@tuvbaveotesi
|
Tehlikeli Fısıltı Bölüm 26 - Tanrı ve Şeytan Bazen, bazı tesadüfler insanların en büyük mutluluğu olurdu. Ya da tesadüf diye bir şey yoktu, her şey yaşanması gereken olaylardı fakat biz bunları tesadüf deyip geçiştiriyorduk. Çünkü ‘neden böyle bir yaşamam gerekiyor ki?’ sorusu kulağa saçma geliyordu. Geceden beri yeni sindirmiştim Erim’in, Aysel Teyze’nin torunu olduğunu. Aslında bu durum beni mutlu etmişti çünkü Erim’i daha da fazla görebilirdim. Lakin… Erim’in bir kez bile babaannesine geldiğini görmemiştim. Aysel Teyze de sorduğum zaman geçiştirmişti. Aralarında bir husumet olduğunu düşünmeye başlamıştım. “Buse,” diyen mayışmış sese kulak verdiğimde düşüncelerimden arınarak, bakışlarımı tavandan ayırıp uykulu gözleriyle bana bakan Erim’e çevirdim. Bu sersem haline gülümserken put gibi yattığım pozisyonumu bozdum ve hafifçe doğrularak Erim’in yanağına uzun bir öpücük bıraktım. “Günaydın!” diye şakıdım içimde volkanik bir dağ gibi patlayan sevgi dilimle. Mahmur suratına hoşnut olduğunu belli eden bir gülümseme yayılırken adeta bir çocuk gibi göründüğünden habersizdi şu an. Dudakları aralandığında, “Hiçbir sabahım bu kadar güzel olmamıştı ki…” dedi mırıltıyla. Kısık gözleri yavaştan açılmaya başladığında utanacağımı bildiğim için geriye doğru bir hamle yaptım ancak bileğimden tutarak beni kendisine çekti, üzerine düştüğümde kollarıyla belimi kavradı. “Artık kaçamayacağını anlamadın mı?” dedi kullandığı kelimelerini tane tane söyleyerek. Nefesi, nefesimi kestiği vakitlerde çarpık bir gülümseme peyda oldu dudaklarıma. Saçlarım iki yanımdan aşağı doğru süzülüp Erim’in yanaklarına değerken, “Belki de beni yakalaman hoşuma gidiyordur?” dedim sorarcasına. Sorusuna, bu soruyla karşılık vermemi beklemiyor olacaktı ki hayretle tek kaşı havalandı. Doğrusu bu tepkiyi vermemi ben de pek beklemiyordum ama nedense Erim’le aramızdaki engelleri kaldırdığımız andan beri daha arsız bir kız olduğumu düşünüyordum. Bu ben değildim… Erim beni benden almış olabilir miydi? “Başka nelerim hoşuna gidiyor, Buse?” Erim’in ciddi sorusunun üzerine düşüncelerimden sıyrılırken bir süre düşündüm. “Tek tek anlatamam sanırım. Çünkü her hareketin hoşuma gidiyor zaten.” “Hmm,” dedi pek de tatmin olmamış bir şekilde. Bunu umursamayarak üzerinden kalkmaya çalıştım ancak kıvrak bir hareketle saniyeler içerisinde konumumuz değişti. Yüreğim ağzımda atarken nefesim bu sefer gerçekten kesilmişti. Erim hiçbir şey demeden aramızdaki mesafeyi kapatırken dudakları yüzümün her bir köşesine değdi. “Çok seviyorum seni,” dedi itiraf edercesine. “Keşke geçirdiğim günün her saniyesinde seni görsem, kokunu solusam… seni öpsem.” Bir anlığına sustu, kaşları çatıldı. “Acaba seni kaçırsam mı?” Dudaklarımdan firar eden kahkaha karşısında Erim’in surat ifadesi bozulurken, “Gülme,” dedi kendisi de gülmemeye çalışarak. Ben gülmeye devam ederken Erim’in de dudaklarının iki yana doğru kıvrıldığını görmüştüm. Yavaş yavaş gülmemi keserken bir anda yüzüm ciddi bir hâl aldı. “Ben de seni çok seviyorum,” dedim elim Erim’in yanağını okşarken. Erim aramızdaki mesafeyi tekrardan kapatacağı sırada kapı tıklatılınca gözlerim fal taşı gibi açıldı, Erim’i anında üzerimden atmaya çalıştım ancak başarılı olamadım. “Dizi sahnesi çekmiyoruz,” dedi bakışlarını kapıdan alıp bana çevirdiğinde. “Öpmeden bırakmam seni.” Dediği gibi de oldu. Aramızdaki mesafeyi kapattı, ısrarla tıklatılan kapıya aldırış etmeden dudaklarını dudaklarımla birleştirerek uzun bir öpücük bıraktı. Ben alev topuna dönüşürken Erim çarpık bir şekilde gülümseyerek dudaklarını kulağıma yaklaştırdı. “Konu sen olduğun müddetçe Buse, dünyanın en fırsatçı adamı olmaktan hiç kaçınmayacağım.” *** Erim’le geçirdiğim güzel dakikalarımın bittiğini eve geldiğimde değil de odama adımımı atar atmaz anlamıştım. Sıklaşan nefesimi kontrolümün altına almayı başardıktan sonra gözlerimle odayı taradım. Bir günlüğüne de olsa unutturulan gerçekle baş başaydım ve onu bulmam gerekiyordu. Mehmet’in odama yerleştirdiği kamera. Zihnimde karanlık odadaki fotoğrafları tekrardan canlandırırken fotoğrafların çekilme açısını anımsamak adına büyük bir efor sarf ederek kapıyı ardımdan tamamen kapattım ve yataklarımızın olduğu kısımda göz gezdirdim. Beril’le yatağımızın arasında sadece bir komodin bulunuyordu. Yatakların baş kısmı dolaptı. Sol kısımda çalışma masası, yukarı kısımda ise duvara monteli raflar bulunuyordu. Fotoğrafların hiçbirinde Beril yoktu. Bu demek oluyordu ki çalışma masasında değildi kamera. Ama yine de tamamen emin olmak amacıyla çalışma masasına doğru ilerledim ve her bir yanını didik didik aradım. Lakin yanılmamıştım. Burada değildi. Kalçamı masaya yaslarken bakışlarım hemen yatağımın yanında olan pencereye takıldı, boylu boyunca pervazdaki süslemelere baktım. Zoraki yutkunurken korkak adımlarım pervaza doğru ilerledi. Akabinde hızlıca pervazdaki tüm süs eşyalarını kontrol ettim ancak kameraya benzer en ufak bir şey bile bulamamıştım. Sıkıntıyla boynumu iki yana doğru çıtlatırken gözüm tavandaki spot lambalara ilişti. Bir yatağıma bir de spot lambalara baktım. Spot lambalardan bir tanesi, diğer tüm lambalara oranla çıkık gibi duruyordu. Ağır adımlarım duvardaki anahtara doğru ilerlerken anahtarı açtım ve yanan ışıklara baktım. Çıkık gibi duran spot hariç hepsi yanıyordu. Bu spotun yanmadığını nasıl bugüne kadar fark etmemiştik? Kendime kızmayı bırakıp çabucak odadan çıktım ve kilerden merdiveni çıkararak geri odama geçtim. Merdiveni düşmeyeceğinden emin olacağım bir yere sabitledikten sonra en ucuna kadar çıktım ve yanmayan spotun camını çıkardım. Tahminim doğruydu. Kamerayı anında yerleştirildiği yerden söktükten sonra camı geri taktım ve merdivenlerden indim. Parmaklarımın arasındaki küçük kamerayla bakışırken Mehmet’in hâlâ bir yerlerden beni izlediği korkusu vücuduma yayıldı, kamerayı yere fırlatarak ayağımla sertçe üzerine bastım. “Nefret ediyorum senden!” dedim haykırırcasına tekrar tekrar kamerayı ezerken. “Senden tiksiniyorum Mehmet Şanlı!” Gözlerimden süzülen yaşlarla birlikte yavaşça yere çökerken ellerimi saçlarımdan geçirdim. “Allah’ım neden… neden böylesine iğrenç bir insanla arkadaş oldum ben! Neden, neden, neden...” Kendi hıçkırıklarımın arasında kaybolup gidiyordum. Yaşadığım şeyleri sindiremiyordum, unutamıyordum. Ölene kadar da bu acılarla boğuşacağımı düşünüyordum. Kaçamıyordum. Kaçış yoktu. Bedenimde taşıdığım izler ebedi olduğu sürece kaçış yoktu. Nefesimi düzene sokmayı başardığımda ayağa kalktım ve merdiveni yeniden kilere götürdüm. Üzerimi değiştirme gereksinimi duymadan montumu üzerime geçirdim ve yere eğilerek kırık kamera parçalarını toparladım. Çantamı omzuma attıktan sonra evden çıktım, avucumdaki kırık parçaları çöp konteynırına attım. Nereye gideceğimi bilmiyordum. Sadece boğulduğumu hissediyordum. Direnç’in anlattıklarından sonra daha da fazla ürkmeye başlamıştım. Mehmet bir katildi ve delil olmadığı için olması gereken yerde değildi. Eğer o gün bulunmasaydım Deren gibi ben de ölecektim belki de… ve kimse bunun bir cinayet olduğunu bilemeyecekti. İnsanoğlu nankördü. O bana böyle bir şey yapmaz dediğimiz herkes bir gün sırtımızdan vurabiliyordu bizi. Bu yüzdendir ki güven kelimesi varoluş sebebini unutmak üzereydi. Çünkü kimse asıl anlamıyla kullanamıyordu bu kelimeyi, istese de yapamıyordu. Ona inandığı an kötü bir şey olacağını düşünüyordu ve bunun tek sebebi yine insanlardı. “Sen daha önceleri nerelerdeydin?” Mırıldanılan şarkıyı işittiğimde başımı hafifçe yerden kaldırdım, düşüncelerimi bozmamı sağlayan şahsa baktım. Daha doğru şahıslara. Biri sağ tarafımda, diğeri ise sol tarafımda tam karşımda duruyorlardı. Hemen hemen bir seksen boylarındaydılar. İkisi de esmer denilebilirdi ve hiç tekin ayağa benzemiyorlardı. Sağ taraftaki şahıs dikkatlice beni süzmeye devam ederken dudaklarına çarpık bir gülümseme peyda oldu. Bakışlarımı onlardan çekip etrafta gezdirdiğimde boş denilecek kadar az evin olduğu bir sokakta olduğumu fark etmiştim. “Demlendim kollarında, o ateşinde, Ben nasıl da senden yar böyle habersizdim?” Sol taraftaki şahıs şarkıyı devam ettirirken pas atıyormuş gibi arkadaşına baktı ve o da ne dediğini anlamış gibi gülümsemesini daha da genişleterek bir iki adım yakınıma geldi. Sol taraftaki ise biraz daha yana kaydı. Akıllarınca beni ortaya kıstırmaya çalışıyorlardı. Yanıma yaklaşan şahıs daha önce bir kere bile bilmediğim şarkısını söylemeye devam etti. “Yenilendim dudaklarında, Yok yok sende.” Son sözlerini o kadar iğneleyici bir şekilde söylemişti ki içimdeki kusma dürtüsü daha da artmıştı. Sakinliğimi koruyamaya çalışarak derin bir nefes aldım. “Ne istiyorsunuz?” “Sence?” dedi uzağımdaki şahıs. Ardından sırıttı. “Bence ne istediğimizi gayet iyi biliyorsun.” “Bence de…” dedi yakınımda olan. Dudaklarıma histerik bir gülümseme peyda olurken bana uzak olana doğru adımladım, tam karşısında durdum. “Adın ne senin?” Koyu renkli hareleri yüzümü incelerken dudaklarımda bir süre takılı kaldı, bunu fark ettiğimde hapşırma numarası yaparak dikkatini dağıttım. “Orhan,” diye cevapladı sorumu. Kafamı diğer şahsa çevirdim anında. “Senin?” “Furkan.” Anlayışla başımı salladığımda, “Ya senin?” diye sordu Orhan. “Vedat.” Anında kaşları çatılırken yüzünü buruşturdu, kafasını Furkan’a çevirdi. “Vedat erkek ismi değil mi lan?” “Harbi lan!” “Ailem erkek bekliyormuş beni,” dedim dudaklarımı sarkıtarak. “Kız olduğumu gördüklerinde de bir isimden ne olacak deyip Vedat koymuşlar.” “Bence de yavrum. Ne olacak bir isimden?” Orhan’a samimiyetten uzak ancak bir o kadar da samimi bir şekilde gülümsedim ve arkasına doğru ilerledim yavaş adımlarla. “Ne istediğinizi biliyorum, evet,” dedim cilveli bir ses tonuyla. İkisinin de yüzünü hoşnutluk esir alırken parmağımı Orhan’ın kolunda gezdirdim ve anlık bir hareketle bacak arasına güçlü bir tekme attım. “Dayak,” dedim öfkeyle. “Dayak istiyorsunuz!” Orhan anında yere düşüp kıvranırken Furkan anında, “Lan!” diye bağırdı, tam yanıma gelecekken ondan önce davranıp ona da bir tekme savurdum ancak kaçmayı başarmıştı. Orhan yerde sızlanırken Furkan’la büyük bir mücadele veriyorduk şu an. Tüm sinirimi iki sapıktan çıkarırcasına güç topladım ve bu sefer kaçmasına izin vermeden Furkan’ın yanağına güçlü bir yumruk indirdim. Furkan aldığı darbe ile yana doğru yalpalanırken, “Beter olun!” diye bağırdım. Olay yerini terk edeceğim sırada Furkan beni yakaladı ve kollarımı arkamda birleştirdi. “Nereye kaçıyorsun?” dedi sinirli bir ses tonuyla. Orhan ayaklanırken, “Hadi abi,” dedi ve beni bir yere doğru çekiştirmeye başladılar. Ancak buna müsaade edemezdim. Furkan’ın ayağına çelme takıp yere düşmesini sağlarken Orhan’a yeniden tekme attım ve var gücümle koşmaya başladım. Peşimden gelmeleri çok sürmedi. Arkama bakarsam yakalanacağım korkusu vardı bu yüzden bakamıyordum. Nefesimin tükendiğini hiçe sayarak daha da hızlı koşmaya başladım ve ara sokaklardan birisine girerek koşmaya devam ettim. Gözüme bir mekân çarptığında kendimi bir hışımla oraya attım. Kapıyı ardımdan kapatıp köşeye sinerken hâlâ peşimdeydiler. Girdiğim mekânın önünden koşarak geçtiklerinde derin bir nefes aldım ve üzerimdeki korkuyu atmaya çalıştım. Yeni yeni kendime gelmeyi başardığımda içeriden gelen yüksek müzik sesine karşın gözlerim kısıldı, meraklı adımlarım sesin geldiği yöne adımladı. Ben adımladıkça müzik sesi daha da artıyordu. İnsan topluluğunun olduğu kısma geldiğimde buranın bir pavyon mu yoksa bar mı olduğuna karar verememiştim. Böylesi yerlerde girişte mutlaka bodyguard oluyordu diye biliyordum ancak kimseyi görememiştim. Hızla atan kalbim normal hızına henüz yeni dönerken yorulduğumu daha yoğun hissetmeye başlamıştım. Boş olan bir masayı gözüme kestirdiğinde oraya doğru ilerledim ve kendimi deri koltuğa attım. Kaç dakika koşmuştum bilmiyordum ancak ciğerlerim iflas bayrağı çekmişti. Oturduğum masanın biraz ilerisinde büyük bir pist vardı ve kadınlar dans ediyordu. Diğer masalarda oturan adamlar ise onları izliyordu. Ortamdaki herkesin kıyafetlerine baktığımda tek sırıtan kişinin ben olduğum kanaatindeydim. Masama bir anda kokteyl konulduğunda izin bile almadan yanıma oturan kıza sorgularcasına baktım. Kız diyordum çünkü hemen hemen benimle aynı yaştaydı. Dibi gelmiş sarı saçlarını omuzunun arkasına atarken elindeki sıvıdan bir yudum aldı, başını bana doğru çevirerek yeşil harelerini harelerime dikti. “Sen neden buradasın?” Birkaç saniyeliğine sessiz kaldığımda hâlâ cevap bekliyordu. “Sen neden buradaysan ben de o yüzden buradayım.” “Vay,” dedi hafifçe kıkırdayarak. “Akıllıca bir cevap ama… sen asla benim burada olduğum sebepten dolayı burada değilsin.” Şöylesine bir üzerimi inceledi. “Hatta buraya yanlışlıkla bile gelmiş olabilirsin.” “O kadar belli oluyor mu?” dediğimde yeniden kıkırdadı. Ardından masaya doğru uzanarak az önce koyduğu kokteyli eline alıp bana uzattı. “İç, kıpkırmızı olmuşsun. Hararetini alır.” Bakışlarım kokteyle dönerken içip içmeme konusunda tereddütte kalmıştım ancak susadığımı anımsadığımda kokteyli kafama diktim. Yanımdaki kız gözlerini büyüterek bana baktı. “Yavaş iç. Su değil o.” Umursamazca omuz silkerek, “Başka var mı bundan?” diye sorduğumda ayağa kalktı ve yeni bir tane daha getirdi ancak yanında kokteyl şişesini de getirmişti. Kokteylin içinde ne olduğunu bilmiyordum lakin çok hoş bir tadı vardı. Kıza teşekkür ederken yeniden yanıma oturdu. Ben kokteylimden yudumlarken o, başını arkasına doğru yasladı. “Kimse burada olmaktan memnun değil,” diye mırıldandığında göz ucuyla kıza baktım. “Sorunlarından kaçmak için burada eğlendiklerini zannediyorlar. Tamamen aptallık.” Tek kaşım havalandığında, “Sen…” dedim ikinci bardağımı da kafama diktikten sonra. “Sen neden buradasın?” “Sorunlarından kaçmak isteyenlerin sorunlarından kaçmalarına yardımcı olmak için.” Verdiği cevap aklımı karıştırmıştı ancak üstelemedim. O da bir daha konuşmadı. Yaklaşık on dakika sonra ise hiçbir şey demeden gitti. Kafamın uyuştuğunu hissediyordum ancak sanki bedenim hafiflemişti. Kokteylden biraz daha bardağıma koymak istediğimde bittiğini görünce dudaklarım aşağıya doğru sarktı. “Ama bitmiş…” dedim küçük bir çocuk gibi. Yüksek ses kafamın daha da uyuşmasına sebep olurken oturmaktan sıkıldığım için ayağa kalktım. Aniden ayağa kalktığım için dengemi kaybedecek gibi olsam da son anda masadan destek alarak dengemi korudum ve ayakta kalmayı başardım. Ama o ki başım felaket derecede dönüyordu. Yalpalar bir vaziyette kadınların dans ettiği yere doğru ilerlerken tam ortalarına geçtim. Herkesin bakışları benim üzerimdeydi. Hemen çaprazımdaki kadına bakarken elimi omzuna yerleştirdim ve kendime doğru çektim. “Geldiğimden beri seni izliyorum ve geldiğimden beri göz zevkimi çok bozdun. Görmeyen birisi bile senden daha iyi kombin yapardı be kadın! Git değiştir üstünü.” Kadının öfkeyle gözü döndüğünde ben hâlâ sırıtıyordum. “Sen kiminle konuştuğunun farkında mısın!” diye bağırdığında hiç düşünmeden, “Farkındayım,” diye cevap verdim. “Seninle konuşuyorum. Hayvan ya da üç harfli olmadığına göre insansın işte.” Akabinde yüzüm buruştu. “Bu ne saçma bir soru böyle!” “Kim aldı bunu içeriye?” diyen bir erkek sesi işittiğimde sesin geldiği yöne doğru döndüm, bana laf atan adama oldukça ters bir bakış atarak yanına doğru ilerledim. “Bana bak bey amca, gelmişsin yetmiş beş yaşına evde karın ve çocukların seni bekliyor, ama sen… oh valla! Burada alem yapıyorsun. Cık, cık, cık… Hiç yakışıyor mu senin gibi kart birisine bu güzel kadınlar… yazık günah!” “Terbiyesiz!” Güçlü bir kahkaha attığımda adamdan uzaklaştım ve tekrardan kadınlara döndüm. “Ay bu herifler çok kart! Daha yakışıklılarına dans edin de bir namınız olsun be, ayıp yahu.” Kadınların hepsi bana şaşkınlıkla bakarken montumun cebindeki telefonumun titrediğini hissettim, elimi cebime atarak telefonumu çıkardım. Ekranda yazan ‘sevgilim’ yazısını okuduğumda büyük bir gülümseme yayıldı her yerime. Bakışlarımı ekrandan ayırıp etrafa çevirdiğimde hemşireler gibi elimle sus işareti yaparak, “Şşşh!” diye bağırdım. “Biraz sessiz olur musunuz lütfen! Kocam arıyor.” Daha fazla vakit kaybetmeden aramayı cevapladım ve “Kocacığım!” dedim heyecanım sesime yansımış bir tonlama ile. “Kocacığım? O gürültü ne, Buse? Neredesin sen?” Sorunun üzerine etrafıma yeniden baktım. “Bilmiyorum ki. Partideyim herhalde.” Cümlenin sonunda güldüğümde, neden güldüğümü ben de bilmiyordum. Erim sık bir nefes alırken, “Konum at,” dedi sert bir şekilde. Ses tonuna karşın kaşlarımı çattım sanki beni görebiliyormuş gibi. “Sakin ol calm down baby, biraz quality!” “Buse’m, güzelim, sevgilim… hadi yorma beni de konum at. Yanına geleyim.” Erim’in yanıma geleceği düşüncesini heyecanlanmama sebep olurken hiçbir şey demeden pat diye telefonu suratına kapattım ve Erim’e konum attım. Ardından dans eden kadınlara baktım. “Bana bakın! Birazdan buraya kocam gelecek ve benim kocam…” bedenimi oturan adamlara çevirdim, işaret parmağımla hepsini gösterdim. Güldüğümde, “Bunlar gibi kart ve... neydi o kelime... çam yarması değil! O ince bir zevk, bir sanat eseri. Tam bir Michelangelo’nun heykeli gibi!” dedim fısıltıyla. “Yani… çok yakışıklı… çok… O yüzden! Sakın kocama göz dikmeyin, gözlerinizi oyarım. Duydunuz mu beni!” Bir kadın merakla gülümsedi ve “Kocan kim?” diye sordu. Büyük bir ciddiyetle, “Kim mi? Erim işte!” dedim. “Öyle böyle değil, en yakışıklısı. Bir göreceksin, vurulacaksın… Hayır! Vurulamazsın. Çünkü o benim… kocam.” Ardından, etrafımdaki birkaç adama dönüp işaret parmağımla onları tek tek göstererek, “Siz, evet, siz! Bakmayın öyle, sizinle işim olmaz,” diye bağırdım, ardından gülmeye başladım. Tam o sırada romantik bir şarkı çalmaya başladı ve birden duygusallaşarak ellerimi göğsüme bastırdım. “Ahh,” dedim dramatik bir tavırla, “Erim’le dans etmek istiyorum şu anda, o burada olsa sarılırdım, şöyle sıkıca…” Bir an hüzünle iç geçirdim, sonra gözlerim bir parlaklıkla açıldı. “Evet! Prova yapalım, hadi biri gelsin, ben bir kocamı beklerken onun hayaliyle dans edeceğim!” Bir adam, “Sakin ol hanımefendi, bir su iç istersen,” dediğinde, “Su mu?” dedim yüzümü ekşiterek. “Ne yapacağım suyu? Kalbe su iyi gelmez! Kalbe aşk lazım,” deyip romantik bir edayla saçlarını geriye attım. Bu sırada etrafımda toplanan kadınlardan biri, “Sen bayağı âşıksın,” dedi gülerek. Gururla başımı salladım. “Bundan da öte! Aşkın kitabını yazsam en uzun bölüm Erim olur!” Birden ciddileşerek parmağımı salladım. “Ama o bölümü okumak yasak! Çünkü sadece bana ait.” “Bu kız kafayı yemiş! Alın bunu buradan derhal!” Siyah saçlı kadına tiksinerek bakarken yüzüne tükürdüm ve yanıma yaklaşan iki adama karşın, “Yaklaşma!” diye bağırdım. “Kendim giderim.” Akabinde doğru düzgün yürümeyi bile zar zor bir şekilde başararak buraya geldiğim yere geri gittim. Kapalı olan kapıyı açmak için kapıya uzandığımda kapı birden kendiliğinden açıldı. Gözlerim şaşkınlıkla büyürken, “Yoksa benim sihir güçlerim mi var…” diye mırıldandım kendi kendime. “Hıhı,” dedi kapının arkasındaki bildiğim ses. Dudaklarım gamzelerim çıkacak şekilde iki yana doğru kıvrılırken kapıyı kendime hızlıca çektim ve Erim’in boynuna atladım bir anda. Bir koala gibi bacaklarımı bacaklarına sararken, “Kocam!” dedim yaşadığım mutlulukla. Erim beni sıkıca kavrarken yönünü değiştirdi ve dışarıya çıktık. Başımı Erim’in omzuna yaslarken kokusunu içime çektim. Başımı kaldırıp Erim’in yüzüne bakarken kaşlarımı çattım, “Bana bak!” dedim işaret parmağımı Erim’e doğru siper ederken. “Sen çok yakışıklısın falan hayırdır yani?” Ciddiyetini bozmadı. “Olmayayım mı?” “Olma,” dedim hiç düşünmeden. “Olmazsan kimse bakmaz sana… Ben de böylece sana bakanların gözünü oyma düşüncelerimden vazgeçerim.” Belli belirsiz güldü. “Öyle bir düşüncen olduğunu bilmiyordum.” “Hiç gitmedi ki o düşüncem,” dedim itiraf ederek. “Çok yakışıklısın… bu, başımıza iş açabilir.” Erim yürümeye devam ederken başımı tekrardan omzuna koydum ve “Erim,” dedim mırıltıyla. “Hmm?” “Çok güzelsin…” “Güzel miyim?” diye şaşkınca sorduğunda gürültülü bir kahkaha attım. “Benim güzelimsin… Sen hep bana diyorsun. Ben de sana diyeyim ne olacak ki…” “De yavrum de.” Erim’in arabası gözüme çarptığında, “Arabaya binmeyelim,” dedim başımı yeniden kaldırırken. “Dışarıda duralım.” Erim cevap vermek yerine beni arabanın kaportasının üzerine oturttu. Ellerini iki yanıma yerleştirirken boyumuzu eşitledi ve yüzüme baktı. “Ne yapacağım ben seninle?” “Ne yaptım ki?” “Pavyona gitmişsin, Buse.” İrislerimin büyüdüğünü hissettiğimde, “Oha!” dedim şaşkınlıkla. “Orası pavyon muymuş? Ben de diyordum bu adamlar neden bu kadar kart.” Tek kaşı havalandığında, “Kart?” diye sordu merakla. Etrafın dönmesine aldırış etmeden kıkırdadım ve “Buruşmuşlar hepsi,” dedim tiksinerek. “O kadınları hak etmiyorlardı.” Erim sabır dilercesine solurken, “Sen neden pavyona gittin, sevgilim?” diye karşılık verdi. Bunun üzerine bir anlığına duraksadım. İsteyerek gitmemiştim. “Peşime iki sapık takılmıştı… Onlardan kaçmak içindi… Sonra… Sonra sarhoş oldum, anlamadım. Ben o kokteyli alkolsüz sandığım için içmiştim. Bilsem içmezdim ki…” “Sinirlenmeyeceğim, sinirlenmeyeceğim…” “Bana mı?” “O iki dingile.” Kollarımı Erim’e sararken tekrardan koala gibi yapıştım bedenine. “Erim,” dedim yeniden mırıltıyla. “Uyutsana beni burada.” Kulağıma gülme sesi doldu. “Küçük bir bebekten farksızsın,” dedi bunu iltifat ediyormuşçasına söyleyerek. Ardından doğrularak arabanın kilidini açtı ve kapıya doğru yürüdü. Direksiyon koltuğuna oturduktan sonra ise koltuğu arkaya doğru ittirdi. Kapıyı kapatırken başımı Erim’in göğsüne yasladım. Saçlarımı okşamaya başladığında daha da fazla mayışmıştım. Güven kelimesinin asıl anlamını kullandığım tek yer burasıydı. *** Titrek adımlarım, korkulu bakışlarım, gerginlikten tüylerimin diken diken olduğu vücudum ve tüm bunları yaşayan yine ben; Buse Uluer. Uzun bir aradan sonra şu an okula gelmiş bulunmaktaydım ancak adımlarım sürekli geriye doğru gidiyor gibi hissediyordum. Boran’ı ve Mehmet’i görmekten korkuyordum. İkisinin de kaçtığını biliyordum ancak her an bir yerlerden karşıma çıkacak hissiyatı beni asla terk etmiyordu. Okulun bahçesine girdiğimde etrafın gürültüsü daha da artmıştı. Kendimi okulumdaki her şeye yabancı hissediyordum. Biraz daha cesaretli davranarak ağır adımlarımı hızlandırmaya çalışıyordum ancak hızlanamıyordum. Korku dolu düşüncelerim okula yaklaştıkça daha da artarken bir anda kollarım sarılınca güçlü bir çığlık attım. Etraftaki bazı gözler bana dönerken beni sarmalayan kişiye dehşetle baktım. “Mert!” dedim sinirle. “Ne yapıyorsun sen?” Mert hoşnutsuz bir surat ifadesiyle koluma yavaşça vurdu. “Valla özlediğimden bir anda tutamadım kendimi! Korkutmak istememiştim.” Hafifçe tebessüm ederek Mert’e sarıldım. “Önemli değil. Ben fazla panikledim.” Mert’le sarıldıktan sonra merdivenleri çıktık ve okula girdikten sonra sınıfa gittik. Sınıftaki herkesin gözü bana dönerken kendimi olabildiğince huzursuz hissediyordum. O kadar süreden sonra okula gelmek tuhaf bir hissiyattı ve hemen hemen herkes başıma gelenleri biliyordu. Okul dedikodu yuvasının başyapıtıydı. Sınıftakilerle olan göz kontağımı keserek hızlı adımlarla sırama ilerledim ancak tam çantamı sıraya koyacağım esnada aklıma yeniden Mehmet geldi. Ben… ben burada oturamazdım. O psikopatın oturduğu sırada oturamazdım. “Ne dikiliyorsun ayakta? Oturmak için davetiye mi bekliyorsun?” “Hülya!” Kafamı Hülya’ya çevirdiğimde kısık gözlerle bana baktığını gördüm. Her zaman ki olduğu gibi düşmanca bakıyordu. Hülya’yı uyaran kişi ise Ege’ydi. Ege’ye ufak bir tebessüm ederken Hülya’yla uğraşacak havamda olmadığım için dediğini duymamazlıktan gelerek önüme döndüm. Yeniden sırayla bakışıyordum ve Mehmet’le olan anılarımla boğuşuyordum. Bakışlarım etrafta gezinirken başka oturacağım yer yoktu. Herkesin yeri belliydi ve hocadan habersiz yer değiştirdiğimizde ceza alıyorduk. Bu yüzden de kimse benimle yer değişmezdi. Kuruyan damağımın beraberinde yutkunurken çantamı sıraya koymak için omzumdan çıkardım. Tam koyacaktım ki bir el buna engel oldu ve “Sakın,” dedi uyarır bir tonla. Ciğerlerime sevgilimin yaydığı koku dolarken güvende hissetmiştim kendimi. Erim elimden tutarak benimle birlikte kendi sırasına doğru ilerlerken, “Öykü,” dedi tok sesiyle. “Sen Buse’yle yer değiştiriyorsun.” Öykü’nün kaşları çatıldı anında. “Sebep?” “Öyle olması gerekiyor. Hadi.” Öykü sinirlenerek eşyalarını toplarken Hülya arkasını döndü ve Öykü’nün kolundan tuttu. “Neden kalkıyorsun kızım? Burası senin yerin. Buraya ait olmayan tek bir kişi var.” Bakışları bana değdi, sırıttı. İçimden ya sabır çekerken Öykü yerinden kalktı ve Hülya’ya baktı. “Kovuldum ve gurursuz değilim Hülya, senin gibi.” Öykü benim sırama geçerken Hülya bozuk surat ifadesiyle önüne döndü. Erim bakışlarını bana çevirirken, “Geç güzelim,” dedi ve kenara çekildi. Öykü’nün kalktığı sıraya yerleştikten sonra Erim de yanıma oturdu. Hafifçe Erim’e doğru yaklaştım ve “Erim,” dedim sanki sınıfta hoca varmış gibi kısık bir sesle. “Sınıf hocası fark ederse ne yapacağız?” “Sevgilin okul başkanı. Halledemeyeceği problem mi var?” Kıkırdadığımda Erim yanağımdan makas aldı ve arkasına yaslandı. Ben de onun yaptığını yaparak arkama yaslandım. “İyi uyudun mu?” diye sorduğunda aklıma dünkü yaptığım rezillikler gelmişti. Utançtan okulu sırtlayıp kaçasım vardı ancak yapamayacak olmam daha üzücüydü. “Uyudum,” dedim bakışlarımı olabildiğince kaçırarak. Erim’in güldüğünü duyduğumda, “Gülme,” dedim bozuk bir ifadeyle. Öne doğru eğilirken, “Çok tatlıydın ama,” dedi. “Hep sarhoş mu olsan?” Erim’in koluna hızlıca vurduğumda yüzünde en ufak bir acı hissiyatı belirmemişti. Ona vurduğum elimi, eliyle tuttu ve dudaklarına doğru götürerek küçük bir öpücük bıraktı. Bir anlığına bakışlarım Mert’e değdiğinde elindeki telefonuyla bizi çektiğini gördüm. Onu gördüğümü fark ettiğinde anında telefonunu saklamaya çalıştı. Bir ok gibi sivri bakışlarım Mert’e tam hedeften saplanırken elimle boynumu kesiyormuş gibi yaptım. “Seni de aynı şekilde.” Mert gözlerini devirirken, “Ağlama,” dedi ve önüne döndü. Başımı iki yana sallarken tekrardan Erim’e döndüm. Göz göze geldiğimizde gülümsedi. Ben de gülümsediğimde Hülya tam önümüzde oturduğu için arkasına döndü, önce bana daha sonra ise Erim’e baktı. “Erim, bu kız temelli burada mı oturacak?” Erim başını Hülya’ya çevirirken, “Evet,” dedi anında. “Sorun mu var?” “Ben bu kızı arka sıramda istemiyorum.” “Sınıfını değiştir o zaman.” Hülya, Erim’in dediğine bozulurken, “Ne var bu kızda bu kadar?” diye sordu hiddetle. Erim’in hayran dolu bakışları beni bulduğunda gözlerini üzerimden ayırmadan, “Bilmiyorum,” dedi. “Aslında biliyorum ama anlatamayacak kadar özel.” Hareleri yeniden Hülya’ya çevrilirken, “Buse benim sevgilim, Hülya,” dedi pat diye. “Ve bu yüzden bu sınıfta, benim sıramda, benim yanımda oturacak. Buna alışsan iyi olur.” Hülya’nın dudakları şaşkınlıkla aralandığında, “S-sevgili mi?” diye sordu kekeleyerek. Erim’in elini tutarken yanağına ufak bir öpücük kondurdum. “Yeterli mi?” dedim Hülya’nın sorusuna karşın. Sinirden kriz geçireceğini düşündüğüm vakit sırasından hızlıca kalktı ve kapıyı çarparak sınıftan çıktı. Herkes Hülya’nın tavrını konuşurken Erim’e döndüm. “Ben bu kızı yolarım!” Erim ansızın yanağımı öptüğünde, “Sakin ol sevgilim,” dedi. “Alışır.” Yeniden arkasına yaslandığında kapüşonlusunun kollarını hafifçe yukarıya doğru sıyırdı. Gözüm sağ bileğindeki bilekliğe ilişirken sorgularcasına tek kaşım havalandı. Erim’in kolunu ellerimin arasına aldım ve bilekliğe daha yakından baktım. “Bu bilekliğin aynısından başka var mı?” “Üç taneydi. Birisini kaybettim ama nerede kaybettiğimi hiç bilmiyorum.” “Ben biliyorum sanırım,” dediğimde dudakları kıvrıldı. “Nasıl?” Çantamın ön gözünü açıp bilekliği çıkardığımda masanın üzerine koydum. Erim bilekliği eline alırken, “Benim bu,” dedi pek de şaşırmamış gibi. “Erim… sen en başından beri nerede oturduğumu biliyordun. Ben bunu… bizim bahçede buldum.” Lafı eveleyip geveleyeceğini düşünmüştüm ancak düşündüğüm şey olmadı, “Evet,” dedi hiç düşünmeden. “Biliyordum. Babaannem senden çok bahsederdi, Buse. Ama sen olduğundan bihaberdim. Seni görmeden yapamıyordum. Evinin nerede olduğunu bilmek en büyük vazifemdi.” “Ay gizli sapık!” dediğimde yarım ağız sırıttı. O an aklıma gelen şeyle bir anlığına duraksadım. “Babaannenle görüşüyor musun?” Başıyla onay verdiğinde şaşkınlığım daha da artmıştı. “Ben görüşüyorum sadece. Annem görüşmüyor. Atlas desen tanımıyor bile. Ama yanına gidip gelmezdim. Annemden ötürü. Fakat şu saatten sonra sanırım artık babaanneme yerleşeceğim…” Tüm sorgulayacağım şeyleri es geçerek son dediğine cevap verdim. “Madem biliyordun… niye daha önce yerleşmedin?” “Kalp krizi geçirmeni istemedim, sevgilim. Elbet öğrenecektin bir gün. Öğrenmeni bekledim. Hatta kolaylaştırdım diyelim.” Göz kırptığında yaptığı imayı yaklaşık beş dakika sonra derse başladığımızda anlamıştım. O fotoğrafı… benim sorgulamam için koymuştu. Çünkü daha öncesinde odasında Aysel Teyzenin fotoğrafı yoktu. Erim sandığımdan daha da zekiydi. *** “Senin tas kafan Coğrafyayı anlamıyorsa suç benim mi?” “Anlatamadım demiyorsun da bana tas kafalı diyorsun, Melis.” “Çünkü öylesin, Emir.” Melis’le, Emir’in saçma tartışmalarına korkunç gözlerle bakarken okuldan çıkmıştık. “Neyi tartışıyorsunuz sabahtan beri?” “Sunum sırası bu hafta bendeydi. Emir diyor ki güzel anlatamadın. Senin yüzünden bir konu kaçırdım ve düşük puan alırsam sorumlusu sensin. O yüzden konuyu bana tekrardan anlatman gerekiyor.” “Çok doğru demişim.” Melis, Emir’e sert bir darbe geçirdiğinde Emir, “Anlatacaksın o konuyu,” dedi ve yanımızdan uzaklaşarak arabasına doğru ilerledi. Bunlar niye arabasıyla geliyordu ki okula… Vallahi haksızlık! “Bekle, bekle. Kesin anlatırım,” dedi Melis mırıltıyla. Ardından koluma girdi durağa doğru yürürken. “Erim nerede?” “Bir ders önce çıktı o. Annesiyle işi varmış.” Melis anladığını belli eden mırıltılar çıkardığında bir anda durdu, gözlerini kısarak karşı tarafa baktı. “Direnç değil mi şu?” Melis’in baktığı yöne baktığımda bize doğru yaklaşan Direnç’e baktım. Yanımıza geldiğinde, “Selam,” dedi sıkıcı bir giriş yaparak. “Selam,” dedi Melis benden önce davranarak. Bense cevap vermedim. “Birkaç dakikanızı alabilir miyim?” dediğinde, “Neden?” diye sordum. Direnç cevap vermek yerine biraz ilerideki parka doğru adımlarken biz de peşinden ilerledik. Boş olan kamelyaya oturduğunda karşısına geçtik. Ardından konuya girdi fazla bekletmeden. “Çarşamba Günü bir kutlama var. Oldukça ünlü şirketlerin katılacağı bir kutlama. Bir nevi rekabet aslında. Bu tarz insanlar böyle şeylerden geri kalmak istemezler. Kutlamanın teması kostüm üzerine. Herkes kendisine uygun bir lakap bulup ona uygun bir kostümle gelecek. Ve bu kutlama kostümlü olduğu için Mehmet de katılacak.” Kaşlarım gözlerimin üzerine düştüğünde, “İyi ama…” dedim mırıltıyla karışık bir tonda. Oturmayan bazı şeyler vardı. “Mehmet’in şirketi yok diye biliyorum.” “Var,” dedi Direnç mavi hareleriyle bana baktığında. “Saklaması muhtemel. Genel olarak kimse bilmez böyle bir adamın şirket sahibi olduğunu. İşimiz biraz zor olabilir ama tehlikeye atılmadan bazı şeylerin sonucuna ulaşamayız. Mehmet’in adamlarından birisinin izini buldum. Bu kutlamaya katılacağını da ondan öğrendim. Lakin kutlamaya katılma amacı ticaret. Levrek Sinan denen bir adamla uyuşturucu ticareti yapacak. Adamın resmini sana yollarım, Buse. Kostüm olduğu için bulmamız biraz zorlaşabilir ama imkânsız değil. Kesinlikle asıl lakabının kostümüyle gelmez kutlamaya. Demem o ki… Bana yardımcı olacak mısınız?” Tereddütlü bakışlarımı Melis’e çevirdiğimde gözleriyle beni onayladı. Bunun üzerine, “Olacağız” dedim. “Yeter ki onu bulalım ve cezasını çeksin.” “Ben sana gerekli şeyleri mesajla bildiririm. Kim olduğunuzu belli etmeyecek bir kostüm bulmanız hepimiz için daha iyi olur. Ve Buse, Erim’e de söyle. Ne kadar birbirimizden hazzetmesek de emin ol şu an tam sırası.” Başımla onay verdiğimde Direnç belli belirsiz gülümseyerek ayaklandı. Beraberinde biz de ayağa kalktık. “Görüşürüz.” “Görüşürüz,” dedik ve Direnç yanımızdan ayrılırken biz de yeniden yürümeye başladık. “Başarılı olacak mıyız?” diye sordu Melis soluk bir nefes verdiğinde. Umutsuzca omuz silktim. “İnan hiç bilmiyorum.” *** Yüz ifademdeki hoşnutluğun tek sebebi şu an karşısında kendimi gülmemek için zor tuttuğum Melis’ti. Ben dudaklarımı birbirine bastırırken Melis saçlarını topluyordu. Saçlarını toplayıp bana döndüğünde yüzümdeki ifadeyi görünce kaşlarını çattı. “Gülme hiç. Dünyanın en güzel baykuşu oldum.” “Baykuş olmak nereden aklına geldi Melis?” “Baykuşun özelliklerinden geldi canım.” Lafını bitirdiğinde dibime sokuldu ve sesini olabildiğince alçaltıp gerilim tınlaması verdi. “Onlar… sessiz uçarlar, işitme ve görme yetileri çok yüksektir… ve…” Ortamın gerginliğine olabildiğince adapte olurken, “Ve?” dedim fısıldayarak. Ardından Melis kötü cadı kahkahası attı. “Avlarını bir bütün olarak yutarlar.” “Vay canına,” dedim etkilenmiş bir şekilde. “Yaa, işte bu yüzden baykuş. Sen önce kendine bak, çilli horoz.” Melis’in aşağılar gözlerine karşın göz devirirken oturduğum yataktan kalktım ve aynanın karşısına geçtim. “Horoz değil, Abraxas,” diye düzelttim Melis’i. “Şeytanlı Tanrı.” Melis’in kısılan gözleri beni bulduğunda baygınlık geçirir gibi baktım. “Hem iyiyim hem de kötüyüm Melis.” “Kısacası horozsun.” Kapı tıklatıldığında Melis’e cevap vermek yerine kafamı kapıya çevirdim. Erim’le, Emir’di. Erim’in üzerinde Azrail, Emir’in üzerinde ise Korsan kostümü vardı. Erim’in Azrail olması beni bir miktar ürkütse de elinde tuttuğu maske gülmeme sebebiyet veriyordu. Erim yanıma yaklaşırken Melis ikisine de bakarak gürültülü bir şekilde güldü. “Erim, aynı Hadese benzemişsin.” “Melis, bir öt bakayım.” Bunu diyen Erim değil Emir’di. Melis’in yanına yaklaşırken kostümüne sırıtarak baktı. Melis sinirli ama imalı bir şekilde gülümsediğinde elini Emir’in beline attı ve “Diğer gözünü de ben oyarım,” dedi sevimli bir ifadeyle. Emir korkmuş gibi yerinde sıçrarken bir iki adım geriledi. “Bu kadın çok ürkütüyor beni. Şimdiden uyarayım, fazla yanımda dolaşma. Karizmamı bozuyorsun.” “Karizman olduğu zaman söz veriyorum bozmamaya özen göstereceğim.” “Arkadaşlar didişmeyi bırakın da artık çıkalım,” dedim saate bakarken. “Sekize geliyor.” Herkes tarafından onaylandığımda kostümlerimizin başlarını ve diğer eşyalarımızı da alarak evden çıktık, Erim’in arabasına yerleştik. Hazırlığı da Erim’de yapmıştık çünkü en müsait ev Erim’in eviydi. Direnç’in attığı mesajı açıp Erim’e adresi söyledikten sonra ise yola koyulduk. İçimde patlamaya hazır bir volkan vardı ve ne zaman patlayacağından bihaberdim. Kısa bir süre sonra kutlamanın olduğu mekâna geldiğimizde Erim el frenini çekti ve arabayı boş bir alana park etti. Bu Erim’in başka bir arabasıydı ve plakasını sahte bir plaka ile değiştirmiştik. Eğer Mehmet, Erim’in asıl arabasını görürse başımız derde girebilirdi. Arabadan inmeden önce Erim üçümüze de baktı. “Herkes görevini biliyor değil mi?” Öncelikli işimiz Direnç’in bize attığı resimdeki adamı bulmaktı. Sincap Necati. Bu adam bizi Mehmet’e ulaştırabilecek piyondu. Diğer işimiz ise Levrek Sinan’ı bulup suçüstü yakalamaktı. Kendimizi Mehmet’in adamlarından gibi gösterip çifte yakalama yapmayı planlıyorduk. Bu görev Emir ve Erim’indi. Biz ise Necati denen herifi bulacaktık. Direnç bize adamın ses kaydını atmıştı. Bu yüzden de eril birey olan herkesle konuşmaya çalışacaktık. Saat dokuzda Mehmet mekâna gelecekti ve Sinan denen adamla işlerini halledeceklerdi. Bu yüzden biz, Necati’yi takip edip Mehmet’i bulacaktık. Bu sırada da Direnç elektrik bağlantısını kesecekti. Görev dağılımımız şu anlık böyleydi. “Biliyoruz.” “Dinleme cihazları?” “Kulağımızda, Erim.” Emir’in bıkkınlıkla söylediği sözden sonra kostümlerimizin başlarını kafamıza geçirdik ve dikkat çekmeyecek bir şekilde arabadan indik. Ardından Erim aracı kilitledi. Kimse hareket halinde değilken ben birden mekâna doğru yürümeye başladığımda bir el koluma dolandı. “Ne bu acele?” Bakışlarım Erim’i bulduğunda görmese bile dudaklarımı büzdüm. “Heyecan yaptım biraz.” Erim hafifçe kıkırdarken elini çekti ve beraber yürümeye başladık. Emir ve Melis de arkamızdaydı. Kapıya geldiğimizde Erim kapıdaki görevliye davet kartını verdi ve adam, “Geçebilirsiniz,” dediğinde içeriye girdik. Mekân oldukça büyüktü ve göz alacak kadar muhteşemdi. Çok kalabalık olmasa da az demek yanlış olacak bu mekânda herkesin çok farklı bir havası vardı ve çoğu kişinin yüzü hiçbir şekilde açıkta değildi. “Herkes...” diye mırıldandım Erim’e “Çok tuhaf.” Erim’in bakışlarını üzerimde hissettiğimde hafifçe kıkırdadığını duydum. “Biz normal miyiz sence benim güzel bebeğim?” Dudaklarımı birbirine bastırırken görüş açıma Direnç girdi. Direnç olduğunu biliyordum çünkü bize Aslan kostümü giyeceğini söyleyip kostümünü göstermişti. “Bir hareketlilik var mı?” diye sordu Erim sessiz bir şekilde. Ortam gürültülüydü ancak yine de dikkatli olmamız gerekiyordu. “Hayır,” dedi Direnç. Ardından hiçbir şey demeden yanımızdan uzaklaştı. Boş masalardan birisine doğru ilerleyip etrafta göz gezdirdiğimizde şüpheli olabilecek her kişiyi hafızamıza yazmıştık. Sorun o ki hemen hemen herkes zaten şüpheliydi. Kostüm partisi olduğu için işimiz gerçekten zordu. Bakışlarımı Erim’e çevirdiğimde, “Sen ne düşünüyorsun?” diye sordum. Başını bana çevirirken, “Seni,” dedi hiç düşünmeden. “Şu iş bir an önce bitse de seni öpsem diye düşünüyordum.” Yanaklarımın kızardığına emindim ancak kimsenin görmemesi işime geliyordu. İçten içe sırıtırken Erim’e cevap vermeyi unutmuştum ancak Erim bu hallerime alışık olduğu için bana bir şey demiyordu. Mekân gittikçe daha da kalabalıklaşıyordu. Direnç’in attığı fotoğraftaki adamın vücut yapısına benzeyen birisini bulmaya çalışıyordum lakin bulamıyordum. Dikkatimi az önceden beri ortada dolaşan garson yanımıza gelerek dağıttığında elindeki tepsiyi bize doğru uzattı. Üzerinde tek kostüm olmayan kişiydi sanırım. Beyaz bir teni, kumral ve sarı arası saç rengi vardı. Saçları hafif uzundu. “İçecek almaz mısınız?” “Nasıl içebiliriz bu kostümlerle?” Soruyu soran Melis’ti. Garson Melis’i pek de umursamazken bakışlarını Emir’e çevirdi. “İçmene yardım edebilirim, yakışıklı prens.” Emir’in kaşları itinayla çatılırken, “Sağ ol,” demekle yetindi. Ama garson Emir’e âşık olmuş gibi elindeki tepsiyi masanın üzerine bıraktı ve Emir’in yanına giderek kolunu Emir’in omzuna attı. “Ah,” dedi garson Emir’e bakmaya devam ederken. “Çok yükselttin beni şu an.” Melis ve ben gülmemek için zor dururken Erim, Emir’e doğru bir hamle yaptı ve Emir’i kendisine çekip kolunun arasına aldı. Emir’in yanağını sıkarken, “O benim,” diyerek açıklama yaptı garsona karşı. Garsonun şaşkın bakışları Erim’e döndüğünde, “Senin de harika olduğunu düşünüyorum…” dedi bir anda. “Genelde gizli şeyler daha güzel olur. Maskenin altındaki o yüz… Benlik sorun yok. Üçlü olsun güçlü olsun.” Hepimiz neye uğradığımızı şaşırırken Erim, “Erkeğimi kıskanırım ben,” dedi. “Dokunamazsın ona. Öldürürüm seni.” Akabinde garsona yaklaştı, kulağına fısıldadı. “Sence neden Azrail kostümü giydim...?” “Doğru söylüyor, ben sadece ona aitim,” diye karşılık verdi Emir, Erim’in elini tutarken. Erim eliyle Melis’i işaret ederken, “Bak şu baykuş var ya…” dedi fısıldarcasına. Bunun üzerine garson Melis’e baktı. “Seni ona yem ederiz… müthiş bir avcıdır kendisi, zerre acıma duygusu yok.” Garson bize delirmişiz gözüyle bakarken tepsisini aldı ve hızla yanımızdan uzaklaştı. Garson gider gitmez güçlü bir kahkaha atarken, “Çok yakıştınız,” dedim Emirlere bakarak. Emir ve Erim birbirine tiksinerek baktığında Emir elini çekti ve Erim’i itekledi. “Biraz daha gay olsaydım kusacaktım lan!” Erim, Emir’e yanaşıp, “Neden, sevgilim…” dediğinde Emir, “Siktir git şuradan!” diye karşılık verdi. Erim hunharca gülerken Emir gerçekten de bozuk bir surat ifadesindeydi. Olaysız geçen bir dakikamız olmuyordu gerçekten. Kolumun dürtüldüğünü hissettiğimde başımı Melis’e doğru çevirdim. “Artık harekete geçelim mi?” Melis’i onayladığımda Erimlerin yanından ayrıldık ve etrafa bakındık. Yalnız başına takılan bir adam -olduğunu düşündüğümüz- şahsın yanına doğru ilerlerken içimde korkunun yanında heyecan da vardı. Bakalım bu gece başımıza neler gelecekti… Adamın yanına gittiğimizde Melis boğazını temizleyerek söze giriş yaptı. “Merhaba, bayım.” Adam odağını bize verdiğinde sadece gözlerinin rengi belli oluyordu. “Merhaba Sayın Baykuş,” dedi seviyeli bir tonla. Sesini net olarak anlayamamıştım. Bu yüzden biraz daha konuşmamız gerekiyordu. “Doğrusu…” diye devam ettim Melis’in başlattığı konuşmaya. “Bugüne kadar hiç bu kadar ilgi çekici bir tilki görmemiştim. Sizin… çok farklı bir havanız var işin doğrusu.” Adamın kısa süreli gülmesi kulaklarımızı doldururken, “Teşekkür ederim…” dedi, sustu. Kostümümün ne olduğuna anlam veriyormuşçasına beni incelerken, “Abraxas,” diye izah ettim. “Oh,” derken hatırladığı sesine yansıyordu. Bu adamın aradığımız adam olmadığı kesindi. Çaktırmadan Melis’e baktım, bakışımı direkt olarak anladığı için tekrardan söze girdi. “Tanıştığımıza memnun oldum, Sayın Tilki.” “Ben de memnun oldum, Sayın Baykuş.” Adamın masasından gülüşerek ayrılırken ayrılır ayrılmaz gülmemi kestim ve göz devirdim. “Tilki görmesem inanacaktım tam tilki olduğuna.” “Ay cidden, ne iğrenç bir tilki kostümüydü o. Açıkçası ben tavuk sandım en başta.” Melis’in dediğine kıkırdarken başka bir masaya doğru yaklaştık. Bu adam da yalnızdı. Üzerinde ise vampir kostümü vardı. Masanın etrafına geçtiğimizde biz daha hiçbir şey demeden Vampir kostümlü adam, “Sizce?” diye sordu. Anlamsız bakışlarımız Vampir adamın üzerindeyken, “Bizce?” dedim sorusuna soruyla karşılık vererek. Sırıttı. “Sizce kanınızı içer miyim bugün?” Adamın ürkütücü sözleri akan kanımın donmasına sebep olurken Melis, “Benim kanımda enfeksiyon varmış,” dedi saçmalayarak. “Tadı bozuk o yüzden. Bence kendini zehirlemek istemezsin, değil mi Sayın Vampir?” Vampirin bakışları Melis’e değerken, “Tattın yani?” diye sordu. “Denemiştim.” “Bu daha da ilgi çekici.” Vampir bir anda Melis’i kendine çekip kolunun arasına alırken kalbim hızla çarpmaya başlamıştı. Bu manyak adam rolüne kendini fazla kaptırmıştı sanırım ama aradığımız kişi bu adam da değildi. “Sanırım aradığım kanı buldum,” dediğinde Melis adamın kolundan kurtuldu ve yanıma geçti. “Sanırım aradığınız kanı kaybettiniz,” diyerek hızla masadan uzaklaştı. Ben de peşinden ilerledim. “Bir an beni vakumlayacak diye çok korktum, Buse!” Vampirden sonra da birçok kişiyle konuşmuştuk ancak hiçbirisi aradığımız kişiye çıkmıyordu. Pes etmek üzereydim. Acaba konuştuklarımızdan birisi olabilir miydi? Ama adamın sesi oldukça tuhaftı, normal bir eril bireyin ses tonu gibi değildi. Bu yüzden seçebiliyorduk ve hiçbiri Sincap Necati değildi. “Yoruldum,” dedim fısıltıyla. Melis ise yine bir noktaya kitlenmişti. “Şu adam…” dedi kısık bir sesle. “Sence olabilir mi? Vücut hatları benziyor gibi hissettim.” “Öğrenelim madem.” İkimiz de derin bir nefes aldıktan sonra şeytan kostümlü adamın yanına doğru ilerledik. Adamın yanında başka birileri de vardı. Hiçbir şey söylemeden masasına geçtiğimizde cesaretimize hayran kalmış gibi bir tavır sergilemişti. Yanındaki adamlar bize müdahale edecek gibi olduğunda eliyle onları durdurdu ve gitmeleri için komut verdi. Bunun üzerine adamlar vakit kaybetmeden gittiler. “Bugüne kadar…” dedi adam ikimize de bakarken. “Hiç kimse izin almadan gelmedi yanıma.” Biraz sustu ve devam etti. “Neden geldiniz buraya?” Üzerimdeki yoğun gerginliği bir kenara atmaya çalışarak, “Ortak yönlerimiz var,” dedim adama karşın. Bu adam… oydu. Sincap Necati. Sesleri neredeyse aynıydı ama yine de emin olmamız gerekiyordu. “Ne gibi?” “Şeytan kostümü var üzerinde,” dedim sakin bir sesle. “Bense hem Şeytan hem Tanrı. Sence de tanışmamız gerekmiyor mu?” Bakışlarımız birbirine değdiğinde anlamadığım bir şekilde vücudumun her bir noktası gerilirken yutkundum. Keskin bakışları beni öldürecek gibi bakıyordu. “Abraxas…” dedi mırıltıyla. “Hem iyiliği hem de kötülüğü içinde barındıran bir tanrı. İyilik noktasında birleştiğimiz söylenebilir mi şu durumda?” “Kötülük noktasında birleştiğimiz söylenebilirse eğer… iyilik sadece bir sır olarak kalır.” “Bunu sevdim,” dediğinde ilgisini çekmiş olduğuma sevinmiştim. “Peki, ya Tanrı, Şeytanı cezalandırırsa?” “Tanrı, Şeytanı cennetten kovduğu gün en büyük cezayı vermiş bulundu. Daha fazlası ne olabilir? Ya da şöyle sorayım, verilebilecek herhangi bir ceza seni ne kadar etkileyebilir?” “Adın ne senin?” “Ne zamandan beri kimliklerimizi söyler olduk?” “Beklediğim cevaptı,” dedi gülerek. Ardından bakışları Melis’e döndü. “Sizinle de tanışmamız gereken konular var mı, Bayan Baykuş?” Melis’in başı bana döndüğünde, “Tanrı izin verirse,” dedi hafifçe gülerek. “Ama o ki Şeytan ve Tanrının arasına girmek pek benlik bir olay değil. İzninizle.” Melis yanımdan ayrılırken içimdeki endişe birden patlak vermişti çünkü Melis’in gideceğini düşünmemiştim. Lakin bu kostüm ve onun giydiği kostüm bir şekilde bir araya gelmemizi sağlamıştı. Bunu devam ettirmeliydim. “Baş başayız.” “Yeterince değil,” diye cevap verdim etrafıma bakınırken. Yaptığım imayı anladığında gülümsedi. “Saat on gibi kalabiliriz baş başa?” “Olur,” dedim memnuniyetimi belirten bir ses tonuyla. “Şimdi izninle. Dediğin saatte bulacağım seni.” “Görüşmek üzere.” Yazardan; Erim yaşadığı sinirle yerde ritim tutarken Emir bu durumu fark etti ve Erim’in koluna dokundu. “Abi, biraz sakin mi olsan? Kız yapması gerekeni yapıyor.” Erim bakışlarını Buse’nin üzerinden çekmeden, “Adam çok yayık konuşuyor,” diye cevap verdi. Konuşulan her şeyi duyuyordu ve sevgilisini gereğinden fazla kıskanıyordu. Buse ve adamın konuşması bittiğinde Buse, dikkat çekmemek adına başka bir masaya geçti. Erim soluk bir nefes alırken ağır adımlarıyla Buse’nin yanına geçti. “Saat on da” dedi Buse. “Yanına gideceğim.” “Duydum maalesef. Buse, kendime hâkim olamayıp adamı döversem bana kızma.” “Erim!” dedi Buse uyarırcasına. “Bir planın içindeyiz. Mahvedemeyiz.” Haklıydı. Ancak içinde yaşadığı kıskançlık duygusu bazı şeylerin tökezlemesine sebebiyet veriyordu. Buse saate baktığında saatin dokuz olduğunu gördü. İçinde yaşadığı gerilim duygusuyla beraber derince bir nefes alıp verdi, ardından Melis’in yanına gitti. “Adamı anbean takip etmeliyiz. Ve bu süreçte de dikkatli olmalıyız.” Melis onaylarcasına başını salladığında Emir, “Dikkat edin,” uyarısı yaptı. Necati’nin olduğu masanın yakınlarında bir yere yerleştiklerinde görünmemek için çok çaba sarf ediyorlardı. Yaklaşık beş dakika boyunca hiçbir hareketlilik olmadı. Adam yanındaki adamlara bir şeyler söylüyordu durmadan. Beş dakikanın sonunda önce Necati, sonrasında adamları farklı bir yöne doğru gitmeye başladılar. Buse elini kulağına götürürken, “Gidiyorlar, Direnç,” dedi. “İzini kaybetmeden peşine düşün.” Direnç’in komutası üzerine adamın peşine takıldılar, mekânın en üst katına çıktılar. Burada birden fazla oda vardı ve neredeyse hepsinin kapısı kapalıydı. Melis ve Buse görünmemek adına aradaki boşluğa saklanırken Necati denen adam koridorun sonuna doğru ilerledi, orada beklemeye başladı. İki üç dakika sonra ise Necati’nin kostümüyle aynı kostümü giyen birisi Necati’nin yanına geldi. Kendi aralarında bir şeyler konuştuktan sonra tam karşılarındaki odaya girdiler, kapının kilitlenme sesi geldi. Necati’nin adamlarından iki tanesi aşağıya inerken bir tanesi kapının önünde nöbet tutmaya başladı. Bu iyi olmamıştı çünkü onu atlatmaları zor olabilirdi. İkisi de diğer kişinin Mehmet olduğunu biliyordu ancak şu an odaya nasıl girecekleri belli değildi. “Nasıl atlatacağız bunu?” diye sordu Melis fısıltıyla. “Bence adamı bayıltalım.” “Mantıklı. Onu nasıl yapacağız?” “Bez almadık mı yanımıza?” “Yoo,” dedi Melis, Buse’ye bakarken. “Ben adamı tutayım sen içeriye girmeye çalış. Sonra bizimkiler gelir.” Melis tam saklandıkları yerde çıkacakken Buse, Melis’in kolundan tuttu. Melis’i kendine çekerken kapının önüne bir adam daha geldi. Ardından kapıdaki adam kilitli olan kapıyı açtı, adam içeri girdikten sonra kapıyı tekrardan kilitledi ve anahtarı cebine attı. “Levrek Sinan gelmiş olmalı.” Buse’nin lafının üzerine birden ışıklar gidince ortam tamamen karanlığa büründü. Aşağıdan çığlık sesleri gelirken kapıdaki adam ne yapacağını şaşırmış bir vaziyetteydi. Melis, Buse’nin kolundan tuttuğunda, “Şimdi!” dedi ve oldukları yerden çıkıp koşarak adamın üzerine atladılar. Adam neye uğradığını şaşırırken Melis adamın ağzını kapattı ve üstüne oturarak hareket etmesine engel oldu. Buse adamın cebinden anahtarı almaya çalışırken karanlık olduğu için işleri zorlaşıyordu. O sırada yan taraftan bir ışık huzmesi yayıldığında Direnç’in geldiğini gördüler. Peşinden ise Erim ve Emir geldi. Emir, Melis’i kaldırıp elindeki bezle adamı bayılttıktan sonra Direnç, Buse’nin elinden anahtarı aldı ve kapıyı açtı. Elindeki feneri odayı aydınlatmak için tutarken odanın boş olduğunu gördü. Bakışları etrafta gezdi, pencerenin açık olduğunu gördü. Hızlı adımları pencereye doğru ilerledi, kafasını çıkararak etrafa baktı. Çatıya atladıklarını fark ettiğinde, “Kaçıyorlar!” diye bağırdı. “Biriniz aşağıdan yakalayama çalışsın,” dedikten sonra camdan atladı, üçünün de peşine düştü. Erim ve Emir koşarak aşağıya indiklerinde, Melis ve Buse ise odadaki uyuşturucuları aramaya başladılar. En son dolabın içinde kilitli bir kasa bulduklarında birbirlerine baktılar. “Şifresi ne olabilir?” “Kasa Mehmet’inse eğer… seninle alakalı bir şey olabilir mi Buse?” “Doğum günüm?” dedi Buse sorarcasına. Ardından vakit kaybetmeden doğum gününü tuşladı. Kasanın kilidi açıldığında ikisinin de ağzı açık kalmıştı şaşkınlıkla. Tekte açılmasını beklemiyorlardı. Şaşkınlıklarını bir kenara bırakıp kasanın kapağını açtıklarında burada uyuşturucu değil, yüklü miktarda para olduğunu gördüler. Kasayı bırakıp tüm odayı didik didik aradılar ancak bulamamışlardı. “Şarjım bitmek üzere,” dedi Melis telefonunun fenerini söndürürken. Akabinde odadan çıktılar ve aşağıya inerek mekândan çıktılar. Hâlâ koşuşturma sesleri geliyordu. Nerede olduklarını bilmedikleri için ikisi de bir yana dağılırken Melis, kaçan adamlardan bir tanesini şans eseri yerde kıvranırken bulmuştu. Hızlı bir hamleyle üzerine atılırken, “Puşt!” dedi öfkeyle. Kaçmasını engellemek için bacaklarına oturdu, kafasındaki kostümünü çıkardı. “Levrek?” dedi sorarcasına. Adam, Melis’in kim olduğunu sorgularken tüm gücünü kullanarak Melis’i üzerinden atmayı başardı ve tekrardan kaçmak üzere hareketlendi ancak o an Emir geldi, adamı yakalayarak sert bir kafa attı. Emir adamın ellerini arkasından bağladıktan sonra Melis de ayaklarını bağladı ve sürükleyerek bir köşeye çektiler. Emir adamın üzerine doğru eğilirken, “Söyle!” dedi sinirle. “Nerede?” Adam can çekişiyormuş gibi sesler çıkarırken, “Kim?” diye sordu. “Kim nerede?” “Mehmet lan! Nereye kaçtı?” “Bilmiyorum.” Emir bir anda adamın boğazına yapıştığında, “Söyle!” diye bağırdı. “Ben senin canını almadan söyle çabuk!” “B-bilmiyorum.” Adam yüzüne sert bir darbe yediğinde konuşmamakta ısrarcıydı. O an arkadan koşma sesleri geldiğinde, “Emir, önünü kes!” diye bir ses yükseldi. Melis ve Emir anında ayağa kalkarken Melis, Emir’den önce davranarak koşan kişinin önüne atıldı ve çaprazını da Emir sardı. Erim arkadan adamı kıskıvrak yakalarken Buse nefesi bitmiş bir şekilde geldi ve adamın kafasındaki kostümünü çıkardı. “Sen!” dedi Necati sinirle. “Beni oyuna getirdin.” “Tanrı, Şeytanı cezalandırdı,” dedi Buse zafer gülümsemesiyle. Erim tam Necati’yi konuşturmak için ağzını açmıştı ki bir silah sesi duyuldu, derin bir sessizlik oluştu. “Direnç?” dedi Buse korkuyla. Erim kafasındaki zımbırtıyı sinirlenerek çıkarırken ikinci bir silah sesi daha duyuldu. Sesin geldikleri yöne doğru koştuklarında Direnç ve Mehmet karşı karşıyaydı. İkisinin de elinde silah vardı. Mehmet, Buse’yi gördüğünde, “Buse’m…” dedi ağlamaklı bir ses tonuyla. Buse tiksinircesine Mehmet’e bakarken Erim, “Sakın, onun adını ağzına alma,” diye güçlü bir tehdit savurdu. Mehmet bir anda gülmeye başladığında, “Kaçışın yok,” dedi Direnç. Mehmet’in bakışları Direnç’i bulduğunda gülmesi silindi, yüzü sert bir hâl aldı. “Sen…” diye konuştu tiksinti ses tonuyla. “Sen, Deren’le arama girdin. Sen olmasaydın biz mutluyduk. Niye işime sürekli çomak sokuyorsunuz!” Sona doğru sesi yüksek çıkmıştı Mehmet’in. “Kardeşimi öldürdün!” diye bağırdı Direnç. “Canımı aldın benden!” “Ben kardeşini öldürmedim. O beni öldürdü. Beni… beni terk etti. Oysa ben onu çok seviyordum. Beni nasıl terk edebildi? Hepsi senin suçundu Direnç. Sen olmasaydın Deren beni terk etmeyecekti!” Mehmet odağını tamamen Direnç’e verdiğinde Emir yavaşça arkaya doğru gitti, Mehmet’i yakalamak için harekete geçti. Dalgınlığından faydalanıp elindeki silahı atmayı başardığında Mehmet öfkeyle cebinden bıçak çıkardı ve Emir’in kolunu kesti. Emir’in acıyla yüzü buruşurken Direnç, koşarak Mehmet’in yanına geldi ve ellerini arkadan birleştirerek kelepçeledi. Kafasına baskı uygularken, “Oyun bitti, Mehmet Şanlı,” dedi. “Cezanı çekeceksin.” “Hiçbir şey yapamazsınız bana!” diye bağırdı Mehmet. Direnç, Mehmet’i götürürken Mehmet, Buse’ye baktı. “Kavuşacağız, Buse! Alacağım seni!” Buse öfkeyle Mehmet’in yüzüne sert bir darbe indirdi. “Tiksiniyorum senden,” dedi dişlerinin arasından. “Ve hissiyatım hiçbir zaman değişmeyecek.” *** Melis endişeli bir şekilde Emir’in aldığı yaraya bakarken Emir, “Melis…” dedi sakin bir tonla. “İyiyim ben, derin kesmedi.” “Doktora gitmeliydik.” Kutlama bitmişti. Mehmet ve adamları uyuşturucudan içeri alınmıştı ve son kararı mahkeme verecekti. Erim’in evindeydiler. Buse ve Erim uyuyakalmıştı. Melis ise Emir’in yarasını sarmıştı çünkü Emir doktora gitmeme konusunda oldukça diretmişti. “Gerek yok,” dedi Emir arkasına yaslanırken. “Senden iyi doktor mu var hem?” Melis belli belirsiz gülümserken neden bu kadar endişelendiğini bilmiyordu. Aslında bu tür olaylarda daima soğukkanlı olan kişi kendisiydi ancak konu Emir olunca değişik hissiyatlar beliyordu içinde. Ortama derin bir sükût hakimken bunu bozan Emir oldu. Başını Melis’e çevirmeden, “Tuhaf,” dedi sakin bir ses tonuyla. Gerçek o ki Melis’e göre Emir’in ses tonu gerçekten çok güzeldi. Ses tonunun beraberinde kendisi de güzeldi aslında. Daha doğrusu yakışıklıydı. Eminim ki birçok kız Emir’in hayranıydı. En azından öyle düşünüyordu. “Bence de tuhaf,” diye karşılık verdi Melis. “Mesela şu an iyi anlaşmamız.” Emir’in dudaklarından kısık gülme kıkırtıları çıktığında, “Düşman değiliz,” dedi. “Öyleysek bile haberim yok. Sana sormak lazım.” Harelerini, Melis’e çevirdi bu sefer. Melis ise karşı tarafına bakıyordu. “Değiliz,” diye onayladı Emir’i. “Sana göre tuhaf olan ne?” “Çekiliyorum,” dedi Emir birden. Melis anlamamıştı. Emir, Melis’in anlamadığını fark ettiğinde, “Tuhaf olan da bu zaten,” diyerek devam etti. “Neden sana çekildiğim.” Melis’in aklı zaten karmakarışıktı. Ve Emir şu an yangına körükle gidiyordu. “Çekilmek istiyor musun?” diye sordu düz ve katı bir tonda. “Hayır,” diye yanıtladı hiç düşünmeden. Hafifçe güldü Melis. “Sorunun cevabı bu.” “Anlamadım.” Melis gelişigüzel nefeslenirken mavi harelerini Emir’e çevirdi. “Bir şeyi ne kadar çok istemezsen kendini onun etrafında bulursun.” Emir’in kahveleri hâlâ anlamsızca bakıyordu ama Melis şu an bunu detaylıca anlatmak istemiyordu. Omuzlarını silkerken, “Bir gün kavrarsın,” dedi ve bakışlarını Emir’den çekti. “Korku peki?” diye sordu ansızın Emir. “Bir şeyden çok korktuğumuz zaman ne olur?” “Hmm,” dedi nefeslenerek. “Korkuna göre değişir. Örnek ver bana.” “Sevdiğin birisini kaybetmekten korkmak?” Bakışları Emir’e değdi tekrardan. Bu soruları gerçekten merak ettiği için mi soruyordu yoksa uğraşmak için mi soruyordu anlayamamıştı. Ama yüz ifadesine bakılırsa sanki bugüne kadar hiç birisiyle dertleşmemiş ve konuşacak birisi arıyormuş gibiydi. Düşüncelerinden sıyrılıp, “Korktuğun başına gelir o zaman,” dedi. “Onu kaybedersin. Korkmadan yaşamayı öğrenmemiz gerek.” “Korkmadan her istediğimizi gerçekleştirmemiz mi gerekiyor diyorsun yani?” Melis başını aşağı yukarı hareket ettirirken, “Aynen öyle,” diye karşılık verdi. Emir oturduğu yerde hareketlenirken kolunu bir anda hızlıca hareket ettirince yüzü acıyla buruştu. Melis bunu fark ettiğinde panikleyerek, “Dikkat et!” dedi Emir’in kolunu ellerinin arasına alırken. “Neyse ki kanamadı tekrardan,” dedi sargının her tarafını incelediğinde. Emir’in duygu yüklü bakışları Melis’in üzerindeyken, “Melis,” diye seslendi. “Korkumu yenmeme yardım eder misin?” Melis, Emir’in kolunu usulca bıraktığında doğruldu ve Emir’e baktı kaşlarını kaldırarak. “Nasıl edeceğim?” Emir birkaç saniyeliğine sustu, kalbi çok hızlı çarpıyordu ve en sonunda Melis’in yüzünü avuçlayarak, “Böyle,” diye fısıldadı, dudaklarını Melis’in dudaklarının üzerine kapadı. Melis’in nefesi kesildi o an. Ne yapacağını, nasıl tepki vereceğini bilemedi. Bir süre Emir öptü sadece. Ardından Melis anın büyüsüyle gözlerini kapattı, Emir’in sıcak öpücüğüne karşılık verdi. İkisi de biliyordu birbirlerinden hoşlandıklarını. Ama ikisi de cesaretsizdi bu gerçeği söylemek için. Ve o gece, yıldızlar belirdi karanlık gökyüzünde. En parlağı bir dilek tuttu, Emir ve Melis’in üzerine doğdu. |
0% |