Sîneme oturan hüzünle birlikte taş mekan kafesinin girişine geldiğimi fark ettim. Çok güzel bir kafeye gelmiştik. Buraya gelmeyi ben teklif etmiştim. Çünkü Zümer uzun yıllar boyunca evine yakın yerlerden başka hiç bir yere gitmemişti. Maalesef ki annesine ve teyzelerine bağımlı yaşamak zorundaydı.
Kafeye girdiğimde önce gözlerimle masaları taradım. Göz kafesime Zümer'in varlığı dahil olmayınca cam kenarında boş bir masaya kuruldum. Buluşma saatine on dakika vardı. Bir kaç dakikaya geleceğini düşünerek çantamdan kitabımı çıkardım. Bir şiir kitabı olduğu için uzun süre bölmeden okumam gerekmeyecekti.
Açtığım sayfayla birlikte günümüzde olduğumuz durumlara doğru bir tefekkür alemine gittim.
"Yaz kalemim bunu da yaz... Kağıt toplayan dâhileri, Ve o kağıtların arasında tutuklu hayalleri, Soğuk köprü altında sıcak rüyaları, Hayatını yaşayan ölü gözlü bakışları, Hiçbir kitapta yazmayan, Duvar yazılarını yaz.."
Sonra gözümün önüne bir çift mavi düştü. Yine gökyüzünü gördüm. Gökyüzünde hareketlenen martıları. Ve umutla bakışlarını gördüm. Ve sonra o gökyüzünü süsleyen bulutların yağmur sonrası kayboluşlarını gördüm.
Beni normale döndüren Zümer'in sesi oldu. Geldiğini fark etmemiştim. Omzuma dokunan eliyle ayağa kalkıp sarıldım. "Hoşgeldin canım"
"Hoş buldum Lîna abla"
Bana abla demelerine karışmıyordum. Samimi olursak daha çok yardımcı olabileceğimi düşünüyordum. Çok beklemeden hemen konuşmaya başladık.
Zümer hayatını kısa bir özet şeklinde terkar anlattı. Bende onu hiç bölmeden ilk defa dinlermiş gibi dinledim.
" Bundan yaklaşık 20 Sene önce annem bir karanfil dükkanında çalışıyormuş. O zamanlar çok güzelmiş, zayıf uzun siyah saçları ve beyaz teniyle herkes onu çok beğeniyormuş. Ama annem hep gerçek aşkı bulacağına inanmış. Sanki birisi beyaz atıyla gelecek ve ona el uzatacak diye beklemiş. Çünkü annem köy çocuğuymuş aslında. Köyde beş kardeş aralarında sadece bir yaş farkla büyümüşler. Tabi dedem ve nenem tarlada çalışıyormuş. Yürüyemeyecek yaştaki çocukları sırtlarına bir başörtü ile bağlıyorlarmış. Yürümeye başlayınca da toprağın içine bırakıp işlerini yapıyorlarmış. Bunun için köyde ki hiçbir çocuk ilgi görmemiş. Tabi annem sadece kendi ailesinin böyle olduğunu söylüyor. Diğer insanlar hem çocuklarıyla hem işleriyle meşgul oluyorlarmış.
Sonra annem ve beş kardeşi büyümüş. Erkek kardeşleri ilkokuldan sonra okumak istememişler. Kızlar ise ortaokula kadar direnç gösterebilmiş. Tarlada ki işlerden dolayı sınavı kazanamayıp gitmemişler.
Artık annem yetişkin bir kız olunca diğer kız kuzenleriyle birlikte Antalya'ya karanfil toplayıp demet yapan bir yere çalışmaya gelmiş. O adamla da o zaman tanışmış.
Adam aslında çok kibar ve anlayışlı biriymiş. Hatta annem namazlarına bile dikkat ettiğini söylüyordu. Annem onu görünce aşık olmuş ve çalıştığı iş yerini öğrenmiş. Bilerek her gün onun çıkış saatinde karanfil satmaya gidermiş.
Annem bilgisiz bir kadındır. Hani bir bakıştan sonrasının haram olduğunu bilmez. Ona göre aşık olan gözlerini sevdiğinden ayırmaz, ayıramaz. O zamanlar da öyle yapmış. Hep peşinden koşmuş.
Sonra zaman geçmiş, annemin eve dönme vakti gelmiş. Çok çok üzgün bir şekilde son karanfillerini satarken o adam gelmiş yanına. Kendisi için ne kadar çaba sarf ettiğini fark ettiğini söylemiş. Ve haram bir sevdaya bulaşmamak için dini nikah kıymayı teklif etmiş.
Annem de çok aşıkmış. Zaten ailesini düşünecek halde değilmiş. Hem aşık olduğu adamla hem de şehir merkezinde musmutlu bir hayat süreceğini sanmış. O gün hemen gidip dini nikah kıymışlar. Ve son gecelerini beraber geçirmişler.
Sonrasında olan olmuş zaten. Annem eve gitmiş ve dedemin bir daha köyden dışarı çıkmalarına müsaade etmemesi onu yıkmış. Bir şekilde o adama ulaşmayı düşünmüş. Ama elinde ne telefon varmış, ne de onun ev adresi.
Sonra annem diyor ki; "Ben ona ulaşmak için çok çabaladım. Antalya'ya giden kuzenlerimle haber yolladım. Köyümün yerini ona söylemelerini istedim. Gelsin beni babamdan istesin dedim ama bana geri dönmedi. Bir süre sonra karnım şişmeye başladı. Mide bulantısı ve baş dönmesi başlayınca çok korktum. Köyde adımın namussuz olarak çıkmasından korktum. Onun için anneme anlattım aşık olduğum adamı, dini nikahımızı. Annem bana inanmadı. İlk namussuz diye bağıran annem oldu. Ve ailecek beni evlatlıktan reddettiler."
Annem öylece ortada kalınca Antalya'ya geri gitmiş. Onun iş yerine varmış. Çünkü tek bildiği yer orası. Ama ona orada öyle birinin çalışmadığını söylemişler. Tüm gün Antalya sokaklarında onu aramış bulamamış. Ve Adana'ya dönmüş. Ama köye gitmemiş. Orada evli olan ablasının yanında kalmaya başlamış. Ben doğmuşum sonra.
Anneannemin bizden haberi yokmuş. Ben dört yaşındayken teyzemi ziyarete gelince bizi görmüş ve yaptıkları için pişman olmuş. Sonra da işte onların yardımıyla büyümüşüm. Ama annem babamdan haber almayınca git gide sinir hastası olmuş. Herkese bağırmaya başlayınca ilaç tedavisi görmüş. Ama unutamamış. Beynine şok uygulamışlar. Sonrası işte sakin ve saf bir hayat. Hiç bir şeyi anlamayan kendi başına bir yere gidemeyen bir kadın oldu. Öyle işte."
İç çekip bitirdi sözlerini. Bunların bir kısmını önceden duymuştum zaten. Ama yine de etkilendim. İçime bir hüzün oturdu. Bir adam yüzünden, bir aşk yüzünden hayatı mahvolmuştu. Gerçekten aşk böyle bir şey miydi? Her şeyi uğrunda feda edebilir miydin?
Yaşamadığım duyguları düşünmek çok zordu. Hadi diğer duyguların bir nebzesini de olsa yaşıyordun. Acı desen hayatının illa ki bir alanına girmişti. Mutluluk az da olsa vardı. Ama aşk? Aşkı yaşamadan bilemezdin. Ve aşk belki de bir defa yaşanıyordu. İşte onun nasıl olduğunu bilemezdin.
Şimdi söz sırası bendeydi. Ne diyecektim şimdi ben? Hangi acısına ümit olacaktım. Ya bende ona ümit verip ortadan kaybolursam diye düşünmeden edemedim. Ama konuşmak zorundaydım.
"Çok acı bir durum. Bir adam sadece bir kadını mahvetmiyor. Aslında bir aileyi bir evladı ve bir kadını mahvediyor. Böyle durumlarda destek olacak birini arıyor insan. Sende o arayıştasın. Annen gibi olmamak için çırpınıyorsun. Bir adama mahkum kalmamak için. Sen aslında umutsun. Her ne kadar annen bir şey anlamıyor gibi gözükse de içten içe seninle gurur duyuyor. Çünkü sen onun gibi değilsin. Güçlüsün, savaşıyorsun. Düşmemek için direniyorsun. Bunun için herkes sana güveniyor. Senden bekliyorlar ne olacaksa. Sana inanıyorlar. Onların inançlarını boşa çıkarma Zümer. Sen her şeye rağmen güçlüsün."
Sözümü tamamladığımda göz uycuyla kol saatime baktım. Vaktimizin bittiğini o da fark etmişti. Ama üzülmedi. İlk defa yüzünde hüzün belirmedi. Gülümsedi ve "tamam" dedi.
"Tamam, güçlü olacağım ama benim ne yapmam gerek? Ben önce geçmişimle yüzleşmek istiyorum. Ben onu bulmak istiyorum."
*
Arkadaşlar bölümler nasıl? Lütfen düşüncelerinizi paylaşın. Daha uzun yazmalı mıyım yoksa yeterli mi?
Lîna ile Zümer hakkın da ne düşünüyorsunuz? Sizce ileride Zümer hakkında ne olacak?
Yorumlarınız çok değerli, lütfen eksik etmeyin.
Allah'a emanet olun. في امان الله
|
0% |