Yeni Üyelik
1.
Bölüm

YENİDEN VAR OLMAK

@turlik

Yasemin

Sözleştiğimiz üzere belirlenen konuma gelmiş, tam iki saattir bekliyordum. Hareketsizlikten ağrıyan bacaklarımı açmak için sindiğim duvar dibinden hafifçe doğruldum. Etrafta beni görebilecek kimse olmadığına emin olduktan sonra, başımı duvarın ardındaki eve uzattım. Uzatır uzatmaz da gördüğüm manzara ile olduğum yere yeniden çömeldim. Zira o an ağzımdan kaçması muhtemel küçük bir kıkırtı bile olsa, kabak gibi meydana çıkardım.

Melek teyze, iki yanağını tuttuğu ve sağa sola salladığı oğluyla vedalaşıyordu. O ara beni nasıl fark ettiyse bir eliyle de 'saklan' olarak algıladığım hareketi yaptı.

Duvarın dibindeydim fakat konuşulan her kelimeyi de duyabiliyordum. Melek teyzenin işveli sesini duyunca tekrar ağzımı kapatmak zorunda kaldım... İsminin kısaltmasını uzatarak 'Fikoo, içeriden sürahiyi getir, peynir helvamın ardından dökeceğim...'

Fiko diye seslendiği Melek teyzenin kocası Fikret amca, peynir helvasınıysa şu an için açıklayacak ciddiyete sahip değilim.

Bahçe duvarının ardında konuşmalar sürerken başka bir şeyin daha farkına vardım. Heyecan, stres ve serin Şarköy havasından, mesanem patlamak üzereydi. Şimdi asla sırası değildi, altıma yapmam ise hiç olası değildi. Tutmaktan başka seçeneği olan varsa kabulümdü ama yanımda tek Allah'ın kulu yoktu. Hayriş olsa, 'yap kız şuraya, ben gözcü olurum' derdi. Çünkü Hayrişti bu, asla olmaz denileni yapmak için gelmişti dünyaya...

Ben iki büklüm kıvranırken Melek teyzenin şifreli sözleri geldi kulağıma... "Ay dur, ben içeride bir paket unutmuşum. Alayım da bir koşu gidip bagaja koyayım. Sen de babanla vedalaş kuzum..."dedi. Bu günler öncesinden belirlemiş olduğu şifreydi. Bir kaç dakika içinde elinde bir paket ile gelip bagajı açacak ve ben de o esnada içeri girecektim. Melek teyzenin sesi duyuldu tekrar. "Fiko, suyu hazır et, peynir helvamla vedalaş artık. Ben iki dakikaya geliyorum... " Ve iki dakika sonra bahçede kalan peynir helvası, ay aman Ozan'a laf yetiştire yetiştire yanıma geldi. "Aşk olsun paşa oğlum, sen zahmet etme. Ben şıpın işi hallediveririm. " Bir yandan da yalandan, "Ozan, hangi düğmeye basıyorduk?"dedi yüzündeki ifadeye ters orantılı, ciddi sesiyle. Bana göz kırparak devam etti. Tamam tamam buldum. Dit dit sesiyle kilit açıldı. Bagaj kapağını kaldırarak beni kendine doğru çekti. Kapağın siper ettiği bedenimi kendi tombul bedenine sararak yanaklarımı öptü.

"Şimdi artık yeni bir hayata başlıyorsun Yasemin. Emin ellerdesin. Gözüm arkada kalmayacak. Ne zaman dara düşsen yanındayım biliyorsun. Melek annen, kuş olur yanına uçar..."

Şu kısacık cümlenin içinde benim yüreğimi tek titreten neydi diye sorsalar, tereddütsüz 'anne' derdim. Anne sevgisi, şefkati nedir bilmiyordum ama bu bakışlardaki katıksız tüm duyguları görebiliyordum. Ağlamayacağıma dair kendime verdiğim sözü bozmamak için yavaşça yutkundum. Tek kelime etsem biliyordum ki hüngür hüngür ağlamaya başlardım. Sadece başımı sallamakla yetindim. Minnetimi ifade edebilecek bir söz de yoktu ki...

Benim için, kimsesiz Yasemin için neleri neleri göze almış bir kadın vardı karşımda. Ne yapsam ödeyemezdim ki karşılığını... Bir şeyler söylemek için ağzımı açtığımda, işaret parmağını dudaklarının üstüne koydu. Bir yandan da beni yeniden kendine çekerek sımsıkı sarıldı. "Yavrum, yaralı kuşum benim. Her şeyi Şarköy de bırak, öyle git. Acıları, gözyaşını ve... Neyse işte bırak, yeni bir hayat seni bekliyor."

Sözünü bile bitiremeden taş patikadan ayak sesleri duyuldu. Hızla bagaja atlayıp büyük valizin ardına sindim. Kendi küçücük sırt çantamı da başımın altına yastık yaparak kıvrıldım. Şu an tüm yoğun duygularımı bile unutturacak kuvvetli bir sancım vardı... Unutmak istesem de kendini sevimsiz bir biçimde hatırlatan sancı... Evet, mesanem. Sanırım sen mi inat ben mi inat oyununun galibi o olacaktı. İstanbul'a kaç saatte varırdık bilmiyorum ama vardığımızda araba komple çamaşır suyuna yatırılmalıydı. Beyaz, yüksek tavanlı cip korna çalarak taş patikadan asfalta çıktı. Bembeyaz, yeni bir sayfa için olmak zorunda kaldığım yer burası değildi.

Bir bagajın içinde adeta bir suçlu gibi gizlenerek gidiyor olmamalıydım. 'Başıma bela almaya niyetim yok, isim gücüm var benim. Hem bana ne ya, niye benimle geliyor ki? Ver numaramı başı sıkışınca arasın. Valla iki kelime edince bile başıma ağrılar giriyor, ben onunla aynı evde ne alaka yani?"

İşte tüm bu aksiyon bu yüzden yaşandı.

Ben sanki çok meraklıyım da onun gergin sıfatını görmeye... Mecburiyetine tükürdüğümün dünyasında bu Yasemin'in güveneceği tek adam şu an o bet sesiyle şarkı söyleyen adamdan başkası değildi... Şarkı da şarkı olsa... Ayrıca bu şarkı bile değildi, bildiğin Galatasaray marşı söylüyordu. 'Şereftir seni sevmek' kısmında telefonu çaldı da neyse ki susmak zorunda kaldı. Bense tilki kulaklarımı açıp sesi duymaya odaklandım. Mırıltıdan başka hiçbir şey duyulmuyordu. Az önce haykıra haykıra marş söyleyen adam telefonla konuşurken niye bu kadar sessizdi ki? Ben kendi kendime durum analizi yaparken önce bir ses duydum. Sanki yere bir şey düşmüş gibiydi. Ardından araba acı bir fren yaparak durdu. Yaklaşan ayak sesleri ve akabinde açılan bagaj kapağı ile o gergin sıfatını görmem bir oldu. Önce gözlerini kapattı sımsıkı, sonra ellerini ensesine koyarak yolun karşısına geçti. Hızlı adımlarla aynı hareketi defalarca tekrarlayınca iyice emin oldum... Evet, bu peynir helvası gerçekten manyaktı. Gecenin bu saatinde araba geçmeyen yola mı güveniyordu yoksa bu zaruri bir rahatlama taktiği miydi bilmiyorum ama ben dayanma kotamı tüketmiştim. Altıma işemem an meselesiydi ve bir an önce bir benzinliğe gitmemiz gerekiyordu.

Ellerini birbirine geçirerek parmaklarını kütletti. Sanırım gerginliğini atmaya çalışıyordu. Hızlı adımlarla yolun karşısına, arabaya doğru gelmeye başladı.

Bu gibi durumlarda insanoğlunun verdiği tepki, içgüdüsel olarak uysal bir biçimde beklemek olabilirdi. Sessizce karşındakinin konuşması da beklenebilirdi. Fakat ben kendimi, beni yanlış yola saptıran içgüdülerimin kurbanı olmaktan alıkoyamıyordum. Ozan yanıma yaklaşırken yüzüme en sevimli gülümsememi yerleştirdim. Nafile çabam on saniye sürdü. Tam ağzımı açmış bir şeyler geveleyecektim ki, "Sen, annemle bir olup ne çeviriyorsun? Kaç kere söyledim. Defalarca olmaz dedim. Bela istemiyorum kızım."

Artık sona yaklaşmıştım. Ne dediği de, sinirli hali de umurumda değildi. Benim derdim bana yetiyor, yetmekle kalmayıp artıyordu da...

O an için asla söylemeyi planlamadığım bir cümle firar etti dudaklarımdan...

"Altıma kaçırmak üzereyim..." Bir yandan kıvranırken bir yandan da niye güldüğünü anlamaya çalışıyordum.

"Ne gülüyorsun be! Hem öyle bakıp duracağına atla arabaya da bir benzinliğe gidelim."dedim.

"Bak Yasemin, sana defalarca söyledim. Olmaz dedim. Bir derdin varsa çözerim ya da en azından çaba gösteririm dedim. Neyin inadı bu? Madem kararlısın, bin bir otobüse git İstanbul'a..."

Haklıydı... Hem de fazlasıyla. Bir otobüse binip istediğim her an İstanbul'a gidebilirdim. Kendime yeni bir hayat kurup, geçmişi ardımda bırakabilirdim. Fakat şu an için bunu neden yaptığımı dahası ısrarla niye O olduğunu anlatamazdım. Zaten anlatsam da, ya inanmazdı ya da dalga geçerdi.

Konuyu değiştirmeyi umarak, "Anlatırım, anlatırım ama lütfen önce ihtiyacımı gidereyim."dedim.

Bu onu en azından bir süre idare ederdi. Tatmin edici cevabı almadan ikimiz de huzuru bulamayacaktık. Biliyordum...

Bir elini dirseğine diğer elini de çenesine koyup kaşlarını kaldırdı. Dilini damağına vurarak saatine baktı. "En yakın benzinlik 12 Kilometre uzaklıkta. Dayanabileceğini sanmıyorum."

Haklıydı... Dayanmam için ölmem lazımdı.

Çaresizce, "On iki kilometre nereden baksan yol şartlarında yirmi-yirmi beş dakikayı bulur."dedim.

Elini havada sallayarak, "Aferin akıllı kız. Tebrikler. Uçmakdere yolunu iyi biliyorsun. Yolun ne kadar süreceğini de hesapladın. Şimdi söyle bakalım ne yapıyoruz bu minik, çiş meselesini?"

Dalga geçmesi umurumda bile değildi. Ben böyle oyunlara gelmezdim. Gider bir çalı dibine, hallederdim işimi... Bok hallederdim. Gecenin bu kör karanlığında beni kimse bir çalı dibine tek başıma gönderemezdi.

---

"Yasemin, bitmedi mi hala?"

"Bitti..."diye seslendim ama yok bitmiyordu. Üç adım ötemde, arkası bana dönük bu suratsız adam yüzünden iyice çul çürütene dönmüştüm. Oturmuş bitmek nedir bilmeyen çişimle uğraşırken, "Hadi..."dedi tekrar.

Toparlanıp ayağa kalktığımda o da yüzünü bana döndü. İstemsizce 'Niye arkanı dönüyorsun, dön önüne!"diye bağırdım.

"Merak etme görmedim bir şey... Hem meraklı mıyım kızım ben senin orana burana? Ben niye üç kere yere tükürdün onu merak etmiştim..."dedi.

"He, sen onu diyorsun... Üç kere tükürüp destur çektim. Gecenin kör saati üç harfliler filan-" Böyle söyleyince bir ürperti geldi. Yutkunarak devam ettim. "Hafazanallah, çarpılmayayım diye..."

"Tamam, neyse ne... Tüm gece oturup senin hurafelerini dinleyemeyeceğim."diyerek hızlı hızlı yürümeye başladı. Her yer zifiri karanlıktı ve tek adımlık bir görüş mesafem bile yoktu.

Süratle üstümü başımı toparlayıp Ozan'ın peşine takıldım. Rahatlayan mesanem nedeniyle yürümem de değişmişti. En azından artık penguen gibi yürümüyordum. Ozan'ın hızlı adımlarına yetişebilmek için ben de hızlandım. Fakat karanlıktan ölesiye korkuyordum ve bu da beni yavaşlatıyordu. Defalarca sağıma, soluma ve arkama bakmaktan ancak üç dört adım gidebildim. Arkama son kez dönüp tekrar önüme döndüğümde karanlığın içinde tek başıma olduğumu fark ettim.

Arabanın yanından en fazla yirmi otuz adım uzaklaşmıştık ama ben sanki kilometrelerce yürümüşüm gibi bir korkuya kapıldım.

O sinsi karanlık beni yavaş yavaş içine çekmeye başladı. Biliyordum, o bilinmeze girersem asla çıkamazdım. Sıklaşan soluğum ve Aralık ayının ayazı ile ağzımdan çıkan buhar birleşince kendi gölgemden bile korkar oldum.

Beni burada bir başıma bırakıp gitmiş olamazdı öyle değil mi? Bu kadarını da yapmazdı... Cılız çıkan sesimle adını seslendim. "Ozan, orada mısın?"

Ses yok...

Ay ışığının aydınlatmaya yetmediği açıklıkta, bana bir ağaç değil de canavarı andıran gölgelere rağmen bir iki adım atmayı başardım.

Daha fazlası için sırt çantama ihtiyacım vardı fakat çantam arabadaydı. Şimdi asla sırası değildi. Gelirse, ben kendi başıma bunun altından kalkamazdım...

'Yapabilirsin Yasemin, başarırsın. Çünkü sen çok güçlüsün. Karanlıkta neymiş ki...' İçimden kendi kendimi cesaretlendirmeye çalışıyordum ve başarılı olduğum da söylenemezdi. 'Allah'ım yardım et, beni burada bir başıma bırakmış olan vicdansızın merhametine muhtaç etme...'

Soğuk ve rüzgârlı havada bir hışırtı hissettim, sonrası yok... Çünkü artık nefes alamadığımı dahası ciğerlerimin, şanzımanı bozuk kamyon motoru gibi alev alev yandığını hissediyordum.

Zifiri karanlığa teslim olmamak için direnen zihnim, bir yerlerden adımı sesleniyordu. Bir dakika ya, bu benim zihnim değildi ki... "Yasemin, özür dilerim... Arkamdan geliyorsun sandım. Hadi aç gözlerini..."

Zihnim bu kadar şeytani olamazdı. Beni korkutmak için gecenin bu vaktinde, ıssız bir yol kenarında bunu yapmazdı.

Nefes almakta güçlük çektiğim için zorlanarak, "Çantam..."dedim.

Başını sallayarak, "Tamam, bekle. Hemen getiriyorum."diyerek beni bıraktı. Yeniden eğilerek başımı iki elinin arasına aldı. "Nefes almaya çalış."

Alamıyordum...

Bir an evvel çantamdan inhaleri getirmezse panik atağı zirvede tamamlayacaktım.

Zor bela, "Çantam..."diyebildim yeniden.

Elini alnına vurarak,"Tabi ya," dedi. "Çanta. Tamam, getiriyorum."

Koşarak yolun karşısına, arabaya gitti. Arka koltuktan sırt çantamı alarak yanıma geldi. Tam bir geri zekâlı gibi davranması sanırım panik yapmasından kaynaklanıyordu. Çantayı bana doğru uzattı. Cayır cayır yanan göğsüme elimi bastırdım. Bu, içinde bulunduğum durumu yeterince açıklıyordu.

Hızla çantamı açtı. Ne aradığını bildiğinden şüphem vardı. Çünkü içinde ne varsa tek tek sağa sola atmaya başladı. En sonunda inhaleri bularak ağzıma yaklaştırdı.

"İki defa..."dedi. Bu bir soru muydu yoksa bildiği bir şeyi mi teyit ettirmek istiyordu bilmiyordum ama doğru yoldaydı. Ağzıma iki defa sıkarak ilacı çantaya geri attı.

İlacın etkisiyle ilk birkaç dakika da nefes alış verişlerim düzene girmeye başlamıştı. Hızla ayağa kalktığım için dönen başıma aldırmadan,"Söz vermiştin. Beni koruyacaktın."dedim.

Allah kahretsin... Bu söylenecek laf mıydı şimdi?

"Kızım, sen manyak mısın, kime ne söz vermişim? Kendi başına iş yapıyorsun sonra da gelip bana, 'bana söz vermiştin 'diyorsun."

Bunu ona nasıl açıklardım ki...

En iyi yöntem çamurlaşmaktı...

"Beni bir başıma bırakıp gittin. Ne olduysa hepsi senin yüzünden."dedim.

"Ya sen ne ayarsız, ne manyak, ne-" Sözünü bitirmesine fırsat vermeden,"Ayarsız da manyak da sensin bir kere. Karanlıkta beni bir başıma bıraktın. Senin yüzünden önce korkudan öldüm sonra da panik atak geçirdim. Berbat bir yol arkadaşısın ve sorums-" Elini ağzıma kapatıp, "Yeter... Allah'ını seversen sus. Sus da nefes al. Bu nasıl bir çene be! Üçe kadar sayıyorum, üç deyince elimi ağzından çekeceğim ve sen tek kelime bile etmeden, peşimden arabaya geleceksin. Anlaşıldı mı?"

Ağzıma elini kapatmıştı ve cevap vermemi bekliyordu. Demin de dedim ya, tam bir geri zekâlı...

Allah'tan ümit kesilmez deyip, anlamasını umarak olumlu anlamda başımı salladım.

"Aferin... Şimdi akıllı bir kız ol ve yürü..."

Elini üç deyince ağzımdan çekti. Fakat minicik bir sorunumuz vardı. Ben arkama baka baka giderken yine geride kalırdım. Geride kalmayı bırak bu kez kesin komple motoru yakardım.

Az önce konuşmamı yasakladığı için sağ işaret parmağımla omzunu dürttüm. 'Ne var?'diyerek ne kadar da centilmen olduğunu gösterdi!

"Ozan, hiç olmazsa koluna filan girsem... Yan yana yürüsek olmaz mı?"

Anlamayacağını az önce de belirtmiştim. Ya gerçekten geri zekâlıydı ya da işine öyle geliyordu.

"Korkuyorum, anlasana be adam! Gecenin karanlığında, bu Allah'ın unuttuğu yerde beni bir başıma bırakıyorsun..."

"Çok korkuyorsun ama maşallah tanımadığın adamın arabasına, hem de gecenin bir yarısı binip İstanbul'a gidiyorsun."

"Ben seni tanıyorum bir kere... Melek Teyze'nin henüz ne iş yaptığını anlayamadığım oğlusun..."

"Hadi ya... Bak bu var ya bu, çok önemli bir detay. Kızım, sen cidden saf mısın, yoksa saf ayağına mı yatıyorsun? Belki azılı bir katilim, belki sapığım, belki de seni şuracıkta kıtır kıtır doğrayacağım."

Güldüm. Hem de ne gülmek... Bir çeşit sinir boşalması yaşıyordum. Yoksa bu sözlerin gülünecek nesi vardı ki...

Önce şöyle güzelce bir yutkundum. Sonra düşen omuzlarımı yeniden dikleştirdim. Bakışları bakış değildi. Hafazanallah beni dediği gibi kıtır kıtır kesse kimsenin ruhu duymazdı. Arabaya da gizli binmiştim. Görgü tanığı namına bir Allah'ın kulu yoktu.

180 derece, seri bir manevra yaptım. Elimi omzuna vurarak, "İlahi Ozan... Bu bebeksi yüz nasıl katil olabilir ki? Hadi bırak şakayı da yolumuza gidelim."dedim.

Bana ben bile inanamazken, elin peynir helvası nasıl inansındı?

Umurumda mıydı?

Asla...

"Yürü Yasemin, yürü. Daha fazla saçmalamadan gidelim artık..."dedi.

Fakat hala iki adım önümdeydi ve bu kabul edilemez bir durumdu. Yabancı değildi, Melek Teyzenin biricik evladıydı. 'Aman, ne düşünüp duruyorsun be Yasemin, gir koluna düş yola...' Kafa sesim haklıydı. Bazı durumlarda beni çok yanlış yollara sürüklese de şu an oldukça makul konuşmuştu.

Aramızdaki iki adımı hızla kapatıp, şaşkın bakışlarına rağmen koluna girdim. Menfaatim söz konusu ise elini bile tutabilirdim. Sırtına alsa, gıkım çıkmazdı... 'Çüş Yaso... Yavaş gel.' Kafamdaki yelloz yine haklıydı. O kadar da uzun boylu değildi...

Ozan, koluna girmemi yadırgamış gibi durmuyordu. Hatta- 'Ne hattası Yaso? Bir de ilk görüşte aşk de bari de tam olsun... Nasıl baktığını görmedin mi susak Yasemin?' Bu lanet yelloz yine haklıydı. Ozan bana deli görmüş gibi bakıyordu. Sevimli bir sırıtma eşliğinde, "Sorun kalmadığına göre yolumuza devam edebiliriz."dedim.

"Of..."dedi. "Of Yasemin of... Nerden çıktın kızım sen karşıma? Neyin imtihanısın sen?"

Bu kadarcık tepki de göstersindi, benim için bir mahsuru yoktu. Sonuç olarak bol uçurumlu ve ıssız Uçmakdere yolunda Ozan'ın kolunda güvendeydim. O henüz bilmese de kendisi benim koruyucu meleğimdi.

Yaklaşık yirmi adım süren kol kola yürüyüşümüz arabanın yanına gelince son buldu. Elindeki, az önce içini darmaduman ettiği sırt çantamı bana uzattı. Hala koluna yapışık olduğumu ve artık kolunu bırakmam gerektiğini kaş ve gözleriyle tuhaf mimikler yaparak ima etti.

Saf değildim, anlamıştım. "Teşekkür ederim, Ozan..."dedim. Kolundan çıkarken, "Tamam, hadi geç arabaya."dedi.

Çok centilmendi canım, öyle böyle değil.

Mecburiyetler ve menfaatler insanı, insanlıktan çıkarıyordu. Beni de çıkarmıştı. Fakat kendime bir yol çizmiştim ve bu yolda başıma gelebilecek her şeyi de en başından kabul etmiştim.

Ön koltuğa, elimde sırt çantamla beraber oturdum. Arabayı çalıştırmadan önce uzun bir konuşma yapacağını anladığım boğaz temizleme sesini duydum. Bana doğru eğildi, eğildi, eğildi ve- 'Şak diye öptü mü Yaso?' Allah cezanı versin, sus. Kafamı karıştırıp durma artık. Klişe yaz dizisi mi çekiyoruz biz burada? Eğildi ve emniyet kemerimi taktı. Tekrar kendi tarafına döndüğünde, "Yol çok tehlikeli..."dedi.

Ne kadar da mantıklı bir açıklamaydı bu böyle... Yol tehlikeli olsun ya da olmasın, emniyet kemeri takılmalıydı. Ayrıca ben zaten kemerimi takacaktım. Her şeyi bir tek kendisi biliyordu...

Az önce boğaz temizleme eşliğinde girizgâh yapmaya çalıştığı konuşmayı yapmaya başladı.

"Yasemin, bak işin içinde annem olmasa bu kadar kolay kabul etmezdim. Hala etmiş değilim ama anlatacaklarını dinlemeden yargılamak istemiyorum. Kimden, neyden kaçıyorsun? En son isteme filan demişti annem. Mevzu bu mu? Evlenmemek için mi kaçıyorsun?"

Bir yandan arabayı sürüyor bir yandan da benden cevap alabilmek için yan gözle bana bakıyordu. İstanbul'a gidene kadar niye peşine düştüğümü bilmesini istemiyordum. Nasıl tepki vereceğini ya da beni geri götürüp onlara teslim etmeyeceğine emin olamıyordum. Melek Teyze, 'Ozan seni bu dünyada koruyup kollayabilecek tek kişi. Eli kolu her yere uzanır, merak etme...'demişti ama korkularımın galibiyetiyle sonuçlanan bu macerada şimdilik çok fazla detaya giremezdim.

Benden bir cevap bekliyordu. Ben sustukça sinirlendiğini gözlerinde gördüklerimden anlıyordum.

"O adamdan kaçıyorsun sen..."dedi. En sonunda kendince bir çıkarım yapmıştı. Şahit olduklarını ve benim gizlice bagaja binmemi birleştirmiş ve sonuca yavaş yavaş ulaşmaya başlamıştı.

Şimdi saf kız ayağına yatabilirdim. "Hangi adam?"diye sordum.

Öfkeyle direksiyona vurdu. "Delirtme beni Yasemin! Hangi adam olduğunu ikimiz de biliyoruz. Şahin denen sülükten mi kaçıyorsun? Onunla mı evlendireceklerdi seni?"

"Sülük olduğu konusunda hemfikiriz."dedim. Bence bu kadar açıklama yeterliydi. Fakat o git gide daha da sinirleniyordu. Hayatımda gördüğüm en bebek suratlı gergin, Ozan'dı.

"Benim başımı belaya sokma, kızım! Benim, senin hezeyanlarına ayıracak vaktim yok. İstanbul'a gidince birkaç gün bende kal sonra bir ev ayarlarız. İş de buluruz. Başının çaresine bakarsın. Anlaşıldı mı?"dedi.

Daha fazla kızmasın diye mecburen, "Tamam..."dedim.

Hiç de tamam değildi...

Tek başıma bir evde kalmam olanaksızdı. Tek başıma tuvalete bile gidemeyen, banyoya girip yıkanamayan, korkudan tüm ışıkları açık bırakan ben... Yalnız...

Mümkün değil...

Beni banyo yaparken kapının önünde beklesin diye gizlice sigara aldığım Yıldız'da yoktu. Benden günahı kadar haz etmese de çocukluğundan kalma buhranları nedeniyle dışarı çıkamayan Yıldız, annesinden gizli içtiği sigaraları söylemeyeyim diye kırk yılda bir de olsa bana iyilik yapardı. Tabi sonrasında yaptığı iyiliklTabi sonrasında yaptığı iyilikleri kırk kere başıma kakardı o ayrı...

Sanırım dünyanın diğer ucuna bile gitsem geçmiş peşimi bırakmayacaktı. Korkularım, travmalarım ve O... Bazı şeyleri düşünmemeye çalışarak hiç yaşanmamış farz etmek kolayıma geliyordu. Üstünü örtmek, babamın meşhur 'hadi, şimdi tüm korkularımızı ve bizi üzen şeyleri kutuya atıyoruz' oyunu, artık bende huy olmuştu. Evet, bazı davranışlar ne kadar kaçarsak kaçalım huy oluyordu. Kalbinde kırılmadık tek bir parça bile kalmayan ben, içimde biriken her şeyi o kutuya atmıştım. Kutuyu Şarköy'de bırakıp, yanıma asla içime atmayacağım en güzel, en temiz duyguları almıştım.

Araba keskin virajlarda döne döne Uçmakdere'den çıkmış, Tekirdağ'a yaklaşmıştı. Arabanın ön panelinde bulunan saate baktım. 20.30... En son sabah evden çıkmadan önce içtiğim bir bardak sütü saymazsak, ağzıma tek lokma girmemişti. Bunu sadece ben değil Ozan bile anlamıştı. Çünkü arsızca guruldayan midem beni ele vermişti.

Yola çıktığımızdan beri ilk kez güldüğünü gördüm. Önce yan gözle sonra da alenen başını bana doğru çevirerek yüzüme baktı.

"Aç mısın?"dedi.

Şimdi görgüsüzce ,'Açlıktan ölüyorum...'demek yakışık almazdı. Beni arsız bir kız olarak tanısın istemezdim. Fakat yine olan olmuştu.

"Açlıktan ölüyorum. Sabahtan beri tek lokma girmedi ağzıma... Bir bardak süt içmiştim ama o da işlevini yitirdi artık. İlerde şahane satır et yapan bir yer var. Orada duralım da bir şeyler yiyelim."dedim. Sonra da sanki istediği oyuncağı ailesine zorla aldırmaya çalışan o şımarık kız çocukları gibi ekledim. "N'olur..."

Ve cümlem biter bitmez utancımdan iki elimi de yüzüme kapattım. Benim bu soruya vereceğim en basit cevap...'Evet' olmalıydı. Olmadı... Yine o yelloz kafa sesi kanıma girmiş, aklımı bulandırmıştı.

Rezil olmuştum.

Ben kendi muhasebemi yaparken araba bir sapaktan dönerek yavaşladı. İki parmağımı aralayıp göz ucuyla ışığın geldiği tarafa baktım. Az önce can havliyle ağzımdan çıkan, o meşhur satır et yapan restorana gelmiştik. Araba durdu. Ozan, ellerimi yüzümden çekerek, "Ben de seviyorum buranın satır etini..."dedi. "Hadi, gel bir güzel doyuralım karnımızı da yolumuza devam edelim."diye ekledi.

Yolumuza...

Cümlenin içinde geçen 'yolumuz', Ozan'ın istemeden de olsa beni kabullendiğini gösteriyordu. Birilerinin beni kabullenmesi hatta Melek Teyze gibi bağrına basarak sarılması, yıllardır kaya gibi sağlam tutmaya çalıştığım gardımı indiriyordu. Güçlü olmam, nazlanmamam ve kendi ayaklarım üzerinde durmam lazımdı. Fakat kabullenilme duygusu öyle tatlıydı ki kendimi o savunmasız kız çocuğu kalıbına sokmaktan da alıkoyamıyordum...

Yıllar önce, ne olursa olsun dik durmam gerektiğini, kendi içime yıkılırken fark etmiştim. Dik durmalı ve o kız çocuğunun kafamı karıştırmasına izin vermemeliydim...

Arabadan indiğinde, hala kımıldamadan oturduğum tarafa geldi. Yüzünde müstehzi bir gülümseme ile "Majesteleri..."Elini reverans yapar gibi hareket ettirdi. "Gelin de, o açlıktan ölen karnınızı doyuralım."

Utanmalara da kendimi rezil etmelere de doyamıyordum. Alev alev yanan yanaklarımı fark etmemesini umarak arabadan indim. Az önce sırf dalga geçmek için de olsa kırılıp dökülen adam yolun yarısını tamamlamış ve boş bulduğu bir masaya yerleşmişti bile.

Ne bekliyordum, ben de bilmiyordum...

Yavru ördek gibi peşine takılarak, oturduğu masaya yaklaştım. O an ne diyeceğimi bilememenin verdiği aptallık durumu ile baş etmeye çalışıyordum.

Ve her zaman olduğu gibi yine en manasız cümle döküldü dudaklarımdan. "Oturabilir miyim?"

Önce anlamsızca yüzüme baktı. Sağ eliyle hafif kirli sakallı çenesini sıvazlayarak derin bir nefes çekti.

Sinirlendiği zaman bu hareketi yapıyordu. İki saatlik yol boyunca hareketlerini gözlemlemiş ve bu sonucu çıkarmıştım.

"Tabi, lütfen..."dedi.

Ben, sinirlenip bağır çağır, 'otursana kızım, ne dikiliyorsun tepemde' demesini beklerken ters köşe olmuştum. Karşısında duran sandalyeyi çekerek oturdum. Sanki bir an evvel oturmamı bekliyormuşçasına bir garson tepemde belirdi.

"Hoş geldiniz, ne arzu edersiniz?"

Direkt beni muhatap alarak sorduğu soruyu cevaplamam için bir süre düşünmem gerekiyordu. Hayatımda sadece bir kere, dedemle geldiğim bu yerde yıllar önce yediğim satır etten başka ne vardı bilmiyordum.

Benim sessizliğim uzayınca Ozan garsona, "Biz menüye bakalım, haber veririz."dedi. "Tabi..."diyerek yanımızdan ayrılan garsonun ardından, masada duran ve bir el ilanını andıran menüyü elime tutuşturdu.

*Satır e

*Izgara kuzu pirzola

*Külbastı

*Kuzu şiş

*Ciğer sarma

*Kaşarlı köfte

O kadar açtım ki listede ne varsa yemek istiyordum. Kibar bir kız olarak menüden birini seçip yine aynı kibarlıkla yemem gerekiyordu. Fakat midemde, 'hepsine yer var Yasemin, gönder gelsin' diyen seslere de kulak tıkamam mümkün değildi.

Ağzımın kenarından akan suyu çaktırmadan sildim. Fakat sanırım çaktırmıştım. Ozan durumumu anlamış olacak ki eliyle garsona işaret edip yanına çağırdı.

Koşarak yanımıza gelen adama, "Bir porsiyon karışık, bir porsiyon da satır et."dedi. Garson kocaman açtığı gözleriyle,"Karışık derken?"diye sordu.

"Karışık işte... Bildiğin karışık. Menüde ne varsa hepsinden hazırlat."dedi. "Ayrıca, tadımlık değil doyumluk olsun."

Garson ömrü hayatında görüp görebileceği en aç insanı görmüş gibi bakıyordu. Salata ve içecek siparişlerini de alarak yanımızdan ayrıldı.

Dayanamayıp sordum. "Ozan, karışık tabak sana çok gelmesin. Hafazanallah dokunur filan..."

Çok komik bir şey söylemişim gibi güldü. Oysa ben şaka yapmamıştım. "Karışık bana değil, sana Yasemin. Listede yazanlara nasıl baktığını gördüm."dedi.

Yer kürede derin bir çatlak oluşsun ve beni içine çeksin diye dua etmeye başlasam iyi olurdu. Daha ilk iki saatte bu kadar rezil olmuştum, ileriki günler bize neler getirecekti. Bunu hayal gücüm bile kaldıramazdı.

Yirmi dakika sonra masa az önceki utanç duygumu silip süpürmeye yetecek kadar donatılmıştı. Önüme gelen satır et tabağını sırıtarak Ozan'ın önünde duran devasa karışık tabakla yer değiştirdim. Bunu henüz garson gitmeden yaptığım için adam haklı olarak şaşırdı. Ne diyeceğini bilemediği, mahcup ifadesiyle bana bakarken, "Hiç mi aç insan görmedin, abi?"dedim. Muhtemelen görmüştü, zaten buraya da aç olan insanlar geliyordu. "Kusura bakmayın. Tekrar afiyet olsun."diyerek yanımızdan ayrıldı.

Önümde, 'bizi ye, Yasemin...'diye bana göz kırpan kaşarlı köfteyi elime alarak tek lokmada ağzıma attım. Çiğnemek bile istemiyordum. Zaman kaybıydı. Bir an önce mideme insin ve arkadaşlarını beklemeye başlasın istiyordum. Hızla çiğneyerek yuttuğum kaşarlı köfteden sonra İçi ciğerli pilav ile doldurulmuş kuzu sarmaya bir çatal batırdım. Of, yemesi o kadar zordu ki. Utanmasam elime alıp ısıra ısıra mideme indirecektim.

Güç bela sarmayı yemeyi başardığımda Ozan'ın telefonu çaldı. Cebinden çıkardığı telefonun ekranına bakarak gözlerini kapattı. Eliyle bana işaret edip masadan kalktı. Birkaç adım uzaklaşarak telefonu cevapladı. Sessiz konuşuyordu ama arada sanırım kontrolünü kaybederek bazı kelimeleri vurguluyordu. O yüzden onu duymam da zor olmuyordu.

"Tamam, dedim ya anne!"

Melek teyze iş başındaydı. İstanbul'a kadar bagajda kalmama gönlü razı olmadığı için olaya el atmıştı. Şimdi de benimle ilgili detay veriyordu muhtemelen... Kendi düşüncem nedeniyle bir ürperti geldi. O detayı vermemiş olsun diye hızlıca elimi ağzımı silip eller semaya pozisyonuna geçtim. "Allah'ım, hiç olmazsa Tekirdağ sınırları dışına çıkana kadar Ozan hiçbir şey öğrenmesin. Amin..."

Duamı bitirdikten sonra diğer köftelerden birini alıp ağzıma attım. Bir yudum ayran içerek konuşmaya odaklandım.

"Anne, benim durumumu biliyorsun. Ben onunla aynı evde kalamam."dedi.

Cümle içinde geçen 'O' bendim. Fakat benimle niye aynı evde kalamıyordu? Durumu neydi?

Aman Allah'ım, gizli işler çeviren bir örgüt lideri miydi, yoksa dediği gibi kurbanlarını kesip yiyen, yerli malı Hannibal Lecter'miydi?

"Ya Anne, niye anlamıyorsun? Bu kız bir belanın içinde-"Eliyle dağınık saçlarını karıştırarak iyice dağıttı. "Bilmeme gerek yok ki Anne... Her halinden belli... Bir şeyler saklıyor. Ben onun birini öldürüp kaçmaya çalışmadığını nereden bileyim."

Çüşşş...

Ben kim adam öldürmek kim? Kendi gölgesinden bile korkan Yasemin birini öldürecek ve soğukkanlılıkla bir bagaja binip İstanbul'a kaçacak... Bu susak kafasında ne tür bir şey yaşıyordu da beni anında katil olarak yaftalamıştı ki?

Sinirle ağzıma bir köfte daha attım. Sonra bir tane daha ve ardından son bir tane daha...

"Tabi ki sordum Anne... Tek kelime etmediği gibi bir de laf cambazlığı yaparak konuyu kapatmaya çalıştı."

Ay götüm... Tövbe Estağfurullah...

Ben kim, laf cambazlığı yapmak kim? Sadece henüz anlatmak için hazır hissetmiyorum. Yoksa sakladığım bir şey yok. Kimseyi öldürmedim. Ama öldürülen birine şahit oldum. Ve bu bana o kadar ağır geldi ki artık buralarda daha fazla kalamayacağımı anladım.

Gözümün önünde, kimsesi olmayan ve kimselere bir zararı dokunmayan Yasemin'i öldürdüler. Öldürmeden önce beyaz kefenini bile hazır ettiler. Kefen zaten beyaz olur, salak dediğinizi duyar gibiyim. Evet, kefen beyaz olur. Fakat beyaz bir gelinliğin içine istemeden giren de onu kefen gibi görür. Ben o gelinlik görünümlü kefenin içine girmemek, yarı ölmüş ruhumla toprağa girmemek için yıllar önce dedeme verdiğim sözü çiğnedim.

Ozan konuşmaya devam ediyordu ve ara ara arkasını dönüp bana bakıyordu. Tabakta kalan son pirzolanın kemiğine kadar sıyırdıktan sonra üçüncü bardak ayranımı da içerek ellerimi sildim.

"Söz..."dedi ve telefonu kapatarak yanıma geldi. Önce boş tabağa, ardından uzun uzun bana baktı. Sırıtmasını saklamaya uğraştığını anlamamak için kör olmam lazımdı.

İmalı bir şekilde,"Afiyet olsun."dedi.

Yani sonuçta şahane bir şekilde afiyet olmuştu. Yalan söyleyecek, nankörlük edecek değildim.

"Teşekkür ederim."dedim.

Masaya oturarak hızlıca tabağındakileri yemeye başladı. Birkaç dakika sonra etleri bitirerek, "Kalkalım mı?"diye sordu. Sonra da ekledi. "Eğer istersen çay içip öyle devam edebiliriz."

Çay içmek istemiyordum. Bir an evvel Tekirdağ sınırlarından çıkmak ve yeni hayatıma başlamak istiyordum.

"Gerek yok. Lavaboya gideyim, çıkarız."dedim.

Ayağa kalktı. Sırıtarak, "Çişini de yap da yollarda çalı dibi aramayalım yine."dedi.

Usançla gözlerimi devirdim. O önde ben arkada masadan kalktık. Ozan kapının hemen dibindeki kasada hesabı öderken, ben lavaboya girdim.

Kapıdan dışarı çıktığımda onu kapının önünde görmeyi beklemiyordum. En azından kasanın yanında, çıkış kapısında bekler diye ummuştum.

"Beni bir başıma bırakıp gittin deyip ağlama diye geldim."dedi.

Kafamın içini mi okuyordu, hisleri mi kuvvetliydi bilmiyordum.

Restoranın önündeki arabaya bindiğimizde içimi derin bir heyecan kapladı. Gidiyordum. İstanbul'a, yeniden var olmaya gidiyordum...

 

 

Loading...
0%