Yeni Üyelik
4.
Bölüm

3🇹🇷͜͡✯

@tunlami11

 

Sizi toprağa değil kalbimize gömdük,

 

Şehit Dz.Elk.Uzm.Çvş. Seydi ÜNLÜ

Şehit P.Yb. Abdullah Cem Demirkan

Şehit İs.Asb.Kd.Çvş. Bahadır Rıdvan TALAY

Şehit İs.Uzm.Çvş. Cebrail ACARACAR

Şehit P.Asb.Çvş. Mehmet Ali HOROZ

Şehit Hv.Plt.Alb. Gökhan ÖZEN

Şehit Hv.Plt.Alb. Uğur YILDIZ

Şehit P.Söz.Er. Vedat ZORBA

Şehit P.Uzm.Çvş. Sait TOKTAŞ

Ve sayamadığım tüm şehitlerin anısına...

Saygı, minnet ve özlemle...

 

🇹🇷

 

(...) 

Çökmüş siperlerden kurtulan yorgun

Askerleri düşün

Yer altında saatler

Yılları ömrümüzün.

 

Bilmezden gelsek de

Gün sönmeye başladı

Seneler eriyor cenkte

Yaşamaya vakit kalacak mı?

 

Diyelim kurtardık hayatı

Ya ansızın yalnızsak

Ya külçeleşir de ayaklar

Yürüyemez olursak?

 

Yahut askerleri düşün,

Tam çıkmışlar siperden.

Bakıyorsun,

Pusudaki tepelerden bir kurşun.

 

~Behçet Necatigil

 

🇹🇷

 

 

1 HAZİRAN 2024

 

Küf kokan duvarlar, soğuk sözler, kanlı zeminler ve zorlanan irade.

 

Ne olacağı belli olmayan bir işin başlangıcı. Bazı insanlar için ise bir son.

 

Kuru bir öksürükle uyanan adam, gözlerini açmasına rağmen etraf karanlıktı. Bir an kör olup olmadığından şüphe etti. Zifiri karanlık ona kendine has selamlamasını sunduğunda, adam başında büyük bir zonklama hissetti.

 

Bunu umursamayıp ellerini oynatmaya çalıştığında baş parmağı kalınlığındaki halatın ellerine kanı yavaşlatacak bir şekilde bağlandığını hissetti. Aynı şekilde ayakları yerinden kımıldamadığında bulunduğu durumun vaziyetine küfür savurdu.

 

Bu halatlardan hep nefret etmişti. İnsan nefret ettiğine damgalanırdı. Genç adam bunu kısa süre içinde kavrayacaktı.

 

Sağına soluna baktı ancak ne bir ışık huzmesi gördü, ne de bir eşya. Karanlığa alışık gözleri bile zorluk çekti. Başı zonkladı, karnında ve yüzünde sızlamalar hissetti.

 

"Fazla uykucu çıktın. Seni gıdıkladık biraz ama hissetmedin bile."

 

Sesin geldiği yönü çözmeye çalıştı ama duvarlardan dolayı yüksek bir eko oluşunca bu zorlaştı. Ancak eko sayesinde hiçbir eşyanın olmadığına emin olmuştu adam.

 

"Karanlık senin gördüğün renkten ibarettir. Karanlığın fazlası kötülüktür."

 

Ses tanıdık değildi. Hayatında hiç duymadığına emindi. Sesin yaşını anlayamadı ancak erkek olduğu kesindi.

 

"Kimsin sen?"

 

"Hiç kimse." Sanki bu soruyu bekliyormuş gibi ezbere ama içten bir cevaptı bu. Genç adam bu cevabı duymazdan geldi.

 

"Kimsin sen?" Birkaç saniye ses gelmedi.

 

"Beni bir kalıba sığdıramazsın."

 

Bu cevaptan bir anlam çıkarmak istedi ama başaramadı. "Neden buradayım?"

 

Yaklaşan adım sesleri duyuldu, hala nereden geldiğini çözemiyordu. Bulunduğu alan büyük olmalıydı. "Bir hata yaptın."

 

Adam ne yapmış olabileceğini düşündü. Teröristleri ayağının altına paspas yapmak haricinde dışarı bile çıkmazdı. Ne yapmış olabilirdi?

 

Anlaşılan bu kişi kansız piçlerden biriydi. Adam gocunmadan güldü. "Cehenneme gönderdiğim arkadaşlarının yasını mı tutuyorsun yoksa? Çok tatlı."

 

Karşı taraftan bir ses gelmedi. Bunun yerine elinde bir anlık sızı hissetti. Eli derinden kesilmişti.

 

"Bu halatı hatırladın mı Erenay? Gerçi, evindeki tek halattı bu. Hatırlamaman imkansız olurdu."

 

Erenay'ın nefesi kesildi. Elinden oluk oluk kan akmasına rağmen hiçbir şey hissetmeden buz kesti. Hareket edemedi ve beyninin patlayacağını düşündü.

 

"Kimin piçisin sen orospu çocuğu!?" Ağzından çıkan kelimeler histerik duyguların ifadesiydi.

 

Hareket edemiyor ve kasılıyor, geçmiş boğazını sıkıyor gibi hissediyordu. Buz gibi bir his bedenini kapladı. Başından aşağı soğuk su dökülmüştü. Gerçek ve mecaz anlamda.

 

Erenay tepki vermedi. Gözlerini kapattı. Aptal duygularını bastırmaya çalıştı.

 

"Elin orospusu sikini yalarken bununla mı bağlamıştı seni!? Yoksa intiharın için bir urgan mıydı!?"

 

Erenay'ın bir an nefesi boğazına tıkandı, beyni uyuştu. Ama birden tüm gücüyle bağırdı. "Şerefini siktiğim! Kimsin sen? Kimsin lan!?" Birkaç saniye duvarlarda haykırışların taklitleri duyuldu. Eko bitene kadar karşı taraftan ses gelmedi.

 

"Kim için çalışacaksın? Nereye gidiyordun? Hangi anlaşmayı, ne için kabul ettin? Hepsini anlatırsan serbestsin."

 

Erenay kahkaha attı, "Kansız pezevenk seni! Hain orospu evladı! Götün yüzünü göstermeye yetmiyor mu lan!?" Delirmiş gibi bağırdı.

 

Bu sefer buhardan suyun görünmediği kaynar suyu boşalttı kafasından aşağı. Erenay dişlerini sıktı ve acı inlemesini bastırdı. İlk önce bir sızı hissetti, sonra bir soğukluk ve şimdi bedeni cayır cayır yanıyordu.

 

İnlemesi dişlerinin arasından kurtulduğunda kısık tutmaya çalıştı bunu.

 

"Asıl vatan haini senin gibi sessizlerden çıkar!"

 

Erenay bir an bile düşünmeden cevap verdi. "Hasiktir pezevenk!"

 

"Seni kullanacaklar Erenay, Vatan adı altında hayatını bitirecekler! Beynini yıkayacaklar!" Erenay yakınında bir rüzgar hissetti. Arkasını dönüp bakmak istedi ama alnını biri geriye yatırdı. Başka biri ise boynuna keskin bir şey doladı. Erenay'ın hareketleri yavaşladı.

 

Ama direnmeye devam etti.

 

Bunun üzerine boynundaki el çekildi. Erenay tam kafasını kaldıracaktı ki boynundaki soğuk metal gerildi ve derisine onlarcası battı.

 

Bunu beklemeyen Erenay kısık sesli ama acı dolu bir nefes verdi. Şimdi kendi isteğiyle kafası geriye doğru yatıktı. Yutkundu ama dikenli tel olarak düşündüğü bu şey canını daha çok yakmaktan başka bir şey yapmadı.

 

"Nereden gelip nereye gittiğini, hangi dava için çalıştığını ve ilk görevi söyle! Sana kim, ne teklif etti!? Söyle acını dindireyim!"

 

"Sen ilk önce elimi çöz acının içinden geçeyim!"

 

Karşıdan ses gelmedi.

 

Bir hamlede bulunulmadı.

 

Sessizlik Erenay'ın arkadaşı oldu.

 

Erenay yabancılık çekmedi.

 

Yabancı adam ise bir sonraki karanlığa gitti.

 

🇹🇷

 

ALAY/HAKKARİ

 

GÜNÜMÜZ

 

 

İnsan ömrü göz açıp kapayıncaya kadar kısadır. Sana geçen yıllar uzunken, bazen bundan acı çekerken, başka biri gelir ve özetler yıllar geçen zamanını. En fazla beş cümle. Gerisi sende.

 

Ve zaman geçer, ahval değişir, sen değişirsin veya öyle zannedersin, bir bakmışsın geçmiyor dediğin saatler yıllarına dönüşür.

 

Susmuyor dediğin düşünceler artık tecrüben olur, kaçışın yoktur.

 

Harp okullarında öğretilen ilk şeylerden biri budur. Zamanını iyi değerlendir. Çünkü biz, kanını bayrağına feda edenlerin geçmesini bekleyeceği yılları yok. Hatta belki de yılları yok. Ya da zaman geçtikçe edindiğimiz tecrübelerimiz yok. Çünkü biz, tecrübeyi bile risk alarak edinenleriz.

 

Bizi başkalarına tanımlayacak beş cümle, ölüm fermanımızdır. Künyemizde bir adımız yazar, birde kanımız. Aslında Türk askeri yazılsa sadece, razı olanlarız.

 

Hepimiz ölmek için doğduk, ancak bazılarımız kendi ömründen feda ediyor başkalarının vadesi uzasın diye. Kendi isteğiyle, hatta gururla.

 

Bir Türk askerinin yüreğine kor düşürecek iki şey vardır, şehit haberi ve esir haberi. Şimdi ise öğreniyoruz ki, içinde bulunduğumuz operasyonda kurtaramadığımız siviller varmış. Çocuklar.

 

Mimik oynamayan ifademin en derinlerinde yüklerimle yarışacak bir vicdan azabı yatıyordu. Ne olursa olsun dizginlemekte sorun çekmediğim öfke, damarlarımda kaynıyordu. Elimde sımsıkı tuttuğum telefonla, yaktığım kaçıncı sigara olduğunu bilmeden bir kez daha defalarca çektim içime dumanı.

 

Hiçbir iz yoktu, onlardan gelen en basitinden tehdit mesajı, bir görüntü... Hiçbir şey yoktu! Ve bunun yanı sıra Şafak'ın sahaya çıkış izni de yoktu. Toplantıdan sonra herkes kendi içindeki savaşıyla dağılmıştı bir yerlere.

 

Bende buraya kimse gelmiyor diye Alay'ın arkasındaki güneş görmeyen, duvarın dibindeki bankta oturuyordum. İki gündür doğru düzgün hiçbir şey yememiştim, eve gidecek yüz bulamamıştım, ya da telefon açıp görevden döndüğümü söyleme takatini bulamamıştım kendimde.

 

Öylece duruyordum, kanımda kaynayan öfkeyle ve bilinmezlikle.

 

"Saçları kara olan sen, bahtı kara olan biz be çatlak." Duvara dayadığım başım sayesinde gökyüzünü görüyordum ve gözümü kırpmadan bakıyordum yukarı. Karşımdaki bir çift maviyi görmektense gökyüzünü görmek daha iyiydi.

 

Üstümüzde üniforma yoktu bu yüzden ayağa kalkmadım. Toygar'ın kurallarından biriydi bu, üniforma yoksa kardeşlik var.

 

"Tamam lan, benden de enerji akmıyor zaten." Hiç gocunmadan yanımdaki sigara paketiyle çakmağı aldı. Normalde sigara yanında bulundurmazdı, ama ne zaman beni sigara içerken görse eşlik ederdi.

 

Daha çok sarıya çalan kumral saçlarını eliyle geriye attı. Sigarayı dudakları arasına aldığında biçimli ve keskin hatlı yüzü ile gökyüzünü aratmayacak mavi gözleri kasıldı.

 

Çakmak sesi geldi. Ardından sigara paketiyle çakmağı dizimde hissettim. Dalı dudaklarıma götürdüğümde her şeyin nasıl düzeleceğini düşündüm. Başka zaman bir sorunla karşı karşıya geldiğimde nasıl düzelttiğimi düşündüm. Ama bu durum o denli farklıydı ki beklemekten başka çözümü yoktu şuanlık.

 

"Sende haber vermedin değil mi?" Çektiğim nefesi derin bir şekilde verdim.

 

"Vermedim." Başını salladı. "Kazığa oturtacaktın sözde, artist artist bağırıyordun birde. Şimdi vereyim bir emir, yüz kez kazıktan özür dile lan."

 

Konuşuyordu, moralimin bozuk olduğunu bildiği için. Ben ise susuyordum onun da moralinin bozuk olduğunu bildiğim için.

 

"Senin kafanda saç bırakmayacaklar gör bak." Arka arkaya iki kez nefes çekti içine sonra yavaş yavaş verdi. Sanki çektiği nefes yetmiyormuşta fazla bırakmak istemiyor gibi.

 

"Nasıl içiyorsunuz şu mereti anlamış değilim." Sabır dolu bir nefes verdim. Güç kuvvetten önce sabır dilemeyi Toygar sayesinde öğrenmiştim.

 

Nasıl içiyorsunuz diyordu ama sigarayı büyük bir ihtiyaçla tutuyordu elinde. Sanki o da benim gibi hissediyordu. Aldığın nefes ne kadar çok olursa verdiğin o kadar az olurdu sigara içerken.

 

Bu son cümlesi oldu. Uzun bir süre hiç konuşmadık. Ben tekrardan bir dala uzanacakken paketi elimden aldı. "Ölmek için daha erken." Kendi dudağındaki sigarayı alıp yere attım. "Senin için geç mi, salak?" Güldü. "Yaş otuz beş, yolun yarısı eder." İfadesizce Toygar'a baktım. "Otuz üç yaşındasın."

 

Ofladı. Sigara paketimi kendi cebine koydu. İstemsizce gerildim. Bu bir yılın ardından bir şeyler değişmiş olabilir miydi?

 

Sahiden, görevden geldikten sonra her şey bir anda olmuştu. Birbirimize nasılsın diye bile soramamıştık. Ben neler olduğunu soramamıştım ya da.

 

"Ne değişti ben yokken? Boş konuşma da bunları anlat." Elini kalbine götürüp yüzünü buruşturdu. "Kalbimin sesini duydun mu?"

 

"Askerim ama K9 köpeği değilim Toygar." Bu sefer yüzünü midesi bulandığı için buruşturmuş olmalıydı. "Sen şaka yapma anasını satayım."

 

Şaka değildi ama uzatmayıp soruma cevap vermesini bekledim. Derin bir nefes verdi. "Herkes bıraktığın gibi, bir değişiklik yok." Bıkkınca baktım. "Şimdi doğruyu söyle."

 

Bir süre ifadesizce durdu. O kadar yavaş nefes alıp verdi ki bir an nefesini tuttuğunu sandım. Ancak bunu sadece derin düşüncelere daldığında yapardı Toygar. Bozmadım, çünkü susuyorsa ciddi bir mesele olduğunu bilirdim.

 

Saniyeler sonra aklındakine zıt olduğuna emin olduğum düşüncelerle girdi konuya. "Savcı sen gittikten sonra eli kalbindeydi hep, ilk bir ay bu duruma alışamadı. Deliyle birlikte, delinin evinde kaldı bir süre. Kendini davalara verdi," Durdu ve güldü. "Almam, bu konularla vakit harcamam dediği ne kadar dava varsa hepsine baktı. Ordan oraya koşturup durdu."

 

Toygar anlatmaya birkaç saniye es verince dizimi deli gibi salladığımı fark ettim. İki bacağımı eğilip iki yana açtığımda dirseklerimi diz kapağıma dayadım. Toygar ise tam tersi bir şekilde benim az önceki duruşumu taklit etti, kollarını bağladı ve arkasına yaslandı.

 

"Deli ise... Deli işte adı üzerinde. Zaten sinir seviyesini biliyorsun. Her zamankinden daha da sinirli bir hale geldi. Arkadaşı rüzgar gibi, esip gürledi. Karargahtan çıkmadı, görevlere çıktı." Derin bir nefes verdi.

 

Tahmin edebiliyordum. Normalde bu kadar büyük tepki vermemeye alışıklardı. Çünkü bu bir yıllık görevden önce halk darbe girişimleri sonucunda hiçbirimiz birbirimizi göremiyorduk zaten. Alışmıştık buna. Ama bu girişimler azaldığında ve sessiz sedasız yürütülmeye başlandığında bende uzun vadeli göreve çıkacağımı söylemiştim onlara. İşte o zaman verdikleri tepki ifadesizce durup son kez vedalaşmak olmuştu.

 

Ama biliyordum, riskli bir zamanda, riskli bir göreve özellikle tek başıma gitmem onları tedirgin etmiş, telaşın içine sokmuştu. Sadece bana yansıtmamışlardı. Ya da öyle sanmışlardı.

 

"Ve hala bekliyorlar." Güldü. "Götümüzün üzerine oturabiliyor muyuz amına koyayım?" Yan yan ifadesizce baktım. "Şuan."

 

Ofladı. "Sikik sikik konuşup canımı sıkma. Görevden dönen sensin, orada ne oldu bilmiyorum bile. Sana bir şey oldu mu hiçbir fikrim yok! Ama gözlerinden anlıyorum yorgunluğunu. Uyumadığına o kadar eminim ki! En son ne zaman yemek yedin mesela?"

 

"Tamam, sus." Hiddetle öne eğildi. "Asıl sen sus! Bir yılda hiç mi değişmez bir insan? Hiç mi önemsemez kendini? Anlamıyorum ki ben!"

 

"Yıllardır değişmeyeni birkaç tane piç mi değiştirecek Toygar! Hangi güç senin nefret ettiğin Lavin'i değiştirebilir!?" Şaşkınlıkla baktı.

 

"Ne nefretinden bahsediyorsun amına koyayım!?" Yavaşça yan tarafıma döndüm. "Siktir git!" Rahatça arkasına yaslandı. "Kalk sen git. Mala bak! Komutanınım lan ben senin! Hadsize bak! Nasıl emir verirsin lan bana!?"

 

Sabahtan beri taştan farksız yüzüm şaşkınlıkla parladı. "Hani üniforma yokken kardeşlik vardı, göt lalesi!?"

 

"Canım şuan bu anlaşmayı feshetmek istedi. Kalk." Çocuk gibi omzuyla omzumu itti. Ağzımdan sabır nefesi verip bende onu tüm gücümle ittim. Güldü, "Seni hiç özlememişim be çatlak." Seni çok özledim demekti bu.

 

"Bende seni mavi. Hiç."

 

Tekrar bir sessizlik oldu derken tam bu sırada telefonu çaldı. İkimiz de yerimizde dikleştik. Telefonu açtı. "Efendim?" Albay değildi. "Tamamdır." Telefonu kapatıp sıkkın bir nefes verdi. "Yanlış alarm, dosya işleri için çağırıyorlar." Benimde yapmam gereken dosyalar. Lanet dosyalar!

 

Başıma beygir eliyle bastırıp tüm gücüyle ayağa kalktı. Asla değişmiyordu. "Behlül kaçar." Yaylana yaylana yürümeye başladı. Bazen bulunduğu rütbeye bu gevşeklikle nasıl geldiğini sorguluyordum.

 

Kıvıra kıvıra yürüyen Toygar durdu. "Lavin," Omzunun üzerinden arkasını döndü. "Orada hiç... Unutacağın şeyler yaşadın mı?"

 

Birden sorduğu bu soruya karşı gözlerimi kırpmadan ona baktım. Bir yerlerde bir şeylerin eksildiğini hissettim. Bu eksiklik benden geliyordu. Unutacağım şeyler. Unutmayacağım değil. Ya da unutmak isteyeceğim. Belli değil.

 

Sessiz kaldım. Bu ona yetti. Gözlerini kapattı. Yumruklarını sıktı. Ama sonra gülümsedi, zoraki bir gülümseme. Kafasını omzuna yatırıp bana baktı. "Hiçbir şeyden kaçışın yok, hiçbir şeyden kaçtığımız da yok. Konuşacağız." Cevap vermedim. O da zaten cevap beklemeden arkasını dönüp uzaklaştı.

 

Ona nasıl olduğunu bilerek sormamıştım. Çünkü her ne olduysa yeni olmuştu ve etkisinden çıkamamıştı belli ki. Kafası karışıktı bu da belliydi. Bu konuyu sonraya erteledim.

 

Derin bir nefes verdim. Gözlerimi kapattım. Toygar malı sigaramı da almıştı. Şakaklarımı ovdum sıkıntıyla. Anılar zihnimi esiri altına alırken durdurmakta zorlandım. Büyük nefesler alıp verdim, aklıma iyi şeyler getirmeye çalıştım ama bu işleri daha da karıştırdı. Yalnız kalmamalıydım. Sigarasız hiç kalmamalıydım. Son zamanlarda olduğu gibi ne yapacağımı bilemedim.

 

Gözlerimi açtığımda ayaklarımın ucunda gölge hissettim. Başımı yavaşça kaldırdığımda Ertem Yüzbaşı'yı gördüm. Elinde sigara paketiyle ve çakmakla. Bir an durdum, beynim uyuşmuş gibiydi. Dibime sessizce nasıl gelmişti de yeni fark etmiştim? Sonra birden rütbesini hatırlayıp hızla ayağa kalktım.

 

O ise rahatça oturdu ve elindekileri bankın üzerine koydu. "Otur." Yalnız kalsam dert, kalmasam dertti.

 

Yavaşça oturdum. Kafasıyla bankın üzerindekileri gösterdi. "Bir krizin eşiğinde gibiydin." Şüphe içinde sigaraya baktım. "Sadece baş ağrısı." Bana anlamayarak baktı. "Sabahtan beri bir paket sigara bitirdiğini görmesem nikotinsizlikten olduğunu zannederdim."

 

Buz gibi bir ifadeyle ona baktım. "Sabahtan beri beni izliyordunuz?" Kafasını duvara yaslayıp kollarını birbirine bağladı. "Ben seni izlemiyordum, sen geldin gözümün önüne oturdun." Duygusuzca cevap verdiğinde belli olmayacak bir şekilde nefes verdim.

 

Toygarla olan tüm konuşmamızı duymuştu yani. Harika.

 

Acaba Toygar'la olan tanışıklık seviyesi ne kadardı? Çekinmeden paketten bir sigara çıkarıp yaktım. "Buraya hep gelir misiniz?" Başımla iki duvar arasında kaldığı için oturduğum bölgeden görünmeyen bankı gösterdim. Onayladı. "Buraya geldiğimden beri." Bu kurduğu son cümle oldu. Bende başka bir şey söylemedim. Anlaşılan kimsenin gelmediğini düşündüğüm bu yer işgal edilmişti.

 

Bu adam benim için hala merak konusuydu. Adı, soyadı, rütbesi. Bildiğim bu üç şey dışında hiçbir şey yoktu onun hakkında zihnimde. Sahiden, Albay sırf bu örgütle en başından beri bağlantılı ve ilişki içinde olduğumdan, birde adımı duyurduğum ve başarılı bir asker bilindiğimden beni seçmişti ilk. Beni bu göreve layık görmüş ve başarılı askerler seçmemi istemişti. Bende darbede adını duyuran ve birçok başarıya imza atmış kişileri tek tek geçirmiştim elekten. Geriye Lir, Erenay, Selçuk, Kaya, Alperen kalmıştı, hepsinin adını zihnime kazımıştım. Hepsini ben seçmiştim çünkü onca asker arasında kendini diğerlerinden ayıran ve sınır tanımayan kişilerdi bunlar. Önceki bulundukları timlerde başarıyla çalışmış askerlerdi.

 

Lir keskin nişancıydı. Kendi bölüğündeki sayılı kadın nişancılardandı. Başarılıydı, sahaya kadın alımları başladığından beri göreve çıkmış ve çıkmaya devam eden nadir kadın nişancılar arasındaydı. Oldukça başarılı olduğu için. Ve şimdi Şafak'taydı, yine başarılı olduğu için.

 

Alperen bomba imhacıydı. Gücüyle ve fedakarlığıyla girmişti gözüme. Darbe zamanında bulunduğu bölgedeki halkı bir terörist topluluğundan kurtarmış ve aynı zamanda feda etmişti kendini. Aynı zamanda akılcı ve sinsi kişiliği ile giremeyeceği kılık ve rol yoktu onun için. Bu Şafak'ın ihtiyacı olan bir kriterdi.

 

Erenay hafif yakın menzilli silah nişancısıydı. heybetiyle ve soğukkanlılığıyla gelmişti kulağıma. Merhametsiz ve acılı ölümler sunuyormuş duyduğuma göre. Lakabını aratmayacak bir saygıyla bağlıymış bayrağa ve vatana. Kısa ve özdü dosyası, ilgimi çekense gücü ve zekasıydı. Kullanamadığı silah yoktu.

 

Kaya hitabetiyle ve haritacılığı ile ünlüydü. Bulunduğu bölgedeki çoğu göreve çıkar ve avucu gibi bildiği bölgenin anasını ağlatırdı. Dosyasında yazanlar buydu yani. Bölge ezberi, hafızası, bilgisi ve hitabeti düzgün olan biriydi.

 

Selçuk sıhhatçiydi. Dobra kişiliği ve korkusuz karakteriyle her zaman en önde durur yanındaki adamı her şeye rağmen canı pahasına korurmuş. Sadakati, başarısı, bağlılığı ve gücü birleşince ortaya kıdemli bir asker çıkıyordu.

 

Tüm bunlar birçok askerde görülebilecek özelliklerdi. Tüm askerler ülkesi için savaşan ve bu tür karakterlere sahip olan kişilerdi. Bordo bereliler zaten bunun için onca zahmete ve acıya katlanan bir birimdi. Şafak'ta ki kişilerde saydığım özellikler tüm bordo berelilerde mevcuttu.

 

Ama Şafak'ın hepsinden daha önemli bir ayrıcalığı vardı.

 

Sessizlik.

 

Sessizliğe tâbi tutulupta ona katlanarak geçen nadir askerlerdi. Belki de bordo berelilerden daha da üstün bir topluluktu. Çünkü maruz kaldığı ve geçtiği sınavlar sadece yaşayanların anlayacağı sessizlik sınavıydı. Susturulmuş olupta susmaya devam eden ve Şafak'ın mihenk taşı olan bireylerdi.

 

Burada katmadığım Ertem ve Toygar Yüzbaşı da öyleydi.

 

Hepimiz öyleydik. Şafak, bir timden ziyade bir oluşumdu. Sanıyorum ki, bir zaman sonra oluşumdan ziyade daha üstün bir mertebeye ulaşacaktı.

 

Ama bundan önce çok yol vardı önümüzde. Çok şey olmuştu ve olmaya devam ediyordu. Kimse kimseyi tanımıyordu. Güvenmiyordu kimse karşısındakine. Bu birbirine olan davranışlarından belliydi. Profesyonel ama mesafeli.

 

Şimdi ise merak ettiğim iki şey vardı bu adam hakkında, kimdi? Ve Albay'a yardım ettiği konu neydi? Şafak üyelerini ben seçtiysem o ne yapmıştı tam olarak?

 

Cebimdeki telefon sessizde olduğu için titrediğinde çıkardım ve baktım kim arıyor diye.

 

Kafamı sabırla yukarı kaldırdım. Ulan Toygar! Omzun kadar geniş sularda boğul Toygar!

 

Açtım isteksiz bir şekilde. "Deli?"

 

"Deli azına sıçsun senin! Fuşki yiyenun uşağu! Kuşlar azına cima eylesun! Piçi deleğizva! Götüne finduk kaçsun, basayum makatına da! Ne vakit diyecedun gayeden döndüğini!? Ander!"

 

Ağzım açık bir şekilde terminatör gibi üzerime yağan duaları dinledim. Ve sonra fark ettim, sesin çok fazla açık olduğunu ve hemen yanımda Ertem Yüzbaşı'nın oturduğunu.

 

Baş parmağımı belli etmeden telefonun alt tuşuna bastırdım ve sesi en sona indirdim.

 

O an Toygar'ı bulup dinlene dinlene sövmek, aynı zamanda yerin dibine girmek istedim. Çünkü her ne kadar yüzüne bakamasam da Yüzbaşı'nın duyduğuna emindim.

 

"Niye susaysun? Dilun nerene kaçtu da!?" Gözlerimi kapatıp dişlerimin arasından konuştum. "Sende seviliyorsun. Yakın zamanda görüşürüz umarım. Selametle." Telefonu suratına kapattığımda lanetler okudum içimden.

 

Daha nasıl biri olduğunu bile bilmeden rezil rüsva olmuştum adama. Hiç yüzüne bakmadım ama derin bir nefes verdiğini duydum.

 

Boğazını temizledi sonra. Ben ise tepkisizce oturuyordum. Sanki az önce yedi ceddime kadar sövülmemiş gibi.

 

Bende boğazımı temizleyip ayağa kalktım. "Sigara için teşekkür ederim." Yüzüne baktığımda eliyle şakaklarını avuyordu. Yüzü görünmüyordu bu yüzden, ama yine de o şekilde cevap verdi. "Önemli değil."

 

"Müsaadenizle." Bir şeyler mırıldandığını duydu keskin kulaklarım. Ama seçemedi. "Bir şey mi dediniz?" Elini çekmeden hızla cevap verdi. "Müsaade senin, Üsteğmen."

 

İfadesiz sesi beni az da olsa rahatlattığında arkamı döndüm. Belki de duymamıştı, hatta dalgındı belli ki. Rahat bir nefes alıp dimdik adım attığımda elimdeki telefonu cebime koyarak hızlandım.

 

Arka bahçeden çıkıp ön tarafa geldiğimde içtima yapan askerleri gördüm. Başlarında Üsteğmen Emre duruyor ve emrindeki askerleri koşturuyordu.

 

"Savaş alanında böyle yavaş koşarsan topuğuna değil kafana sıkarlar asker! Dağ başı askeriyeye benzemez! Götüne roket mi takayım lan illa!?" Askerlerin en arkasında kalmış ve yavaş koşan asker ona yönlendirilen sözlerle hızlandı. Birçok askeri solladı ve öne doğru ilerledi.

 

Yanlarından geçip gitmeyi düşünüyordum. Eğer, "Lavin komutanım?" Sesini duymasaydım. Topuklarım üzerinde arkamı döndüğümde at kuyruğu yaptığım saçım enseme çarptı. "Emre Üsteğmen?" Ben olduğumu teyit ettiği an selam verdi. Başımı sallayarak rahat olmasını işaret ettiğimde gülümsedi. "Hoşgeldiniz komutanım." Benim olduğum yere doğru adımladı.

 

"Hoşbuldum."

 

"Görmeyeli bayağı oluyor komutanım, dün Lavin komutan geldi demişlerdi ama göremedim sizi." Tekrardan göreve gittiğimi söylersem neden izinimin düştüğünü soracaktı, konu uzayacaktı ve şuan bunu açıklamak için takatim yoktu. "Doğrudur."

 

Başını salladı hafifçe, ardından bir şey söylemek ile söylememek arasında gidip geldi sanki. Ancak en sonunda konuştu, "Bu aralar tuhaf her şey. Yanlış zamanda geldiniz komutanım."

 

Kaşlarım çatıldı refleksle. "Bu ne demek?" Omzunu indirip kaldırdığında omzundaki yıldızlar yükseldi ve alçaldı. "Bende bilmiyorum ki komutanım. Fazla göreve çıkan oluyor bu aralar. Görev sayısı çoğaldığı gibi asker sayısı da çoğaldı. Yeni bir tim kurulmuş sanırım. Ne için bilmiyorum." Kaşlarım gevşedi ve onun yerine ifadesizliğe bıraktı.

 

"Anladım Emre." Tam gidecektim ki seslendi. "Komutanım?" Sabır dilenip beklentiyle ona döndüğümde soru dolu sesiyle konuştu. "MİT personellerinin neden burada olduğunu biliyor musunuz?"

 

İşte bu konuşacağım bir konuydu. "MİT mi?" Başını salladı hafifçe. "Evet az önce geldiler. Ama sanırım sizde bilmiyorsunuz." Ne için gelmişlerdi? Nusaybin çocukları için miydi? Ama eğer öyle olsaydı devraldıklarına dair bilgi verilirdi. Büyük ihtimalle çip için veya başka bir haber vermek için gelmişlerdi.

 

"Sağol." Askeriyede tanıdığım diğer çoğu askerler gibi hakiki bir insandı Emre Üsteğmen. Sadece çenesi biraz düşüktü.

 

"Siz sağolun komutanım, izninizle." Ben kafamı sallayınca arkasını dönüp az önce olduğu yere gitti. Askerler koşmaya devam ediyordu.

 

Alay'a doğru yürümeye başladım. Muhtemelen Albay gelişmeleri haber vermek için toplantı düzenleyecekti zaten. Bu yüzden odama yöneldim.

 

MİT üyeleri buraya kadar geldiyse sadece iletişime geçmek yerine önemli gelişmeler ve değişiklikler olacağı kesindi. Ancak bizim önceliğimiz Nusaybin çocukları olmalıydı. Şafak aldığı görevi bu sefer layıkıyla tamamlamalıydı.

 

Kapıyı açıp içeri girdiğimde karşımda valizini boşaltan Lir vardı. Açık kapıdan beni gördüğünde hızla ayağa kalkıp selam verdi. "Rahat ol, sorun yok." Ellerini serbest bıraktı.

 

Normalde bu odada üç kadın kalıyorduk. Ancak bir tanesi ayrı eve çıktığından ve diğeri de görevde olduğundan tektim. Sanırım artık değildim.

 

"Hoşgeldin." Saygıyla başını eğdi. "Hoşbuldum komutanım." Lir'in başarısını merak ediyordum öncelikle. Özellikle görevdeyken nasıl bir tutum sergilediğini tam anlamıyla görmemiştim. Kadınlar sahaya halk darbesinden sonra çıkmaya, görevlere gitmeye başlamıştı. Tabi her kadın gidemiyordu. Erkeklerle aynı sınavlardan geçmiş ve aynı eğitime tabi tutulmuş kadınlar çıkıyordu ilk. Şimdi ise zaten eğitimlerin kadını, erkeği yoktu.

 

Ben ise darbeden önce görev yapmaya başlamış, "Adı var, sanı yok." Şeklinde nitelendirilmiş nadir kadın askerlerdendim. Bir zamanlar askeriyede görmek için can attığım hemcinslerimin şimdi her bölgeye ve her birime yayılması benim için onur ve gurur meselesiydi.

 

Lir'de benim için öyleydi. Timde ki diğer bir kadın asker olarak onun başarısı ve görev algısı benim için önemliydi. Her ne kadar onu ve karakterini tanımasam ve tam anlamıyla bir güven içerisinde olmasam da.

 

Lavobaya girip elimi yüzümü yıkadım. Lir bu sırada küçük valizini dolabın içine kaldırdı göz açısıyla gördüğüm kadarıyla.

 

Banyodan çıktığımda Lir üstünü değiştiriyordu dolabın önünde. Bir anda arkasını döndü. Yüzündeki ifade tutarsız endişeden başka bir şey değildi. "Komutanım, çocuklara ne olacağı hakkında bilginiz var mı?"

 

Sesi duygudan yoksunken kısılmış gözleri ve bariz belli endişesi onu ele veriyordu. Sessiz ama derin bir nefes verdim. "Hayır, yok. Ama kısa sürede hepimizin olacak gibi görünüyor." Kaşlarını çattı. "Bu ne demek?"

 

Tam cevap verecektim ki kapı çaldı. Lir hızla elindekini üstüne geçirirken ben kapıyı açtım. Kaya kapıda duruyordu. Selam ve tekmil verdi. "Çok pardon komutanım, müsait miydiniz acaba?" Keskin bakışları nasıl bu kadar yumuşak ve mahçup hale gelmişti bilinmez, sert ifademden ödün vermeden kapıyı Lir de görünecek şekilde araladım.

 

Bir an şaşırsa da müsait olduğumuzu anladı ve direkt konuya girdi. "Ertem komutanım tüm timi salonda bekliyor komutanım. Yeni gelişmeler varmış." Şaşırmadım. Lir yanıma geldiğinde tuttuğum kapıyı bıraktım ve geçmesine izin verdim. O geçtiğinde bende çıktım ve kapıyı kapattım.

 

"Diğerlerine haber verdin mi?" Başını salladı.

 

Size ben haber verirken diğerlerine de komutan karısı-" Bir anda durup buzulları aratmayan bakışımla Kaya'ya baktığımda Lir başını diğer tarafa çevirdi gülmemek için. Kaya'ya yaklaştım, "Komutan neyi?" Ağzını açtı. Korkudan geri kapattı. Ve sonra yine korkudan konuştu. "Allah belamı versin ki ağız alışkanlığı komutanım. Vallahi, billahi, tillahi Komutan postası diyecektim, hepsi kuş kadar beynimin icadı, dilimi leylek çükü siksin ki ko-" Bir anda öksürmeye başladı.

 

Şaşkınlıktan ne tepki vereceğimi şaşırdığımda konuşmaya devam etti, "Komutanım küfür etmem ben normalde, yani sizin gibi racih bir insanın karşısında benim gibi bir kemterin bu şekilde konuşması kerihtir! Af buyurun komutanım, bu tarz hevan terimler benim için normalde bir teferruattır. Bir daha böyle bir şey yaparsam hulf olayım ki ko-"

 

"Lan sus!" Ağzım açık bir şekilde cevap verdiğimde birden susup pustu. Lir arkası dönük bir şekilde dururken ben hala işin şokundaydım. "Motor mu taktılar oğlum sana? Ayaklı sözlük müsün sen? Ne bu hız lan? Kıpkırmızı oldun konuşmaktan şu haline bak." Lir boğazını temizleyip önüne döndü.

 

"Düş lan önüme! Konuşmayı yasaklıyorum sana, motorun anca soğur anasını satayım." Lir yüzünü göstermeyerek başını eğerek yürürken Kaya emrettiğim gibi susarak yürümeye devam etti. Dediği şeylerin yarısı Osmanlıcaydı resmen. Hiç beklemediğim bir hızla konuşuyordu. Dili yapay olabilir miydi?

 

Salona girdiğimizde sırayla girdik içeri. Sol koltukta Alperen, Toygar ve Selçuk otururken sağ koltukta Erenay oturuyordu. Ertem Yüzbaşı daha gelmemişti. Ben Eranay'ın soluna Lir sağına yerleşirken, Kaya tekli koltuklardan birine oturdu.

 

"Majesteleri nerede?" Toygar ortaya konuştuktan saniyeler sonra nemrut yüzüyle Yüzbaşı Ertem girdi. Herkes ayağa kalkarken Toygar koltuğa daha da yayıldı. "Oturun." Kaya'nın yanındaki tekli koltuğa ilerleyip oturdu.

 

Birkaç saniye yüzlerimize baktı, sonra gözlerini odanın uzak bir köşesine dikti. "Nusaybin çocuklarını bulmak bizim görevimiz değil artık." Kulak yırtan bir sessizlik oluştu. "Şafak'ın yeni görevi, çipteki koordinat şifresini çözmek ve bölgeye ulaşmak."

 

Herkes birkaç saniyeliğine dondu. "Ne demek lan bu şimdi?" Ertem Yüzbaşı, dişlerini sıkarak konuşan Toygar'a bakarak cevap verdi. "Görevden alındık demek."

 

Hemen yanımdaki Erenay yüzünü sıvazladı. Toygar sinirle ayağa kalktı.

 

Yüzbaşı'ya baktım. "MİT'ten bu yüzden mi gelmişler?" Dediğimde herkes bana baktı. Yüzbaşı robotik bir mimikle kafa salladı. "Bu bizim bildiğimiz kısım. Birde bilmediğimiz kısımlar var."

 

Kimseden ses çıkmadı, bunun ne demek olduğunu hepimiz biliyorduk. MİT, buraya kadar bunu haber vermek için gelmezdi. Daha fazla şeyler dönüyordu ortalıkta. Şuanlık haberimiz yoktu sadece.

 

Başını geriye atmış, tüm enerjisi sömürülmüş gibi duran Alperen merakla sordu, "Peki şimdi ne olacak? Çipi nasıl çözeceğiz? MİT yardımcı olmayacak mı?"

 

Ertem tepki vermedi, "Muhtemelen bunların hepsinin cevabı Albay'da."

 

Uzun bir sessizlik oluştu. 8 yabancı aynı salonda oturuyor ve bir araya geldikleri tarihten beri batmaya başladıkları bok çukurunu düşünüyorlardı. İlk görevimiz başarısız olmuştu, ikinci görevimiz elimizden alınmıştı. Ve geriye ülke ahvalini değiştirecek bir görev kalmıştı bize.

 

İlk görev ayrıntılarını tam anlamıyla bilmiyordum. Adam çokluğundan ziyade, senkronizasyon hatası olabilir miydi? Ancak istediği kadar senkronizasyon hatası olsun, o kadar çok adamla baş edebilmek her türlü zor olurdu.

 

Peki Nusaybin çocuklarını bizim bulmayacak olmamızın sebebi neydi? Başarısız olmamız mı, yoksa işin içinde başka şeylerin olması mı?

 

MİT neden buradaydı? Tam olarak kim gelmişti Albay'ın yanına? Verdiği haber, aldıkları karar ve Şafak'ın durumu neydi?

 

Çipi yüksek teknoloji, detaylar ve gerekli bilgiler olmadan nasıl çözmemiz bekleniyordu ki?

 

Soru işaretlerinin ucu, birbirine dolandı ve bir köşede çözülmek üzere raflara kalktı. İçimden bir his her şeyin başlangıç olduğunu ve en başından başlayacağımızı söylüyordu.

 

"Çingenelere benzediğini biliyor muydun?" Bir anda herkesin uzaklara dalan gözleri manyak Toygar'ın yüzüne çıktı. Sonra Toygar'ın baktığı yöne, Lir'e kaydı.

 

Lir'e çingene mi demişti o?

 

Lir kaşlarını çattığında, Kaya az önce Lir'in ona gülmesinin acısını çıkarıyor gibi sırıttı. "Anlayamadım komutanım?"

Toygar'ın kaşları kalktı, "Evet, evet! Yeşil gözler kahverengi saçlar, esmer ten... Eline bir çaydanlık eksik." Lir'in kaşları daha da çatıldı.

 

Toygar yan yan Ertem Yüzbaşı'ya baktı. "Hele ki koyu yeşil gözler çingeneliğin daniskası." Ertem ters ters Toygar'a bakarken, Toygar yüzünü buruşturup Lir'e döndü.

 

"Nerelisin sen bakayım?" Dedikoducu teyzelerden farkı yoktu.

 

Lir boğazını temizledi, "Yarı Rus, yarı Türk." Soyadından belliydi. Amirova. Kaşlarım çatıldı hafifçe, bu soyisim nereden tanıdık geliyordu?

 

"Hih! Ecnebi misin kız!?" Sünnet oldun mu diye de soracak mıydı? Şüphesiz, Toygar sorardı.

 

Lir kaşları çatık taştan ifadesini bozmadı. "Kendimi bildim bileli Türk'üm komutanım. Böyle hissetmeseydim Türk askeri olmazdım."

 

Toygar oğluna gelin seçen kaynanalar gibi süzdü Lir'i. Alperen kıpkırmızı olmuş haldeyken, Kaya sırıtışını eliyle saklıyor, Selçuk Toygar'ı anlamaya çalışıyordu.

 

"Neydi senin ünlü lakabın?"

 

Lir'in kaşları düzeldi. Şuan neden böyle bir sorgu içinde olduğunu anlayamıyor gibiydi. "Pinhan."

 

"Tamam işte, çingene olsun. Vallahi bak, düşman adını duysa topuğunu götüne vura vura kaçar. Öyle etkili." Selçuk dayanamadı burnundan güldü.

 

Lir'in kaşları yerinden çıkacak gibi çatıldığında diğerleri bu durumdan çok keyif almış gözüküyordu. Ertem Yüzbaşı hariç. O hala nemruttu.

 

Tamam! Tepki vermiyor olabilirim ama içten içe komik olduğunu hissediyorum. Onunla bir değilim. Eranay'ı bilemem ama.

 

Toygar'ın ne yapmaya çalıştığını en başından anlamıştım. Ortam gerginliğini dağıtıyordu. Az da olsa başarmıştı da. Ama daha ileri giderse yanlış şeyler olabilirdi.

 

O yüzden boğazımı temizledim ve Selçuk, Alperen, Kaya üçlüsüne baktım. Hepsi yüz ifadelerini anında düzeltip odanın farklı yönlerine baktılar.

 

Sohbetin sona ermesiyle ayağa kalktım. Tam kapıya yöneliyordum ki içeri nefes nefese Albay postası Salih girdi. Selam durup tekmil verdi. "Er Salih ÇELİK, Iğdır emret komutanım!" Ertem ve Toygar'a bakarak söylemişti.

 

"Rahat." Komutu verdi Ertem Yüzbaşı. "Komutanım, Fikret komutanım sizi toplantı odasına çağırıyor." Ertem kaşlarını çattı. "Geliyoruz." Salih tekrar selam verip arka arka çıktı odadan. Herkes ayağa kalktı ve sırayla çıktık salondan.

 

Ne iş yaptığı ve neden bir anda kurulduğu kimse tarafından bilinmeyen Şafak timi'ni koridorda gören herkes merakla ve gıptayla bakıyordu bize.

 

Normalde bu koridorda yalnız yürür, yalnız görev bilgisi alır, yalnız gıpta ve merak gözlerinin sahibi olurdum. Bir tek benim postallarım yankı yapardı.

 

Ama şimdi, küçük ama büyük bu timin senkronizasyon dolu adımları tüm koridoru inletiyor, bizi görmeyenlere bile haber veriyordu geldiğimizi. Önümde duran Yüzbaşılar ve arkamda duran timin geri kalanı artık her şeyin kökten değişim ve başlangıcıydı.

 

Önyargı ve şüphelerimin yanı sıra bir tohum daha eklenmişti zihnime. Ya düşündüğüm gibi değilse?

 

Salona girdiğimizde herkes ilk günkü gibi oturdu sandalyelere. Karşımda Ertem Yüzbaşı, yanımda Toygar, onun yanında Erenay ve Kaya. Ertem Yüzbaşı'nın yanında Lir, Alperen ve Selçuk.

 

Boş olan sandalyenin sahibi odaya giriş yaptığında hepimiz ayağa kalktık. "Oturun." Her zaman ki gibi sert ve soğuk ses. Son birkaç gündür saha soğuk ve ıssızdı.

 

Albay sandalyeye oturarak ellerini kenetledi ve sırayla hepimize baktı. Onu dikkatli incelediğimde saçına düşen akların fazlalaştığını fark ettim. Kahverengi gözlerinin altı çökmüştü. Teni yorgunluktan olmalı ki solmuş ve yılların hediyesi kırışıklıklar belirginleşmişti.

 

"Başarısız oldun, nasıl hissediyorsun Şafak?" Cevap isteyen bir soru değildi bu. Cevabı bariz belliydi çünkü.

 

Başı yere bakan herkes Albay Fikret'in elini sertçe masaya vurmasıyla ona döndü. "Görevin elinden alındı, ne hissediyorsun!?" Sinirlerini yıpratan tek şey biz değildik anlaşılan.

 

"Ben ne hissettiğimi söyleyeyim, kendi ellerimle kurduğum timin başarısız olmasından dolayı rahatsız hissediyorum!"

 

Gözlerimi kaçırdım. Hiçbir görevimde başarısız olmadığımı fark ettim o an.

 

"MİT üyeleri geldi ve en önemli sevkiyatı nasıl batırdığımızı sordu!"

 

Utanç dolu bir sessizlik oluştu. Kimse kimsenin yüzüne bakmıyordu. Herkes gözlerini gri, demir masaya dikmişti. Albay önündeki suyu alıp sabahtan beri içmemiş gibi bir şekilde içti yarısına kadar.

 

"Ama aynı zamanda sizi tebrik ettiler." Dediğinde mahçup dolu bakışlar şaşkınlık içinde çatık kaşlı Albay'a çıktı. "Leşin içinden çıkan cihazın, onların bilgisi dahilinde olmayan bir teknoloji ve savunma mekanizması olduğunu, başarızlığın yanında bir getiri olduğunu söylediler."

 

"Yanlış anlaşılmasın, ben değil onlar tebrik etti. Ben her zaman ağzınıza sıçma taraftarıyım." Şişeyi masaya geri koydu.

 

"Hepinizin sağ salim burda olmasını başarı olarak algılamıyorsunuzdur inşallah." Kimseden çıt çıkmıyordu. Nefes verdi, "Neyse, size nutuk çekmeye gelmedim." Albay'ın kalıplaşmış ve deyim haline gelmiş bir cümlesiydi bu. Nutuk çeker, adamı yerin dibine sokar sonra sokmamış gibi yaparak neyse derdi.

 

"Nusaybin çocukları ile onlar ilgilenecekler. Bize düşen ise çip ve koordinatlar. İlk gün bunun hakkında konuşmuştuk. Yüksek teknolojiye sahip planlar var işin içinde. MİT işleyiş hakkında yeterli bilgileri olmadığının haberini verdi."

 

O zaman yeterli bilgiyi almaktı görevimiz. "Şuanlık izinlisiniz." Herkes Albay'ın detaylı bilgi vermesini ve yeni görev hakkında ne yapılacağını dair planları duymayı bekliyordu bende dahil. Albay'ın sağı solu belli değildi yine.

 

"Bilgilere ulaşmak için doğru zaman değil mi?" Albay Ertem Yüzbaşı'ya dönüp kafa salladı. "Aynen öyle. Başımdan gidin, görev zamanı gelene dek kendinize gelin ve olmayan başarısız olma hakkınızın tükendiğini sindirin." İkonik konuşmasına karşı ayağa kalktığında hepimiz ayağa kalktık.

 

Sandalyeyi hafif itip kapıya yöneldiğinde aklıma gelen şeyle Albay'a seslendim. "Komutanım." Omzunun üstünden bana baktı. İlk başta ona eşlik ederek yalnız konuşmayı teklif edecektim ama neden sonra siktir edip direkt konuya girdim.

 

"Hiç kimse geleni durduramaz. Güç istemez çünkü yalnız değil. Sayısız özel isim belirleyin yine de kabus devam edecek, halka açık gösteriyi engellemiş olabilirsiniz ama perdenin arkasındakileri engelleyemezsiniz." Yutkundum. Şüphe ve karışıklık içinde Albay'a baktım. "Akılda tutan, bunları unutma. Günü geldiğinde herkesin önünde!"

 

Geldiğinden beri kaşlarını çatmak dışında bir eylem gerçekleştirdi ve şaşırdı Albay. Hızla bana döndü, "Bunlar son sözleri miydi?" Başımı salladım. Gözleri kısıldı, "Nerden..." Hareleri arkamdaki time kaydı ve sustu.

 

Neden bunu daha önce kimsenin söylemediğini sorgulamadı. Bana hafifçe başını sallayıp arkasını döndü ve disiplinli adımlarla odadan çıktı. O ana kadar ellerimi yumruk yaptığımı fark etmemiştim.

 

Arkamı döndüğümde garip bakışlarla karşılaştım. "Komutanım, kelimesi kelimesini hatırlamayı nasıl başardınız ya? Ben böyle bir an yaşandığını unutmuşum resmen." Ensesini kaşıyarak soru soran Selçuk'a cevap vermeden önce gözlerim Toygar'a kaydı. İfadesizce bana bakıyordu.

 

"Hafızam iyidir, Serçe." Duygu barındırmayan sesime karşı Ertem Yüzbaşı'nın ifadesiz ama şüphe dolu bakışlarına karşılık verdim.

 

Saniyeler sonra bunu fark eden Toygar hızla ayağa kalktı ve dikkatleri üzerine çekti. "Toygar express iyi tatiller diler!" İki parmağını alnına götürüp selam verdi ve sonra yanıma gelerek kolunu omzuma atıp beni yürütmeye başladı.

 

"Sen uzadın mı ne?" Odadan çıkana kadar ona ayak uydurdum. Ama odadan çıkıp uzaklaştıktan sonra hemen uzaklaştım. "Sağol."

 

Öpücük gönderdi, "Her zaman, her an çatlak." Büzülmüş dudaklarını sündürüp kulaklarına dolamak istesem de kendimi tuttum.

 

Ellerini cebine koyup ıslık çala çala yürürken ıssız koridorda, ona eşlik ediyordum. Sonra bir an zihnime dolan anla yerime çakıldım. Ben durunca Toygar da durdu. "Noldu lan? Aklını Nidavellir'de mi unuttun?" Yaptığı Marvel şakasını duymazdan gelip donuk bir ifadeyle ona baktım.

 

"Komutanım, şuan rütbede miyiz?" Kaşlarını çattı. "Yoo." Donuk ifademle bir anda sırıttığımda yerinde sıçradı ve geri geri gitti. "Allah'ım şeytanın şerrinden koru... Yine ne bok yedim lan!?"

 

"Deliye geldiğimi sen sıçtın hemen, değil mi piç herif!?" Geri geri giderken bir anda artık askeriyenin ve askerlerin alıştığı o şuh kahkahayı attı.

 

Ben onun üzerine seri adımlarla yürürken o, kahkaha ata ata koştu.

 

"Yanımda Ertem Yüzbaşı vardı lan! Olmayan ceddime kadar edilen küfürleri duydu tek tek! Yüzüne bakamadım lan!" Kahkahası durdu. Şokla bana baktı, yüzü öyle bir ifade aldı ki acı çekiyor sandım. Hatta bir an özür dileyecek sandım.

 

Ama bu sefer öyle gür kahkaha attı ki, koridorlar onun ayı kükremesine benzeyen sesi on kez taklit etti. Bu sefer kaçmayı unuturak yanında duran giriş kapısının demirini tutarak yarıla yarıla güldü.

 

Alay harici biri onu görse, engelli sanardı. Ama bahçedeki hiçbir asker onun sesini duymuyormuş gibi işlerini yapmaya devam ettiler. Herkes alışmıştı da, yıllardır bir ben alışamamıştım bu kükremeye.

 

Bir dakika boyunca anırdı. Yüzü kıpkırmızı oldu. Ama sonra yavaş yavaş sustu ve doğruldu, yine benim boyumu geçti boyu. Gülmekten gözünden yaş gelmişti.

 

"Bir an tüm küfürleri zihnimde yankılandı be çatlak, birde kariyerinde ki en yaratıcı ve ihtişamlı küfürü Ertem'in yanında duyduğunu öğrenince," Kıkırdadı. "Allah'ta seni güldürsün."

 

Koluna yumruk attım. "Siktir git pezevenk herif, seninle konuşan ne olsun." Onu geride bırakıp çıkışa doğru yöneldim. Hala arkamda yürüyen kahkaha vardı. Ama umursamadan kapıya ilerledim ve askerler selam vererek açtığında kapıdan çıktım.

 

Çıkmamla ve kapının kapanması aynı anda olduğunda bir adım daha atamadım çünkü karşımda gördüğüm şey beni dumura uğratmıştı.

 

Arkamdaki ses kendini havalı sanarak konuştu, "Ne demiştin az önce? Seninle konuşan ne olsun mu?"

 

Ama ben ne ona odaklanabildim ne de cevap verebildim.

 

🇹🇷

 

 

 

 

 

Merhabaa, nasıl gidiyor?

 

Umarım bölümü beğenmişsindir, çünkü bu bölüm şükür ki aksiyon olmadan sadece karakterleri tanıyarak geçti. Artık yavaş yavaş onları tanımaya başlıyoruz.

 

O haldee, sorulara geçelim,

 

Bölüm başı hakkında ne düşünüyorsun?

 

Kitaptaki en yoğun duygu ne sence? (Bu akış dışı, tamamen benim merak ettiğim bir soru)

 

İşleyiş ve ilerleyiş hakkında ne düşünüyorsun?

 

Karakterler peki?

 

Gelin bu satır sohbet satırı olsun, derdini tasanı akıt gitsin.

 

Bu arada yeni bölümü soruyorsunuz her seferinde, bu benim hatam çünkü hala bir gün belirleyemedim. Lütfen kusura bakmayın, ama bu tamamen zamandan kaynaklı. Bölüm biriktirmeye çalışıyorum hatta siz bu bölümü okurken muhtemelen dördüncü bölümün yarısına gelmiş olurum. Arka planda başka kitap yazdığım için ve elbette nu kitap konu, işleyiş ve karakter çokluğu (daha karakterlerin yarısını tanıdınız sadece) açısından çok yoğun. Bu nedenle biraz zorlanıyorum. Affola.

 

Bu arada VPN kullanmak istemeyenler için 'Kitap pad' hesabı açıp bölümleri oraya da attım. Orada italik ve kalın yazılar olmuyor maalesef kopyaladığım için 😭 ama idare edeceğiz mecbur. Son haberlerden sonra watty ahvali ne olur meçhul.

 

Her neyse, fazla konuştum biraz. Ancak son bir şey isteyip kaçacağım, lütfen oy ve yorumları eksik etmeyin. Çünkü yeni çıktığım bu yolda destek ve fikirlerini, ufkumu açmak ve ilham vermekle birlikte büyük bir destek benim için. Şimdiden teşekkür ederim 🖤

 

Bu arada küçük bir rica daha, bölüm başına koyduğum şehit isimlerini hızlıca geçmeyin olur mu?

 

Bölüm duyuruları ve takip için uğramak isterseniz,

Kitappad, Tunlami11

İnstagram, Tunlami11

Tiktok, Tunlami11

 

Bendeniz Tunlami11 nagnekdnwkdjdı

 

İmla, noktalama hatası varsa affola.

 

 

 

Vee o adet,

Şafak kaç? :•)

 

 

Dipnot: Wattpad'den kopyalanmıştır.

 

 

 

 

Loading...
0%