@tuvbaveotesi
|
Tehlikeli Fısıltı Bölüm 25 - Gerçekler Genel olarak acılar geçerdi. Ama ne pahasına olursa olsun o acıların yarattığı izler geçmezdi, kalıcılıkla savaşırdı. Hem fiziken hem de ruhen insanların kendi içlerinde olumsuz hisler yaratırdı. İzi gördüğün her saniye aklında yeniden canlanırdı olayın gerçekleştiği an ve tekrardan yüzleşirdin tüm acılarınla. Tıpkı şu an kollarıma baktığım zaman karşılaştığım manzara gibi. Hastaneden taburcu olmamın üzerinden on sekiz gün geçmişti ve son dikişlerimi aldırmak için hastaneye yeniden gelmiştim. Boynumdaki dikiş yedi gün sonra alınmıştı. Kolumdakiler ise bugün sonsuza dek vücuduma veda etmişti. Önüme gelen saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırdıktan sonra hastane bahçesinden çıktım ve taksilerin olduğu kısma doğru ağır adımlarla ilerledim. Boş bir taksi bulduktan sonra arka koltuğa geçtim ve şoföre şirketin adresini vererek başımı geriye attım. Kafam her zaman ki olduğu gibi yine fazlasıyla doluydu. Yanı sıra sürekli evde durmaktan ciddi anlamda çok sıkılmıştım ve evde boş boş durmam daha fazla düşünmeme olanak sağlıyordu. Okullar çoktan açılmıştı ancak annem ve babam sağ olsun dikişlerim tamamen çıkana kadar beni okula göndermemeyi tercih etmişti. Ne kadar ısrar edersem edeyim bir türlü ikna olmamışlardı. Ve kafamın doluluğuna bir kamyon dolusu yük daha ekleyecektim birazdan. Düşüncelerimden sıyrılmama taksinin yavaşlaması sebep olurken gözlerim şirket binasında gezindi. Ücretimi ödedikten sonra taksiden indim ve şirkete adımladım. Buraya geliş amacım ilk kez babam değildi. Turnikeden geçtikten sonra yerini öğrendiğim odaya gitmek üzere asansöre bindim, dördüncü katın düğmesine basarak kapının kapanmasını bekledim. Kapı kapandıktan sonra aynadaki yansımama baktım. Eskiye nazaran çok daha iyiydim ancak yüzüm birazcık çökmüş gibi duruyordu. Hastaneden çıktıktan sonra iştahım tamamen kapanmıştı ve dur durak bilmeyen kâbuslarım daha da fazla tetikliyordu. Başta Erim olmak üzere yemek yememem herkesin canını sıkıyordu ancak elimde olan bir şey de değildi. Çok zorladığım zaman kusacak gibi oluyordum. Asansörün kapısı açıldıktan sonra koridorun sonuna doğru yürüdüm, gelme amacımın olduğu kapının önünde durdum. Elimi yumruk yapıp kapının herhangi bir yerine yerleştirirken içimde gereksiz bir gerginlik dolanıyordu. Adımlarım geriye gitmek adına hareketlendiğinde buna engel oldum ve cesaretimi toplayarak yumruk yaptığım elimle hızlıca kapıya vurdum. Hiç vakit kaybetmeden kapı kulpuna baskı uyguladım, kapıyı aralayarak içeri girdim. İçeri girer girmez Direnç’in denizi andıran bakışları beni buldu. Şu an tek renkli olan şey gözleriydi, geri kalan her parçası siyahtı. Olabildiğince kasvetli bir havası vardı ve sanki ona yaklaşan herkese ‘uzak dur’ sinyallerini vermek istiyor gibiydi. En başından beri Direnç benim gözümde gizemli bir karakterdi ve bu düşüncelerim hâlâ değişmemişti. Göründüğünden çok daha farklıydı, bunu biliyordum ancak çözebilmiş değildim. Çözebilir miydim… bilmiyordum. Direnç’i incelemeyi bırakıp belli belirsiz gülümsedim. Beni görmeyi beklemediği apaçık ortadaydı. İçeriye girip arkamdan kapıyı kapattıktan sonra masanın karşısındaki koltuklardan birisine oturdum. Direnç izin vermemişti ancak izin vermemesi çok da önemli değildi şu an için. Kovmayacağını biliyordum. Düşman değildik. Sanırım. İçerinin sıcaklığı daha şimdiden bunalmama sebep olurken üzerimdeki şişme montu çıkardım ve koltuğun kenarına koydum. Yalandan boğazımı temizledikten sonra başımı kaldırıp Direnç’e baktım. “Nasılsın?” Düz olan kaşları sorgularcasına havalandı, arkasına yaslanıp nefeslendi. “Başına gelenleri duydum. Geçmiş olsun.” Soruma cevap vermemesini es geçerek, “Teşekkür ederim,” dedim sakin bir tonla. Kaşları yeniden düz haline büründüğünde mavi gözlerine alaycı bir ifade yerleşti. “Neden buradasın?” diye sordu imalı bir şekilde. Direnç’e o kadar laf söyledikten sonra onun haklı çıkması karşısında tabii ki kendimi yerin dibine girmiş hissediyordum ancak geçmişe gidip hatalarımı düzeltemezdim. “Bazı şeylerin açıklamasını öğrenmek için buradayım,” dedim çok geçmeden. “Misal?” “Mehmet’i nereden tanıyorsun? Ve baştan söyleyeyim…” Lafımı yarıda kestiğimde bakışlarım en ciddi halini almıştı. “İstediğimi öğrenmeden şuradan şuraya adımımı atmam.” Dediğime karşın güldü. “Cesaretlisin.” Söylediğini umursamadım ve sırtımı arkaya yaslayarak kollarımı göğüs hizamda birleştirdim. “Seni dinliyorum, Bay Direnç Erguvan.” “Önemi var mı?” Sorusuna karşın kaşlarım gözlerimin üzerine bir perde gibi düşerken gözlerim kısıldı. “Benimle dalga mı geçiyorsun? Nasıl önemi olmayabilir? Mehmet kaçtı ve hepimiz tehlikede olabiliriz.” Alaycı bakışları bir anda sertleştiğinde hızla yerinden kalktı, yanıma geldi. “Ne dedin?” “Kaçtı,” dedim denizi andıran gözlerine daha yakından bakarken. O an anımsamıştım ki kokusu da okyanus esintisi gibiydi. Harelerinde koyuluk sezdiğimde, “Sikeyim!” dedi ve benden uzaklaşarak camın önüne gitti. Kapalı olan camı hafifçe araladıktan sonra derince soluduğunu duydum. Sinirini yatıştırmaya çalışıyor olsa gerekti. Birkaç dakikalık sessizliğin ardından yüzünü bana dönerek, “Deren,” diye başladı cümlesine. Ardından bir süre sustu. Tüm yaşanmışlıklarını hatırlıyor gibiydi sanki. Gözlerine baktığım zaman içindeki hüznü görebiliyordum. “Derin’in ikizi. Yaklaşık iki yıl önce Mehmet’le tanıştılar, belli bir zaman sonra ise bir ilişki yaşamaya başladılar. Her şey çok güzeldi. Deren, Mehmet’i gerçekten çok seviyordu ve çok da mutluydu.” “Sonra,” dedim merakıma yenik düşerek Direnç sustuğunda. “O mutluluğunun üzerinden altı ay kadar geçmişti. Eski Deren’i artık bulamıyordum. Hiçbir şey anlatmıyor, yemek yemiyor, gülümsemiyordu. Sorduğumuzda ise geçiştirip duruyordu. Sonraki günlerde vücudunda darp izleriyle eve gelir olmuştu. Ve ben Mehmet’ten şüphelenmeye başlamıştım. En başta da hiç gözümün tutmadığı gibi. Deren hiçbir şey anlatmadığı için de bir gün Deren’i takip ettim. Mehmet’le buluştular. O an Deren ayrılmak istediğini söyledi Mehmet’e. Mehmet bunu duyduğunda asla kabullenmedi, adeta delirdi. Ve ben de kardeşimi korumak pahasına inimden çıkarak Mehmet’i orada bir güzel döverek bir sürü tehditler savurdum.” Bakışlarını üzerimden çektiğinde hafifçe araladığı pencereyi tamamen açtı. Bir eli pencerenin kulpunda kalırken, “Artık ikiz kardeşlerimin daha fazla üzerine düşmeye başlamıştım,” diyerek devam etti sözlerine. “Başlarına bir şey gelecek korkusu içimden hiçbir zaman gitmiyordu. Sorun o ki Mehmet kardeşimin peşini bırakmadı. Her gün kapının önüne geldi, her gün olay çıkardı. Deren artık evden adımını atamıyordu. Kaç kere polise gitmiştik ancak hiçbir şey yapmamışlardı. Ben de bu yüzden Mehmet’in peşine düşmüştüm. Kim olduğunu her detayına kadar araştırmış ve en son Mehmet’in hastalığını öğrenmiştim.” “Hastalık mı?” diyerek araya girdiğimde bakışları bana döndü, onaylarcasına gözlerini kırpıştırdı. “Şizofreni,” dedi sorumu cevaplayarak. “Kafasında milyon tane gerçek dışı düşünceler dönüyor. Takıntılı, reddedilme duygusunu kabullenemiyor. Sevme duygusu yok, sevdiğini sanıyor. Etrafındaki herkese zarar verebiliyor.” Duyduklarım bedenimde küçük çaplı bir şok etkisi yaratırken hepsini sindirmeye çalıştım. Ve Mehmet’in kaçmış olması gerçeği beni daha fazla ürkütmeye başlamıştı. “Darp izleri…” dedim soğukkanlı tavrımı korumaya çalışarak. “Mehmet yaptı.” İki kirpiğinin arasındaki hareleri hâlâ üzerimdeyken, “Defalarca,” dedi. “Ve Deren korkusundan hiçbir şey açıklayamadı. Hastalığının yanı sıra uyuşturucu da kullanıyordu.” “Ne?” Zihnim beni Mehmet’in evine gittiğim güne götürürken gözlerimin önüne çöpteki gördüğüm ilaç gelmişti. Tabii ya! Uyuşturucuydu o. Bir internet sitesinde aynısına denk gelmiştim. Ben… ben bunu nasıl anlayamazdım? Nasıl her şeyi göre göre ona yakın kalabilmiştim? Nasıl ya nasıl! “Bir gün, bir saatliğine evden ayrılmam gerekti. Annemlerin önemli bir toplantısı olduğu için onlar da evde değillerdi ve Derin ise okuldaydı. Her ne kadar Derin’i de evden çıkarmak istemesem de buna hakkım yoktu. Ne olduysa o gün olmuştu. Eve geldiğimde Deren evin bahçesinde, kanlar içerisinde yerde yatıyordu. Otopsi sonucuna göre de çatıdan düşmüştü…” dudaklarına öfke gülümsemesi yerleşti, “düşürülmüştü.” İçimden bir şeylerin kırılma sesi kulağımda yankı yapmıştı. Tam dudaklarımı aralayıp soru soracağım esnada Direnç yeniden konuştu. “Ve o günden sonra Mehmet itini nerede aradıysam da bulamadım. Ne polisler bulabildi ne de ben. Kardeşimi kendi ellerimle toprağa gömdüğüm gün söz verdim ona, ne olursa olsun Mehmet’i bulacaktım ve diri diri gömecektim. Dediğimi de yaptım. Bir şekilde ulaştım, yeniden peşine düştüm. Ama planlarımı bozan bir şey oldu.” Bakışları bana değdiğinde huzursuzca yerimde kıpırdandım. Pencerenin önünden ayrılıp yeniden yanıma geldi. “Sen,” dedi hiç de sakin olmayan bir ses tonuyla. “Mehmet’in sana olan ilgisini fark ettiğim an müdahale de bulunamadım çünkü zarar görebilirdin! Her detayı düşünmek zorundaydım. Bu yüzden seni defalarca uyardım Buse. Defalarca Mehmet’ten uzak durman gerektiğini sana söyledim.” Nefeslendi, öfkesini kontrol etmek istiyor gibiydi. “İlk karşılaştığımız gün var ya hani… o ilk değildi Buse. Sen ilk sanıyordun. Uzunca bir süre takip ettim ben seni. Kardeşimin başına gelen şeyin senin başına gelmesini istemedim. Sırf bana güven, Mehmet’ten uzak dur diye babamı ikna ettim babanla ortak olması için. Buna rağmen asla görmedin beni!” “B-ben…” Yaşadığım suçluluk duygusu, yaptığım aptallıklar, gördüğüm kâbuslar… “Neden daha önce anlatmadın bana bunları?” Öfkeden dönen gözleri belirginleştiğinde kolları sıkıca omuzlarımı kavradı bir anda. Korkuyla Direnç’e bakarken, “Çünkü söyleseydim ondan bir anda uzaklaşacaktın ve seni öldürebilirdi, Buse! Sandığından çok daha tehlikeli birisi. Nasıl söyleyebilirdim? Göz göre göre seni de mi ölüme terk etseydim? Kolay mı sanıyorsun oradan bakıldığı zaman söylemek?” Direnç’ten kurtulmaya çalışıp ondan uzaklaşacağım sırada kolumdan tutunca güçlü bir çığlık attım. Yüzüne anında pişmanlık ve endişe ifadesi yerleşirken kolumu bıraktı, kazağımın kolunu yukarıya doğru kaldırarak yara izine baktı. Parmak uçları izde gezindiğinde hızlıca kolumu çektim. “Özür dilerim,” dedi fısıldarcasına. “Bilerek olmadı.” Başımı olumsuz anlamda iki yana salladım. “Önemsiz.” Kazağımı geri indirirken, “Ne yapacağız şimdi?” diye sordum. “Nasıl bulacağız onu?” Sıkıntılı bir nefes alıp verdi. “Aklımda bir fikir var ama emin değilim. İyice düşünüp sağlıklı kararlar almam gerekiyor. Sana söylerim.” “Peki,” dedim fazla üzerine gitmeden. “Kardeşin için… üzüldüm. Keşke hiç yaşanmamış olsaydı. Başın sağ olsun…” “Teşekkür ederim,” dediğinde içindeki acının sesine yansıdığını anlayabiliyordum ancak yine de gizlemeye çalıştığı çok belliydi. Bakışlarımı Direnç’ten alıp koltuğa çevirdim ve eğilerek montumu aldım. “Daha fazla vaktini almayayım.” “Geçireyim seni.” Montu giydiğimde kaşlarımı indirdim hafifçe. “Gerek yok.” Askılığına doğru ilerleyip koluna siyah paltosunu atarken, “Sigara molası,” dedi. Bozuntuya vermeyerek kapıyı açtım ve odadan çıktıktan sonra asansöre doğru ilerledim. Umarım babamı görmeden bir an önce gidebilirdim çünkü açıklama yapmak istemiyordum. Direnç’le birlikte asansörden indikten sonra dış kapıya doğru yürüdük. Çalışanlar Direnç’e selam verirken hepsine tebessüm ederek karşılık verdi. Şirketten çıktıktan sonra temiz havayı solumak biraz daha iyi gelmişti. Gri bulutların kapladığı gökyüzüne bakarken, “Yağmur yağacak gibi,” diye mırıldandım. Başımı indirdiğimde Direnç dediği gibi sigarasını yakıyordu. Yaktığı sigaradan iki kere içine çektikten sonra dumanı serbest bıraktı. “Yağacak,” dedi beni onaylayarak. Akabinde bakışları bana döndü. “Ne zaman iş arkadaşı oluyoruz?” Güldüm. “Biz arkadaş mıyız?” “İşe başlarsan oluruz.” “O zaman hiç.” “Eyvallah,” diyerek tepki verdiğinde bakışlarım karşı tarafıma döndü, önce Erim’i daha sonra ise arabasını gördüm. Erim’i sanki ilk kez görüyormuşum gibi heyecan yaparken, Direnç’i arkamda bırakarak Erim’e doğru koştum ve kollarımı boynuna doladım. Kolları belimi sıkıca sararken kendimi güvende hissetmiştim. Sarılmamız bittiğinde geriye çekildim, Erim yanağıma uzun bir öpücük kondurdu. “Seni almaya geldim,” dedi delici bakışlarını Direnç’ten çekip bana verdiğinde. Buraya geleceğimi Erim’e söylemiştim ancak Erim bana buraya geleceğini söylememişti. Zamanlaması da çok iyiydi gerçekten. “Bir yere mi gidiyoruz?” Gözleriyle beni onayladı. Hareleri burnumun üzerinde gezinirken elini burun hizama getirdi ve başparmağıyla burnuma dokundu. “Buz gibi olmuşsun, Buse.” Başımı onaylarcasına salladım ve arkamı dönerek Direnç’e baktım. “Teşekkür ederim anlattığın için.” Direnç başıyla rica ettiğini belirtirken Erim elimden tuttu ve arabaya doğru ilerledik. Yüzüne bakılırsa Direnç’le konuşmam pek de hoşuna gitmemişti. Pek değil, hiç hoşuna gitmemişti. Erim şoför koltuğuna yerleştikten sonra ben de sağ tarafa geçtim ve kapıyı kapattıktan sonra emniyet kemerimi bağladım. Erim arabayı çalıştırıp yola koyulduğunda bedenimi sola doğru çevirdim ve Erim’i incelemeye başladım. Siyah şişme montunun altında gri bir kapüşonlu vardı ve altında ise siyah, kalın bir eşofman. Her haliyle oldukça yakışıklı duruyordu. “Devre elemanıyla görüşeceğini bilmiyordum,” diye bir ses yükseldiğinde dikkatim dağıldı, düşüncelerimden sıyrıldım. Jetonum yaklaşık üç saniye sonra düşerken Direnç’ten bahsettiğini anladım. Haklıydı. Erim’e sadece şirkete gidiyorum demiştim. “Mehmet’le olan alakasını sordum,” dedim dürüst bir şekilde. Hareleri bana değdi. “Anlattı mı?” Onaylarcasına gözlerimi kırpıştırdım ve Direnç’in anlattığı her şeyi Erim’e de anlattım. Doğru yapmış mıydım bilmiyordum ama Erim’in de bilmesi gerektiğini düşünüyordum. Ki söylemesem Erim’den büyük bir tepki yerdim, bundan emindim. “Buse.” “Erim?” “Mahpusa düşersem temiz çamaşır getirir misin?” Bakışlarım anında sertleşirken, “Ne?” dedim yüksek bir sesle. Erim ise güldü. Ciddi ciddi güldü. Direksiyonu sola kırarken, “Lavuğu bulur bulmaz kendi ellerimle öldüreceğim çünkü.” Bir anlığına Erim’in hapishanede yatma fikri oldukça ürkütücü gelirken omuzlarım düştü. “Getirmem,” dedim sivri bir dille. “Ona göre gir hapishaneye.” “Ah lan,” dedi yaşadığı hayal kırıklığıyla ancak hemen toparladı. “Seni bırakamam ben zaten. Ama o lavuğu öldüreceğim. Sonra Erim demişti dersin.” Erim’in koluna hızlıca vurduğumda acımış gibi yüzünü buruşturdu. Gözlerim devrilirken, “Rol yapma,” dedim. “O kadar kası acıması için yapmadın.” Dudaklarına çarpık bir gülümseme yerleşti. “Kol kaslarımı seni tek kolumla kaldırabilmek için yaptım. Ama karın kaslarımı diyorsan eğer... onları öpmen içi…” Vücut ısı seviyem en uç mertebeye ulaşırken elimi Erim’in dudaklarının üzerine koydum. “Edepsiz,” dedim tamamlayamadığı cümlesinde neyi ima ettiğini anladığımda. Elimi çekip tamamen önüme dönerek Erim’le bakışmamızı sona erdirdim. Erim dediğime sırıtmakla yetinirken sağ kolunu uzattı ve az önce çektiğim elimi elinin arasına alarak avuç içime öpücük kondurdu. Midemde tepinen kelebeklerin beraberinde yüzümün kızardığını hissediyordum. Erim’in bakışları yoldaydı ancak sanki her hareketimi ezbere biliyormuş gibi, “Alış,” dedi. Sorgularcasına tek kaşım havalandığında, “Neye?” diye sordum. Kırmızı ışık yandığında Erim arabayı yavaşlatarak durdurdu ve başını bana çevirdi. “Utanmaya. Çünkü inan bana seni düşündüğünden daha da fazla öpeceğim.” Taşlaşmıştı kalbim. Bir taştan size karşılık vermesini bekleyemezdiniz. Sadece konuşurdunuz, yanıt alamazdınız. Onu sevginizle eğitemezdiniz, bir çiçek gibi sulayamazdınız, bir bebek gibi koruyamazdınız. Ancak o taşı kırıp yerine kalp yerleştirebilirdiniz. Ve Erim öyle yapmıştı. O taşı kırmış, yerine kendi sevgisiyle yeşerttiği bir kalp yerleştirmişti. Bu kalp artık her gün atmak için can atıyordu. Bu kalp artık kimin için attığını çok iyi biliyor, kalbin sahibini nasıl koruyacağını çok iyi biliyordu. Bu kalp emanetti ve emaneti sonsuza kadar taşıyacaktı. Erim’in girdiği sokağı anımsadığımda içimi büyük bir korku kaplarken, “Erim?” dedim sorarcasına. “Neden buradayız?” Erim arabayı sağa çektikten sonra arabayı durdurup el frenini çekti ve emniyet kemerini çıkarırken, “İnceleme yapacağız,” dedi. İkimiz de arabadan indikten sonra korkuyla Erim’in yanına sokuldum. Erim elimi tutarken dudaklarını saçlarıma bastırdı. “Başına bir şey gelmesine bir daha müsaade etmem.” Erim’e sevgi dolu bir şekilde gülümserken bakışlarımı Mehmet’in evine çevirdim. Gözlerimin önüne yine yaşadıklarım gelmişti. Erim’in elini daha fazla sıkarken, “Sen burayı nasıl buldun?” diye sordum. Boy farkımız olduğu için başını çevirdi ve hafifçe eğerek bana baktı. “Melis’ten aldım. Onlar da burada.” “Lar?” “Emir.” Anlayışla gözlerimi kırpıştırdım. “Hadi gidelim.” Erim’e ayak uydurup Mehmet’in evine doğru ilerledim ve aralı olan kapıdan içeri girdik. Melis ve Emir salondaydı. Bizi gördüklerinde Melis gözlerinden kalpler çıkararak yanıma geldi ve boynuma atladı. “Buse’m.” “Yavrum,” dedim elimi Erim’den çekip Melis’e kollarımı dolarken. “Aldırdın mı dikişleri?” “Aldırdım,” dedim rahatlamış bir tonla. Harelerim Emir’e kaydığında etrafı incelemekle meşguldü. Ardından Erim’e döndü. “Siz gelmeden bir şey yapmak istemedik.” Göz ucuyla da Melis’e baktı. “Tabii Melis’i biraz zor zapt ettim.” Melis’in kınayan bakışları Emir’e dönerken hiç de yavaş olmayan bir şekilde Emir’in koluna vurdu. “Abartma denilince de sen.” Emir gülmekle yetinirken Erim, “Hadi başlayalım,” dedi odada göz gezdirerek. “Her ihtimale karşı hızlı olmalıyız.” Hepimiz Erim’i onayladığında dört bir yana dağıldık ve olay yeri inceleme gibi etrafı araştırmaya başladık. Salonda bir şey çıkmadığında tek başıma mutfağa geçtim ve dolapları karıştırdım. Gözüm çöp kutusuna iliştiğinde dolapları bırakıp hızlıca çöpe doğru ilerledim ve kapağını açtım. Ancak o ki çöp dökülmüştü ve içinde bir tane bile çöp yoktu. “Kahretsin!” dedim sinirle. “Uyuşturucuyu nereye koymuş olabilirdi?” Melis yanıma geldiğinde bakışlarımı ona çevirdim. “Direnç’le konuştum bugün.” Gözbebekleri anında büyüdü. “Oha! Ne konuştunuz?” “Daha sonra detaylıca anlatırım ama Mehmet’i nereden tanıdığını falan sordum. Mehmet hastaymış Melis. Şizofreni hastası. Üstüne üstlük uyuşturucu kullanıyormuş. Mehmet’in evine geldiğim gün çöpte pembe bir ilaç görmüştüm. O an ne olduğunu anımsayamamıştım ancak Direnç deyince taşlar yerine oturdu. Uyuşturucuydu. Lakin çöp dökülmüş. Nereye koymuş olabilir?” Melis donmuş gibi hareketsiz kalırken, “Melis!” dedim hafifçe silkeleyerek. Kendine geldiğinde açıkta kalan ağzını kapattı. “Bu çocuğun manyak olduğunu biliyordum ben! Vallahi biliyordum kızım!” “Hadi tüm dolaplara bakınalım.” Dediğimin üzerine dolaplarla kalmayıp tüm mutfağı talan ettik ancak hiçbir şey bulamamıştık. Mutfaktan çıkarken Melis kolumdan tutarak beni durdurdu ve baygın bir tavırla bana baktı. “Buse… Kocaman ev. Nasıl bulacağız dört kişi?” “Başka çağırabileceğimiz birisi yok Melis. Eğer Beril gelirse annem şüphelenir. Mert desen hiç olmaz. Hemen hemen çoğu şeyden haberi yok. Sadece… Direnç belki yardım edebili…” “Devre elemanı sadece kendi görevini üstlense diyorum.” Kapı pervazına yaslanmış bir şekilde bize bakan Erim’e baktığımda yüzündeki ifadeyi rahatlıkla seçebiliyordum. Kıskançlık. Ne zamandan beri bizi dinliyordu bilmiyordum. “Edemezmiş,” diye tamamladım lafımı. Melis bıyık altı sırıtırken Erim’e tatlı olduğumu düşündüğüm bir şekilde gülümsedim. Erim gülümsememe tepki vermezken yaslandığı yerden doğruldu ve ara koridordan bu tarafa doğru gelen Emir’e baktı. “Boş,” dedi Emir yanımıza geldiğinde. Ve o an tüm bakışlar merdivene çevrildi. Emir ve Erim hiç vakit kaybetmeden merdivenleri tırmanırken biz de peşlerinden çıktık. Aklıma o karanlık oda geldiğinde Melis’in kolunu tuttum. “Melis, karanlık oda.” Melis’in hareleri etrafta gezinirken Erimler başka odalara dağılmışlardı. Titrek adımlarım karşılaşacağım şeylere ne kadar hazır olmasa da o odaya doğru ilerledi. Melis telefonunun fenerini açtıktan sonra anahtarı aradı, bulduğumuzda ise ışığı yaktık. Ancak ışık o kadar kırmızıydı ki daha şimdiden başımı ağrıtmaya başlamıştı. Işığa adapte olmayı başardığımda bakışlarım etrafta gezindi, gezindiği gibi tüm kanımın çekildiğini hissettim. Tüm bu fotoğraflar… tüm bu fotoğraflarda tek bir kişi vardı ve o kişi bendim. Yerde, duvarda, odanın ortasına çekilmiş olan ipte… her yerde ben vardım. Her anım çekilmişti. Bana gönderdiği resimlerin tamamı buradaydı. Dengemi kaybedecek gibi olduğumda Melis’in koluna asıldım. “Melis,” dedim korkuyla. “Melis böyle bir şey nasıl olabilir?” Boğulduğumu hissediyordum. Kendi eksenimde döndükçe kendimi görüyordum ve bu benim nefes almamı zorlaştırıyordu. Elim kalbime doğru gittiğinde kalbimdeki çığlıkları hissettim. Melis’in, “Buse, iyi misin?” dediğini işitmiştim fakat kulaklarım çınlıyordu. Hayır, Buse. O sana artık zarar veremez. Hepsi geride kaldı. Güçlü olmalısın. Güçlü olmak zorundasın. Artık yenilemezsin. Gözlerimi kapatıp sakinleşmeye çalıştığımda Melis’in, “Buse!” diye bağırdığını duydum. “Buse, yavrum aç gözlerini!” Değil gözümü açmak daha da fazla bastırmıştım. Birbirini kovalayan saniyelerin ardından yanaklarımda bir çift el hissettiğimde, “Dokunma bana!” diye bağırdım korkuyla. Gelmişti işte. Bulmuştu beni yeniden. Zarar verecekti bana! Öldürecekti beni! Geriye çekilerek kaçmaya çalıştığımda başaramadım ve yere düştüm. Gözlerimi açamıyordum. Korkuyordum. “Uzak dur benden!” “Benim, güzelim,” diyen kişinin sesini işittiğimde gözlerimdeki yaşlar çoktan akmaya başlamıştı. Birisinin kollarının arasında olduğunu hissettiğimde bu kişinin Erim olduğunu anımsadım, gözlerimi açarak, “Erim!” dedim korkulu sesimle. Erim’e sıkıca sarıldığımda saçlarımı okşadı. “Sakin ol. Ben yanındayım, korkma.” Erim’in rahatlatıcı sesi beni etkisi altına alırken bir nebze de olsa sakinleştiğimi hissettim. Erim’den ayrıldığımda Erim parmaklarıyla gözyaşlarımı sildi, önüme gelen saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırdı. Bakışlarıyla etrafı incelerken yüzünün gerildiğini seçebiliyordum. Bir noktaya odaklandığında kaşları çatıldı, kolunu odakladığı yere doğru uzatarak bir fotoğrafı eline aldı. Yüzündeki değişimlere ve yoğun sinire karşın merakım artarken Erim’in elinden fotoğrafı kaptım ve ayağa kalktım. Fotoğraftı gördüğümde ise kan beynime sıçradı. Bu fotoğraf… ben uyurken… iyi ama nasıl? Elimdeki fotoğrafı bırakıp yerdeki diğer fotoğraflara da bakmaya başladım. Hepsi benim odamda çekilmiş fotoğraflarımdı. Evime kamera mı yerleştirmişti? Her halimi… Gözlerim kararmaya başladığında başımın döndüğünü hissediyordum. Yeniden düşecek gibi olduğumda Erim beni kucakladı, kırmızı ışıkların altından hızlıca çıkardı. Bir şeyler diyordu ancak kulağımdaki çınlama sesi daha yoğundu. Erim’in sesini olabildiğince bastırıyordu. Gözlerim hafif aralıydı ancak bilincim fazla yerinde değildi. Arabanın arkasına yatırıldığımda, “Her şeyimi izlemiş,” diye mırıldandım. “Her şeyimi…” *** Başımda şiddetli bir ağrı vardı. Sanki birisi kafama balyozla vurmuştu ve şu an acısını çekiyordum. Elim şakağıma gittiğinde acıyla yüzümü buruşturdum ve kısık olan gözlerimi tamamen araladım. Nerede olduğuma bakındığımda karşı koltukta uyuyan Melis’i görünce yattığım yerden doğruldum ve nerede olduğumu anımsadım. Burası Erim’in eviydi. Elimi koltuğa yerleştirdikten sonra ayağa kalktım ve Melis’i uyandırmamaya özen göstererek sessiz adımlarla odadan çıktım. Mutfaktan sesler işittiğimde fazla etrafa bakınmaya gerek duymadan direkt olarak yönümü mutfağa çevirdim ve mutfağa adımladım. Tam içeri gireceğim sırada Erim’in un olmuş suratını ve ona yardım eden Emir’i gördüğümde içeri girmekten vazgeçtim, dudaklarımı birbirine bastırarak kapının pervazına yaslandım. İkisinin de üzerinde mutfak önlüğü vardı ve Erim tepsiye hamur yayıyordu. Yüzündeki undan dolayı gerçekten de fazla sevimliydi. “Erim, ben anlamadım. Bu sebze nasıl kesilecek?” Erim kafasını Emir’e çevirdiğinde önce Emir’in elindeki domatese sonrasında ise Emir’e baktı ancak kaşlarını çatarak. “Neyi anlamadın Emir? Sebzeyi kestikten sonra elinin nasıl kanamayacağını mı?” “Hayatım da mutfağa mı girdim oğlum ben?” “Girmedin mi?” “Girdim ama sadece yemek yemeye.” Erim içinden sabır nidaları çekerken geri işine döndü. Emir de kendince domatesi keserken ikisi de oldukça şapşal görünüyordu. Melis’in bu ana şahit olmasını isterdim. Eminim ki Emir’le yüz yıl kadar dalga geçerdi. “Doğradım hepsini,” diyen Emir’e baktığında Erim diğer hamuru da yuvarlak bir kesimde tepsiye yerleştirmişti. “Sosu uzatsana.” Emir sosu Erim’e uzattıktan sonra hamurun üzerine yedirdi ve kestikleri malzemeleri birlikte yerleştirmeye başladılar. Tam inimden çıkacağım sırada başka bir kuvvet tarafından geriye çekildim. Melis’in yeni uyanmış gözleriyle karşı karşıya gelirken fısıltıyla, “Aşk olsun, Buse!” dedi kızarak. “Beni uyandırmadan nasıl tek başına izleyebilirsin?” Alt dudağımı dişlerken, “Kıyamadım,” dedim sessizce. Salona geri geçtiğimizde Melis, “Sen bayılınca Erim seni eve götürmek istedi ama annenin endişe edeceğini söyledim,” dedi. “Bize de gidemezdik çünkü annem, annene yetiştirecekti. O yüzden buraya geldik. Sen epeyce uyudun. Uyanmanı beklerken ben de uyuyakalmışım.” Saate baktığımda dokuza geldiğini gördüm. Korkuyla gözlerim irileşti. “Çok geç olmuş, Melis! Eve gitmemiz lazım.” “Sakin ol,” dedi Melis benim aksime. “Annenle konuştum. Bizdesin bugün. Annemle konuştum, sizdeyim. Ama ikimiz de birbirimizde değiliz çünkü Erim’deyiz.” Cümlesini bitirir bitirmez büyük bir kahkaha attığında kafamı iki yana salladım ve ister istemez ben de güldüm. “Hadi yanlarına gidelim,” dedi Melis ayaklanırken. Melis’in peşinden ben de ilerledim ve birlikte mutfağa geçtik. Erim pizza tepsilerini fırına yerleştiriyor, Emir ise ortalığı toparlıyordu. İkisi de aynı anda bize baktığında Erim gülümseyerek yanıma geldi ve beni kendisine çekerek yanağıma uzun, sulu bir öpücük bıraktı. “Benim güzelim uyanmış.” Öpmesine karşın gülümserken, “Günaydın,” dedim cilveli bir şekilde. Melis’in tiksinir bakışlarına maruz kaldığımda, “Seni de biliyoruz Melis Hanım,” dedim imalı bir tonda. Dediğimi hemen anladığı için sırıtarak sus demek istedi. Ağzıma fermuar çekmiş gibi yaptım, “Yardım edelim mi?” diye sordum bakışlarım Emir’e değerken. “Biz hallederiz. Çok bir şey yok zaten." Melis, Emir’in fikrini havada kaparken, “Ay çok iyi olur,” dedi ve hızlı adımlarla mutlu bir şekilde mutfaktan çıktı. İş yapmamak için değildi onun kaçması, işi Emir’e yaptırmak içindi. Melis’in arkasından kıkırdarken, “Sen de geç yanına,” diyen Erim’e baktım. Başımla onay verirken Melis’in yanına geçtim. “Daha iyi misin?” Oldukça yumuşak olan koltuğa yerleşirken Melis’in sorduğu soruya ithafen, “İyiyim,” dedim. “Kırmızı ışık en başta da başımı ağrıtmıştı. Sonrasını da biliyorsun zaten. “Biliyorum, biliyorum. Ama sevgilin bu konuyu açmamamız için bizi yaklaşık yüz kere tembih etti. O yüzden tüm olanları bugünlük asla anmıyoruz. Yoksa Erim bizi…” elini boğazına getirdi ve sağa sola doğru kaydırdı, “kıt, keser.” Sondaki yaptığı tonlamaya karşın güldüğümde omuz silkti. “Yapar mı yapar, ben söyledim.” “Tamam. Konuşmayız. Zaten aklıma geldiği an keyfim kaçıyor. Düşünmeyeceğim.” Geçen yarım saatin ardından sofra hazır olduğunda Erim yere minderleri attı. Melis’in yanına geçeceğim sırada bileğimden tutarak beni kendisine doğru çekti ve yanına oturmamı sağladı. “Melis’le yıllardır dip dibesin. Sıra bende artık.” Melis’in yargılayan bakışları Erim’i bulduğunda, “Arkadaşımı benden çalamazsın,” dedi emrivaki bir şekilde. Erim ise gülmekle yetindi. Gülüşü hemen hemen her şeyi açıklığa kavuşturmuştu. Aç olduğum için pizza tabağına uzandım ve bir dilim pizzayı aldıktan sonra yemeye başladım. Pizzayı yutkunduğumda Erim’in bakışları üzerimdeydi. “Çok güzel olmuş, sevgilim,” dedim o daha sormadan. Ardından dizlerimin üzerinde hafifçe yükseldim ve yanağına küçük bir öpücük kondurdum. “Ellerine sağlık.” “Ben de yardım ettim yalnız.” Harelerim Emir’e döndüğünde Melis elini Emir’in sırtına attı ve iki kere sertçe vurdu. “Sen yardım etmeseydin yiyemezdim emin ol, Emir. Mis, mis!” Emir’in huzursuz bakışları Melis’e değdiğinde, “Neden sürekli hıncını çıkarıyormuşsun gibi bana vuruyorsun?” diye sordu. Melis’in cevabı ise gecikmedi. “Hıncımı çıkarıyorum çünkü.” Emir homurdanarak koca bir dilim pizzayı ağzına tıkıştırdı ve susmayı tercih etti. Melis sırıtırken Erim kısık gözlerini Emir’in üzerine dikti. “Daha domates kesmeyi bilmiyorsun lan!” Akabinde elindeki pizzayı bana doğru uzattı ve domatesleri gösterdi. “Görüyor musun? Ne kadar da çirkin.” “Domates soslu pizzaya domates koymak kadar saçma bir fikir yoktu Erim.” “Böyle daha lezzetli.” İkisinin didişmesi fazla uzun sürmezken yemeklerimizi yedik ve ortalığı toparladıktan sonra yeniden salona geçtik. Erim beni kolunun arasına alırken Melis ve Emir de karşı koltukta oturuyorlardı ancak ikisi de bir uçtaydı. Başımı hafifçe yukarıya kaldırıp Erim’e baktım. “Annen ve Atlas nerede?” “Anneanneme gittiler bir haftalığına. İstanbul’da yani.” Anladığımı belli eden mırıltılar çıkardığımda, “Ee,” dedi Melis bize bakarak. “Sıkıldım ben. Bir şeyler yapalım.” “Size hikâye anlatayım mı?” Bakışlarımız Emir’e döndüğünde herkes bu fikre sıcak bakıyordu. Zaten saat geç olmuştu ve enerjimiz yavaştan tükendiği için yapacak başka bir fikrin çıkacağını zannetmiyordum. Emir koltuğa iyice yayıldığında, “Seneler öncesinde, Krallıkta geçen bir olay ancak gerçek mi yoksa uydurma mı olduğu fazla bilinmiyor. Kaila Safirzen ve Andaç Safirzen. Dillere destan bir aşk yaşayan Kral ve Kraliçe. Oldukça mutlu bir evlilikleri varmış, herkes bu aileye özenir, onlar gibi mutlu bir yuvalarının olmasını dilermiş çünkü bugüne kadar böylesine bir ilişkiye hiç şahit olmamışlar. Ta ki bir gün tüm halkın dengesi alt üst olmuş.” “Kaila Safirzen oldukça güzel bir kadınmış ve bu yüzden tabii ki kıskananı da çokmuş. O sıralar ikinci veliahdına hamileymiş Kraliçe ancak oldukça riskli bir hamilelik süreci geçiriyormuş. Bu yüzden de olabildiğince yatağından kalkmaması gerekiyormuş. Ancak bir gün o kadar çok bunalmış ki sürekli saray da olmaktan, dışarı çıkmış. Kral bunu fark ettiğinde endişelenmiş ve Kraliçesini dikkatli olması için uyarmış. Bir süre birlikte sarayın arka bahçesindeki ormana doğru yürümüşler. Kraliçe susadığını belirttiğinde saraydan uzaklaştıkları için Kral kendisi getirmek için Kraliçenin yanından ayrılmış. Kraliçe ağaçları, çiçekleri incelemiş Kralı beklerken. Çok seviyormuş bitkileri. Kraliçede anlamsız bir neşe varmış o gün. Ne olduysa o gün ve orada olmuş. Kaila Safirzen’i kıskanan bir kadın, nasıl saray sınırlarına girildiği bilinmedik bir şekilde Kaila Safirzen'in yanına gitmiş. “Hepimizin kendine özel bir çiçeği olmalı,” demiş yabancı kadın Kraliçeye. Kraliçe ise kadına anlam verememiş. Ardından cümlesine yeni bir cümle eklemiş yabancı kadın. “Kiminin saksıda kiminin mezarında,” diye. Ve büyük bir kahkaha atarak arkasında sakladığı kılıcı Kraliçenin karnına saplamış. “Sen benim eşimi benden aldın,” diye haykırmış yabancı kadın. Ağlamış, “Sen benim bebeğimi benden aldın...” demiş bu sefer de. Kraliçenin vücudunu delik deşik etmiş. Cinnet geçirmiş. En son sözleri ise, “Beni affet olur mu annem?” olmuş, kendisini de öldürmüş.” Emir sustuğunda olabildiğince kanım donarken Erim’e sokuldum. Erim bunu fark ettiğinde korktuğumu anlamıştı. Sinirli bakışlarını Emir’e bir ok gibi saplarken, “Senin anlatacağım hikâyeyi sikeyim Emir!” diye çıkıştı. “Kızın psikolojisi ne halde görmüyor musun sen?” “İyiyim,” dedim Emir’e fazla yüklenmemeleri için. Emir ise ellerini havaya kaldırdı. “Size de yaranılmıyor.” Melis’e baktığımda uyukladığını görmüştüm. “Birilerinin hiç umurunda bile değil,” dedim kıkırdayarak. Melis dediğimi işitmek yerine tamamen uykuya daldığında başı yana doğru düştü. “Uyusak iyi olur,” dedi Emir. “Nerede kalacağız biz?” “Ayrı ayrı mı, beraber mi?” Emir’in kaşları çatıldığında, “Buse’yle, Melis beraber kalsın işte,” dedi. “Hayır. Ben sevgilim olmadan uyuyamam. Sen kal Melis’le.” “Kocaman evde oda mı yok Erim?” Erim’in dudağına çarpık bir gülümseme yerleştiğinde ben de dahil Erim’in imasını anlamıştık ancak uzatmadı ve odaları hazırlamaya gitti. Geri yanımıza geldiğinde, “Melis’i götür sen,” dedi. “Bana karımdan başkası haram.” Erim’in dediği şey olduğundan daha da fazla hoşuma giderken Emir, Melis’i kucakladı ve Erim’in hazırladığı odalardan birisine yatırdı. Ardından kendisi de odasına çekildi. Erim’le baş başa kaldığımızda elini bana doğru uzattı. “Gidelim mi?” Uzattığı elini tuttum ve birlikte odadan çıkarak merdivenleri tırmandık. Erim’in odasına girdiğimizde olabildiğince rahat bir tavırla kıyafetlerinin olduğu araya geçtim ve dolabın sürgüsünü açarak üzerime olabilecek kıyafet bakındım. Çekingen olamazdım çünkü o benim sevgilimdi. Çoğu kıyafetinin üzerime olacağını düşünmüyordum ancak bol bir tişörtle eşofman altı alarak arkamı döndüm. Arkamı dönmemle gözlerimi kapatmam bir oldu. “Erim!” dedim asabi bir tavırla. “Neden üzerini çıkardığını söylemiyorsun?” “Yabancı mı var?” “Erim!” Bir süreliğine sessiz kaldığında Erim’in varlığını hissedemiyordum ancak gözlerimi de açamıyordum utançtan. “Tamam aç gözlerini, giyindim,” dediğinde sesinin dibimde bitmesini umursamayarak gözlerimi açtım. Gözlerimi açmamla Erim’in yeniden üstsüz olduğunu görmem bir oldu. Kaçmaya çalıştığımda ise belimden sıkıca kavrayarak buna engelledi. Kalp atışlarım çok hızlıydı ve ona bu şekilde temas etmek daha da hızlanmasına sebep oluyordu. “Sen bu kadar edepsiz değildin,” dedim harelerine baktığımda. Dudakları iki yana doğru kıvrıldı. “Ben hep bu kadar edepsizdim, Buse.” Şakağıma güçlü bir öpücük kondurduğunda, “Hadi üzerini değiştir domates kız,” dedi ve sırıtarak beni serbest bıraktı. Domates kız demesini es geçerek banyoya girdim ve üzerimi değiştirdim. Eşofmanın belini olabildiğince fazla sıktıktan sonra saçlarımı bileğimdeki tokayla gelişigüzel bir topuz yaptım ve banyodan çıktım. Erim boy aynasının karşısında saçlarına şekil vermekle meşguldü ve neyse ki üzerinde siyah bir tişört vardı. Daha az utanabilirdim. Kıyafetlerimi bir kenara bırakıp ışıkları söndüreceğim zaman dolabın sürgüsünün açık olduğunu fark edince oraya doğru ilerledim. Sürgüyü kapatacağım esnada bir sıra boyunca asılı olan formalara baktım. “Galatasaray?” dedim sorarcasına. “Yürüyoruz sessiz ve kederli, nevizade geceleri...” diye mırıldandığında istemsizce gözlerim devrildi. “Ben Fenerbahçeliyim ama.” Erim’in bakışları beni bulduğunda, “Ah be güzelim…” dedi kırık bir ses tonuyla. Erim’e cevap vermeyip sürgüyü kapattım ve Erim yatağa uzanırken ben de lambayı kapatmak için hareketlendim. Ancak o ki komodinin üzerinde duran çerçeve dikkatimi çekmişti. Adımlarım oraya doğru ilerlerken çerçeveyi elime aldım, Aysel Teyzenin fotoğrafını gördüğümde ufak çaplı bir şok geçirdim. “Erim…” dedim mırıltıyla Erim’e doğru dönüp çerçeveyi gösterirken. “Bu kadın kim?” Erim bakışlarını önce bana, daha sonra ise elimdeki çerçeveye çevirdi. “Babaannem.” |
0% |