Yeni Üyelik
23.
Bölüm

Bölüm 23 - Kan ve Vuslat

@tuvbaveotesi

Tehlikeli Fısıltı

Bölüm 23 - Kan ve Vuslat

Elimde tuttuğum limonlu, ballı ılık su karışımını dudaklarıma götürürken son yudumu da tiksinircesine içtim ve kupayı anneme uzattım. Annemin endişeli olduğu kadar da sorgulayan bakışları uzun bir süre yüzümde gezindi, kupayı elimden alarak, “Bir gecede hasta olmayı nasıl başarabildin Buse?” diye sordu.

Burnumu çektiğimde şirin bir şekilde gülümsedim. “Hastalık geliyorum demezmiş, anneciğim.”

“İlaçlarını içtin mi?”

Onaylarcasına gözlerimi kırpıştırdım. “İyiyim anne, gerçekten. Sadece burnum akıyor. Sen işe git, ben kendi başımın çaresine bakarım.”

“Emin misin kızım?”

“Hı-hım.”

Annemin isteksiz bakışlarıyla karşı karşıya kalırken, “Anne…” dedim homurdanarak.

“Tamam, tamam. Sakın kalkma yataktan, dinlen iyice.” Anneme öpücük atarak karşılık verdiğimde annem odadan çıktı ve yaklaşık on dakika sonra geri geldi. “Ben çıkıyorum. Dikkat et, güzelliğim.”

“Görüşürüz annem.”

Annem evden çıktıktan sonra komodinin üzerindeki telefonuma uzandım ve rehbere girerek Melis’i aradım. Dünden beridir ses seda yoktu. Üçüncü çalışta telefon açıldı.

“Melis, bulabildiniz mi?”

“Çok az kaldı. Bugün belli olur.”

“Tamamdır, mutlaka haber ver bana.”

“Tamam yavrum kapatıyorum şimdi, görüşürüz.”

“Görüşürüz,” diyerek aramayı sonlandırdım ve telefonu yanıma bıraktım. Yatağın hangi köşesine fırlattığımı bile bilmediğim peçeteyi ararken yanlışlıkla telefonumu yere düşürdüm. Kalkıp almak yerine yataktan yere doğru sarkarak aldıktan sonra peçetemi de buldum ve burnumu sildim.

Bir süre sadece tavana baktım. Ardından bunalımlara girdiğim için yataktan kalkarak dolabımdan temiz kıyafetler çıkardım ve banyoya geçtim.

Ilık bir duş sonrası kendimi daha da iyi hissederken dağınık olan yatağımı topladıktan sonra saçlarımı kuruttum ve gelişigüzel bağladım. Montumu üzerime geçirirken annemin dışarı çıktığımdan haberi olsa beni öldürür diye düşünmüştüm ancak çok da umursamamıştım.

Annem işten dönmeden eve dönerdim.

Tüm hazırlıklarımı bitirdikten sonra dün yerde bulduğum bilekliği çekmeceden aldım ve çantama atarak çantamı omzuma taktım. Odadan çıkıp botlarımı giydikten sonra da evden çıktım. Bilekliği sahibine verecektim.

Ve bilekliği götürmenin bahane olduğunu maalesef ki biliyordum. Ama belki de… Belki de Erim bu bilekliği aramıştı her yerde. Belli mi olurdu?

Çok safsın.

İç sesime kendimce göz devirirken otobüs durağına doğru ilerledim ve birkaç dakika sonra gelen otobüse binerek gitmek istediğim yere doğru yol aldım. Biraz uzaktı ancak tek otobüsle gittiğim için kendimi birazcık şanslı hissediyordum.

Burnumun aktığını hissettiğinde çantama attığım peçete paketinden bir tane peçete çıkardım ve burnumu hafifçe sildikten sonra başımı cama yasladım.

Geçen dakikaların ardından otobüsten indim ve Erimlerin evinin olduğu sokağa girdim. Neden bilmiyordum ama kalp atışlarım daha şimdiden hızlanmaya başlamıştı ve olabildiğince gerilmiştim. Adımlarım oldukça yavaş ilerlerken eve geri dönmeyi bile düşünmüştüm ancak bu kadar yolu boşuna gelmiş olamazdım.

Derin bir nefes alarak -burnum tıkalı olduğu için nefes bile alamayarak- kendimi gazladım ve adımlarımı hızlandırarak evin bahçesine giriş yaptım. Kapıya doğru yaklaşırken kalbim adeta gümbürdüyordu.

Sanki Erim’i ilk kez görüyorsun Buse! Kendine gel!

Kalp atışlarımı yok sayarak kapının önüne geldim ve duvara uzanarak zile bastım. Stresten ayağımla yerde ritim tutarken bir yandan da çantadan bilekliği çıkardım. Evde kimsenin olmadığı düşünmeye başlayacağım sırada kapı açıldı, karşıma üzerinde sadece eşofman olan Erim çıktı.

Ben onu bu halde gördüğüme şaşırırken o direkt olarak beni gördüğüne şaşırmış gibi duruyordu. Sorgularcasına tek kaşı havalandığında, “Neden geldin?” diye sordu soğuk bir ses tonuyla.

Erim… sence de abartmıyor musun bu kadar tepkili olmayı?

Yemin ederim canım yanıyor.

Yapma.

“Şey…” dedim düşüncelerimden arınıp konuşmayı başardığımda. Ardından elimi Erim’e doğru uzattım. “Ben bilekliğini buldum. Bizim orada. Yani o Duman’ı bana gösterdiğin yerde… Onu getirmek istedim de.”

Erim, harelerini elimdeki bilekliğe çevirdiğinde bilekliği elimden aldı ve bilekliğin iç kısmında yazan ismine baktı. Bakışları yeniden bana döndüğünde, harelerine yansıyan acımasızlığı görebiliyordum. Bana ne kadar sinirli olduğunu, beni ne kadar görmek istemediğini anlayabiliyordum.

“Önemsiz bir bileklik. Bulduğun yerde kalsa da olurdu.”

Gözlerimi diktiğim gözlerinden alıp yüzünde gezdirdim. Dudaklarımı ıslatırken, “Belki önemlidir diye düşünmüştüm,” diye cevap verdim. Sesim, Erim’in bana soğuk yapmasından ötürü cılız çıkıyordu.

Dudaklarına alaycı bir gülümseme yerleşti, “Ne zamandan beri benimle ilgili şeyleri düşünür oldun?” diye sordu sert bir şekilde. “Varsa yoksa kendi fikirlerin. İnsanlar peşinde dolanıyor, canın yanmasın diye çabalıyor ama sen ısrarla bir şeyleri düşünüp tartmak yerine karşı tarafı suçluyorsun.”

“Yanılıyorsun,” dedim hiddetle. “Nasıl bu şekilde düşünebilirsin? Hiç mi tanımadın beni bugüne kadar?”

Oldukça imalı bir şekilde güldü. “Sana kanıt gösterdiğim halde bana inanmadığını söyleyip gitmemi söyleyene kadar ben de tanıdığımı düşünüyordum. Ne yazık ki büyük yanılmışım.”

“Erim…”

Sözümü bir anda, “Erim! Getirdim tişörtünü,” diyen Dila bozarken harelerimi Erim’den alıp görmeyi hiç ummadığım kişiye çevirdim.

Beni görünce sona doğru sesi kısılan Dila’ya sorgularcasına bakarken, “Buse?” dedi benden önce davranarak. Ardından gülümsedi ve kapının dışına çıkıp kollarını bana sardı. “Görüşemiyoruz ne zamandır. Çok özledim seni de!”

Dila benden ayrılırken sahte bir gülümsemeyle üzerindeki şorta bakmakla yetindim. “Sen ne yapıyorsun burada?”

Dila’nın hareleri Erim’e değerken birden koluna girdi ve “Uzun zamandır Erimle de görüşemiyorduk,” dedi. “Malum, tatildeydim ne zamandır. Yeni geldim. Evde de kimse yokmuş, fırsattan istifade koştum hemen. Sen neden gelmiştin?”

“Önemsizdi,” dedim Erim’in bana dediği gibi.

Yüreğim yanıyordu ve yüreğimi söndürebilecek kişiyle yakan kişi aynıydı.

“Dila, üşütme. İçeri geç,” diyen Erim’e sadece bakmakla yetinirken boğazımın düğümlendiğini hissettim. Dila’nın bu halde, Erim’in evinde ne işi olabilirdi? Ya Mert... haberi var mıydı sevgilisinin burada olduğundan? Ne kadar arkadaş olurlarsa olsunlar bu şekilde yakın olamazlardı. Olabilirler miydi? Karışamazdım değil mi?

Karışamazdım.

İkisine de hiçbir şey demeden arkamı döndüm ve hızlı adımlarla oradan çabucak uzaklaştım. Gözlerimden dökülmek için saniyeleri sayan gözyaşlarım teker teker dökülmeye başladığında sessizce bir köşeye sindim ve elimle ağzımı kapatarak ağlamaya başladım.

Yeniden olmuştu işte… Yeniden ağlatılmıştım sevdiğim kişi tarafından, ikinci kez kırılmıştım. Korktuğum için savaştığım savaşta yenilmiştim.

Sindiğim yerden kalkarak buğulanan gözlerimi sildim ve ağır adımlarla sadece yürüdüm. Nereye gittiğimi bilmeden yürüdüm.

Bana bu kadar kötü davranabilmeyi nasıl başarabiliyordu? Nasıl başarmıştı? Benim tanıdığım adam bu değildi ki… O kıyamıyordu bana. Hep sevgiyle bakıyordu, kırmayacak kadar güzel bakıyordu. Ne olmuştu bir anda? Sırf ona inanmadığım için bu kadar kırmaya hakkı var mıydı?

Montumun cebindeki telefonumun titrediğini hissettiğimde duraksadım ve elimi cebime atarak telefonumu çıkardım. Arayan Mehmet’ti. Dün eve gittiğimde bir şey sormak için aramıştım Mehmet’i ve o yüzden diğer telefonumun tamirde olduğunu söylemiştim. Ancak şu an telefonda konuşacak havamda değildim. Aramayı reddederek yoluma devam ettim ancak çok geçmeden tekrardan çaldı. Ben açmadıkça Mehmet daha çok arıyordu. En son pes ettim ve aramayı yanıtladım.

“Buse… neden açmıyorsun telefonu? Ödüm koptu başına bir şey geldi diye.” Sesi gerçekten de endişeli geliyordu.

Biraz daha toparladığımı hissederek konuştum. “İşim vardı da o an. Açamadım. Bir şey mi oldu?”

“Hayır, ama sana bir sürprizim var.”

Oldukça tepkisiz bir şekilde, “Ne sürprizi?” diye sordum.

“Hani okul zamanı söz vermiştin lakin sonrasında kalmıştı. Onu telafi edeceğim.”

“Mehmet… inan hiç havamda değilim. Sonra yapalım.”

“Bu sefer itiraz istemiyorum. Gerçekten darılırım.”

“Mehmet…”

“Buse, lütfen. Kırma beni.”

“Peki, tamam. Nereye geleyim?”

“Neredesin şu an?”

Etrafıma bakındıktan sonra nerede olduğumu Mehmet’e söyledim.

“Tamamdır, on dakikaya oradayım.”

“Tamam,” dedikten sonra telefonu kapattım ve kaldırımın köşesine oturdum.

Doğru kişiye inanıyordum değil mi?

Geçen on dakikanın ardından Mehmet’in arabasını görünce oturduğum yerden kalktım ve arabaya doğru ilerledim. Arabayı kenara çektiğinde umutsuz vaka olan bedenimle birlikte arabaya bindim. Ben kapımı kapatırken Mehmet sorgular tavırlarıyla bana baktı.

“Ağladın mı sen?”

“Hayır,” dedim olabildiğince ağladığımı belli etmemeye çalışarak. “Hastayım biraz.”

Elini alnıma uzatıp ateş kontrolü yaptığında, “Ateşin yok,” diye cevap verdi. Kemerimi takarken Mehmet’i onayladım. “Sadece burnum akıyor. İyiyim.”

“Emin misin Buse, hastaneye gidelim mi?”

“Eminim. Gerek yok.”

“Peki madem,” dediğinde arabayı sürmeye devam etti ve nereye gittiğimizi bilmediğimiz yolculuğumuza başladık. Biraz sessizlikten sonra harelerimi Mehmet’e çevirdim. “Bugün ayrı bir yakışıklısın sanki?”

Bakışlarında gizemli bir ifade vardı. Bazen bir sır saklıyor gibiydi. Giydiği beyaz gömlek, omuzlarının genişliğini ve ince yapısını ortaya çıkarırken ona oldukça şık bir görünüm katmıştı. Gömleğinin kollarını dirseklerine kadar sıyırmış, kolundaki kahverengi deri bilekliklerle sade ama etkileyici bir tarz yaratmıştı. Pürüzsüz yüzü ve dudaklarının kenarındaki gülümseme, onun bu rahat ve özgüvenli halini daha da tamamlıyordu.

Mehmet kıkırdayarak tepki verdi. “Yanımdakine yakışmalıyım.”

Belli belirsiz gülümsediğimde, “Nereye gidiyoruz?” diye sordum.

“Sürpriz!”

“Of,” dedim bıkkınlıkla. “Çok var mı?”

“Hayır,” dedi son heceyi uzatarak. “Hatta… geldik bile.”

Cama yaklaşıp etrafıma bakındığımda tanıdık bir yerde olduğumuzu düşünmüyordum. Kemeri açıp arabadan indikten sonra gözlerimle etrafı taradım, köşedeki sokağın adını okudum.

Mehmet yanıma geldikten sonra, “Gidelim,” dedi ve karşıdaki iki katlı yapıya doğru yürüdü. Ev olduğunu düşünüyordum ancak içeriye girdiğimizde restoran olduğunu fark etmiştim. Yani alt katı restorandı ancak kimseler yoktu. Mehmet’in peşinden ilerlediğim için üst kata çıktık ve oldukça ihtişamlı, otel odası gibi büyük bir oda bizi karşıladı.

Balkon manzarası denize bakıyordu ve balkonda küçük bir yemek masası vardı. Odanın içerisinde ise büyük bir yatakla, lavabo olduğunu düşündüğüm başka bir oda. Klasik bir otel odasında bulunabilecek şeylerdi ancak buraya otel demek istediğimden emin değildim. Tek odalı otel görmemiştim bugüne kadar.

Etrafı incelemeyi bırakıp Mehmet’e döndüğümde, “Burası otel mi?” diye sordum.

“Sayılır. Alt kısım restoran. Burası ise rezervasyon sistemiyle çalışıyor ve sadece rezervasyon yapan kişi ile partnerine ait oluyor.”

Anladığımı belli eden mırıltılar çıkardığımda aklımda burada ne gibi bir sürprizin beni karşılayacağı fikri dönüyordu.

Ortamın güzelliğine kıyasla kıyafetlerime baktığımda yüzümü buruşturdum. Mehmet bunu fark etmiş olacak ki yatağın üzerinde durduğunu yeni fark ettiğim kutuyu bana doğru uzattı. “Bu senin için.”

“Ne ki bu?”

“Aç bakalım.”

Mehmet’in uzattığı kutuyu aldıktan sonra kapağını açtım ve içinden çıkacak şeye baktım. Siyah bir elbiseydi. Göz ucuyla Mehmet’e bakarken, “Ne gerek vardı?” diye sordum.

“Annemindi. Sana da yakışacağını düşündüm. Bu özel gün için de giymeni istedim.”

“Giymese…”

“İtiraz istemiyorum bugün!”

İtiraz etme hakkım elimden alındığında, kutuyla birlikte banyoya geçtim ve çantamı lavabonun kenarına bıraktıktan sonra elbiseyi çıkarıp tamamına baktım. Üzerimdekilerden kurtulduktan sonra elbiseyi giydim ve aynadan kendime baktım.

Elbise güzeldi ancak yüzüm olabildiğinden daha soluktu. Çantamı karıştırıp kırmızı renkli rujumu çıkardım ve dudaklarımı renklendirerek bozulduğunu düşündüğüm saçlarımı dağınık bir topuz yaptım. Ne kadar makyajsız olursam olayım kırmızı ruj daima hayat kurtarıyordu.

Elbisenin bel kısmı büzgülüydü. Uzundu ve yırtmacı vardı. Lakin fazla iddialıydı sanki.

Kendimi incelemeyi bıraktıktan sonra dağıttığım eşyalarımı toparlayarak bir köşeye koydum ve banyodan çıktım. Mehmet’in balkonda olduğunu fark ettiğimde yanına doğru ilerledim.

Telefonda birisiyle konuşuyordu. Benim geldiğimi anlamış olacak ki, “Tamam, görüşürüz,” diyerek telefonu kapattı ve bana döndü. “Çabuk hazırlandın…” derken son kelimesini oldukça kısık söylemişti.

Mehmet’in yanına yaklaşırken gözlerini bile kırpmadan beni inceledi. Harelerine yansıyan beğeni hissine karşın ben yine olabildiğince tepkisizdim. Mırıltıyla kısık bir küfür savururken, “Buse,” dedi sessizce. Ardından bir süre sustu. “Çok güzel olmuşsun.”

Gözlerim hafifçe kısılırken, “Eh, sen de fena sayılmazsın,” dedim kıkırdayarak. “Giderin var.”

“Yanında sönük kalırım ben.”

Bakışlarımı Mehmet’ten alıp deniz manzaralı yemek masasına çevirirken dudaklarımdan küçük çaplı bir ıslık döküldü. “Sen mi hazırladın bunları?”

Başıyla onay verdi. “Oturalım mı?”

“Oturalım,” dedikten sonra sandalyeyi kendime doğru çektim ve oturdum. Mehmet de yemek servisini yaptıktan sonra karşıma geçti.

“Nasıl buldun?”

“Güzel,” dedim fazla düşünmeden. “Hâlâ sürprizini merak ediyorum. Umarım bu yemek değildir Mehmet.”

Kıkırdadı. “Değil. Yemekten sonra.”

Bunun üzerine sessizliğe büründüm ve yemeğime odaklandım. Cam balkon olduğu için içerisi sıcaktı. Bu yüzden üşümüyordum. Ama nedense içime bir huzursuzluk dolmuştu. Olabildiğince bunu göz ardı ederek yemeğimi bitirdim ve arkama yaslanarak Mehmet’e döndüm. “Hadi sürprize geçelim!”

“Çok acelecisin.”

“Öyleyimdir.”

Mehmet yerinden kalkarak yanıma geldi ve bana elini uzattı. Tuhaf bakışlarım Mehmet’i bulurken benden hamle gelmeyeceğini anladı ve elimi eline koyarak beni yerimden kaldırdı. Balkondan çıktığımızda kapıya doğru ilerledi ve odanın dışarısına çıktık.

“Bir dakika bekle,” deyip yanımdan ayrıldıktan bir süre sonra elinde büyük bir beyaz gül buketiyle geri geldi, buketi bana uzattı.

Şaşkınlıkla buketi alırken beyaz güllerin saf ve zarif kokusu yüzüme yayılıyordu. Mehmet, tepkimi izlerken gözlerinde sıcak bir bakışla, “Bence bu güzellikler, senin gülüşünle tamamlanıyor,” diye fısıldadı. Ardından Mehmet elimi tekrardan tuttu ve az önce neden görmediğimi sorguladığım kapıdan geçtik.

Burası terastı.

Ancak normal bir teras değildi.

Her yeri mumlarla süslenmiş, etrafa kırmızı güller saçılmış bir terastı. İçimdeki huzursuzluk gitgide büyümeye başladığında elimi Mehmet’ten kurtardım ve olduğum yerde sabit kaldım.

Harelerim Mehmet’e döndüğünde, “Mehmet…” dedim sorarcasına. “Ne bunlar?”

“Beğendin mi? Doğrusu… hepsini senin için hazırladım.”

“İyi ama neden?”

“Çünkü seni sevdiğimi söylemenin vakti geldi Buse.”

Duyduğum sözler karşısında beynimden vurulmuşa dönerken, elimdeki gül buketi ayağımın dibine düştü. İçimde bir şeyler aniden soğumuştu. Gözlerimi kısarak ona baktım, belki şaka yapıyordur diye düşündüm ama yüzünde ciddi bir ifade vardı. Konuşmayı başardığımda “Ne?” diyebildim sadece. “Ne saçmalıyorsun sen Mehmet? Sen benim arkadaşımsın.”

Mehmet yanıma yaklaşıp elini omzuma attığında, “Haklısın,” dedi beni onaylayarak. “Arkadaştık. Ama ben artık hislerimi durduramıyorum Buse. Sadece benimle ol istiyorum, beni sev istiyorum. Başkasının yanında görmeye dayanamıyorum. Kriz geçirecek kadar kötü oluyorum.” Elleri yanağımda dolaştığında gülümsedi. “Ama seni sevdiğim için hep sessiz kaldım ben, Buse… Benden uzaklaşmanı istemedim.”

Mehmet’in elini yüzümden çekerken bir adım geriye gittim. “Ben seni arkadaşım olarak görüyorum Mehmet! Hislerim hiçbir zaman değişmedi, değişmeyecek de! Onca geçen yılın ardından… nasıl bana böyle bir şey söyleyebilirsin! Ve ben nasıl Erim’e değil de sana inanırım?”

Erim’in adını andığımda Mehmet’in suratındaki gülümseme yavaş yavaş silindi, sağ gözü seğirdi. “Buse, birlikte çok mutlu oluruz. İnan bana.”

“Ne mutluluğu Mehmet? Ne mutluluğu!”

“Hem… sen de beni seviyorsun ki.”

Kaşlarım çatıldığında içimdeki son sabır ipleri de kopmuştu. Gözlerim sinirle kısıldı, tüm vücudumda kanımın daha hızlı akmaya başladığını hissettim. Yutkunarak, sesimi yükselttim. “Evet, seviyordum, ama bir arkadaş olarak! Arkadaşımdın sen! Ben hiçbir zaman sana bir his besleyerek sevmedim seni Mehmet!”

“Yalan!” diye bağırdı bakışlarını üzerimden çekerken. Akabinde dibime sokuldu, tekrardan gözlerime baktı. “Sevdin! Seviyorsun! Benim hislerim karşılıksız olamaz Buse! Sen de beni seviyorsun! Biz… biz mutlu olacağız. Sen sadece benim olacaksın Buse, başka kimsenin değil.”

Tüm gücümle Mehmet’i kendimden uzaklaştırdığımda, “Sen kafayı yemişsin!” diyerek kükredim ve hızlı adımlarımla terastan çıkıp odaya geçtim. Gözlerimle etrafı tararken çantamın banyoda olduğu aklıma gelince koşarcasına banyoya girdim.

“Buse!” diye bağıran sesi duyduğumda korkuyla ardımdan kapıyı kilitledim.

“Buse! Aç kapıyı! Konuşacağız!”

Mehmet’e cevap vermek yerine çantamdan telefonumu çıkarırken çaldığını fark ettim. Mehmet bağırmaya devam ettiğim içi duşakabinin içerisine girdim ve ses gelmesin diye sürgüyü kapattım.

Melis’in aramasını yanıtlarken, “Melis!” dedim korkulu bir ses tonuyla.

“Buse! Neredesin? Sana mesaj atan kişinin kim olduğunu öğrendik. Buse, Mehmet! Sana tüm mesajları yollayan kişi Mehmet!”

Dünyam yıkılmış gibi hissediyordum.

Kalbim, sanki bir kuyuya düşüyormuş gibi ağırlaşıyordu. O çizili resimler, kâğıt dolu o oda, aldığım tehditler… Bir an ne yapacağımı bilemez halde donup kaldım. Beynim hızla bir çıkış yolu bulmaya çalışırken, bu dehşet verici gerçeğin şokunu üzerimden atamadan kapı gürültüyle kırıldı.

Kendime gelmek için derin bir nefes aldım ve aceleyle telefonumu saklamaya çalıştım. Ellerim titrerken telefonu botumun arasına sıkıştırdım, arama açık kalmıştı. Çaresizlikle nefes almaya çalışarak geri geri çekildim, gözlerim kaçış yollarını tarıyordu.

Ancak kapının önünde tüm heybetiyle duran Mehmet, duşakabinin sürgüsünü hızla açarak içeriye adım attı ve öfkeyle, “Nereye kaçıyorsun?” diye bağırdı.

Bedenim kontrolsüz bir refleksle geri çekildi, ellerimi savunmak için kaldırdım. “Bırak beni, gitmek istiyorum!” diye bağırdım ama sesim çaresizlikle titriyordu. Mehmet’in yüzü kararlı ve sert bir ifadeye büründü, bakışları bana asla pes etmeyeceğini gösteriyordu.

Hızla hamle yapıp koşmaya çalıştım ancak Mehmet bileğimden yakaladı. Mehmet’in elleri, kaçma çabamı boşa çıkaracak kadar güçlüydü. Tüm gücümle kurtulmaya çalıştım ama kollarımı sıkıca kavrayarak beni kendine doğru çekip eliyle burnumu ve ağzımı kapattı.

Çırpındıkça direncim azalıyor, bedenim bitap düşüyordu. En sonunda nefesim kesilmiş halde, çaresizlik içinde tüm gücümü yitirdiğim anı fark etti ve yüzümdeki elini daha çok bastırdı. Yer ayaklarımın altından kayıyordu.

Kaçış yoktu.

Kaçış, gökyüzüne dokunmak kadar uzaktı.

Bilincim yavaşça kapanırken duyduğum son şey alaycı bir kahkaha ve söylenen birkaç kelime olmuştu. “Kuşun kanadı kırıldı…”

***

Gözlerimi zoraki araladığımda başımda büyük bir zonklama hissediyordum. Ellerim ve ayaklarım uyuşuk, boynum bükülmekten tutulmuştu sanki. Gözlerimi etrafta gezdirdiğimde her yeri gri olan boş bir kapalı alanda olduğumu fark etmiştim. Buraya nasıl gelmiştim bilmiyordum. Zihnim erişime kapalı gibiydi.

Kuruyan damağımı son kalan tükürüğümle ıslattıktan sonra ellerimi hareket ettirmeye çalıştım ancak nafileydi. Sadece parmaklarımı hareket ettirebiliyordum, ellerim oldukça sıkı bir şekilde bağlıydı. Bugüne kadar çok dizi izleyip roman okumuştum ancak hiç başıma bir kaçırılma hikayesinin geleceğini tahmin etmemiştim.

Kendime tamamen geldiğim vakit yavaştan üşüme hissini hissediyordum. Üzerimde hâlâ bu lanet elbise vardı. Telefonumun var olup olmadığını hissetmek adına ayağımı hafifçe hareket ettirdim. Yerindeydi, görmemiş olması avantajımdı.

Gerçi elim kolum bağlı bir şekilde nasıl telefonumu kullanacaktım onu da bilmiyordum.

O an aklıma gelen fikirle başımda ampuller yandı. Konuşmak üzere dudaklarımı hareket ettirerek, “Hey,” dedim çatallaşmış sesimle. Ardından sesimin iğrençliğine dair yüzümü buruşturdum. Allah aşkına kaç saattir buradaydım ben?

Boğazımı temizledikten sonra aynı kelimeyi tekrardan söyledim. Bu sefer daha düzgün çıkmıştı. “Oldu! Şimdi asıl diyeceğimiz kelimeleri söyleyelim. Hey Siri…”

“Vay, vay, vay… Uykucu prenses, uyanmışsın.”

Lafım yarıda kesilirken başımı sağa doğru çevirip bana doğru yaklaşan kişiye baktım. Gözlerim irileşmişti, şaşkınlıktan dudaklarım aralı kalmıştı. “Sen…”

“Ben ya,” dedi alaycı bir ifadeyle. “Boran.”

“Senin ne işin var burada?”

Histerik bir kahkaha firar etti dudaklarından. Gömleğinin kollarını katlarken, “Hâlâ anlamadın mı?” diye sordu yüzüme bile bakmadan.

Kaşlarım çatıktı. “Neyi?” diye sordum. “Neyi anlamam gerekiyor?”

Gömleğini katlayıp işini bitirdiğinde adımları yankılanarak bana doğru geldi. Durduğunda o kadar yakınımdaydı ki nefesi yüzüme çarpıyordu. Üzerime doğru eğildi ve ellerini sandalyenin iki yanına yerleştirerek beni oraya sıkıştırdı. Bakışları buz gibiydi, gözlerimin ta içine işliyordu.

“Mehmet’le iş birliği yaptığımı.”

Beynimde güçlü bir şimşek çaktı, üçüncü kez sarsıcı bir şok dalgası tüm vücudumu kapladı. Kalbim öyle hızlı atıyordu ki göğsümdeki baskıya dayanamayacak gibiydim.

“Yok, hayır,” dedim kendi kendime. Bu gerçek olamazdı, kesinlikle kötü bir kâbustu bu. Gözlerimi sımsıkı kapadım, kendimi uyandırmaya çalıştım fakat gerçek inatla üzerime çökmeye devam ediyordu.

Bu kadar acı veren bir gerçek olamazdı.

“Yani bugüne kadar ki her şey…”

“Evet,” derken soğuk bir gülümsemeyle sözümü yarıda kesti ve arkasını dönüp benden uzaklaştı. Her kelimesi adeta bir bıçak gibi ruhuma saplanıyordu. “Sana âşık falan değildim. Her şey planlıydı.”

Sözleri kafamda yankılanırken boğazım düğümlendi, nefes almakta zorlanıyordum. Gözlerim dalgınca ona kitlenmişti, söylediklerine inanmam için mantıklı bir neden arıyordum ama bulamıyordum.

“Ne zaman seni köşeye sıkıştırsam, gelip Mehmet’in seni kurtarması… bu sayede ona duyduğun güvenin her geçen gün artması... Hepsi planlıydı, Buse. Baştan sona.”

Midemde dayanılmaz bir ağırlık hissettim. Gözlerim yaşarmıştı ama ağlamak bile anlamsız geliyordu. Kalbim çılgınca çarparken içimdeki tüm duygular derin bir boşluğa gömülüyordu.

Bu, aklımın alabileceği bir ihanet değildi.

Direnç’in dediği geldi o an aklıma. Mehmet’i vuran kişi…

“Mehmet’i de sen vurdun.”

Kıkırdadı. “Evet, sırf senin için en yakın arkadaşımı vurmak zorunda kaldım. Üzgünüm ama sende biraz salaklık var sanki, gittin Direnç’i suçladın.” Dilini damağına değdirerek, “Cık, cık, cık,” dedi üç defa. “Yazık.”

İçimdeki her şeyin nasıl parçalandığını, birer birer tuz buz olduğunu hissediyordum. Mehmet’in güven dolu dostluğu, Direnç’in uyarıları… Hepsi bir araya geliyordu ama geriye sadece korkutucu bir gerçekle yüzleşen ben kalıyordum.

Şimdi, her şey apaçık ortadaydı.

“Gerçekten salağım,” dedim onun duymayacağı bir şekilde mırıldanarak. “Aptalın tekiyim.”

“Mehmet’i de anlamıyorum. Sen de ne bulmuş olabilir ki? Senin gibi sıradan birini seçmesi çok tuhafıma gidiyor. Güzel değilsin, senden çok daha güzel kızlar buldum ama reddetti. Herhangi bir vasfın yok… Ne bileyim, vasatsın.”

Yüzümde alaycı bir gülümseme belirdi ve bakışlarımı ona sabitledim. “Bilemiyorum ki,” dedim imalı bir tonla. “Arkadaş seçimindeki vasatlığı sorgulayarak başlayabiliriz aslında bu işe.”

Bir an yüzünde donuk bir şaşkınlık ifadesi belirdi ancak bu ifade hızla sertleşti. Gözlerinde parlayan öfke dalgasını hissetmiştim. Yüzündeki aşağılayıcı bakışlar yerini yoğun bir öfkeye bırakmıştı.

Hızlı adımlarla yanıma yaklaştı ve birden ellerini saçlarıma geçirerek sertçe çekti. Canımın acısıyla yüzüm buruşurken, bakışlarımdaki kararlılık silinmemişti. Söylediklerimin arkasındaydım.

“Benimle düzgün konuş,” diye fısıldadı ama sesi öfkeyle titriyordu. Dişlerinin arasından çıkan sözler, adeta bir tehdit gibi yüzüme çarptı. “Senin için hiç iyi olmaz, benimle düzgün konuş!”

Saçlarımdaki elleri sertleşirken, başımı aşağıya doğru çekti. Kollarım istemsizce titrerken yüzündeki karanlık ifadeyi gördüm ama yılmadım. “Düzgün mü konuşayım?” dedim, acıya rağmen dudaklarımda hafif bir gülümsemeyle. “İlginç, çünkü hak ettiğinden fazlasını veriyormuşum gibi hissediyorum.”

“Kendini ne sanıyorsun?” diye hırladı. Nefesi yüzüme çarptığında ürperdim fakat gözlerimi ondan kaçırmadım.

“Yetersizliklerini görebilecek bir insan olarak.”

“Bak, aklını başına al,” dedi tehditkâr bir sesle. “Beni hafife alma. Zayıf yanlarını bildiğimi unutma.” Parmağını göğsüme doğru hafifçe bastırarak uyarısını pekiştirdi.

Derin bir nefes aldım ve kendimi toparlamaya çalışarak omuzlarımı dikleştirdim. Korkuya yenik düşmeyecektim, bu kadar aciz değildim.

“Zayıf yanlarım var, evet,” dedim sakin ama sert bir sesle. “Ama senin gibi birinin bunları kullanmasına izin verecek kadar zayıf değilim.”

Bir an sessizlik çöktü aramıza. Saçlarımı bıraktır ve geriye çekildi. Bu sözler, onu beklemediği bir şekilde vurmuş gibi görünüyordu. Sert bakışları yerini kısa süreliğine donuk bir ifadeye bıraktı. Sanki gerçek bir darbe almış gibi birkaç saniye sessizce yüzüme baktı.

“Ne istiyorsunuz benden?” diye sordum sessizliği bozarak.

Cevabını hiç geciktirmeden verdi. “Seni. Sadece seni istiyoruz. Arkadaşımın olacağın anı istiyoruz.”

“Öyle bir şey asla gerçekleşmeyecek.”

“Never say never,” dedi pişkin bir tavırla.

Elim kolum bağlı olmasa yemin ederim öldürürdüm ben bunu.

Yapardım!

“Aslında gerçekleşirdi,” dedi ortama Mehmet'in sesi karıştığında. Başımı hafifçe sola çevirdim. “Erim denen piç hayatımıza girmeseydi eğer… bu iş şimdiye kadar bitmişti bile.”

Erim’in adını duyduğumda tüm bedenimi özlemi ve en son ki davranışının acısı sarmalamıştı aniden. Erim haklıydı. Direnç haklıydı… Tek aptal olan bendim. Kendimden nefret ediyordum. Böylesine birisine inandığım için kendimden nefret ediyordum!

“Erim’in adını ağzına alma,” dedim dişlerimin arasından.

“Asıl sen onun adını ağzına alma!” diye kükredi adeta. Sesi o kadar yüksek çıkmıştı ki yankılanmıştı. “O herif yüzünden benden uzaklaştın sen! Geldiği gibi her şeyi mahvetti. Buse… lütfen bana onu sevmediğini söyle. Lütfen.”

Sesi bir yalvarışa dönüştüğünde, gözlerinde kırılgan bir ifade belirdi. Bu kırılganlık kalbimdeki öfkeyi daha da çok artırıyordu.

Bir süre sadece suratına baktım.

Sanki Erim’le tanıştığım günden beri yaşadığım her olay film şeridi gibi gözlerimin önünden geçiyordu. Öptüğü güne gitti zihnim tekrardan, gülümsedim. Onun yanındayken mutlu oluyordum ben. Erim yanımdayken güvende hissediyordum kendimi. Eve gittiğim zaman bile onun hasretiyle dolup taşar olmuştum artık. Ben böylesine hissederken… nasıl sevmediğimi söyleyebilirdim ki?

Düşüncelerimi bir toz bulutu gibi dağıttıktan sonra büyük bir özgüvenle, “Seviyorum,” diye karşılık verdim. “Seviyorum kelimesinden bile daha çok seviyorum.”

Yüzüme bir anda yediğim tokatla beraber başım sağ tarafa doğru çevrilirken acıyla inledim. “Sevmiyorsun!” dedi Mehmet kulağımın dibinde bağırarak.

Başımı kaldırıp kan çanağına dönmüş gözlerine baktım. “Evet, sevmiyorum ama seni.”

Sözlerim öfkesine bir bıçak gibi saplandığında, elindeki sivri şey ile alnıma sert bir darbede bulundu. Dudaklarımdan güçlü bir çığlık firar ederken yaşadığım acıyla bedenim titredi.

Alnımdan akan sıcak sıvı dudaklarımı aşıp çeneme doğru süzülürken, “Bu mu senin sevgin?” diye sordum güçlükle. Sesim fısıltı gibi çıkıyordu ancak şu an dert edeceğim son şey bile değildi.

Gözlerine yansıyan sertlik bir an olsun bile yumuşamazken beni öldürecek gibi bakmaya başlamıştı. Nefes alışverişleri hızlıydı. Tüm bu olanlara rağmen susmadım ve tekrardan konuştum. “Senin sevgin, sevdiğin kişiye zarar vermek mi? Bu kadar aciz misin sen?”

“Seni kimse benim kadar sevemez, Buse. Bunu er ya da geç anlayacaksın. Ve sen de beni seveceksin.”

Derin bir nefes almaya çalıştım ama bulunduğum bu yerin basık havası beni boğuyordu. Zaten burnum da tıkalıydı. Etrafıma bakındım, kaçmak için herhangi bir materyal aradım. Lakin tamamen çaresiz gibi görünüyordum. Etrafıma bakınmayı kesip Mehmet’e tekrardan baktım.

Yüzündeki ifade kanımın kaynamasına sebep oluyordu, kusmak istiyordum.

Bir müddet sessiz kalırken aniden büyük bir kahkaha attım. Evet, iyi değildim. Keza bu durumda iyi falan da olamazdım. Kahkaha atmaya devam ederken Mehmet ve Boran’ın bakışları beni buldu.

“Kafayı yedi kız,” dedi Boran kaşlarını çatarak.

Mehmet, Boran’a bakıp kafasını hareket ettirdiğinde Boran onaylarcasına gözlerini kırpıştırdı, ardından yanıma geldi. “E birazcık keyfimize bakalım değil mi?” diye sorup pis bir şekilde sırıttı.

Boran geriye çekildiğinde Mehmet üzerime doğru eğildi. Kendimi kaçabilecek yerim varmış gibi olabildiğince geriye çektim. Eli göğüs kafesimin etrafında dolandı, tam kalbimin üzerine yerleşti. “Bu,” dedi hızla atan kalbimin ritimlerini hissederken. “Bu ritim beni ürküttü.” Bedenim titrerken kendime hâkim olmaya çalıştım ve kafamı yan tarafa çevirdim. Mehmet’i görmeye tahammülüm yoktu.

Tam bir zavallıydı.

Ancak Mehmet aniden çenemi kavrayıp yüzümü kendine doğru çevirdi. Parmaklarının baskısı, çenemde acı dolu bir iz bırakıyordu. Gözlerindeki kibirle alay edercesine, “Bu kalbi yalnızca ben bu kadar hızlı çarptırabilirim. Haberin var değil mi?” diye sordu.

Sorduğu soruyu yok sayarak yüzümü ellerinden kurtarmaya çalıştım fakat parmakları daha da sıkı kavradı, hareketlerimi kısıtlayarak beni esir aldı. Direnişimle daha da hırslanmış gibi bir an bile beklemeden dudaklarını aniden dudaklarıma bastırdı.

O an içimde dalgalanan iğrençlik ve tiksinti kalbime ağır bir taş gibi çöktü. Kendimi hiç bu kadar küçük, bu kadar savunmasız hissetmemiştim. Gözlerimden yaşlar süzülmeye başladığında nefesim kesilmiş bir halde bedenim tamamen katılaşmıştı. Umutsuzlukla dolmuş kalbim benden uzaklaştı.

Hıçkırarak ağlamaya başladım, sesimde titreyen öfke ve kırılmışlık yankılanıyordu. “İğrençsin!” diye bağırdım, gözlerimde nefretle ona bakarken. “Senden nefret ediyorum, tiksiniyorum!”

Hiçbir şey olmamış gibi sırıttı. “Ben de seni seviyorum.” Ardından Boran’a baktı ve bu lanet yerden kapıyı çarparak çıktı.

Boran bana baktığında, “Baş başa kaldık güzellik,” dedi alayla.

Tepki vermedim. Bir şeyler söyleme gücüm yoktu. Gözlerimdeki yaşlar hissettiğim acıyı dışa vurmak için adeta bir sel gibi akmaya devam ediyordu. Hıçkırıklarım, içimdeki boşlukla birleşince kelimelere dökemediklerimin yankısı gibi çıkıyordu.

Cebinden jilet olduğunu düşündüğüm kesici aleti çıkardığında büyük bir zevkle alete bakıp gülümsedi. Aletin metalik parıltısı, zihnimdeki karamsar düşünceleri daha da canlandırıyordu. Arkama doğru geçti, parmakları kollarımda dolandı. “Bu kollarla mı sarılmıştın benim arkadaşım yerine Erim denen herife…”

Mırıldanması bittiğinde jileti koluma dokundurdu ve acımasızca elini aşağıya doğru çekti. Acının keskin yanmasıyla birlikte gözlerimden yaşlar boşaldı. Kalbimdeki korku vücudumdaki acı ile birleşirken içimdeki haykırışlara ket vuramadım.

Yaşadığım acı sonucunda nefes bile alamadım.

Aynı dokunuşları diğer koluma da yaptığında tekrardan inledim acıyla. Ardından önüme geçti, yeniden üzerime doğru eğildi. Kanımla donanmış kesici aleti boynuma dokundurdu bu sefer. Parmakları yüzümde gezindiği vakit büyük bir gürültü koptu.

“Dokunma ona!”

Boran’ın bakışları arka tarafımı bulurken kaşları gözlerinin üzerine çökmüştü. “Erim…” dedim fısıltıyla. Sesimi duymuş olacak ki, “Güzelim,” diye karşılık verdi. Sesi titriyordu. Ya da bana öyle geliyordu.

“Yaklaşma!” dedi Boran bağırarak. Ancak Erim’in ayak seslerinden gelebildiğini anlıyordum. Erim’in adımları hızlandığında Boran hızlı bir şekilde elini çekti, elini çekmesiyle boğazımın kanlar içinde kalması bir oldu.

“Lan!”

Erim’in endişeli sesi içimdeki korkuları daha da derinleştirirken, bir yandan da güç ve cesaret aşılıyordu. Erim, Boran’a doğru hızla atıldı, gözleri öfkeyle parlıyordu. “Senin parmaklarını teker teker kırıp götüne sokmaz mıyım lan şimdi!”

Boran’ın boğazına yapıştı, ellerinin sıkışmasıyla Boran’ın nefesi daralmıştı. “Lan ben seni yaşatır mıyım orospu çocuğu? Benim dokunmaya kıyamadığım kıza dokunan seni yaşatır mıyım lan piç kurusu?”

Boran’ın kafasına sert bir yumruk indirdi. Boran geriye doğru savrulurken Erim yeniden yakaladı ve özel yerine sert bir darbe indirdikten sonra kafasını sert zemine çarptı. Boran’ın bayıldığını düşündüğüm dakikalarda gözlerim kapanmaya başlamıştı.

Dudaklarımdan acılı bir inleme döküldüğünde Erim olanların farkına varıp hızla bana döndü, yanıma gelip ellerimi ve ayaklarımı çözmeye başladı.

Oturduğum sandalyeden havalandığımı hissettiğimde Erim’in kollarının arasında olduğumu biliyordum. “Erim…” dedim sesimin çıktığını bile düşünmezken. “Geldin…”

“Geldim güzelim,” dedi endişesini yansıttığı ses tonuyla. Gözleri beni koruma arzusuyla parlıyordu. “Gelmeyeceğimi mi düşündün?”

Dizlerim hala titrerken, “Seni son kez görememe duygusuna kapılıp çok korktum,” diye fısıldadım. Boğazımda derin bir kesik vardı, konuşamıyordum. Sözlerim boğazımda düğümleniyor, acımasız bir şekilde tıkanıyordu.

“Ne sonu Buse? Hiçbir şey seni benden ayıramaz.”

Adımları daha da hızlandı.

Gözlerim kapanıyor, etraf karanlığa bürünüyordu.

“Buse’m, ne olur aç gözlerini!”

“Ağlama,” dedim güçlükle. O an Erim’in göz yaşı yanağıma damladı. O ağladığı için canım çok daha fazla yanmıştı. Fiziksel acılarım yanında bir hiç kalmıştı.

“Bana bağır, çağır ama… ama ağlama. Seni son görüşümde ağlayarak görmek… istemiyorum.”

“Ne sonu Buse? Ne saçmalıyorsun sen? Birazdan ambulans gelecek! Yapma güzelim, konuşma daha fazla. Canın yandıkça kahroluyorum, yorma kendini.”

Yapabildiğimin en iyisini yapmaya çalışarak gülümsemeye çalıştım ancak yapamadım. Bilincimi kaybediyordum, kollarının arasında güvende olduğum kişinin varlığını hissetme yetimi kaybediyordum.

“Buse!” diye bağırdı bir kez daha yaşadığı acıyla. “Seni kollarıma alıp sıkıca sarmadan beni bırakıp gidemezsin. Yalvarırım aç gözlerini…”

Loading...
0%