Yeni Üyelik
21.
Bölüm

Bölüm 21 - İkiz

@tuvbaveotesi

Tehlikeli Fısıltı

Bölüm 21 - İkiz

Yazardan;

Genç adamın omzuna bir ağırlık çöktüğünde başını sağ tarafa çevirdi, uyuyakalan kıza gülümseyerek baktı. Müsait bir yerde arabayı çalıştırmayı durdurdu, genç kızı dizine yatırdı, akabinde tekrardan devam etti yoluna. Bir yandan yola bakıp bir yandan dizlerinde uyuyan bu kızı izliyordu.

Arkaya oturmasını istememişti.

Çünkü orada uzağında kalıyordu biraz daha. Kokusunu alamıyordu keskin bir şekilde. Bu yüzden de yanına oturmasını istemişti. Ki hep de yanında olmasını istiyordu zaten. Onu hiç yanından ayırmak istemiyordu. Neydi bu denli bağlılığı ona karşı? Bilmiyordu. Ama şunu biliyordu ki hisleri karşılıklıydı. En azından öyle hissediyordu.

Uyanık olsa bu tabloyu asla göremeyeceğini de çok iyi biliyordu ya.

Nefeslendi bir anlığına. “Güzel kızım benim,” diye fısıldadı elini kızın saçına atıp okşamaya başladığında. “Uykuların da senin kadar güzel olsun.”

***

Genç adamın yüreği kasvetle dolmuştu. Erim Koral ilk defa bu denli kötü hissetmişti kendini. O bakışlar yüzünden miydi tüm kaçmaları? Kendisinden emin olmadığı için miydi? Gönlü bir başkasına ait olduğu ama ona gidemediği için miydi yakın olmayan yakınlıkları?

Soğuk zemine daha da fazla yayılırken aklından binlerce düşünce geçti. Üşüyordu aslında ama üşüten şey havanın soğukluğu değildi, zihninden silemediği o bakışlardı. Özlemiş gibi bakmıştı çünkü. Bunca zaman karşılıklı sevgiye ulaşmak istediği kız, eski sevgilisine her an sarılacakmış gibi bakmıştı.

O an anlamıştı gerçekten de kendisini sevmediğini.

O an anlamıştı neden kaçtığını.

Onu öptüğü o gün, en az Buse kadar hızlı çarpmıştı kalbi. Dizginleyememişti. Ama o gün de kaçmıştı Buse.

Her zaman yaptığı gibi, yine kaçmıştı.

***

Günlerdir Melis’ten nasıl özür dileyeceğini düşünüyordu Emir. Lakin herhangi bir çözüm bulmuş değildi. Sigarasından bir içimlik daha çekti içine. Dışarıdan kalpsiz birisi gibi görünüyordu Emir. Belki artık öyleydi de. Ama özür borcunu ödemeden de rahat edemeyecekti, biliyordu.

Anne ve babasının yokluğu Emir’in en büyük yarasıydı.

Gözlerinin önünde vefat etmişti ailesi. Ondan sonra da tanışmıştı biricik sevgilisiyle. Onu ailesi yapmıştı artık. Ama o da gitmişti. Ailesiz kalmayı ikinci kez tatmıştı. Ve artık kimseye güveni yoktu. Herkesten uzaklaşmak istiyordu. İzmir’den gitmek, bir daha gelmemek istiyordu.

Fakat yapamıyordu.

Sebebi neydi bilmiyordu. Onu İzmir’e bağlayan hiçbir şey yokken neden gidemediğini bilmiyordu. Derin bir nefes aldı ilk önce, sonrasında diline pelesenk olmuş şarkının sözlerini mırıldanmaya başladı.

Belki üstümüzden bir kuş geçer,
Kanadından bir tüy düşer,
İner döne döne gökyüzünden…
Hiçbir yüz güzel değil senin yüzünden.

Haydi kalk gidelim bu şehirden,
Gün doğarken ya da güneş batarken…
Belki kuşlar geçer üstümüzden,
Kanatlanır senin ellerinden…

Yavaşça sesi kısıldığında öylece yere baktı bir süre. Adının seslenildiğini duyduğunda aşina olduğu bu sesin sahibine baktı. Melis’in gelmesini beklemiyordu, bu yüzden de şaşırmıştı. Tek kaşı havalanırken, “Melis?” dedi sorarcasına. “Uyumadın mı sen?” Sorduğu soru saçmaydı ancak o an ne diyeceğini bilememişti.

Melis’in gözleri devrildi. “Annem gibi konuşma, Emir. Burada olduğuma göre uyumamışımdır.”

Güldü Emir sessiz bir şekilde. Haklıydı.

Konuştular bir süre öylece. Güven adlı konuşmasından sonra Emir artık tutamadı içindeki acıyı, gözyaşlarını akıttı. Melis oldukça şaşkın bir şekilde bakıyordu Emir’e. Doğrusu onu bu şekilde görmeye alışık değildi veyahut onun ağlayacağını düşünmüyordu. Çünkü Melis’e göre Emir kalpsiz, umursamaz birisiydi. Düşüncelerinden sıyrılıp Emir’in koluna dokundu, neden ağlıyorsun diye sordu. Bunun üzerine Emir anlık bir hareketle Melis’i kendisine çekti ve sıkıca sarıldı.

Ağlamak için omuza ihtiyacı vardı Emir’in.

Ve ihtiyaç duyduğu kişi Melis gibi duruyordu.

Melis nasıl karşılık vereceğini bilemezken ellerini Emir’in sırtına yerleştirdi. Buna karşın “Lütfen gitme, ihtiyacım var…” diye fısıldadı. Bir süre sadece sarıldılar. Ardından Emir ayrıldı Melis’in kollarından, gözlerinin içine baktı. Baş parmağı yüzünde gezindi. Gelişigüzel sıraladı cümlelerini. “Özür dilerim, Melis. Seni kırdığım için özür dilerim. Sana inanmadığım için, seni incittiğim için, sana ön yargılı davrandığım için… yaşattığım her şey için özür dilerim. Şimdi senden özrümü kabul ettiğine dair bana tekrardan sarılmanı istesem… sarılır mısın bana?”

Melis tepkisiz bir şekilde baktı Emir’e. Aslında içinden ona sarılmak geliyordu ama başka bir iç sesi bunu istemiyordu. Bazı şeylerin yanlış olduğunu söylüyordu. Emir’in ağlamaklı gözlerine daha da uzun baktı Melis. En başta düşmanlarken neden şu an böyle hissediyordu?

En sonunda düşünmeyi bırakıp sardı kollarını Emir’e. Emir sarılacağını düşünmemişti aslında. Bir anlığına afallasa da hemen toparladı ve Melis’e sardı kollarını yeniden, kokusunu içine çekti.

Belki de ilk ve sondu.

Buse Uluer’den;

“Öpücük!”

“Ya in kucağımdan beygir!”

“Beygir mi? Kalbimi kırdın vallahi!”

Kuzenim olacak Kağan bozuntusunu tüm gücümle yere atarken mutfağa geçtim. İzmir’e döner dönmez evimizde ikiz kuzenlerim Kağan ve Kansu’yu görmeyi hiç ama hiç istemiyordum ama kovamazdım da. Kuzenlerimdi çünkü.

Maalesef.

Tezgâhın üzerindeki bulaşıkları makineye yerleştirirken Kağan yanıma geldi. Göz ucuyla Kağan’a baktım. “Halamı niye getirmediniz?”

“Çalışıyor canım o.”

“Keşke siz de çalışsaydınız.”

“Bizi bu kadar sevdiğini bilmiyorduk öpücük.”

Elimdeki bardağı Kağan’ın kafasına geçirmek üzereyken kendimi zor tuttum ve bardağı makineye koydum. “Bana öpücük demeyi kes! Adım Buse.”

“Hayır, öpücük.”

“Allah’ım neydi günahım?”

“Çok erkek kesiyorsun bence.”

“Kağan!”

Kağan gürültülü bir kahkaha attığında ayağımdaki terliği çıkardım ve Kağan’ın kafasına geçirdim. Acıyla yüzünü buruşturdu. “Yengem gelsin şikâyet edeceğim seni! Beni dövdü her yerimi morarttı diye.”

Sevimsiz bir şekilde gülümsedim. “Sen nasıl yirmi yaşındasın ya? Yemin ederim Atlas senden daha olgun. Çocuk daha altı yaşına yeni girdi!”

Merakla kaşları havalandı. “Atlas kim lan?”

“Sınıf arkadaşımın kardeşi.”

“He. Bana ne Atlas’tan. Ben Kağan’ım.”

“Adın batsın!”

“Of çok sıkıcısın.”

“Yallah köyüne o zaman.”

Kağan saçımı çekerken mutfaktan çıktı. İçimden şükür nidaları çekerken işlerimi bitirdim ve ben de mutfaktan çıktım. Bozulan saçımı yeniden topuz yaparken kapı açıldı, annemler içeri girdi. Kapının sesini duyar duymaz Kağan odadan fırladı.

“Yenge! Senin bu kızın beni dövdü.”

“İnanma anne! Yalan söylüyor. Sadece terliği kafasına geçirdim.” Kansu kapıyı kapatırken Kağan’a baktı. “Kesin hak etmişsindir.”

“Şuna bak şuna. Abinim ben senin.”

“İkiziz biz.”

“Sonuç olarak ilk ben çıktım annemin karnından.”

Kansu gözlerini devirdiğinde annemle Beril güldü. “Şu poşetleri mutfağa koysana.” Beril poşetleri elime tutuştururken, “Emredersiniz hanımefendi,” dedim ve poşetleri mutfağa taşıdım. Geri odaya geçtiğimde Kansu’nun yanına oturdum.

Kansu ile Kağan ikiz olmayan ikizlerdi. Huyları hiç ama hiç birbirine benzemiyordu. Ama fiziksel olarak birbirinin kopyasıydılar.

Kağan oturduğu yerden Beril’in saçlarını örerken, “Trekking yapıyoruz bugün,” dedi.

“Bu soğukta?”

Kansu’yla eş zamanlı söylemiştik bunu. “Öpücük, sen Kayseri’nin soğuğunu atlatamadın sanırım. O kadar soğuk değil.”

“Doğru bu arada Buse.”

Anneme göz ucuyla baktığımda bıkkınlıkla soludum. “Başka aktivite yok mu Kağan? Evde oturup film izleyelim işte.”

“Olmaz. Ben maceraperest bir insanım.”

“Ben de!”

“Beril kadar olamadın öpücük,” dediğinde kolumun altındaki yastığı Kağan’a fırlattım.

“Buse!”

Sevimli bir şekilde gülümsedim ve yerimden kalkarak Kağan’ın yanına gittim. Yüzünü yalandan severken, “Oy oy, benim bal kuzenim,” diyerek geri yerime geçtim. Annemin uyarısı her zaman korkutucu oluyordu benim için.

“E hadi, hazırlanın o zaman. Akşam yedi de evde olun ama. Yemek yiyeceğiz.”

“Tamam yenge,” dedi Kansu ayaklanırken. Kağan’ı başka odaya şutlarken biz aynı odaya geçtik ve üzerlerimizi değiştirdik. Montumun fermuarını çektikten sonra çantamı sırtıma taktım. “Normal yürüyüşe trekking diyor benim ikiz.”

Kansu’nun dediğine kıkırdarken, “Şaşırmadım,” dedim.

Tüm hazırlıklar bittikten sonra evden ayrıldık. “Nereye gideceğiz?” Kağan kollarımdan tutup yönümü çevirdi. “Yukarı taraf hep dağlık alan öpücük. Neyi düşünüyorsan…”

Dirseğimi Kağan’a geçirdiğimde acıyla inledi. “Görmeyeli iyice vahşileşmişsin.”

“Seni görünce otomatik oluyor.”

Kağan’la didişmeyi bırakıp dağlık alana doğru yürümeye başladık. Aslında yürümek iyi gelmişti bünyeme. Epeyce yürümüş, oradan oraya tırmanmıştık ve şu an nerede olduğumuzu bile bilmiyorduk. Yorgunluktan ölmek üzereyken, “Ay durun,” dedim nefes nefese. “Çok yoruldum.”

“Tempo tempo!”

“Seni şuradan aşağı bir atarım. Görürsün tempoyu Kağan!”

“Buse haklı, ben de yoruldum.” Kansu da benimle birlikte yere çömelirken Beril de yanıma geçti. “Bu sefer senin tarafında değilim Kağancığım, yoruldum. Sen nasıl yorulmadın ya?”

“Sporcular yorulmaz.”

“Sen sporcu değilsin ikiz.”

“Sin sipirci diğilsin ikiz.”

Çantama koyduğum suyu çıkarıp kafama dikerken, “Biz neredeyiz?” diye sordu Kansu. Beril etrafına bakındı. “Sanırım kaybolduk.”

“İleride bir ev var.”

Kağan’ın baktığı yöne bakarken, “Ee?” dedim. “Olamaz mı?”

“Oraya gidelim. Terk edilmiş gibi.”

“Gerek yok.”

“Hadi ama öpücük! Çok mızıkçılık yapıyorsun.”

“Buse!”

“Öpücük! Ayrıca benimle gelseniz iyi edersiniz. Sonra yarasalara yem olursam annem sizi kuyuya atar.”

Anlamsız bir şekilde yüzünü buruşturdu Kansu. “Her şeyi abartmayı ne kadar da seviyorsun!”

Kağan’ın çenesine dayanamadığımız için peşinde bulmuştuk kendimizi. Evin önüne geldiğimizde Kansu’nun kolundan çıktım ve Kağan’ın yanına geçtim. Kağan kapıyı iki üç kez tıklattı ancak kimse kapıyı açmamıştı. “Bu ev terk edilmiş. Kesin perili ev!”

“Peri de sen misin?”

Kağan, Kansu’ya ters bir bakış atarken bir anda kapı aralandı. Kansu hariç hepimizde korku adrenali salgılanırken, “Çekilin şuradan,” dedi Kansu. Önümüze geçtiğinde kapıyı inceledi. “Menteşeleri gevşemiş. Peri falan açmadı kapıyı.”

“Kimin kardeşi be!”

“Biraz kardeşin gibi cesur ol o zaman!”

“Ya Beril, şu ablana bir şey söyle. Beni yermek için fırsat kolluyor.” Beril teslim olmuşçasına ellerini kaldırdı. “Ben müdahale edersem eğer beni de yerebilir.”

“Ne kadar caniyse artık…”

“Hadi çok konuşmayın da içeri girelim.”

Kansu’nun talimatıyla birlikte önde o olmak üzere içeriye girdik. Ama hiç de beklediğimiz gibi bir görüntüyle karşılaşmamıştık. Bu ev sandığımızın aksine temiz ve derli topluydu. O zaman burada birileri yaşıyor olabilir miydi? Birisinin evine zorla girmiş olabilir miydik? İçimde yaşadığım suçluluk duygusunu bastırmaya çalışırken Kağan merdivenlere yöneldi. İlk basamağa bastığında iğrenç bir gıcırtı sesi duyuldu.

“Ev temiz ama aşırı eski.”

“Evet,” dedim ilk kez Kağan’ı onaylayarak. Beril de Kağan’ın peşinden giderken biz Kansu’yla beraber alt katı inceledik. Biraz ürkütücü bir evdi ve duvarlarda saçma sapan resimler çizilmişti. Hepsinin bir anlamı olduğunu düşünüyordum lakin çözebileceğimiz bir şey olduğunu düşünmüyordum.

“Buse, bak. Ne buldum.”

Yönümü Kansu’ya doğru çevirirken gözüm elinde tuttuğu deftere ilişti. “Günlük mü o?”

“Sanırım,” dedi sayfalarını karıştırırken. “İmza var üzerinde.” Kansu’nun yanına gittiğimde defteri elinden aldım ve sayfalarına baktım. Defterin yalnızca ilk beş sayfasında bir şeyler yazıyordu gerisi ise boştu. Elime bir resim takılınca kaşlarım çatılarak resmi elime aldım ve dikkatlice baktım. Bir bebeğin resmiydi. Tek kaşımı kaldırarak, “Ne dersin?” diye sordum. “Bir iki sayfa okuyalım mı?”

Düşünerek çenesini kaşıdı. “Çok mu meraklısın ne?”

Baygın bir bakış attım. “Kim? Ben mi? Alakası yok. Ben ve merak yan yana gelemeyiz. Asla. Sadece zaman geçsin diye dedim ben.”

Kahkaha attı. “Kesin öyledir.”

Üst kattan takırtılar gelirken, “Kağan!” diye bağırdım. “Ne yapıyorsunuz orada?”

“Gömü arıyoruz,” diye karşılık verdi alayla. “Ne yapabiliriz etrafı inceliyoruz.”

“Ok.”

Elimdeki günlükle birlikte koltukların birisine otururken Kansu da yanıma geçti. Günlüğün ilk sayfasını açtım ve okumaya başladım. Daha doğrusu okuyamadım. Üst kattan çığlık sesi duyunca günlüğü fırlatıp Kansu’yla beraber üst kata fırladık. “Ne oldu?” dedim korkuyla Kağan ve Beril’e karşı.

Kağan elindeki tuttuğu şeyi bana verdi. “Büyü yapılmış lan bu eve!” Şaşkın bir tavırla Kağan’ın uzattığı şeyi aldım. İçi şiş bir bez parçasıydı ve üzerinde Arapça yazılar vardı. Kansu anında elimden kaparken dişiyle bez parçasını yırttı ve içindekileri çıkardı. Bu kızdaki cesaretin birazı bende olsaydı keşke.

Bezin içinden birkaç materyal ve kâğıt parçası çıkarken diğerlerini yere atıp kâğıdı açtı. Onun içinde de Arapça yazılar yazıyordu. “Kağan haklı,” dedi Kansu. “Büyü bu. Kara büyü hem de.”

“Sen nereden biliyorsun bunları?”

Beril’in sorusu üzerine Kansu kehribar harelerini Beril’e çevirdi. “Paranormal şeyleri araştırdığım için biliyorum. Yazık, kim bilir büyü yapılan kişi neler çekmiştir…”

“Bence buradan bir an önce gitmeliyiz.”

“Bence de” dedi Kansu fikrimi destekleyerek. Akabinde büyüyü yerine bıraktı. “Başımıza bir iş gelmeden gitmeliyiz hem de.”

Hızlı adımlarla alt kata indiğimizde bir anda gök gürleyince korkum daha da artmıştı. Oldukça ince yapılı camlardan uğultular gelirken zor attık kendimizi dışarıya. Koşarak da evden uzaklaştık. “Daha fazla macera yaşayabilirdik!”

Kağan’ın kolunu cimcikleyeceğim sırada benden kaçtı ve Beril’in arkasına geçti. “Uzak dur benden öpücük!”

“Buse!”

“Öpücük!”

“Kavga etmeyi keser misiniz?”

Kansu’nun uyarısıyla ikimiz de susarken geldiğimiz yolları geri aştık.

Eve gittiğimizde saat henüz beşti. “Erken geldiniz,” dedi annem ben su içerken. Yutkunduktan sonra, “Geç bile kaldık,” dedim. “Kağan sayesinde büyülü eve girdik.”

“Ne?”

“Yine arkamdan atılıyor.”

Kağan yanımıza geldiğinde, “Olanları anneme anlat,” dedim ve mutfaktan çıkıp odama geçtim. Pijamalarımı geri giydikten sonra oturma odasına geçtim. Kansu kanepede uzanıyordu. Beril ise telefonla oynuyordu. Boş olan koltuğa geçerken Kağan da içeri girdi.

“Dizi izleyelim mi?” diye sorduğumda Kağan bana baktı.

“Dur tahmin edeyim… On beş sezonluk en az yirmi kere bitirdiğin Supernatural’ı açacaksın değil mi?”

“Diğer diziler sarmıyor ne yapayım…”

“Hayır!” dedi kesin bir dille. “Biz izlemek istemiyoruz. Değil mi Kansu?”

Kansu, Kağan’ı geçiştirircesine, “Hı-hı,” dediğinde homurdanarak kollarımı göğüs hizamda birleştirdim. “Siz ne anlarsınız…”

Kağan bir şey demeyip televizyonu açarken Kansu uyukluyordu. Sıkılarak oturduğum yerden kalktım ve odama geçtim. Yatağımın üzerindeki telefonumu elime alır almaz telefon çaldı. Arayan Erim’di.

Yüzümde anlamsız bir gülümseme belirdiğinde aramayı yanıtladım.

“Efendim?”

“Alt sokağa gelsene.”

“Şimdi mi?”

“Evet, şimdi. Bir şey buldum. Göstermem gerekiyor.”

“Ne buldun?”

“Telefonda konuşarak zaman kaybediyoruz, bekliyorum.”

“İyi ama geleme…” Lafımın yarıda kesilmesine sebep olan şey Erim’in telefonu suratıma kapatmasıydı. Bozuk bir surat ifadesiyle, “Haspam,” diye mırıldandım, çok geçmeden montumu üzerime geçirdim. Ama anneme ne diyecektim?

Mutfakta olan annemin yanına gidene kadar ne diyeceğimi düşünürken, “Geldiğin iyi oldu kızım,” dedi annem hemen. “Süt almayı unutmuşum. Gidip alabilir misin iki kutu?”

“Giderim tabii ki,” dedim büyük bir şirinlikle. Tam kapıdan çıkacakken, “Buse,” diye durdurdu beni annem. “Montunu neden giymiştin?”

Çalışmadığım yerden geldi soru.

“Biraz Gofret’le oynayacaktım.”

“Tamam kızım, cüzdanımdan al para.”

“Tamamdır anniş,” dedim ve parayı aldıktan sonra evden çıktım. Evden çıkar çıkmaz da koşarak alt sokağa indim. Erim’i gördüğümde heyecanlı bir şekilde yanına gittim. “Ne oldu? Ne buldun?”

Erim beni baştan aşağı süzerken, “Tavşan,” dedi gülerek. “Pembe tavşan.” Montumun altından görünen polar, tavşanlı pijama takımıma şöyle bir göz gezdirirken, “En sevdiğim,” dedim kıkırdayarak.

“Çok yakışmış.”

“Ne buldun?” dedim tekrardan. “Bak koşarak geldim daha da meraklandırma beni!”

Erim geldiğimden beri arkada duran ellerini öne getirdi ve bir elinde tuttuğu küçücük, gri yavru kediyi bana gösterdi. “Yaa,” dedim içimdeki minnoşluk kendini gösterirken. “Gerçekten mi?” Yavru kediyi Erim’den alırken kucağıma koydum, tüylerini okşadım. “Nereden buldun bunu?”

Çalılıkların arasını işaret etti. “Yeni doğmuş sanırım. Annesini göremedim. Ölmüş olabilir.” Dudaklarım büyük bir hüzünle sarktı. “Onu soğukta bırakamayız. Ama eve de götüremem. Annemin kedilere alerjisi var.”

“Ben götürürüm.”

“Gerçekten mi?”

“Gerçekten,” dedi gülümseyerek. Ben de gülümsedim, akabinde kediye baktım. “Senin adın Duman olsun mu kedicik?” diye sorduğumda mırıltı çıkardı. “Bebeğim benim,” dedim fısıltıyla. Harelerimi Erim’e çevirdim. “Sen yine neden buradasın?”

“Seni görmek için. Aslında ev adresini versen direkt kapının önüne geleceğim ama vermiyorsun.”

Kıkırdadım. “Böyle iyi.” O an aklıma saliselerin hızla geçtiği gelince kediyi öpüp Erim’e verdim. “Benim süt alıp eve gitmem gerekiyor.”

“Sonra görüşürüz o zaman, pembe tavşan.”

“Görüşürüz,” dedim ve koşar adımlarla Erim’in yanından ayrılarak markete gittim.

***

Daha siparişi vereli beş dakika geçmesine rağmen bir an önce siparişin gelmesini bekleyen Kağan’a gözlerimi kısarak vurdum. Ayağıyla yerde ritim tutuyordu. “Ne bu acele?”

Harelerini etrafı kolaçan etmekten alıp bana çevirdi. “Çünkü çok acıktım.”

“Evden çıkmadan önce tüm sofrayı silip süpürmüştün.”

“Evden çıkalı altı saat oldu. Sizin yüzünüzden girmediğim mağaza kalmadı benim.”

Kansu ayağıyla Kağan’a vurdu. “Bizden daha çok oyalandığını herkes biliyor.”

“Diliniz de pabuç gibi.”

Kansu’yla birlikte Kağan’a gülüşürken Kağan gözlerini devirdi. “Keşke Beril’im de gelseydi. Siz hiç çekilmiyorsunuz!”

“Gelmedi Beril’in.”

“Farkındayım öpücük!”

“Buse!”

“Öpücük!”

Tartışmamızı kominin siparişleri getirmesi bozarken, Kağan kıza oldukça hayran gözlerle baktı. “Çüş!” dedi mırıltıyla. “Bu ne güzellik!”

Kız, Kağan’a tuhaf gözlerle bakarken, “Afiyet olsun,” dedi ve yanımızdan ayrıldı. Kağan anında bana döndü. “Ben âşık oldum.”

Baygınlıkla göz devirdim. “Sen gördüğün her güzel kıza âşık oluyorsun.”

“Bu sefer ki başka vallahi!”

“Ya he he.”

Kağan son dediğimi kulak ardı ederken kaşığını çorbaya daldırdı. Lâkin yüzü anında ekşidi, kaşığını kenara koyarak çorba kâsesini burnuna doğru yaklaştırdı ve çorbayı kokladı. “Bu domates çorbası,” dedi tiksintiyle.

“Sen ezogelin istememiş miydin?”

Kansu’nun sorusunu onaylarken az önceki komi yeniden yanımıza geldi. Telaşlı görünüyordu. “Beyefendi gerçekten çok özür dilerim,” dedi mahcup bir şekilde. “Ben siparişleri karıştırmışım.”

Kağan anlayışla gülümserken, “Sorun değil,” diye karşılık verdi.

“Hemen değiştirebilirim.”

Hayır anlamında başımı salladı Kağan. “Gerek yok gerçekten.” Kızın bakışları hâlâ tedirginken, “Çorbam soğuyor, içebilir miyim?” dedi sırıtarak.

Kız Kağan’ın dediğine afallarken, “Çok pardon, o zaman ben şey... Gideyim. Size afiyet olsun.”

Kıkırdayarak, “Teşekkürler,” der demez kız şaşkın bir şekilde hızla yanımızdan uzaklaştı. Kansu’yla eş zamanlı Kağan’a baktık.

“Sen domates çorbasından tiksiniyorsun!”

“Kıza da yazık. Baksana ne kadar tedirgindi…”

“Tam bir yalakasın,” dedim çatalıma batırdığım marulu ağzıma atarken. Kağan cevap vereceği sırada bir anda geri vazgeçti ve yemeğine odaklandı.

Bir saati devirdikten sonra masadan kalktık. “Siz beni kapıda bekleyin, hesabı ödeyip geliyorum,” dedim Kansu’ya dönerken.

“Tamamdır.”

Onlar dışarı çıktıktan sonra kasaya doğru ilerledim ve birkaç kişiyi bekledikten sonra ödemeyi yaptım. Kasadan ayrılıp dış kapıya doğru yürürken Kağan’la çarpışmam bir oldu. “Yavaş!”

“Telefonum,” dedi endişeli bir ses tonuyla ve az önce oturduğumuz masaya bakındı. “Telefonum yok lan!”

Tüm etrafı gözlerimle süzerken komi kız yanımıza geldi tekrardan. “Sanırım telefonunuzu arıyorsunuz?”

Kağan’ın yaşadığı rahatlık hissi yüzüne yansırken, “Ah evet,” diye karşılık verdi. Kız bir elinde telefonu tutuyor, diğer eliyle ise utançla alnını kaşıyordu.

Kağan, kızın alnını kaşıdığı sağ elindeki bene odaklanırken kendi sağ elini ona doğru gösterdi. “Bak! Aynı yerde benlerimiz var.”

Kızın bakışları Kağan’ın eline ulaşırken gülümsedi. “Ne tesadüf.”

Akabinde telefonu uzattı kız. Kağan telefonu aldıktan sonra, “Bu arada,” diyerek söze girdi. “Domates çorbası daha güzelmiş. Normalde tiksinirdim.”

Yaka kartı ters döndüğü için adını bilmediğimiz kızın yüzüne samimi bir gülümseme yerleşirken, “İlk kez çok güzel bir hata yapmışım,” dedi ve bu sefer gerçekten gitti.

Kağan kızın ardından öylece bakarken, “Öyle olmuş,” diye fısıldadı. Kağan’ın koluna girip çıkışa doğru çekiştirdim. “Vallahi bayılacağım şimdi!”

“Bayılırsan seni taşımam Kağan!” dedim ve restorandan çıkarak Kansu’nun yanına gittim. Çok geçmeden Kağan da peşimden geldi.

“Hangi bara gideceğiz?”

Kağan’ın sorusuna karşılık olarak çaprazı gösterdim. Ardından bara gittik.

Gözlerimle etrafı tarayarak boş masa bakınırken şaşkınlıkla, “Mehmet?” dedim sorarcasına. Beni duyduğunda kafasını çevirdi, “Buse,” dedi gülümseyerek. Ben yanına ilerlemeden kendisi yanıma geldi. Kağan ve Kansu ise Mehmet’in kim olduğunu anlamaya çalışır şekilde bakıyordu. “İzmir’e döndüğünden haberim yoktu.”

“Haber vermeye fırsatım olmadı.” Bakışlarımı kuzenlerime çevirdim. “Kuzenlerim geldi. Kansu ve Kağan.”

Kağan, Mehmet’e oldukça yargılayıcı gözlerle bakarken Kansu, Kağan’ı cimcikledi ve Mehmet’e elini uzattı. “Merhaba.”

Mehmet Kansu’nun elini tutarken aynı şekilde karşılık verdi. “Birlikte oturalım isterseniz.”

Mehmet’in teklifi üzerine Kağanlara baktım. “Fark etmez,” dedi Kağan.

“Oturalım.”

Mehmet’in oturduğu masaya biz de yerleştikten sonra, “Canlı müzik ne zaman başlayacak?” diye sordu Kağan.

Bilmiyorum dercesine dudak sarkıttım. “Çok sürmez.”

“Mikrofonu ödünç istemeyi düşünüyorum.”

Kansu gürültülü bir kahkaha patlattı. “Bu sesle mi?”

“Ne varmış sesimde!”

Omuz silkti. “Hiç, çok güzel olduğu için diğer insanlar kıskanmasın diye dedim ben.”

“Çok kötüsün bu arada.”

Kağan ayaklanırken kaşlarım çatıldı. “Nereye?” Sorum üzerine bana baktı, cevap vermesini beklerken hiçbir şey demeden müzik organizasyonun olduğu tarafa doğru ilerledi. Olumsuz anlamda başımı salladım. “Ah bu çocuk…”

“Siz nerede yaşıyorsunuz normalde?”

Mehmet’in sorusu üzerine Kansu’yla eş zamanlı Mehmet’e odaklandık. “İstanbul. Ya siz? Liseden mi arkadaşsınız?”

Mehmet’in gülümseyen bakışları bana değdiğinde, “Evet,” diye cevap verdi. Ardından yanaklarımı sıktı. “İyi ki tanışmışız diyorum bir yandan da.”

Kıkırdayarak saçlarını karıştırdım. “Ben de diyorum ama arada.”

Kaşları çatıldı. “Arada mı?”

“Şaka yapıyorum.”

Mehmet kolunu omzuma atarken beni kendisine doğru çekip yüzümü sıktı. Birlikte gülüşürken Kağan geldi yanımıza. Başımı Mehmet’in omzundan kaldırmadan göz ucuyla Kağan’a baktım. “Vermediler mi mikrofonu sana?”

“Başkasına söz vermişler.”

“Kime?”

“Tanımıyorum ki. Çocuğu gördüm ama yakışıklı bir şeydi. Kız olsam ona verird…”

“Kağan!”

Kansu eliyle Kağan’ın ağzını kapatırken sinirle soludu. “Hangi ara bu kadar terbiyesiz birisi oldun?”

“No dodom bon şomdo? Goyot hokloydom!” Kağan’ın boğuk sesi üzerine Kansu elini çekti. Kağan sinirle kardeşinin saçını çekti.

“Abine karşı saygılı ol seni bücür!”

“Bir şeyler mi içsek?”

“Buse haklı,” dedi Kansu hemen. “Kağan’ın boş çenesinden daha iyidir.” Kansu ayaklanırken Kağan kolundan tutarak geri oturttu. “Ben alırım, sen otur.”

Kağan ne içeceğimizi sorduktan sonra yanımızdan ayrıldı. İnsanların gürültüsünü baterilere vurulma sesi anında keserken melodi verildi, şarkı söylenmeye başladı.

Birden ay ışığını kesti,

Duyduğum sesin beraberinde tüylerim ürpermişti. Anında kafamı şarkıyı söyleyen kişiye çevirdim. Onca kişinin arasından yalnızca bana bakan kahverengi gözler öylesine can yakıcı duruyordu ki şu an.

“Erim…” dedim mırıldanarak. Bir an olsun ayırmadı gözlerini üzerimden. İyi ama ne zaman gelmişti buraya? Neden görmemiştim onu? Denk mi gelmiştik yoksa burada olduğumu biliyor muydu?

Birde sen karşıma geçtin,

Başka biri var, biri var dedin.

İnanamadım gittiğine,

İnanamadım bittiğine…

Ne sen baktın ardına ne ben,

Hep ayrı yollarda yürüdük,

Sustu bu gece karardı yine ay,

Kaldı geriye cevapsız sorular,

Uyandığımda onu ilk kim görecek?

Bıraktığım düşü kim büyütecek?

Mikrofonu tutan elini sıktığını fark ettiğimde tüm vücudum gerilmeye başlamıştı. Neden bana bu kadar korkutucu bakıyordu? Bir anda bakışlarım Erim’den çekilirken Mehmet’le göz göze geldim. Çenemdeki elini anında geri çekerken, “Sana mı bakıyor o?” diye sordu.

Cevap vermedim.

“Kim o Buse?”

Kansu’ya çevirdim harelerimi. “Bizim sınıftan.”

Mehmet omuzlarımdan tutarken, “Gergin görünüyorsun,” dedi tedirgin bir ifadeyle.

Başımı iki yana salladım. “İyiyim ben.”

Müzik bir anda yarıda kesildiğinde başımı tekrardan Erim’e doğru çevirdim. Hızlı adımlarla yanıma gelerek kolumdan tuttuğu gibi beni kendisine çekti. Oldukça sinirli görünüyordu. Saniyeler içerisinde, “Bu kıza dokunduğun ellerini sikeyim!” diye bağırarak Mehmet’e yumruk attı. Etrafta çığlıklar koparken kimsenin konuşmasına müsaade etmeden beni peşinden sürükleyerek dışarı çıkardı, barın arka kısmına çekti.

Kolumu Erim’den kurtarırken, “Ne yaptığını sanıyorsun sen!” diye bağırdım sokakta yankı yapan sesimle. “Ne halt yiyorsun sen!”

“O herifin sana yaklaşmasına tahammül edemiyorum!” diye bağırdı itiraf edercesine. Öfkeden gözlerinin döndüğünü anlamak zor değildi. “Görmek istemiyorum! Bu herifi senin yanında görmek istemiyorum! Ama gördüğüm yetmiyor gibi dokunuyor orospu çocuğu!”

Tüm bedenim sinirle bütünleşirken, “Senin Mehmet ile olan derdin ne?” dedim yeniden bağırarak.

“Ondan uzak durmanı istiyorum sadece.”

“Ya neden! Neden? Neden hepiniz Mehmet’ten uzak durmamı istiyorsunuz? Ne derdiniz var arkadaşımla? Bana zararı olmayan, zerre tanımadığınız bir insanla ne gibi bir derdiniz olabilir? Kafayı yemek üzereyim!”

Bağırdığım için etraftaki insanlar bize bakarken bakışlarımı onlardan alıp Erim’e çevirdim. “Cevap ver bana!”

“Ben bunu cevabını sana defalarca verdim, Buse.”

“Ben de sana defalarca o benim arkadaşım dedim. Mehmet benim arkadaşım, öyle de kalacak. Ne seni ne de bir başkasını zerre ilgilendirmiyor bu durum.”

“O seni arkadaşı olarak görmüyor! Bu kadar mı farkında değilsin olayların? Bu kadar mı körsün ona karşı? Sana dokunmak için an kolluyor, sürekli yanında olmak için çabalıyor. Sana hiçbir şekilde arkadaşı gibi davranmıyor! Kaç ay oldu seninle tanışalı Buse? Ben bunları fark ediyorum da sen nasıl etmiyorsun?”

“Ne?” diyebildim sadece. “Hep aynı şeyleri söylemekten sıkılmadın mı?”

Elini montunun iç cebine atarken bir kâğıt çıkardı, bana uzattı. “Aç bak.”

Katlı olan kâğıdı açtığımda gördüğüm şeyin beraberinde şoke geçirmiştim. Bu benim karakalemle çizilmiş resmimdi. “Çok değer verdiğin arkadaşının kitabının arasından yere düştü bu resim!” dedi dibime sokulup bağırarak. “Altındaki notu da okudun mu?”

Kaşlarım çatıldığımda gözlerimle kâğıda bakındım, alttaki küçük nota baktım.

“Sadece benim güzelim…”

Yutkunduğumda tekrardan çizime baktım, yalan söylüyordu. Bunu Mehmet yapmış olamazdı. “Sen kafayı yemişsin!” dedim Erim’i tüm gücümle ittirirken. “Neyi bahane edeyim diye düşünürken ona iftira atacak kadar düşmüşsün! Sakın bir daha çıkma karşıma Erim!”

Eli omzuma uzandığında, “Dokunma!” diye bağırdım. “Dokunma bana! Yaklaşma! Sıkıldım ben sizden! Uzak durmam gereken kişi sizken sizinle uğraşmaktan sıkıldım!”

“Buse!”

Erim’i orada bırakırken koşarak barın ön tarafına doğru gittim. Mehmet’i gördüğümde endişeli gözlerimle yanına koştum. “İyi misin?”

Hareleri beni bulduğunda, “İyiyim,” diye cevap verdi. Kollarımı sıkıca Mehmet’e sararken az önceden beri tuttuğum gözyaşlarımı akıttım.

“Buse, anlatacak mısın?”

Göz ucuyla Kansu ve Kağan’a baktım. “Eve gidince.”

***

“Yani Erim, Mehmet’in senden hoşlandığını söylüyor.”

Harelerimi elimdeki kupamdan alıp Kağan’a çevirdim. “Erim hoşlandığını, Direnç ise tehlikeli olduğunu savunuyor. Ben hiçbir şeyi anlayamıyorum. Onlar Mehmet’te ne görüyor da ben göremiyorum?”

Kansu kaşlarını kaldırarak homurdandı. “Bence ikisi de aynı anda birisinin kötü olduğunu söylüyorsa… o kişiye dikkat etmek gerekebilir. Bilmiyorum, Buse. Ne Erim’i ne de Direnç’i tanımıyorum. Belki de sen haklısındır, onlar yanılıyordur. Ama şunu sormak istiyorum. Mehmet kaç yıllık arkadaşın olursa olsun, ona gerçekten güveniyor musun tam anlamıyla?”

Başımı önüme eğdim, parmağımı içinde kahve olan kupamın kenarında döndürmeye başladım. Mehmet’e duyduğum güven, o kadar güçlü müydü gerçekten? “Bilmiyorum,” dedim omuz silkerek.”

“Erim kim Buse? Sadece sınıf arkadaşın olmadığını anlayacak yaştayız.”

Kağan’ın sorusu üzerine bakışlarımı ona çevirdim. Erim’in adını duyar duymaz içimden yükselen o derin karmaşayı hissediyordum. Kansu ve Kağan’ın gözleri üzerimdeydi ama ben Erim’i düşündüğüm an, sanki bütün dünya duruyordu. Dudaklarım kıpırdasa bile onu anlatmak istemediğimi anladım.

Sahi, kimdi Erim?

Neden bu kadar kafama takıyordum onu?

“Konuyu kapatabilir miyiz?” Sessizlik yine hakim olduğunda oturduğum yerden kalktım ve “İyi geceler,” diyerek odama geçtim.

Sadece ağlıyordum.

Ama neye ağladığımı bilmeden ağlıyordum. Bu durum biraz komik ya da acınasıydı. Daha bu sabah her şey güzelken… ne olmuştu bir anda bu kadar mahvolmak için? Anlamıyordum. Anlayacağımı da düşünmüyordum. Kafam taşma raddesine ulaşmıştı artık.

Gözyaşlarım dudaklarıma ulaştığında burnumu çekip elimi tersiyle gözlerimi sildim. Yatağa yattığımdan beri aklım sürekli Erim’le kavga ettiğimiz ana götürüyordu beni. O anıya hapsolmuş gibiydim ve çıkamıyordum. Bu denli kalbimin ağrıması normal miydi?

Tam o sırada, yanımdaki telefonun titreşimi sessizliği bozdu. Gecenin karanlığında, aniden gelen bu çağrı bir ürperti gibi içimde dolaşıyordu. Bilinmeyen numaraydı. Tereddütle, parmağımı ekrana sürükleyip yanıtladım.

Telefonu kulağıma götürdüğüm anda, beklenmedik, boğuk bir ses yankılandı, “Akıllı kızsın,” dedi kim olduğunu bilmediğim kişi. “İşte bu yüzden sen.”

Loading...
0%