@tumturakliyazar
|
Terk ettim kozamı, kalbine kondum.
Acı, keder, hüzün bunların hepsi geçici şeylerdi. Mutluluk ve sevinç de öyle. Bütün duygular yaşanır ve geçerdi. Kimisi zannederdi ki asla güzel günler gelmeyecek. Yüzleri hiç gülmeyecek. Dünyanın sonu gelse hiç bir şey değişmeyecek. Kimi de zannederdi ki her şeyi hep daim olacak. Parası, mutluluğu, ailesi. Ama bu insanlar da bir gün hüzne kavuşacak.
Dünya da ne çok insan, ne çok hikaye var. Aynı şeyleri yaşayan hiç bir insan yok. Tabii ki aynı duyguları yaşayan da yok. Bunun için sanki yarışta gibi "ben çok acı çektim, benim çektiğimi kimse çekmedi, kimse beni anlamıyor." Gibi sözler sarf etmiyorlar mı? Bu yarış hiç bitmeyecek ve kimse kimseyi anlamayacak. Çünkü herkes sadece kendisi anlaşılsın isteyecek ve kimseyi anlamaya uğraşmayacak.
Ağza ne kadar kolay geliyor, birilerinin acılarından bahsetmek. Yaptığı şeyleri eleştirmek. Dedikodusunu yapmak. Hâlbuki haram kılmadı mı Allah bize gıybeti? 'kardeşinin etini çiğ çiğ yemektir' demedi mi aleyhisaalatu vesselam.
Acaba ne zaman kendimizi bırakıp etrafımıza bakacağız? Ne zaman moda programlarında kendini arsızca sergileyenleri izlemeyi bırakacağız? Ne zaman gecemizi gündüzümüzü cinayet programı izleyerek mahvetmeyi terk edeceğiz? Mahvoluyoruz görmüyor musunuz? Çünkü onları izleyince bitmiyor işkenceler. Katiller vazgeçmiyor. Kâfirlerin gözü üzerimizden çekilmiyor. Bilakis kâfire para kazandırmaktan başka hiç bir işe yaramıyor. Onlar orada edepsizliği yayarken milyonlarca para alıyor ve sen burada çocuğumu nasıl doyuracağım diye düşünüyorsun.
Peki hiç kimse düşündü mü, Afrika'da karınlarını nasıl doyuruyorlar bu insanlar? Kudüs de bombalardan nasıl kaçıyor çocuklar? Onların annesi oldunuz mu hiç? Küçük kardeşiniz kadar onları düşündünüz mü?
Ah, vicdanım hiç aklına geldi mi, depremde evleri yıkılanlara üzülürken, bombanın altında yatan insanlar? Belki hiç evi olamayan, her yıl yeniden yıkılan evler? Sen " Komşusu açken tok yatan bizden değildir." diyen Peygamberin ümmeti değil misin?
Ne üzücü durumumuz. Ne içler acısı. Biz burada bir günlük acıyı dahi kaldıramazken, onlar orada Ramazan'ın gelişine seviniyorlar. Ne kadar yok edileceğini bilseler de sokaklarını süslüyorlar. Onlar vicdanlarıyla mutlular, ya biz?
**
Her yeni gün yeni bir anlam kazanıyor yaşam. Neyi ne için yaptığını bilmezken, her gün bir ipucu veriyor Yaradan. Marifet o ipucunu görebilmekte.
Yaratılanı severiz yaratandan ötürü demiş şair. İnsanları seviyorum ve onlara yardımcı olmak istiyorum. Çünkü onlar Allah'ın en değerlileri. Onlar Allah'ın yeryüzüne halife edeceğim diye vaat ettikleri. Yeri geldiğinde meleklerden bile üstün olabilecek yaratıklar. Bunun için onları seviyorum ve bu Dünyada başıboş kalmamaları için uğraşıyorum.
Bu dünyanın güzel insanlara ihtiyacı var. Mutlu, özgüvenli, neden bu hayata geldiğini bilen, çevresine faydalı olan, İslam'a ve müslümana katkıları olan insanlara ihtiyacı var. Çünkü zalim çok, kâfir azılı, ve zulüm durmuyor. Ne yazık ki zulmü durduracak insan bulunamıyor. Ben insanların içinde ki bu kahramanlığı ortaya çıkarmak istiyorum. İnşallah Allah muvaffakiyet verir. Benim için değil, samimi müslümanlar için istiyorum bunu. Yoksa benim günahlarım herkesi helak eder.
Pembe çiçekli yorganımın üstüne taradığım saçlarımı toplarken odamın kapısı tıklatıldı. Hafif, çekingen bu tıklatışa bir anlam veremedim. Kapı açılıp arkasından annem çıkınca da daha çok şaşırdım. Annem pek bu kadar çekingen olmazdı çünkü.
Kapıyı açtığı haliyle yine hafifçe kapattı ve utangaç bir tavırla karşıma durdu. Bense istemsizce tek kaşımı kaldırmış yanakları kızarmış anneme bakıyordum. Söyleyeceği şey benden çekindiği bir şey olmalıydı ki böyle bakıyordu. Merak ve endişe dolu bir sesle sordum.
"Hayırdır inşallah, ne söyleyeceksin anne?"
Gülümseyen dudaklarını hiç değiştirmeden gelip yanıma oturdu ve önce saçlarımın çok güzel olduğunu, uzadığı haliyle hiç görmediğini söyledi. Ağzında ki baklayı çıkarması için merakla bekliyordum.
"Kızım bu konuda ki düşüncen ne bilmiyorum ama eğer ki karşına dürüst, saygılı ve efendi bir bey çıkarsa ne dersin?"
"Allah sahibine bağışlasın, bu zamanda zor böyle insan olmak derim anne"
Annem bu sözlerime sebepsizce yaklaşık iki dakika güldü. Sonra kendini toparlayarak ağzında ki baklayı gerçekten çıkardı.
"Onun sahibi sen olmaya ne dersin peki?"
Bu cümleyi o kadar ümitli söylemişti ki. Sanki evde kalmış kızına aday bulmuş kadın gibiydi. Neydi bu acele bilmiyorum. Gerçi tahmin edebiliyorum. İşin içinde Esin teyzem varsa çöpçatanlık da kesinlikle vardır. Ve geçen gün konuştukları konunun bu olduğuna da adımın Lîna Su olduğu kadar eminim.
Nedense aklımda evlilik düşüncesi olmamasına rağmen merak etmiştim, saygılı ve efendi dedikleri kişiyi. Zaten birisine çöpçatanlık yapmak için illa ki iyi özellikler söylenmez miydi? Keşke her şey sadece saygı ile olsaydı. Daha fazla kafamda soru işareti kalmasın diye anneme "kimmiş bu eşsiz efendi?" Diye sordum. Verdiği cevap tüm kan hücrelerimin yüzüme çıkması için yeterliydi.
"Esin teyzenin bir arkadaşı vardı hani, eşi depremde şehit olan. Onun oğlu kimsesiz çocuklara sahip çıkmak istiyormuş ama yanında bir yol arkadaşı da olsun diye düşünmüşler. Esin teyzen de duyunca seni önermiş. Normalde biliyorsun hemen kabul etmem ama artık büyüdün, mürüvvetini görmeyi çok isteriz. Tabi kabul etmek istemezsen sen bilirsin, ama bence bir konuşmalısın."
***
Evet çok sıcaktı, evet baya bunalıyordum ve evet Esin teyzem beni soru yağmuruna tutuyordu. Nereden söyledim, neden "siz nasıl uygun görürseniz " dedim bilmiyorum. Annem benden ilk defa böyle bir cümle duyduğu için heyecandan yerinde duramıyordu. Hatta sadece kendisi değil Esin teyzem de büyük bir ümitle gelmiş ve beni kenara sıkıştırmıştı. Çok yakışıklı, renkli gözlü, delikanlı çocuk diye öve öve bitiremedikleri çocuğu zaten tanıdığımı söylemedim. Daha fazla kenara sıkışmak istemiyordum çünkü.
Sadece bunun bana avantajı olan yönü ismini öğrenmemdi. Onların onlarca bilgisine karşı tek sorduğum soru buydu. Tabi her sorduğum soruyla heyecanları kat be kat artıyordu. Sonunda ismini öğrenebilmiştim. Muhammed Arş bey.
Arş ismini duyduğumda bir garipsedim. Zaten teyzemde tam teleffuz edememiş 'aman neyse Muhammed diyoruz biz' diyerek geçmişti. Benim takıldığım nokta, ona taktığım -gök gözlü- isim ile ne kadar benzerliği olduğuydu. Sonuçta arş da gökyüzünde olan bir şey değil miydi?
Esin teyzem heyecanla "tamam ben hemen Hazal'a haber veriyorum. Bir görüşün. Hem oğlana da haber versin." diyerek telefonu eline aldı. Ne kadar heyecanlı kadındı şu Esin teyzem.
Bense daha fazla bu heyecana dayanamayacağımı düşünerek odadan çıkma kararı aldım. Kendi odama geçtiğimde ise ilk işim pencereyi açıp temiz havayı içime çekmek oldu. Şu son sıralarda yaşadığım şeyleri düşündüm. Ne çok olaya şahit olmuştum. Bundan yaklaşık dört ay öncesine kadar rutin, insanlara yardım için koşturmalı bir hayatım vardı. Başka bir şey düşünmüyordum. Ne evlilik, ne kendim, ne gök gözlü bey..
Sonra bir su şişesiyle hayatımın akışı değişti. Aklıma danışanlarıma "çok su için, yanınızda hep su bulundurun, su hayatınızı büyük ölçüde değiştirir" dediğim geldi. Bunları söylerken böyle bir şeyden bahsetmiyordum. Ama bir su sebebiyle benim hayatımın nasıl değiştiğini görebiliyordum.
O günden sonra bir çok kez karşılaştık. Allah'ın takdiri bizi hep aynı yerlere götürdü. Sonra büyük bir deprem felaketi yaşadık bu zaman içinde. Ankara'dan geri dönüşüm ve katıldığım cenaze. İçime batan iğneleri o an tarif edemezdim. Hatta şuan bile onu gördüğüm anda ki duygularımı ifade edemem. Ardında bir polis evlat bırakan Yekta bey, tanımasam bile hayatıma derin bir iz bıraktı. Depremden sonra hep çok yoğundum. Çocuklarla meşgul olmuş, insanlara merhem olmaya çalışmıştım. Elimden geldiği kadarıyla ihtiyaç sahiplerine destek olmuştum. Sonra geri rutin hayatıma döndüm. Tâki annem çekingen bir tavırla odama girene kadar.
Bu günden sonra nasıl bir hayatım olacağını hiç bilmiyorum. Esin teyzem Hazal hanımı arayıp bizi buluşturacak gün ayarlamaya çalışıyordu. Aynı odada buluşacağımız düşüncesi zihnime dolunca kalbim hızlanmaya başladı. Ben onun karşısında ne yapacaktım. Hem de bu bir evlilik görüşmesiydi! Elim ayağım titremeden nasıl duracağım? Ona ne soracağım ve kekelemeden nasıl cevap vereceğim?
Normalde hiç stres yapmayan ben şuan onun karşısında olma düşüncesiyle bile stres yapıyordum. Ben hayatımda hiç kekelemedim ki, hem o gün kekeleyeceğimi nereden biliyorum? Düşüncesiyle bile heyecanlandığım ânı nasıl yaşayacağım gerçekten bilmiyorum. Kendimden bahsederken ne demeliyim? Yada ona ilk olarak ne sormalıyım? Soru sormayıp kendinden bahset mi desem sadece? Ama öyle de neye dikkat ettiğim ve benim için öncelik ifade eden şeyleri belli edemem ki. Aff Rabbim ben ne yapacağım?
Keşke hemen kabul etmeseydim. Azıcık naz yapsam ne olurdu ki? Ama ya ben hayır deyince başka birini bulurlarsa? Sonuçta etrafta kız mı yok.? Kendimi o kadar zor durumda hissediyorum ki. Bir anda nereden çıktı ki karşıma?
Camdan gelen soğuk havayla üşüdüğümü hissettim ve bu kadar temiz havanın yeteceğini düşünerek pencereyi kapattım. Zaten zihin açma gibi bir etkisi de olmamıştı. Ben hâlâ ne yapacağımı bilmiyordum.
**
Evde yoğun bir tempo vardı. Annem temizlik işlerinin bir çoğunu teyzemle bana devretmişti. Kendisi ise ikramlıklarla ilgileniyordu. Abim ise bu tempo karşısında kafasını bilgisayardan kaldırmış ve ne olduğunu sormuştu. Harbi, abim hangi dünyada yaşıyordu?
Abimin tepkileri hep komik olurdu, şuan da olduğu gibi. "Ne? Ne görüşmesi? Kim izin verdi onların konuşmasına? Bir kere bu evin erkeği benim, neden benim şimdi haberim oluyor?" Diyerek yerinden sıçramıştı.
"Çünkü Esin teyzem şimdi ayarlayıp bize de şimdi haber verdi. Kusura bakma senin evde olduğunu unutmuşuz." Dedim gülerek. Bu gülüş biraz imalı bir gülüştü ve abim gülmedi. Ne yapacağını bilemeyip önce bilgisayarda ki oyununu kapattı. Sonra da "ben niye hazırlanmıyorum o zaman" diyip odasına doğru gitti. Gerçekten benden önce hazırlanmaya mı gitmişti o?
Elektrikli süpürgeyi kapatan teyzem elini beline koyup nefes nefese bana yapacağım işleri söylemeye başlamıştı. Akşama evlilik görüşmesi olan birinin bu kadar yorulması normal miydi? Ne saçmalıyorsun Lîna bu evde tabii ki normal!
Esin teyzem tekrar ağzını açmadan oturma odasının tozunu almaya gittim. Annem çocuklu ailelerde kaldırdığı süs eşyalarını geri koymuştu. Ve hepsi yeterince tozluydu. Neden bugün geliyorlardı ki? Diğer günler çuvala mı girmişti. Yarın kıyamet mı kopacaktı? Yani neden hemen bugün? Tabi erkek tarafı için kolaydı. Üstlerini giyinip iki çiçek alıp geleceklerdi. Niye kabul etmesinler ki? Esin teyzemse bize işkence çektirmek için uğraşıyordu.
Benim şuan heyecanlı, sevinçli ve utangaç bir hanım kız olmam gerekirken başörtümün altından çıkan saçlarımdan ter damlıyordu. Allah'tan hafta sonuydu ve danışanım yoktu. Gerçi olsa belki bu işlerden kurtulabilirdim. Ama yoktu işte. Ne olurdu sanki olsa?
Oturma odasının tozunu bitirdiğimde Esin teyzem arkamdan kontrole gelmişti. Kapının üstüne elini atıp tam ağzını açacakken sözünü yutup "almışsın" dedi. "Aferin, gelin olacak olmuşsun."
Tabi bu Esin teyzeme göreydi. Yoksa zamane gelinleri elini toza bile sürmezdi. Hatta halı altına pislik süpürenleri gördüğümde espri olarak söylenen şeyin gayet doğru olduğunu gördüm. Tabi tüm yeni gelinler için aynısını söyleyemem. Bazıları çok titiz ve evine özen gösteren kişiler.
Bu kadar işin sonunda hepimizin bir duş alması gerekecekti. Ama hangimiz yetişecektik bilmiyorum. Anneme bu konuda ufak bir hatırlatma yaptığımda bana duşa girebileceğimi söyledi. Tam o anda banyo kapısının örtülme sesiyle hepimiz ayrı ayrı bağırmaya başladık.
"Tâha, Lina'nın hazırlanması senden daha önemli!"
"Abi ne yapıyorsun ya, ben gireceğim çık hemen!"
"Tâha hemen oradan çık, sen girince geceye kadar çıkmıyorsun. Hepimiz duş alacağız!"
Bu kadar kadının bağırması karşısında abim de ürkerek banyo kapısını açtı ve söylene söylene geri odasına geçti. "Bu kadar geç haber verirseniz tabi böyle olur." Bu sözü biraz Esin teyzeme geliyordu. Sonuçta bizim de bir suçumuz yoktu. Her şeyi şu bir kaç saate ayarlayan teyzemdi. Olacaklardan da o sorumluydu.
Başka bir şey çıkmadan hemen ayarlanıp duşumu aldım. İlk defa saçımı bu kadar telaşla kurutmuştum. Dünya ne garipti değil mi? Bir bakıyorsun sıradan, rutin bir hayat, bir bakıyorsun seanslarla dolu bir hayat ve bir bakıyorsun evlilik görüşmesi için hazırlanılan bir hayat. Bir bakıyorsun ölüm yatağında bir hayat. Ve herşey çok çabuk geçiyordu. Daha vakit var dediğimiz her şey bir anda oluveriyordu.
Birazdan akşam olacaktı ve iftar yapacaktık. Sonrasında ise onlar geleceklerdi. Ellerim, ayaklarım titriyordu. Hem çok acıkmıştım hemde çok heyecanlıydım. Uzun zamandır defalarca karşıma çıkan, her yerde yollarımız kesişen gök gözlü bey benim evime gelecekti. Hemde benim için. Şimdi bile soğuk terler döküyorken onun karşısında nasıl sağlam duracaktım?
Kuruttuğum ve taradığım saçlarımı topuz olmamasına özen göstererek topladım ve iç başörtümü taktım. Şimdiden hazırlanmaya başlmazsam akşamdan sonra yetişeceğimi düşünmüyordum. Aynadan kendime baktım. Bayramlıklarını giymiş küçük bir çocuk gibi heyecanlı ve mutluydum. Bugün o beni bu elbiseyle görmeyecekti ama annesi görecekti. Onun karşısına feracemle çıkacaktım ama yine de çok heyecanlıydım. Ne diyecekti? Konuşmamız nasıl geçecekti? Acaba önceliklerimi dile getirebilir miydim? Yada onun öncelikleri benimkilerle benzeşecek miydi? Ah, kafamda ne çok soru ne çok düşünce vardı böyle..
İçeriden gelen annemin sesiyle âna döndüm. Annem de çabucak duş alıp çıkmıştı. İftara yarım saat kalmıştı. Teyzem duştayken sofrayı hazırlamaya başladık. Zaman çok yavaş geçiyordu. Daha iftar bile olmamıştı. Onların gelmesine asırlar var gibi geliyordu. Hâlâ inanamıyordum, birazdan benim görüşmem olacaktı, benim!..
Son dakika vazgeçmeyi düşündüm. Kalp krizi riskindense evlenmemeyi tercih edebilirdim. Acaba söylese miydim? Annemin uzun süredir kafama gelmeyen terliği ile özlem gidereceğimizi biliyordum. Bu yüzden sözlerimi yutarak oruç açmaya karar verdim. Terlik yemekten daha mantıklı olacaktı.
Sofra başında iftar beklerken Rabbime dua etme vaktinin gelmiş olmasıyla birlikte ellerimi açtım. Allah'ımdan her şeyin hayırlı olmasını diledim. Bu görüşmenin hayırlı olmasını, hayal kırıklığına uğramamayı ve en çok da meşreplerimizin uyum sağlamasını istedim. Çünkü biliyordum ki her ne kadar iyi insanlar da olsak meşrebimiz uymadığı sürece birbirimizle mutlu olmayabilirdik. Bunun örnekleriyle bir kaç kere karşılaşmıştım. İki tarafta abdestli namazlı, kötü alışkanlıkları olmayan ve birbirine hiç kötü söz söylememiş ama anlaşamayan eşler gördüm. Ve ne yazık ki bu insanlar hiç anlaşılmıyordu, çünkü aralarında sorun yoktu ve insanlar boş yere mutsuz olduklarını düşünüyorlardı. Hadi çevrenin düşünmesini geçtim, aileler de öyle düşündüğü için bu evliliği devam ettirmek zorunda kalıyorlardı. Genellikle böyle bir sorunla bana geleni aile psikologlarına yönlendiriyordum. Çünkü ben böyle bir şeyi düzeltemezdim. Öncelikle aileleri düzeltmem gerekirdi bu da mümkün değildi.
Müezzinin ezana başlamasıyla beraber herkesin eli hurmaya uzandı ve büyük bir acziyet içinde orucumuzu açtık. Zaten oruç tutmak bunun içindi; acziyetimizi anlamak. Allah vermese bizim yiyecek ekmeğimiz bile olmazdı. Evimiz, ailemiz belki de hiç bir şeyimiz olmadan geçer giderdik bu hayattan. Bir günlük, hatta yarım günlük açlığa bile dayanamayan biz insanoğlu ne kadar acizdik.
Zaman ilerledikçe benim kalp atışım hızlanıyordu. Heyecanımı belli etmemek için daha çok heyecanlanıyor bu da soğuk terler dökmeme sebep oluyordu. Neyse ki bulaşıklar konusunda muaf tutulmuştum ve hazırlanmaya gönderilmiştim. Annemle Esin teyzem de el çabukluğuyla bulaşıkları yapıyorlardı. Koşarak odama geldim ve üstüme tekrar baktım. Çok şükür ki yemekte elbisemi kirletmemiştim. Bu heyecanla üstüme yemek döksem şaşırmazdım. Yapmadığım şey değildi sonuçta.
Telefonumun zil sesiyle hemen ondan tarafa koştum. Aslında onlar teyzemi ararlardı, niye böyle koştum ki?
Ekranda "Zümer" yazısını görmemle heyecanım azaldı. Açmakla açmamak arasında kaldım. Önemli bir şey miydi acaba? Açmaya karar verdim. Cevap vermemek hoş olmazdı.
"Efendim"...
Bu haftaki randevumuzu sormak için aramıştı. Şuan ne cevap verebilirdim ki. Ona programıma baktıktan sonra mesajla döneceğimi söyledim. Bunu düşünecek vakit değildi. Benim alelacele hazırlanmam lazımdı.
Zaten elbisem giyilmiş olduğundan, iç başörtüm de yapılmış olduğundan sadece şalımı takmam gerekiyordu. Siyah şal tercih etmiştim çünkü onun karşısına siyah ferace ve siyah eşarpla çıkmam gerekiyordu. O anda hemen başörtümü değiştiremem diye tüm akşam boyunca siyah şal takmaya karar verdim. Zaten su yeşili olan ve siyah düğmeleri bulunan elbiseme de uyum sağlıyordu.
Şalımı en az on defa bozarak ve tekrar tekrar iğne izleri oluşturarak sonunda yaptım. Omuzlarımı ve önümü kapatmaya özen gösterdim. Çünkü Allah-u Teala mü'min kadınlara "başörtülerini yakalarının üzerinden salsınlar." Buyuruyordu. Bu emri kadınların arasında dahi olsak yerine getirmeye çalışıyordum. Çünkü başörtünün şekli böyleydi. Kadınların yanında saçımız bile haram değildi fakat başörtünün şeklini değiştirmek ne başörtülü olduğumuzu ne açık olduğumuzu gösteriyordu. Yani ikisi de olmuyorduk. Bunun için her zaman başörtümün şeklini bozmamaya çalışıyordum.
Dış kıyafet ise tamamen farklı bir şeydi. O ne olursa olsun tesettür kurallarına uygun olmak zorundaydı. İstersen sadece kadınların arasından geç ama dışarıda dış kıyafet giyme zorunluluğu var. Maalesef günümüzde en çok atlanan şey bu aslında. Komşudan komşuya geçiyorum diyerek hep dış kıyafetsiz çıkıyorlar dışarı. Lakin ya o anda kapının önünden yabancı bir erkek geçerse? O zaman ne olacak?
Bunlar çok derin konulardı ve ben bunları düşünürken çok oyalanmıştım. Mutfağa gidip en azından ikramlıkları hazırlamaya yardım etmeliydim.
Annemle Esin teyzem bütün ikramlıkları yemek masasının üstüne koymuşlardı. Ben hazırlanana kadar bulaşıkları bitirmiş ve ikramlık tabakları bile ayarlamışlardı. Hemen tabakların başına geçip onları hazırlanmaya gönderdim. Zaten onlarda üstlerini giyinmiş olduklarından sadece başörtülerini yapacaklardı.
Akşam ezanının üzerinden bir saat geçmişti. Ve ben daha ne soracağıma ne konuşacağıma karar vermemiştim. Önceliğim tabii ki namazdı. Teyzem namaz kıldığını söylemişti ama te'kit etmem lazımdı. Sonra ki soruları doğaçlama yapacaktım. Büyük ihtimalle aklıma hiç bir şey gelmeyecekti ama ne yapalım çalışma vaktim olmamıştı.
Bunları düşündüğüm esnada telefon zil sesi kulaklarıma doldu. Teyzemin telefonu çalıyordu ve ekranda 'Hazal' yazıyordu. Evet şuan tekrar soğuk ter mesaisine başlayabilirim.
Elim titreye titreye telefonu teyzeme götürdüm. Büyük ihtimalle geliyoruz diyeceklerdi. Ve ben şuan kalpten gidecektim. Bu işin bu kadar stresli olduğunu bilseydim kesinlikle kabul etmezdim. Ve büyük ihtimalle ömür boyu evlenmeyebilirdim. Hayatımda bu kadar ter döktüğüm hiç bir zaman olmadı sanırım. Ve tok olduğum halde ellerimin ayaklarımın titremesi hiç hayra alamet değildi.
Teyzem telefonu kapatıp "hadi geliyorlarmış, beş dakikaya oradayız dedi." Deyince ne yapacağımı ve nereye gitmem gerektiğini şaşırdım. Hem ben daha erkekler hangi odada, kadınlar hangi tarafta olacak onu bile sormamıştım. Ve bu şuan aklıma geliyordu. Annem alelacele abimi odasından çıkarıyordu. Kapıyı o açacaktı ve erkekler odaya geçtikten sonra biz çıkacaktık. Tüm ev ahalisi olarak çok heyecanlıydık. Teyzem "ayy, kendi evlilik görüşmemi hatırladım" deyip bir duygusallaşma bile yaşamıştı.
Beş dakika ne kadar bir zamandı? Kaç saniyeydi. Yada üç yüz saniye gerçekten beş dakika mıydı? Ona göre geri sayım yapacaktım ama şuan dilim tutulmuş olma ihtimali vardı. Acaba dil yutmak nasıl bir şeydi? Ah, bu kadar heyecan bana fazlaydı.
Bayanlar olarak mutfakta bekliyorduk ama en komiği abimdi. Kapının önünde ellerini önüne bağlamış 'ne zaman gelecek bunlar' diye bir bekleyiş içindeydi. Gerçekten abim misafiri kapının dibinde bekliyordu ve istemsizce sesli gülmeme sebep oldu. Rahat ve umursamaz olarak tanıdığım abimin bugün fazlasıyla modu yerindeydi. Zil çaldığında ise "kapıda beklediğimi anlamasınlar" deyip on saniye kadar kapıyı açmadı. Bu on saniye herkes için çok yavaş geçmişti.
Sonunda kapı açıldığında erkeklerin arasında bir selamlaşma faslı geçti. Misafir odasının kapısının kapandığını duyar duymaz biz de Hazal hanımı karşılamak için ara hole çıktık.
Hazal hanım çok iyi bir insandı ve gerçekten herkese çok nazik davranıyordu. Kalbinin iyiliği yüzüne de vurmuş olacak ki hâlâ çok genç ve güzel bir kadındı.
Hazal hanımı oturma odasına buyur ettikten sonra teyzem çayı kontrol etmeye gitti. Biz de annemle birlikte Hazal hanıma hal hatır sormak için oturduk.
Biraz nasihat-vâri biraz da günlük yaşantıya dair konuştuktan sonra, "artık gençler konuşsunlar" deyip beni abimin odasına gönderdiler. Evdeki bütün odalar dolu olduğundan ve en sade eşyalar abimin odasında olduğundan burada görüşecektik.
Karşılıklı iki sandalyeden birine oturduktan sonra kafamda konuşacaklarımızı düşündüm. Çok geçmeden zaten içeriye gök gözlü bey girdi. Heyecanımı bastırıp sakin kalmam gerekiyordu. Öncelikle ayağa kalkıp "hoşgeldiniz" dedim.
Kibarca "hoş buldum, teşekkür ederim" deyip karşımda ki sandalyeye oturdu. Aynı anda bende oturmuştum. Heyecanımın konuşmasına fırsat vermemek için ilk konuşmayı ben yaptım. Tabi ki öncelikle hal hatır sordum.
İyi olduğumuzu öğrendikten sonra kısa bir süre sessizlik oldu. İkimizde konuya nereden başlayacağımızı bilmiyorduk sanırım. Sessizliğin daha da uzayıp içinden çıkılmaz bir hal almasını beklemeyip konuya başladım.
"Birbirimizi tanımaya öncelikle İslam'ın temel şartlarından başlayalım isterseniz. Mesela beş vakit namazlarınızı aksatır mısınız? Dinimizin emirlerine uymaya ve uygulamaya çalışır mısınız?"
Konuşmaya benim başlamamdan hoşnut olmuş gibi duruyordu. Heyecandan sesim titremesin diye uğraşıyordum.
Öncelikle İslâmî konular hakkındaki düşüncelerimizi paylaştık ardından koruyucu aile olmak istemesi konusuna geldik. Tabii ki bende çocukları korumak onları mutlu etmek istiyordum ama mahremiyet konusu kafamda hep bir soru işareti olarak kalıyordu. Bundan dolayı koruyucu aile olmak yerine, kimsesiz kalan çocukları gezdiren, eğlendiren, yediren, giydiren bir aile olmaya karar verdik.
İlk heyecanımız geçtikten sonra nedense birbirimizi uzun süredir tanıyormuş gibi konuşmaya başlamıştık. Tabi bu ilk görüşme olduğu için daha fazla uzatmamaya karar verdik.
Telefonla konuşmaya devam edecektik. Eğer düşünce yapımız uyarsa söz nişan tarihleri belirlenecekti.
Konuşup anlaştıktan sonra ikimizde aynı anda oturduğumuz yerden kalktık. Öncelikle kapıdan kim çıksa diye düşünürken, Muhammed -yani gök gözlü bey- oldukça kibar bir dille "önceki karşılaşmalarımızda bir hatam olduysa hakkını helal et" dedi. Ben hayatımda bu kadar kibar bir insan görmemiştim ve bu beni oldukça etkiliyordu.
Gülümseyip "helal olsun, sizde- sende helal et" dedim. Daha ona nasıl hitap etmem gerektiğini bilmiyordum ve şuanda bundan dolayı kızardım. Neyse ki yüzüme fazla bakmadan odadan çıktı. O an fark ettim ki kendimi çok sıkmaktan dolayı bacaklarım ve kollarım ağrıyordu.
İlk görüşmeyi de böylece atlatmış olduk.
***
Selamün aleyküm! Nasılsınız?
Hikaye nasıl gidiyor? Sizce bölümler uzun mu, kısa mı, yeterli mi?
Sizce ileri ki bölümlerde neler olacak veya siz neler olmasını istiyorsunuz? Yorumlarda paylaşmayı unutmayın 🍒
Allah'a emanet olun 🌸
|
0% |