@tumturakliyazar
|
Ki ben, Monna Rosa, bulurum seni
İncir kuşlarının bakışlarında..
(Sezai Karakoç)
Merhaba mavi rengini kendine aşk bilmiş gökyüzü. Merhaba, sevdası uğruna nice gözyaşı döküp ertesi gün tekrar dirilen bulutlar. Merhaba, ailesinin rızkı için çabalayan göçmen kuşlar. Ve merhaba, şehrimin şen kahkahası çocuklar.
Bugün mutlu muydum yoksa mutlu olmak için beynime sinyal gönderme çabalarında mıydım bilmiyorum. Evimizin aşağı sokağında bulunan çocuk parkına gelmiştim. Öyle büyük bir yer değildi burası. Bir kaç salıncak, iki kaydırak ve bir tahtaravalliden ibaret bir oyun alanıydı.
Evimiz derken, eski evimizin yakınlarında bir ev kiralamıştık. Uzun süre sonra babamla konuştuğumuzda Ankara'da kalmadığımızı öğrenmişti. Tabi biz burada yeni ev arayışına girmiştik bile. Onca uğraş sonunda bir ev bulabilmiştik. Depremden sonra ev bulması epey zor olmuştu.
Depremin üstünden iki ay geçmişti. Herkes bir şekilde toparlanmıştı artık. Kaybı olanlar ise ömür boyu sürecek bir acıyla kalmışlardı. Gök gözlü bey gibi.
Ona ne demeliyim bilmiyorum. İsmini öğrenmemiştim ki. Esin teyzem biliyordur ama ona sorarsam da yanlış anlaşılmaktan korkuyordum. Zaten yeterince evlilik yaşına geldiğimi yüzüme vuruyorlardı. Onların eline ümit uçurtmasını vermek istemiyordum.
Beynimden müsaade isteyip gelirken aldığım lolipop şekerleri poşetinden çıkarmaya başladım. Çocukları ziyarete gelirken eli boş gelmek olmazdı değil mi?
Şeker çıkardığımı gören çocuklar gözlerinde ki ışıkla bana baktılar. Bende onlara el işaretiyle gelin dedim. Çok sevinmişlerdi. En küçüğünden en büyüğüne herkes yanıma gelmişti. Hatta daha iki buçuk yaşlarında bir kız çocuğu ablasıyla birlikte koşarak elimde ki şekeri almış ve ne olduğunu anlamadığı için ağlamaya başlamıştı.
Onun için özenle paketi açıp eline verdim. O ise onun bir top olduğunu sanarak eliyle tuttu. Şeker eline yapıştığında ise tekrar ağlamaya başladı. Ben ona nasıl anlatacağımı düşünürken ablası yanı başımıza gelerek "bak Zülal" dedi ve elinde ki şekeri ağzına koydu. Adının Zülal olduğunu öğrendiğim sulu gözlü bebek ise ablasını taklit etti.
Herşey bundan ibaretti işte. Taklit ve tekrar etmek. Öğrendiğimiz her şeyi böyle öğrenmemiş miydik? Daha bir kaç aylıkken başımızda " anne, baba, dede, abi" diyen ebeveynlerimizi taklit etmemiş miydik?
Bunları düşündüğüm esnada bir oğlan çocuğu başka bir çocuğa taş attı. Tam müdahale edecekken annesini orada olduğunu fark ettim. Sesi yüksek dağları bile aşacak cinstendi. " Ali! geliyorum yanına. O taşlarla kafanı ezeceğim senin!"
Evet taklit etmiştik ve ne yazık ki bazı çocuklar hiç şanslı değildi. Çünkü ileride fark edecekleri korkunç bir şey vardı. Yanlış kişileri taklit etmek!
Nasıl bu kadar gür sesi olduğuna anlam veremediğim kadın çocuğunu da alarak uzaklaştı oradan. Halinden Ali'nin eve gidince de bazı yanlış taklitleri öğreneceği belli oluyordu.
Ne üzücü bir durumdu yanlış kişilerin aile olması. Kendileri bile farkında değildi yanlış aile olduklarının, ne yazık ki.
Onlar gidince parkta hiç bir değişiklik olmadı. Bütün çocuklar oyunlarına kaldığı yerden devam etti. Ellerinde ki şekerlerle kaydırağa binenler şekerlerini ağızlarına alarak kendilerine kolaylık sağladılar. Tahtaravallide olanlar ise bir yere tutunmadan da dengede kalabileceklerini gösterebilmek için şekerlerini bir sağ ellerine bir sol ellerine aldılar. Ne güzeldi bu saflık, masumluk. Ne güzeldi çocuklar. Aklıma bir şiir geldi onları izlerken. Ve kelimeler istemsizce dudaklarımdan döküldü.
"Dünyayı verelim çocuklara hiç değilse bir günlüğüne allı pullu bir balon gibi verelim oynasınlar oynasınlar türküler söyleyerek yıldızların arasında dünyayı çocuklara verelim."
Şiirin devamını hatırlayamayınca durdum. Çok şiir ezberlemezdim zaten. Bir ses işittim arkamdan, bana benden daha iyi şiir bildiğini gösteren. Ve o an fark ettim kapının ağzında durduğumu..
"Kocaman bir elma gibi verelim sıcacık bir ekmek somunu gibi hiç değilse bir günlüğüne doysunlar dünyayı çocuklara verelim bir günlük de olsa öğrensin dünya arkadaşlığı.."
Gözlerim benden habersiz refleks olarak döndüler arkama, sesin geldiği tarafa. Ne zaman kapının önüne geldim bilmiyorum. Ancak o kapının önünde bir Dünya armağan ettiler bana. O Dünya'nın içinde bir okyanus bahşettiler. Kalbime bir deniz ferahlığı geldi. Ve ilk defa ikinci ismime muhtaç oldum. Boğazım kurudu ve bir çöl kaldı ortada.
Ne yazık ki onun gözlerine hâlâ bakıyor olduğumu o gözlerini indirince anladım. İçimden bin bir cümle geçerken boğazımdan bir tükürüğüm geçmedi.
Mesela adın ne diyebilirim en başta. Gerçi adın bir önemi var mıydı ki? İsmini bilsem de bilmesem de kaybolup gitmeyecek miydim o okyanusta. Acaba yüzme bilir miydim ben? Az da olsa yaşayabilir miydim orada?
Aklımdan geçen şeyler hiç doğru değildi. Hem ne zamandır tanıyordum ki onu? Böylesine sözler sarf etmem bile hataydı. Hatta onun gök gözlü oluşuna şahit bile olmamalıydım. Zira o gökten onun sesiyle hemen yere çakılabilirdim.
"Bazı çocuklar şanslı değildir ve maalesef ki elimizden bir şey gelmez. Geçmeme müsaade eder misiniz?"
Hâlâ yoldan çekilmemiştim. Ne büyük bedbahtlıktı bu. Kendimi çok aptal hissettim o an. Aniden yoldan çekildim ve kızaran yanaklarımı gizlemek için arkamı döndüm. Zaten çok bile bakmıştım yüzüne.
Aklıma biraz önce şiirimi tamamladığı gelince bir tebessüm düştü dudaklarıma. Sonra geri silindi yavaş yavaş. Ne olmuştu ki şiirimi tamamlayınca? Benim takılı kaldığımı görünce devam etmişti işte. Sende tam ezberleseydin hem Lîna. Sonra içimden bir ses söze karışmak için izin istedi, bende verdim.
Yada iyi ki ezberlemedin Lîna, iyi ki..
***
Ruhum çıkmaz sokaklardaydı. Aklım ise tamamen firar etmişti. Nereye mi? Kalbime. Kalbim ise aklımı çeldiği için halaya durmuştu. Yoksa bu gümbürtünün başka sebebi olamazdı. Olmamalıydı.
Ben parkta henüz yanaklarımı eski haline getirmemişken çocukların çığlıkları hızla arkama dönmeme sebep oldu. Az önce parka giren üç polis şimdi bir adamın koluna girmişlerdi. Hemde çocuklarının gözleri önünde.
Ne olmuştu şimdi? Tüm bu şiir okumalar bunun için miydi? Bu kadar normal miydi çocuklarının önünde bir babaya kelepçe takmak? Hani çocuklar gülsün istiyorduk. Hani bir günlüğüne de olsa mutlu olsunlardı? İçimde ki ses ortaya çıktı ve 'o gün, bugün değil' dedi. O gün, bugün değil ne yazık ki.. Ve bazı çocuklar biz istesekte mutlu olmazlar..
Evet bir deprem yıkmamıştı belki çocukların kalbini. Belki evsiz kalmak da sorun değildi onlar için. Ama bir baba.. Babasız olmak ne demekti?
Kendime sordum önce bu soruyu. Gerçekten ben babasızlığı biliyor muydum? Sonra cevap verdi benliğim; "Belki bunca yıl değil ama bu yıl, evet, bu yıl biliyordum."
Arkadan bakan çaresiz, mahzun bir anne. Ama sakin. Hiç görmediğim kadar sakin. Sanki şuan polis aracına bindirilen kendi eşi, evinin direği değil gibi. Sanki içten içe yıkılmamış gibi..
Çocukları mutlu etmek istedim. Yanlarına gidip babanız geri gelecek demek istedim. Ama cesaret edemedim. Belki bir yaşam koçu olduğumu söylesem, rahatça konuşabilirdim. Ama yapmadım. Çünkü geri geleceğini bilmedim.
***
En fazla parmak uçlarımın sesi kadar bir tıkırtı ile anahtarı deliğine yerleştirip çevirdim. Kimselere görünmeden içeri girmeye çalışıyordum. Arkamdan kapıyı yavaşça kapatıp önüme döndüm. Bir kaç adım ötemde kapısı buzlu cam olan oturma odasına baktım. Acaba önünden geçsem fark edilir miydim?
Gözlerimle üzerimi taradım. Siyah renk feracem olduğu gibi dikkat çekebilirdi. Ama üstümden çıkarmak ve sonra tekrar giymek vakit kaybına neden olurdu. Ben daha çıkarıp çıkarmamak arasında fikir ayrılığı yaşarken oturma odasının kapısının sesi duyuldu. Ve daha kararımı verememişken kapıda abim gözüktü.
Önce kaşları yukarıya kalktı ve yaklaşık on saniye gözlerime baktı. Sonra da dudakları hareketlendi. "Hayırdır? Ne bu saatte sessizce eve gelmeler, hangi dağda kurt öldü?"
Az önce ben görünmemeye mi çalışmıştım?
" Aşk olsun abi ya görende gecenin bir yarısı geldim eve sanacak"
"Ne bileyim senin âdetin değildi de ondan dedim. İçeride Esin teyzem var, gir istersen" dedi gözleriyle içeriyi işaret ederken.
El-mecbur 'tamam' dedim. Gelmiştim bir kere, görünmeden gitmek olmazdı. Sadece görünürsem kaç saat burada kalacağımı tahmin etmek biraz zordu. En azından üzerimi çıkarmadan gidersem çabuk kalkarım diye düşündüm. Ve direk kapının önüne geldim.
Hiç beklemeden kapıyı açmaya meylederken içeride ki sesleri de duyabiliyordum. Annemin sesinde adımı duyduğumda kapıyı açmıştım bile. Ancak söylediği şeyin ne hakkında olduğunu anlayamamıştım.
"Lîna'ya hemen söylesek mi bilmiyorum Esin. Biliyorsun o böyle şeylere çok meyletmiyor."
Espriyle karışık " Neymiş o meyletmediğim şey?" Diye sordum. İkisi bir an göz göze geldi ve ben o an gerçekten bir sırrın içindeymiş gibi hissettim. Böyle yaparak merakımı daha fazla yapmışlardı. Onların bu şaşkın haline tek kaşımı kaldırarak baktım.
Gözleri birbirlerinden ayrıldıktan sonra yüzlerine bir tebessüm yayıldı. Konuyu değiştirmek istediklerini ne kadar belli etmeselerde çok meraklandığım için fark etmiştim. İlk söze giren annem oldu.
"Kızım sen ne zaman geldin? Hayırdır bu saatte?"
Annemin konuyu fazla uzatmasına müsade etmeden " şimdi geldim, geri çıkacağım." Cevabını verdim. "Siz ne konuşuyordunuz bakalım?"
"Öyle havadan sudan" diyen Esin teyzem merakımı daha çok arttırmıştı. Neydi bu bana söylemek istemedikleri şey? Yada söylemek istedikleri ama benden çekindikleri şey. Nasıl olsa çok geçmeden ağızlarında ki baklayı çıkaracaklarını biliyordum. Annemle Esin teyzem konuşmadan ve anlatmadan duramazlardı ki.
Merakımı az da olsa belli etmek için "ee nasılmış peki havalar sular?" Dedim. Cevap ise hiç beklemediğim yerden geldi. Soruya soruyla cevap veren teyzem bir anda işin akışını değiştirdi. "Asıl sende nasıl havalar? Kuşlarına kanat çırptıracak biri var mı?"
Böyle bir soruyu beklemediğim için utançla başımı indirdim. Şimdi gözlerim halının deseninde kaç tane kare olduğunu saymaya çalışıyordu. Bir cevap vermemiştim. Çünkü henüz bende bilmiyordum. Ne diyebilirdim ki? 'Bir gökyüzü var uçsuz bucaksız, hangi tarafa dönsem o. Ben ondan kaçarken ona tutuluyorum, o gök gözler ise hiç bir zaman yerden yukarı çıkmıyor' mu deseydim? Hem gökyüzünün yerde ne işi var diye sormazlar mıydı?
Uzun süre cevap vermememden dolayı annemle Esin teyzem gülmeye başladılar. Utandığımı çok belli etmiştim sanırım. Çok şükür ki annem anlayışlı kadındı. Beni daha fazla utandırmamak için konuyu daha üstümü çıkarmamış olmama getirdi.
Aklıma hemen kalkmam gerektiği gelince oturduğum yerden ayaklandım ve 'Allah'a emanet olun' dedikten sonra hızlıca odadan çıktım.
Kitapçıya gidecektim. Halk otobüsüyle gideceğim için biraz vakit alabilirdi. Sonuçta akşam ezanından önce evde olmalıydım. Yoksa abimin bana bakışları on saniye ile kalmaz beni göz hapsine alabilirdi.
Ali amcanın kitapçısına gitmeyeli uzun zaman olmuştu. Gerçi depremden sonra uzun süre açmamıştı. Dükkanına hasarsız raporu verildikten sonra ise gelirlerini depremzedelere bağışlamak için açmıştı. İnsanlar artık ondan pek kitap almıyordu. Çünkü o güncel kitaplar yerine değeri yüksek olan kitaplardan satıyordu. Tabi eğer istersen orada okumak şartıyla kiralayabilirdin. Bu ise depremden sonra çıkmıştı. İnsanlar en azından orada okuyup az da olsa para ödüyorlardı.
Sırtımda ki çantayı daha küçük bir çantayla değiştirdikten sonra cüzdanımı ve ihtiyacım olacak bir kaç şeyi de küçük çantaya geçirdim. Kendimi çok yorgun hissediyordum ama hafta içi başka vaktim olmadığı için kitapçıya gidemezdim. Aslında abime söylesem akşam beraber gidebilirdik. Yine de şimdi gitsem iyi olacaktı.
İkindi namazımı kılmadığımı hatırlayınca hemen seccademi serdim ve namazımı kıldım. Hızlı kılmamaya çalışıyordum. Ali amcanın kitapçısı benim Allah ile beraberliğime engel olmamalıydı. Tadil-i Erkan'a dikkat ederek namazımı bitirdim ve sonunda tüm müslümanlar için dua ettim. Sonra ismen tanıdığım kişilere dua ettim. Sonuçta mü'minin mü'mine ettiği dua daha çabuk makbul olurdu.
Seccademi toplayıp hızlıca evden çıktım. Başımda tuhaf bir his vardı ama çok gitmek istiyordum. Ali amcanın kitapçısı benim feyz aldığım yerlerden biriydi. Kitaplıkta ki büyük insanların kitapları sanki etrafa nur saçıyordu. Oraya çok gitmek istiyordum çünkü haftada en az bir defa şarj olmalı ve huzur bulmalıydım.
Evin dış kapısına çıktığımda yavaş yavaş terlemeye başladım. Bir şeyler ters gidiyordu ve ben gidip gitmemek arasında kararsızdım. Sanki stres altında olduğum zamanlarda ki gibi sıcaklamaya başlamıştım. Havanın soğuk olması ise beni daha çok endişelendiriyordu. Bir an önce gidip akşam olmadan eve dönmem gerekiyordu.
Adımlarımı hızlandırarak yürümeye devam ettim. Ana yoldan dolmuşa binersem daha çabuk ulaşırım diye düşündüm. Bunun için karakolun önünden geçmem gerekiyordu ve benim vücut sıcaklığım kırk derecenin üstüne çıkmaya hazırlanıyordu. Bu sefer gerçekten stres yapmıştım.
Stresten mi bilmiyorum ama midem bulanmaya başlamıştı. Vücudum normalden fazla terlemeye başlamış ve midem ağrımaya başlamıştı. Gözümün önü de karardığında ne olduğunu ve ne olacağını bilmeye başlamıştım. Yine aynısı oluyordu. Eğer uzun süre ayakta kalıp gözüm kararıyorsa bu bir süre sonra bayılacağım anlamına geliyordu. Hep yaşadığım bir şey olduğu için öncelikle ellerimle tutunacak bir yer aradım. Nerede olduğumu hatırlamıyordum. Eğer yolun ortasındaysam oturamazdım ve tabi tutunacak bir yer de bulamazdım. Yavaş yavaş sağıma doğru gitmeye çalıştım ve elim sert bir şeye denk gelince durdum. Beynimden kulaklarıma doğru sıcak sıvı bir madde hissetmeye başladım. Midem de çok fazla baskı yapıyordu ve dayanamayacağımı biliyordum. Eğer bir yere oturmazsam olabilecek tek şey bayılmaktı.
Ne kadar süre geçtiğini bilmeden bekledim. Artık ayaklarımda güç kalmamıştı ve tutunduğum yeri artık hissetmiyordum. Bilincim de yavaş yavaş kapanırken son olarak bir bayanın ' iyi misiniz?' seslenişini duydum.
* Oturduğum sandalyede rahatsızca kıpırdandım. Bilincim yavaş yavaş kendine geliyordu. Gözüm etraftaki şeyleri ayırt etmeye başlayınca ilk olarak üstünde polis amblemi olan bir mont giymiş bayan gördüm. Saçları omuzlarında aşağıya dökülüyordu ve bana merhamet edercesine bakıyordu. Ellerimi ve ayaklarımı hissetmeye başlayınca oturduğum yerde dikleştim ve nerede olduğumu algılamak için etrafıma bakındım. Gözüm soldan sağa doğru dönerken binanın üzerindeki 'karakol' yazısı ile nerede olduğumu tam olarak anladım. Neden burada olduğumu anlamak için zihnimi zorladım. Buraya nasıl oturduğumu ve karşımda ki bayanın kim olduğunu bilmiyordum. Anlamaz gözlerle biraz daha etrafıma bakınca ince bir bayan sesiyle 'iyi misiniz? Beni duyuyor musunuz?' seslenişini duydum. Bu ses yolda yürürken hatırladığım son sesti. Sanırım bayılmıştım ve bana seslenen bayan beni buraya oturtturmuştu.
Tevafuk eseri Mevla beni yine buraya göndermişti.
Bana soru soran bayana cevap vermediğimi hatırladım. "Evet duyuyorum, iyiyim" diyebildim. Bayılmanın vücuda yeni bir enerji verdiğini bildiğimden ayağa kalkmak istedim. Ama ayaklarımın yerde sabitleşmesine sebep olan bir ses beni oraya geri oturtturmuştu.
"Lîna hanım iyi misiniz?"
Sanırım öncelikle kalbimle konuşmalıydım. Ona sakin olmasını söylemeli yoksa buranın devamında kendimi hastanede bulacağımı hatırlatmalıydım. Yine ter basmıştı ama bu sefer neyden dolayı olduğunu biliyordum. Kalbim, sen ne ara bu kadar gürültücü oldun?
Sesin inceliği ve kibarlığı karşısında seslenilen kişinin ben olduğumdan emin olmak istedim. Cümlenin başında söylediği Lîna ismi ise zaten emin olmamı kolaylaştırıyordu. Kalbimi biraz sakinletip nefesimi de düzene koyduğumdan emin olunca onun kadar nazik olmasada kısık bir sesle cevap verdim.
"İyiyim, teşekkür ederim." Çok fazla resmi olduğuna emin olduğum bu cümle onu tatmin etmemiş gibi yahut formalite icabı dinliyormuş gibi yaparak elinde ki poşeti kaldırdı. İçinden bir adet vişneli meyve suyu ve bir ayran çıkarttı. Bense bu tezatlığa karşı gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım.
"Şekeriniz mi düştü yoksa tansiyonunuz mu bilemediğim için ikisini de aldım ama siz kendinizi daha iyi bilirsiniz."
Sakin ol Lîna, şimdi sakin olma zamanı. Artık bedenimden dışarı atacak bir sıvı kalmayıncaya kadar terlemeye ve kızarmaya devam ettim. Dışarıdan kızarmış bir tavuk gibi gözüktüğüme emindim ama kanıtlayamazdım. Bunu bilmek ise beni daha çok utandırıyor ve kızarmama daha fazla yardımcı oluyordu.
Daha fazla kızartma gösterisi yapmadan cevap vermem lazımdı. Ama aklım sanki düşünmemek için elinden geleni yapıyordu. Kendimi zorladım ve neyim düştü düşünmeye çalıştım. Şuan da zaten bedenim kendini yeniden başlattığı için her türlü ayağa kalkabilir ve günüme devam edebilirdim. Ama mideme bir şey girmesi fena olmazdı. Bunun için tabi ki vişne suyunu tercih edecektim.
İçimde hafiften bir sevinç olmuştu. Vişne suyu içecek olmamdan mı yoksa vişne suyunu getiren kişiden dolayı mı bilmiyorum. Ama şuan bunu dışarıya belli etmemem lazımdı. Sakince "vişne suyu içebilirim" diye cevap verdim. Nazikçe uzattığı vişne suyunu alırken gözlerini henüz benden çekmemişti. Böyle bir durumda nasıl rahat hareket edebilirdim ki?
Rahatsızca yerimde hareket ettiğimde dikkatini üzerimden çekti. Sonra sanki sormayı unutmuş gibi tekrar bana dönerek "yardımcı olabileceğimiz başka bir şey var mı? İsterseniz hastaneye veya evinize bırakabilirim, yani bırakabiliriz." Dedi. 'Siz' diye bahsettiği ben oluyordum ama 'biz' diye bahsettiği kim oluyordu? Bu düşüncemden dolayı kendime güldüm. Koskoca karakolda tek kişi olamazdı zaten ya. Hem kendisinin bırakacağı ne malumdu? Formalite icabı 'bırakabiliriz' demiş de olabilirdi.
Bedenim güçsüzlüğünü gözler önüne seriyordu. Bu bayılmalar yaşam koçu olduktan yaklaşık bir sene sonra başlamıştı. Annem B12 eksikliği gibi düşünse de doktorlar hiç bir şeyim olmadığını sadece spora devam etmem gerektiğini söylüyordu. Büyük ihtimalle dinlediğim hikayelerden etkilenme şeklim buydu.
Sessiz ama onun duyacağı bir sesle teşekkür ettim ve gerek olmadığını söyledim. Gerçekten gerek yoktu. Ben bugünden sonra en az altı ay bayılmazdım. Bunu bildiğim için rahatça geri dönebilirdim. En son kitapçıya gideceğim aklıma gelince biraz üzüldüm. Çünkü saat ilerlemişti ve akşam ezanına yetişememe ihtimalim yüksekti. Bundan dolayı eve dönmeye karar verdim.
Yoğun bir gün geçirmiştim ve tabi ki bedenim daha fazlasına izin vermemişti. Eve gidip biraz ailemle vakit geçirdim. Sonrasında ise sosyal medya hesaplarımdan gelen mesajları kontrol ettim. Her mesajı görmem biraz zordu. Bundan dolayı fazlasıyla zorbalığa maruz kalıyordum. Benim için hiç bir sorun yoktu. Cevap vermiyordum ve bitiyordu. Onlar ise kendi karakterlerini belli ediyorlardı.
Kendimi fazla enerjik hissetmeme rağmen telefonu bıraktım ve yarın ilk sahura kalkacağımızdan dolayı uyumaya karar verdim. Bu enerjimle teravih namazını kılmış olmaktan dolayı çok mutluydum. Şeytan bir ay boyunca bağlanmıştı ve bu beni fazlasıyla mutlu ediyordu. Artık kafamda ki vesveseler kaybolacaktı.
Aklıma gelen yüz ve bugün ki konuşmalar ile rahat bir uykuya daldım. Bazı hayaller insanı güzel hissettiriyordu, şimdi ki hayallerim gibi...
** Herkese merhaba..
Lütfen oy ve yorumlarınızı eksik etmeyin.
Ne düşünüyorsunuz? Sizce hikaye nasıl devam edecek? Fikirlerinizi merak ediyorum.
Yıldızı uyandırmadan geçmeyin lütfen :)
|
0% |