@tuvbaveotesi
|
Tehlikeli Fısıltı Bölüm 31 - Balık Kanayan dizlerimin sızısı yüzümü buruşturmama sebep olurken, yere nasıl düştüğümü bile bilmiyordum. Sanki kafamı büyük bir kayaya çarpmıştım ve orada kaybettiğim dengeyle cam kırıklarının üzerine pervasızca düşmüştüm. Gözlerimi sıkıp derin bir nefes aldım ve dizlerime baktım. Daha sonra ise yerdeki cam kırıklarına. Dizime batan cam kırıklarını acı içinde çıkarmayı başarırken sert zeminden destek alarak yavaşça ayağa kalktım. Nerede olduğuma dair ufacık bir bilgim yoktu. Kendi eksenimde üç yüz altmış derece döndüm, keskin bakışlarımla etrafı süzdüm. Burası neresiydi? Ve ben burada ne arıyordum? Hiçbir şeyi idrak edemezken neler olup bittiğini hatırlamaya çalıştım ancak düşündükçe beynim duruyordu sanki. Bana oldukça yabancı olan bu yerde yavaş adımlarımla bilmediğim bir yöne doğru ilerlemeye başladım. Tek dileğim şu an bana yardım edebilecek birisinin karşıma çıkmasıydı fakat sokak oldukça ıssızdı. Her adımımda buraya nasıl geldiğimi hatırlamaya çalışıyordum fakat başarılı olamıyordum. Bir süre daha yürüdükten sonra karşıma tek bir tane ev çıkmıştı. Evin etrafını gözlerimle taradım. Büyük bir arsanın tam ortasındaydı ve arsada sarımtırak otlardan başka bir şey yoktu. Bakışlarımı etraftan alıp tekrardan eve çevirdim. Tek katlı, dışı kahverengi, ahşaptan yapılmış bir evdi. Vakit kaybetmeden hızlı adımlarla daha doğrusu koşarak evin kapısının önüne geldim. Kapıyı çalmak üzere elimi kaldırıp kapıya dokunduğum esnada kapı kendiliğinden açıldı, tiz bir gıcırtı sesi kulaklarımı cırmaladı. Aralanan kapıyı korkumu içime atarak tamamen açtım ve hafif titrek adımlarımla beraber içeriye girdim. Ortalık oldukça sessizdi. “Kimse var mı?” diye seslendim ancak herhangi bir karşılık alamadım. Evin içi bomboştu. Eşyalar yok, penceredeki camların birkaç yeri kırıktı. Gözlerim kısılırken buranın terk edilmiş bir ev olduğunu idrak etmem, idrak etmemle birlikte içimi büyük bir huzursuzluğun kaplaması eş zamanlı gerçekleşmişti. Evden çıkmak için kapıya tekrardan yöneleceğim esnada bir alkış sesi yükselmeye başladı arkamdan. Korku, bedenimi yeniden esir alırken zoraki yutkundum. Arkamdaki kişinin kim olduğuna bakmaktan çekiniyordum ancak o hâlâ alkış tutmaktan çekinmiyordu. Birbirine yavaş ve sertçe vurduğu elleri nihayetinde tüm sesi keserken, “Bu kadar çabuk mu gideceksin?” dedi sesin sahibi. Oldukça yakından tanıdığım bu sesin sahibi. Adeta donakaldığımı hissederken sadece dudaklarım, ‘Mehmet’ dedi mırıldanırcasına. Yakalanmıştın sen. Hapishaneye girmiştin, çıkamazdın ki oradan… yıllarca yaşamına orada devam edecektin… belki de orada ölecektin. Peki ya şimdi? Nasıl olurdu da yine beni bulabilmiştin? Ben nerede olduğumu bile bilemezken o… nasıl denk gelmişti benimle? “Yüzünü benden saklamaya devam edeceksen eğer bana dönmen için yardım edebilirim.” Mehmet’in ikinci cümlesi düşüncelerimi acımasızca bir kenara atarken kapının kulpuna asıldım iyice. Yüzünü görmeden buradan hızlıca defolup gitmek istiyordum. Asıldığım kapı kulpunu kendime doğru çekip kapıyı araladığım vakit, “Bu sefer ne istediğimi sormayacak mısın?” diye sordu. Kaşlarım çatılırken kapı kulpundaki elim sıkılaştı. Kendi canımı yakmaya başlarken sakin kalmak adına derin bir nefes aldım. Cevap vermeyecektim. Tek dileğim buradan gitmekti ve dileğimi de gerçekleştirecektim. İkinci defa kapıdan çıkmak adına hareketlendiğimde, “İstediğim sendin,” dedi konuşmasını sürdürerek. “Tek istediğim sendin. Ancak… artık tek istediğim sen değilsin.” Kapı kulpunu tutan elim gevşerken bedenimi Mehmet’e doğru çevirdim. Görmekten nefret ettiğim o suratı gördüğümde midem bulanmıştı adeta. “Ne?” dedim güçlü bir şekilde bağırarak. “Başka ne isteyebilirsin? Daha nasıl zarar verebilirsin bana, çevreme? Nasıl birisin sen böyle Mehmet?!” O da aynı şekilde bağırdı, “İn-ti-kam!” dedi heceleyerek her bir hecesine ima yaptığı kelimesine. “Bana yaşattıklarınızın hepsini ödeteceğim bir intikam istiyorum!” “Tamam!” dedim hiç düşünmeden. “Öldür beni şu an! Kurtul benden!” Mehmet’e doğru yaklaşıp az önceden beri belinde sırıtan silahı elime aldım ve Mehmet’in eline tutuşturarak namluyu alnıma dayadım. “Öldürsene beni! Bassana tetiğe!” Mehmet’in parmakları tetikle buluşurken dudakları iki yana doğru genişçe kıvrıldı. Tetiğe basacakmış gibi yaptı ancak bunu gerçekleştirmedi, silahı indirirken eliyle gözlerimi sıkıca kapattı ve beni bir yere doğru sürükledi. Kapının kilitlenme sesini işitirken, “Seni öldüreceğim,” dedi fısıltıyla. “Ama bu çok farklı bir yolla olacak.” Gözlerimi açtığında gördüğüm manzara karşısında dilim lâl olmuştu. Gözyaşlarım yağmur yağar gibi akmaya başlarken, “Erim…” dedim fısıldayarak. “Sevgilim…” Erim kan içinde kalmış yüzünü ağır ağır bana doğru kaldırırken ellerimle ağzımı kapattım hıçkırıklarımın duyulmaması için. Bilekleri tavana sabitli olan bir zincirle kaplıydı. Dövülmüştü, acımasızca. İçim üşüyordu ve sebebi kalbimin dövülmesiydi. Adımlarım hızlıca Erim’e doğru ilerlerken başını ellerimin arasına aldım. Zincirler olmasa anında yere düşecek kadar baygın duruyordu. “Buse,” dedi fısıltıyla. “Bakma bana, kan tutar seni.” “Erim…” dedim hıçkırıklarımın arasından. “Nasıl oldu bütün bunlar?” Erim’i zincirlerinden kurtarmayı başarabilecekmişim gibi zincirleri açmak için uğraşırken, “Buse,” dedi Erim yeniden zoraki aldığı nefesini dışarıya verirken. “Ben iyiyim, beni düşünme. Sana zarar vermesin. Kaç buradan. Hemen.” “Hayır!” diye bağırdım bir anda. “Seni burada bırakacağımı nasıl düşünürsün Erim! Hayır, hayır! Mümkün değil bu!” “Buse… lütfen.” “Tik-tak, tik-tak, tik-tak, tik…” Mehmet’in sesini duyduğumda başımı ona doğru çevirdim. Kolundaki saatte olan bakışlarını saatinden alıp bana çevirdiğinde, “tak!” dedi sert bir ses tonuyla. Ardından dudaklarında bir gülümseme belirdi, elinde tuttuğu kilidi kapının altındaki boşluktan olabildiğince uzağa savurdu. Tekrardan bize odaklanırken kirli bedenindeki dudakları hareketlendi. “Zaman ne kadar da çabuk geçiyor değil mi? Bundan birkaç ay öncesinde kurtulmuştunuz benden… peki ya şimdi?” Korkulu bakışlarım etrafta gezindi. Kutu gibi bir odanın içerisindeydik ve kaçacak delik bile yoktu. Ne bir cam ne de bir baca. Tek çare kapıydı… kilidi atılmadan birkaç saniye öncesine kadar. “Yaptıkların yetmedi mi?” dedim büyük bir öfkeyle bedenimi Erim’e siper ediyormuş gibi önüne geçerken. Yüzünü buruştururken dudakları sarktı. “Yapma Buse… yapma güzelim… Ne istediğimi ikimiz de çok iyi biliyoruz.” Hareleri beni aşıp Erim’i bulduğunda gülümsedi tekrardan, imalı bir bakış attı. “Hatta üçümüz… de.” “Sevgilimin adını ağzına alma orospu çocuğu!” Erim’in sesi yükseldiğinde gürültülü bir kahkaha doldu odanın içine. Yankılandı. Yankılandı. Yankılandı… “Şu an önüne siper olduğun kişi, canından çok sevdiğin sevgilin, Erim.” Erim’in adını duyduğum an beynime kan sıçramış gibi hissederken, “Hayır!” diye bağırdım. “Ondan uzak dur!” “Durmazsam?” “Seni kendi ellerimle gebertirim!” “Olur,” dedi dalga geçercesine. “Ölümümün senin ellerinden olmasına razıyım ben.” “Sen gerçekten ruh hastasısın!” Mehmet, “Beni onore ediyorsun,” derken çevik bir hareketle kolumdan yakaladı ve oldukça sıkı bir şekilde tuttu. Kolumu kurtarmaya çalıştıkça canım yanıyordu. Canım yandıkça, canım parçalanıyordu. Erim’in bu kadar çaresizken bile bakışları, beni korumak için ant içiyor gibi bakıyordu sanki bana. Beni koruyamadığı için kendisini suçluyordu şu an, nefret ediyordu kendisinden. Biliyordum, onu tanıyordum. “Bırak, Buse’yi,” dedi dişlerinin arasından büyük bir sinirle. “Bana istediğin kadar işkence uygula. Döv, bayıltana kadar hırpala beni. Ayılmama izin verme, tüm öfkeni bana püskür. En sonunda ise öldür beni. Lakin… tüm bunları yaparken bir gerçeği aklından çıkarmamanı istiyorum.” Harelerini Mehmet’in suratından çekip bana çevirdi, derince bir nefes alıp gülümsedi. “Buse ne bu dünyada ne de öteki dünyada asla senin olmayacak. Asla seni sevmeyecek, sana sarılmayacak. Seni öpmeyecek, senden utanmayacak, sana sinirlenmeyecek, sana kızmayacak. Buse’nin sevdiği adam benim, bunu beni gebertsen de değiştiremeyeceksin.” Erim’e gülümsediğimde gözlerim buğulu görüyordu. Şu an ona sarılmak istiyordum. Sarılmak, tüm yaralarından öpüp sevdiğimi haykırmak istiyordum. “Keşke tüm acını alabilsem, keşke bu acıların tek birini bile çekmesen,” diye fısıldadım, sesimi kendim bile zor duyuyordum. Ellerim titriyordu. “Seni seviyorum,” dedim dudaklarımı okumasını umut ederek. “Sana âşığım,” dedi o da dudaklarını hareket ettirerek. Anın etkisiyle ona doğru koşmayı planladım ancak bir ruh hastasının kollarının arasında olduğumu unutmuştum. Öfkesi adeta havada yankılanıyor, nefesi soğuk bir rüzgâr gibi enseme vuruyordu. Kollarını daha da sıkılaştırırken, nefes alışlarındaki öfke giderek büyüdü. Tüm vücudum diken diken olduğunda hareket edemiyordum. Gözlerindeki delirmiş ifade, dudaklarının kenarındaki o gerginlik… Tam anlamıyla bir volkan gibiydi. Patlamaya hazır ve yıkıcı. “Sen… hâlâ onu mu düşünüyorsun?” diye fısıldadı, sesi alçak ama korkunç bir şekilde çatallıydı. “Sana olan sevgimi haykırırken, sen onun için mi gözyaşı döküyorsun?” Kelimeleri dudaklarının arasından adeta tükürüyordu. Dudaklarını kulağıma değdirdi, bakışları yüzümdeydi. “Erim diye fısıldarken beni yok mu sayıyorsun, Buse?! diye öfkeyle bağırdı. O an birden kolumu gevşetti, gülmeye başladı. Korkudan ne yapacağımı bilmiyordum. Beynim durmuş gibiydi, sağlıklı kararlar alamıyordum. Mehmet gülmeye devam ederken ondan uzaklaşmak adına bir adım attım ancak kolunu boynuma dolayarak bedenimi tamamen hapsetti ve silahın namlusunu bana çevirdi. “Sevgiline veda et,” dedi Erim’e bakarken. Ancak henüz kimsenin bir şey demesine izin vermeden namluyu benden aldı ve Erim’e doğru çevirerek üç el ateş etti art arda. Gerçeklik algımı yitirmiştim. Ölü bir beden. Ölüm. Acı. Çaresizlik. Ölüm. Sevdiğim adam. Öldü. “Erim!” Sıçrayarak uyandığım kâbus gerçek yaşantıma da etki etmişti ve şu an gözyaşlarım yanaklarımdan süzülerek yorganıma damlıyordu. Terden yüzüme yapışan saçları arkama atıp derin derin nefesler aldım. Vücudumu kavrayan kollar da benimle beraber doğruldu. “Kâbus mu gördün?” diyen boğuk sese döndüm. Ben en son evde değil miydim? “Ne oluyor ya?” “Dün geceyi hatırlamıyor musun? Hani… güzel bir geceydi. Sarhoş muydun yoksa? Unuttuysan eğer tekrardan hatırlata…” Ellerimi Erim’in dudaklarının üzerine kapatırken gözlerim irileşti. Muzip bakışlarıyla karşı karşıyaydım ve bu hiç hoş bir durum değildi. Saçları dağınık, gözleri uykudan yeni uyandığı için kısıktı. Ben yine her zamanki gibi ona hayranlıkla bakıyordum. “Kâbus mu gördün?” diye tekrarladı yanağımda asılı kalan gözyaşlarımı silerken. “Gördüm,” dedim itiraf edercesine. Kollarımı Erim’in beline sararken başımı göğsüne yasladım. “Seninle alakalıydı ama sakın ne gördüğümü sorma, anlatmak istemiyorum.” Erim anladığını belli eden mırıltılar çıkarırken saçlarıma uzun bir öpücük kondurdu. Dudaklarıma geniş bir gülümseme nüksederken başımı kaldırıp Erim’e baktım. Erim derin bir iç çekerken, “Yine çok güzelsin…” deyip sustu, sustuğu süre zarfında sadece beni izledi. Utandığımı hissettiğimde yanaklarım yanıyordu. Başımı devekuşu gibi Erim’in göğsüne saklarken Erim sesli bir şekilde güldü ancak herhangi bir şey demedi, sıkıca bedenimi sarmaladı. İşin garip yanı kendimi sakladığım yerde kıyafet yoktu! Dün gece… buraya gelişim… ve sonrasında olanlar! Benim bütün gün yanaklarım kızarık olacaktı bunu biliyordum! “Buse,” dedi düşüncelerimden uzaklaşmamı sağlayan o ses. “Saat daha çok erken, geri uyumaya ne dersin? Kâbuslarının seni korkutmasına izin vermem, yanındayım. Olmaya da devam edeceğim.” Uykum kaçtığı için tekrardan uyuyabileceğimi hiç ama hiç sanmıyordum. Ki zaten tekrardan uyursam yine kâbus göreceğim düşüncesiyle uyuyamazdım. Başımı Erim’den ayırdım ve saate baktım. Henüz yedi buçuktu. Ama ben uyumuyorsam Erim’de uyumasındı, çünkü sıkılırdım. Ya da korkardım. Kollarımı belime koyup çenemi dikleştirdim. “Ben uyumak istemiyorum.” Uzatarak, “Hayır,” dedikten sonra sırtüstü yatıp eliyle beni de yakalayarak tekrardan yatmamı sağladı. “Uyuyoruz.” Ben ona ters ters bakarken sırıtarak alnıma küçük bir öpücük kondurdu ve gözlerini kapattı beni sarmalayarak. Oflama işlememi içimden gerçekleştirmiştim ancak bu kadar sessizlik bana göre değildi. “Kâbustan önce Dean’i görmüştüm ne güzel,” dedim hayıflanarak. “Birlikte lunaparka gidiyorduk. En heyecanlı yerde geçiş yaptım. Çok kırıcıydı.” “Dean?” dedi Erim sorarcasına. Gözlerini çoktan açmıştı bile. “Yine mi Dean denen lavuk gündemimizde?” Dudaklarıma keyifli bir gülümseme yayıldı. “Gündemimizden hiç düşmedi.” “Buse, sen neden kitap karakterlerine, dizi karakterlerine âşık oluyorsun burada ben varken?” “Sana da aşığım ki.” “Tek bana ol,” dedi sesindeki ciddiyetle. “Dean mean anlamam ben. Kıskanırım.” “Git o evindeki posterleri yak diyorsun yani?” Erim’in bakışlarındaki gerginliği çok rahat anlayabiliyordum ancak içinden böyle bir dağ ayısı çıkmasına kendimi alıştıramıyordum. Böyle değildi sanki… yanılmışım… “Bir de posterlerin mi var?” Olumlu anlamda başımı salladım. “Yakmana gerek yok. Bizzat evine gelip bulur ben yakarım.” Gözlerim far görmüş tavşan gibi açıldığında başının altındaki yastığı çekip yüzüne attım. Ve elimle baskı uygularken üstüne çıktım. “Ne demek Dean posterlerimi yakarsın?” Ben daha sorumu yeni bitirmiştim ki Erim ansızın hareketlenip beni altına aldı ve yastığı da aşağı attı. O üstümde sırıtırken kaşlarımı kaldırdım. “Uyuyalım diyorum bana Dean’e olan sevgini anlatıyorsun, Dean için bana kızıyorsun, beni boğuyorsun,” son kelimesini vurgulu söylemişti. “Ne derdin var senin benimle?” Omuzlarımı düşürdüm ve derin bir nefes aldım. Erim üzerimde ve ellerini iki yanımdan yatağa yaslamasa, yüzü yüzümün tam ortasına denk gelmese, e haliyle dudaklarımız neredeyse birleşecek kadar yakın olmasaydı mantıklı düşünebilirdim ancak şu an bu pek mümkün değil gibi görünüyordu. Bu kalp çarpıntısıyla mantıklı düşünmem, mantıklı değildi. “Çok uyuzsun,” dedim en sonunda. Kaşlarını kaldırdı. Gözlerimi devirdim. “Seni boğmam ve diğerleri için iyi bir sebep bence. Seninle barışmış olabilirim ama yaptıklarını unutmadım.” Yatakta ellerini başlığa doğru kaydırıp dirseklerini yatağa yasladı. Ve ardından aramızda nefes alacak boşluk bırakıp dibime kadar geldi. Sessiz bir şekilde yutkundum. Bütün vücudumuz birbirine değiyordu. Ama değmesini istediğim yer değmiyordu. Dudaklarını değecek kadar yaklaştırıp inatla öpmüyordu. “Ne yapıyorsun?” diye fısıldadım. Gözlerini kaldırıp bana baktı. “Kendimi deniyorum. Ne kadar seni öpmeden dayanabilirim diye.” Bakışlarımı dudaklarından ayırıp gözlerine çevirdim. “Başarabiliyorsun gördüğüm kadarıyla.” “Aksine. Ölmüyorum ama yanıyorum.” “Yanınca da ölürsün.” “Beni yakan ateş öldürmüyor. Canımı yakıyor ama bitmiyor,” dediğinde hayranlıkla ona baktım. Gözlerindeki anlamı çözemiyordum ama her zamanki yoğunluğu kalbimi ısıtıyordu. Yavaşça elini yüzüme kaldırdı, parmak uçları yanağımı okşarken tenime yayılan sıcaklıkla kalbim hızlandı. Ardından sırıttı ve dudaklarıma kapandı. Geri çekildiğinde nefes nefeseydik. Gözlerimi kırpıştırıp gözlerine baktım. “Sanırım asıl yanan sensin,” deyip yanağıma baktığında gözlerimi devirdim. Neden kızarıp bozarmak zorundaydım ki? “Çekilir misin üstümden? Sen arada mesafe bırakmazsan tabii ki sonuç böyle olur.” Hiçbir şey demeden üzerimden kalktı ve yatağa bıraktı kendini tekrardan. Ardından bana doğru döndü. Ben de ona doğru döndüm. Elini yanağıma getirdi. Yanağımdaki eline gülümseyerek baktıktan sonra ben de elimi yanağına götürdüm. Yanağımı okşadığında ben de aynısı yaptım. Dudakları kıvrılmıştı ama sırıtmıyordu. Gülümseme gibi bir ifadeyle gözlerimin tam içine bakıyordu. Erim tam bir şey demek için dudaklarını aralamıştı ki telefonum çalınca diyeceği şey dudaklarının arasına hapsoldu. Yastığımın altında olan telefonu aldım ve gelen aramayı yanıtladım. Melis’ti. Telefonu iki dakikalık bir konuşmanın ardından kapatırken Erim’le göz göze geldik. “Bizi çağırıyor,” dedim kısaca. “Acilmiş. Emir’in evinde buluşacakmışız.” “Bu saatte acil ne olmuş olabilir?” Omuz silktim. “Bilmiyorum. Hadi kalkıp hazırlanalım.” “Sen kalk.” “Sen de kalkıyorsun.” “Burada uzanıp senin hazırlanmanı izledikten sonra kalkacağım illa ki.” Gözlerimi devirdim. “Tabii ki yanında hazırlanmayacağım.” Dudağını büzdü. “Neden?” “O sapık bakışların üzerimdeyken mi?” Elini yüzüne götürüp, “Tamam bakmıyorum,” dediğinde güldüm. “İyi denemeydi,” dedim parmaklarının arasından bakan Erim’e. Sabır dilercesine sızlandım ve kıyafetlerimi alarak banyoya geçtim. Elimi yüzümü yıkadıktan sonra üzerimi giyindim, bileğimdeki tokayla saçlarımı gelişigüzel bir topuz yaptım. Odaya geri girdiğimde Erim çoktan kalkmış ve üzerini giymişti. O an aklıma anneme dün gece söylediğim yalan gelince dudaklarımı sarkıttım. Erim yüzünden anneme sürekli yalan söylemek hiç hoşuma gitmiyordu. Bir an önce sevgili olduğumuzu açıklamalıydım. Büyük ihtimalle hastanede yattığım günlerde bunu anlamışlardı ancak yine de konusunun açılması lazımdı. Lakin annemler bunu bilse bile Erim’le birlikte kaldığımı öğrense beni eve almayabilirdi. “Senin yüzünden Pinokyo oldum,” dedim hayıflanarak. “Anneme sürekli Melis’teyim diyorum ama senin yanında oluyorum genelde.” “Kocamın yanındayım diyebilirsin bence.” “Kocam mısın sen benim?” Göz kırptı ve “Oluruz,” diye karşılık verdi oldukça rahat bir şekilde. *** Başımı koltuktan geriye atıp ofladım ancak bunu kaç kez yapmıştım bilmiyordum. Emir ve Erim’e ithafen, “Hanımefendi gelebilecek mi artık?” diye homurdanırken salona giren Melis alayla, “Çok mu özledin? Bak geldim işte,” deyip Emir’in oturduğu koltuğa yayıldı. Yapay bir şekilde gülümsedim. “Gereğinden fazla.” Emirlerin salonunda kadro tamamlandığında herkes dönüp Melis’e baktı. “Ne?” dedi Melis omuz silkerek. “Konuş diyoruz,” dedim tıslayarak. “Bizi buraya sen toplamadın mı?” Harelerim göz ucuyla Emir’e değdi. “Daha doğrusu siz.” Melis gözlerini devirdikten sonra kollarını birleştirdi ve ayaklarını orta sehpaya uzattıktan sonra tek tek hepimize baktı. Emir’e beş saniyeden daha da fazla bakmıştı onu söylemeden geçmeyelim. “Dün Emir’le bara gitmiştik ve barda yanımıza birkaç adam geldi.” “Ee,” dedim sustuğunda. “Anlatsana kızım durmadan.” Erim bana yandan bir bakış atıp sırıttı. Bir saniyeliğine sırıttıktan sonra hemen geri somurttum. Ciddi bir mesele konuşuyorduk, aşk yaşamanın sırası değildi. “Şansınızı fazla zorluyorsunuz dedi adamlar.” Melis konuşmasına devam ettiğinde Melis’e kitlendim yeniden. “Yaptıklarınızın yanına kalacağını da düşünmeyin sakın, bunlar iyi günleriniz. Sözün özü o ki Dila Hanım’ın selamı var diyerek yanımızdan hızla uzaklaştılar.” Sinirden gözüm seğirirken Erim’in kollarını sırtımda hissettim. “Bu kızın amacı ne?” dedim hiddetle. Melis sorumu, “Yeni bir bela is coming,” diyerek yanıtladı. Kaşlarımı kaldırdım. Erim ve Emir pek tedirgin görünmüyordu. Arkama yaslanırken, “Siz çok rahat görünüyorsunuz,” dedim ikisine de kısa bir bakış atarak. Bunun üzerine sırıttılar. Emir, “Gittikçe daha da her olayı sıçıp batırıyor da ondan. Sıvayan kişiler de biz olacağız,” dedikten sonra Erim oturduğum koltuğun yasladığı kolundan doğruldu ve deri ceketini üzerine geçirdi. “Nereye?” dedi Emir de ayaklanırken. Erim omuz silkip, “Sıkıldım,” dedi ve elimden tutup beni de kaldırdı. “Biz yukarıdayız, ses çıkarmayın.” “Asıl siz ses çıkarmayın kanka,” dedi Emir de onun gibi sırıtarak. Kusar gibi sesler çıkarıp elimi Erim’den çektim. “İğrençleşmeyin ya.” Ardından Erim’e baktım. “Ayrıca ne yukarı çıkması? Halletmemiz gereken bir olay var. Bir şeyler planlamalıyız.” “Doğum günüm,” dedi Erim. “Birkaç gün sonra doğum günüm, Dila olaylarını annem bilmediği için benim yerime o çağıracaktır partiye. Doğum günü partisi bittiğinde köşeye sıkıştırıp bir şeyler yaparız.” “Çok mantıklı lan.” Emir’le birlikte biz de onaylamıştık bu fikri. “Ama şu an bunu planlamak istemiyorum,” diye devam etti Emir. “Balık tutmaya mı gitsek? Hava da güzel hem.” Melis’in dudakları iki yana doğru kıvrıldı. “Yem olarak da seni atalım mı balıklara?” Emir, Melis'in dediğine gülmekle yetinirken ceketini giydi ve Melis’in elinden tuttu. “Gidiyor muyuz?” diye sordu Melis’e bakarken. “Eğlenceli olabilir,” dedi Melis ve gelişigüzel bir şekilde gülümsedi. “O zaman gidiyoruz,” deyip sırıttı Emir. Ardından hazırlanıp evden çıktık. Emir bagaja oltaları, kovaları ve balık yemlerini koyduktan sonra bagajın kapısını kapattı ve birbirini gösteren örümcek adamlar gibi birbirimize baktık. Melis, “Kim kimle gidiyor?” diye sorduğunda kaşlarım çatıldı. “Niye bir arabayla gitmiyoruz?” Erim, “E gelin benimkine,” derken, Emir, “Sen gel,” diye itiraz etti. Erim dilini damağına bastırarak ‘cık’ sesi çıkardı. “Nereye gideceğimizi söyle.” “Karaburun.” Erim başını sallayıp arabasına doğru yürürken, “Ben Emir’in arabasıyla gideceğim,” dedim ve Emir’e doğru yöneldim ancak aklıma Emir ve Melis’in aşk dolu dakikalarına şahit olacağım gelince geri Erim’in arabasına yöneldim. “Ne oldu?” dedi Erim alayla. “Hani Emir’le gidiyordun?” Şirince sırıtıp, “Sevgilimi tercih ettim,” dediğimde anahtara doğru giden eli havada kaldı. Bakışlarını bana döndürüp sıcak bir şekilde gülümsedi. Eriyordum galiba. Ciddi bir şekilde. Melis, Emir’in yanına geçtikten sonra ben de Erim’in yanına geçtim ve Erim arabayı çalıştırıp gaza bastı. Bir anlığına öyle bir hız yapmıştı ki elim kapıya gitti. “Erim ambulans şoförü müsün sen bu ne hız?” Yüzüne imalı bir gülüş yerleşirken, “Pardon güzelim,” dedi. “Sen böyle yanımdayken hızımı alamıyorum hiçbir konuda.” “Ya, yürü,” dedim gülerek. “Şov yapma, hız da yapma.” O ise alaycı bir ifadeyle omzunu silkti. “Emir’le gitseydin güzelim. Ben mi zorladım benim arabaya bin diye?” Gözlerimi kısarak ona baktım. “Durdur arabayı, Emir’le gideceğim.” Yüzünde sinsi bir sırıtış belirdi. “Kolaysa git,” der gibi baktı bana. Gitmeme izin vermeyeceğini biliyordum, yalnızca beni sinirlendirmek hoşuna gidiyordu. *** “Emir çok konuşma dayak yiyeceksin,” diye bağırdı Melis. Erim’le sırtlarımızı arabaya yaslayıp kahkaha attık. İki saattir kavga ediyorlardı ve konu neydi? Petrol istasyonunda durduğumuzda oradaki çalışanlardan birisinin Melis’e göz kırpıp telefon numarasını istemesiydi. Bu olay Erim ve Emir markete gittiğinde gerçekleşmişti. “Bu kadar güzel olmasaydın bunlar yaşanmazdı ve ben de kıskanmazdım seni.” Melis elini savurup, “Mağara adamısın biliyorsun değil mi?” diye sordu kaşlarını çatıp. “Öyleyim. Mağaramda da gayet mutluyum.” “Başlarım şimdi senin mutluluğuna! Kıskandığın konuya bak. Dışı güzel diye alıp çalıştırdığımda cızırtı çıkaran radyom gibisin şu an.” Emir’in bozulmuş surat ifadesine daha da çok gülerken, “Yeter,” dedim nefeslerimin arasından. “Çok uzattınız. Öpüşün barışın hadi!” “Sizin yanınızda mı?” diye sordu Emir. Anlamsız gözlerle Emir’e bakmaya devam ederken, “İlk söylediğin şey,” diyerek ilave etti. Gözlerim şaşkınlıktan kocaman olurken Erim’e baktım. “Yoldan çıkmış bunlar.” Melis gürültülü bir kahkaha atarken Emir’e baktı ve “Gel sarılalım,” diyerek Emir’i çağırdı. Emir anında sevgilisinin kollarına koşmuştu ancak Melis sarıldıkları an kuvvetli bir şekilde Emir’in sırtına vurdu. Emir’in yüzündeki acı ifadesine sırıtırken başımı olumsuz anlamda iki yana salladım. Sarılmaları bittikten sonra bagajdan oltaları ve diğer eşyaları alarak arabaların ilerisinde bir yere oturduk. Daha önce babamla balık tutmaya gittiğim için aşinaydım ancak iyi olduğumu söyleyemezdim. Pek kimse yoktu etrafta. Hatta hiç kimse yoktu. O an aklıma gelen bir şeyle, “Erim!” dedim sesimin yükselmemesine özen göstererek. Erim oltasının ucuna yem takarken işini bıraktı ve “Sevgilim,” diye karşılık verdi. Anında kalp atışlarım hızlanmaya başlamıştı. Ne olursa olsun, Erim’in söylediği her söz bende bu etkiyi bırakıyordu. “Al işte,” diye homurdandım. “Unuttum ne diyeceğimi!” “Aklını başından aldığımı biliyorum,” dedi sırıtarak. Bilerek yapıyordu. “Emir hadi!” Melis’in sesini duyduğumda hafifçe öne eğildim ve Melis’e baktım. Emir’in elini oltanın ucuna takmaya çalışıyordu. “Seni yem yapma konusunda ciddiydim.” Emir korkulu gözlerle önce Melis’e, sonrasında ise bana baktı. “Yapar mı?” Gözlerimle onay verdim. “Yapar.” Üçümüz de Emir’e gülerken Melis, “Neyse hadi bu seferlik yapmıyorum,” dedi, Emir’in yanağına sulu bir öpücük kondurdu. Akabinde oltalara yemi yerleştirdik ve oltayı atarak balığın yeme gelmesini bekledik. “Balıkları akşam evde pişirelim, kendi ellerimle yedireceğim sana Erim.” Emir’in teklifine karşın Erim suratını ekşitirken, “Emzir bir de?” diye sordu. Emir güler gibi yaptığında Erim bir şey mırıldandı ancak ne dediğini anlayamamıştım. “Yarış mı yapsak?” diye sordu Melis. Bunun üzerine Melis’e baktım yeniden. “Ne yarışı?” “En çok kim balık tutarsa o kişiye diğer üç kişi istediği bir şeyi yapsın veya hediye alsın.” “Bana uyar,” dedi Emir anında. Erim’le biz de onayladık tabii. Ve şu andan itibaren her bir dakika daha da önemliydi çünkü ortada rekabet vardı. Bir süre öylece boş boş bekledik. Balıklar denizi terk etmiş diye düşünmeye başlamıştım artık. Lakin o an Erim’in oltasında bir hareketlilik oldu ve Erim ani bir hareketle oltasını yukarıya çekince oltanın ucunda iki tane balık göründü. Balık diyordum çünkü balık çeşitlerinden fazla anlamazdım. Küçük olanları biliyordum sadece; hamsi ve istavrit. “Şerefsiz bir de iki tane yakaladı!” dedi Emir yapay bir sinirle. Erim keyif gülümsemesi sergilerken balıklarını kovaya attı ve oltanın ucuna yeniden yem yerleştirerek denize attı. “Ee, Erim Koral olmak böyle bir şey işte.” Aramızdaki rekabeti tekrar hatırladığımda önce kovadaki balıklara, sonra da sinirle Erim’e baktım. “Şu hale bak! Düşüncesiz. Bir kerede de beni geçmemeyi denesen olmaz mıydı? Sevgilinim ben senin! Sevgilin kazansın diye atsana şu balıkları denize geri! Gerçekten öküzsün, Erim Koral!” “Mübarek cumartesi gününde bu kadar sövme, çarpılacaksın,” dediğinde kaşlarımı kaldırdım. “Ben bunları dışımdan mı söyledim?” “Sevgilim… seni tanıyorum. Eğer bana böyle bakıyorsan ya ne kadar yakışıklı, kaslı, zeki olduğumu düşünüyorsundur ya da bana sinirle içinden yardırıyorsundur.” “İkinci seçenek daha mantıklı gibi geldi,” dediğimde gülümsedi. Ama Erim gülümsediği zaman benim tüm sinirim yerle yeksan oluyordu ki… Yakışıklı olduğu yetmiyor gibi tatlıydı da. “Şu tatlılığa bak…” Tüm bakışlar bir anda üzerime döndüğünde şirince sırıttım. Galiba bu sefer dışımdan konuşmuştum. Şirince sırıtmayı bırakıp utançla yüzümü kapattığımda Melis yüksek sesli bir kahkaha sergiledi ve “Geçer,” dedi alayla. Melis alay ettiği için elimi daha da bastırdım. “Ah benim utangaç sevgilim,” derken Erim elimi yüzümden çekti ve yanağımdan makas alarak göz kırptı. Ardından hiçbir şey olmamış gibi balığımın gelmesini bekledim ancak balık yoktu. Az önceki düşündüğüm fikre şu an tamamen inanıyordum. Bu denizde balıklar yoktu ve Erim’in tuttuğu iki balık da bence denizden kaçarken oltaya yakalanmışlardı. Başka açıklaması olduğunu falan düşünmüyordum. Neredeyse yarım saati devirdiğimizde ben hariç hepsinin kovasında balık vardı. Bahtsızdım işte, biliyordum. Omuzlarım düştüğünde Erim’in bakışlarını üzerimde hissettim. Hafifçe yanıma sokuldu ve sessizce, “Balıklarımı sana verebilirim,” dedi. Gözlerimin içi parladığında Erim’e baktım. “Gerçekten mi!” “Gerçekten. Ama karşılıksız yapmam.” “Ne demek karşılıksız yapmam? Erim… ben senin sevgilinim, bana neden kötü davranıyorsun? Karşılığı falan unut, vereceksen ver.” “Ne dedin ne dedin? Seninle yeniden dünkü geceyi yaşarım mı dedin? birlikte olurum mu dedin? Tamam o zaman hemen veriyorum,” deyip oltasını bir kenara koydu ve balık kovalarımızın yerini değiştirip güldü. “Hadi eve gidelim.” İşaret parmağımı dudaklarına doğru siper ederken, “Hayatımda gördüğüm en sapık erkeksin,” diye tısladım. Erim andan faydalanıp dudaklarını parmağıma değdirdi ve geriye çekildi. Midemde kelebekler uçuşurken başımı geriye çektim ve oltamı da alarak ayağa kalktım. “Nereye?” Soruyu soran Melis’ti. “Benim oturduğum kısımdaki balıklar denizi terk etmiş. Yer değiştireceğim.” Onlar dediğime gülüşürlerken kovamı da aldım ve nereye gitsem diye bakındım. Gözüme bir yer kestirdiğimde oraya doğru ilerledim, yeniden oturarak oltamı denize fırlattım. Ve gerçekten de yaklaşık iki dakika sonra oltam hareketlendi, balık tuttum. Kendimce sevinç nidaları dökerken balıkları kovaya attım ve tekrardan yem takarak oltayı attım. Yaklaşık yarım saat içerisinde altı tane balık tutmuştum. Oturmaktan sıkıldığım vakitlerde oltayı düşmemesi için bir yere sabitledim ve ayağa kalktım. Deniz içimi huzurla kaplıyordu. Köşeye doğru ilerleyip taşlara basarak aşağıya indim ve denize biraz daha yaklaştım. Taşın üzerinde denizi izleyip etrafa bakınıyordum. Bu kısım bir tık dalgalı gibiydi. Deniz bir anlığına hızlı bir şekilde dalgalandı, rengi kırmızı gibi göründü. Kaşlarım çatılırken kırmızı rengin nereden geldiğini görmek adına biraz daha sol tarafa gittim. Bastığım taşın bir kısmı kırılıp düşecek gibi olduğumda zoraki bir yerlerden tutundum ve dengemi sağladım. Ancak o an gördüğüm şeyle güçlü bir çığlık attım. Korkudan ellerim ağzıma kapanırken Erimler yanıma geldi hemen. “Buse ne oldu?” diye sordu Erim telaşlı bir şekilde. Bir elimi ağzımdan çekerken titreyen bedenime aldırış etmeden gördüğüm şeyi işaret ettim. İşaretimle birlikte hepsi oraya bakarken, “Siktir,” dedi Emir. *** “Abine bu olayı söylemememi nasıl bekliyorsun benden? Abinle ne kadar yakın olduğumu biliyorsun değil mi?” Emir’in ses tonu sert çıkmıştı Derin’e karşı. Derin’i kıyıda, başı kanlar içerisindeyken bulmuştuk ve apar topar hastaneye götürmüştük. Polise gitmeyi istememişti. Anlattığına göre birkaç adam Derin yürüyüş yaparken Derin’i yakalayıp başını taşla yaralamış. Gözlerini açtığında ise hastanedeymiş. Kim olduklarını da bilmiyormuş. Şu an ise bu olayı abisine söylememesi gerektiğini anlatmaya çalışıyordu. “Biliyorum,” dedi Emir’in aksine daha sakin bir tonla. Hastaneden çıktıktan sonra Emir’in evine gelmiştik yeniden. “Ama gereksiz endişeleniyor Emir, biliyorsun.” “Haklı değil mi Derin? Gereksiz mi şu an yaşadıkların?” “Emir, üzerine gitme kızın bu kadar. Hastaneden yeni çıktı.” Emir bakışlarını Melis’e çevirirken istemese de sessiz kaldı ve arkasına yaslandı. “Konuşacağız bu konuyu Derin. Kapanmadı henüz.” “Tanımadık olduğunu düşünmüyorum,” dedi Erim kaşları çatık bir ifadeyle. “Mehmet piçi rahat durmuyor içerideyken bile. İçeride diyoruz da kaçmadığı ne malum?” Mehmet’in adını duyar duymaz gerilirken sabah gördüğüm kâbus geldi aklıma. Acaba bir şeylerin habercisi olabilir miydi? Erim’in dibinde oturduğum için gerildiğimi anlamıştı ve vücudunun sinirle kasıldığını fark etmiştim. Elimi elinin üzerine koyduktan sonra tepkisine bakmadan yine lafa döndüm. Ellerimizi kenetlediğinde başımı hafifçe eğip gülümsedim. “Bu orospu çocuğunun etkileşim kurduğu herkesi bulmamız gerek,” dedi Emir. “Direnç’le konuşmam lazım bu konuyu. Biz temizledik sanıyoruz ama bitmediği çok bariz belli. Derin’den ne istiyor ben onu anlamıyorum. Deren…” dediğinde Derin’in bakışları kaskatı kesilince Emir lafının devamını getirmedi. Erim, “Mehmet kolay lokma değil. Geçen zaman yaptığımız gibi bir aptallık yapıp az kişiyle bir şeyler başaramayız,” dediğinde Erim’e baktım. “Başımız boktan çıkmıyor,” dedi Melis hiddetle. “Hepsi ayrı bir dert anasını satayım!” Gözlerimin buğulandığını hissettiğimde elimi Erim’in elinin arasından çektim ve koşarak üst kata çıkıp lavaboyu bulup kendimi lavaboya attım. Gözyaşlarım teker teker süzülürken kalbim sıkışıyordu. Yeni yeni atlatmışken neden tekrardan hatırlatmıştı ki kendini? Kendimi düşünmüyordum ben. Etrafımdaki insanları düşünüyordum. Onlara zarar gelmesinden deli gibi korkuyordum. Kapı tıklatıldığında buğulanmış gözlerimi ellerimin tersiyle sildim ve kapıyı açtım gülümseyerek. “Sen ağladın mı?” diye sordu Erim yüzümü incelerken. “Yooo,” dedim hiç düşünmeden. “Ne ağlaması, sana öyle gelmiş.” “Çocuk bile inanmaz sana şu an Buse.” Bakışlarımı kaçırır kaçırmaz, “Gözlerime bak,” dedi ikaz edercesine. Dediğini uyguladım. “Şimdi tekrardan söyle. Ağladın mı ağlamadın mı?” “Ağladım,” dedim itiraf edercesine. “Korkuyorum Erim. Mehmet’in yeniden hayatımıza girip size zarar vermesinden korkuyorum! Sabah onu gördüm işte. Öldürüyordu seni, gözlerimin önünde öldürdü seni! Kafayı yedim Erim. Seni kaybettiğimi sanıp deliye döndüm.” Erim beni kendisine doğru çekip başımı göğsüne yaslarken saçlarımı okşamaya başladı. “Şşh, korkmak yok. Ben yanındayım, seni ne pahasına olursa olsun koruyacağım.” “Yapamıyorum,” dedim hıçkırıklarımın arasından. “Korkmadan yapamıyorum.” “Hayır, Buse. Halledeceğim. Seni hiçbir işe karıştırmadan halledeceğim bu meseleyi.” Ardından elleriyle gözyaşlarımı sildi ve “Şimdi seninle bir oyun oynayacağız,” dedi. Burnumu hafifçe çekerken, “Ne oyunu?” diye sordum. “Benim yaptığım şeyleri tekrar etme oyunu.” “Tamam. Başla.” Erim ilk olarak elini yanağına götürdü, ben de aynısını uygulayarak elimi yanağıma götürdüm. Ardından omzunu tuttu, omzumu tuttum. Saçlarını karıştırdı, saçlarımı karıştırdım. Benim saçlarım uzun olduğu için Erim’in ki gibi güzel olmamıştı. Dudaklarımı büzdüğümde, “Ben dudaklarımı büzmedim,” dedi. “Oyunbozanlık yok.” “Tamam ya.” Erim elini göğsüne götürdüğünde gözlerim irileşti. “Bak sen çok sapık olmaya başladın,” dedim hiddetle. Erim ise hiç taviz vermedi ama uzatmadı da. Sonraki hamlesinde ise genişçe güldü. O gülünce ben de gülümsedim. Erim derin bir iç çekerken, “Güldüğün zaman… Sanki tüm etrafı sen aydınlatıyorsun,” dedi hayran bakışlarıyla. “Ve sen güldüğün zaman Buse, ben dünyanın en mutlu adamı oluyorum. Sahi, sen hayatıma girmeden önce neye gülüyordum ben? Neyden tat alıyordum, yaşamanın ne demek olduğunu ne olarak biliyordum?” Derin bir nefes daha alıp bakışlarını yüzümde gezdirdi, parmağı yanağımı okşadı. “Sen olmadan önce… her şey sıradandı. Bir şeyler hep eksikti. Gözlerimdeki renk solgundu, hiçbir şey beni tam anlamıyla mutlu etmiyordu. Ama sen hayatıma girdiğinde her şey değişti, Buse. Beni, benden alıyorsun.” Utandığımı iliklerime kadar yine ve yine hissettiğimde yanaklarım alev almıştı adeta. Ne diyeceğimi bilemiyordum. Çok yoğun şeyler hissediyordum Erim’e karşı. Erim artık benim evim gibiydi. Elleriyle yüzümü avuçlarının arasına aldı, “İşte bu yüzden sana ağlamayı yasakladım,” diye devam etti. “Sadece gülmeni istiyorum. Hep mutlu olmanı. Tamam mı?” Başımı olumlu anlamda salladım ve kollarımı sıkıca Erim’e sardım. Kokusunu solumak ruhumdaki acılara, korkulara, üzüntülerime… Kısacası her şeyime iyi gelmişti. Hep iyi geliyordu. “Seni seviyorum, Erim Koral.” “Sana âşığım, Buse Koral.” *** “Ben kazandım bu arada,” dedim balık parçasını ağzıma atarken. “Hepinizden fazla balık tuttum.” “Ne istiyorsun karşılığında canım?” Melis’e bakarken gözlerim kısıldı ve ardından omuz silktim. “Bilmiyorum. Karar verdiğim zaman söylerim.” Melis, “Yar…” diyeceği sırada yüzümü buruşturunca sustu ve kahkaha atıp yemeğini yemeye devam etti. Ama sadece salata yiyordu çünkü balık sevmezdi Melis. Tutmayı kabul etmişti sadece. Emir başka bir yemek yapmayı teklif etmişti anca canının istemediğini söyleyerek reddetmişti. Emir dediği gibi Erim’e zorla yemek yedirmeye çalışırken, “Sen beni obez mi yapmak istiyorsun?” diye çıkıştı Erim. “Evet.” Erim, Emir’den uzaklaşırken nah çekti. Emir piç gülüşü atarken bakışları Melis’e değdi. Melis’in kaküllerine bakıyordu. “Kaküllerini ne zaman yok ediyorsun?” “Beğendiğini söylemiştin,” diye mırıldandı Melis. “Beğendim.” “Ee, o zaman?” “Sorun da o ya… Çok güzelsin böyle.” “Emir ne olmamı istiyorsun? Yüzüme peçe takıp gezeyim istiyorsan?” “Fena fikir sayılmaz.” Melis gözlerini devirdi, sıkıntıyla başını geriye attı. Şu an içinden sabır duaları okuyordu. Emir, sevgilisine bakarken ayağa kalkıp yanına sokuldu ve yanağından öptü. “Şaka yapıyorum. Sinirlenme.” Melis başını geri indirdiğinde yüzünde geniş bir gülümseme vardı. Ardından bana baktı. “Buse, Emir beni öperken fotoğrafımızı çek çabuk.” Ben iştahlı bir şekilde yemek yiyordum ya… ne istiyorsunuz benden? Ellerimi ıslak mendille sildikten sonra, “Telefon verin,” dedim. Ardından Emir telefonunu bana doğru uzattı. Kameraya girdikten sonra Emir yeniden dudaklarını Melis’in yanağına değdirdi ve Melis gözlerini kapatıp gülümserken fotoğraflarını çektim art arda. Çektiklerime baktıktan sonra telefonu geri Emir’e uzattım. Emir, Melis’in yanına oturup çektiğim fotoğraflara bakarken Erim yanıma sokuldu ve kulağıma eğildi. “Bu fotoğraf işini bizim daha önce yapmamız gerekiyordu.” Başımı ona çevirdiğimde kaşlarımı kaldırdım. “Zor bir şey değil.” “Ama ben yanağından öpmem, haberin olsun.” Fısıltısı tüm kalbime hükmettiğinde gülümsedim. *** Erim’in göğsünde biraz daha yayılırken, bunca sene kullandığım yastığımın bu kadar rahat olmadığını anlamıştım. Gitgide mayışıyordum. Çünkü Erim’in sırtımda parmakları geziniyordu ve bu hissiyat mayışmama sebep oluyordu. “Uyuyacak mısın?” diye sorduğunda çenemi hafifçe dikleştirip gözlerimin içine bakan sevgilime baktım. “Uykumu getirdin. Ama farklı alternatiflerin varsa uyumayabilirim senin için.” “Var,” dedi hiç düşünmeden. “Dünkü gece…” “Bu kadar sapık birisinin yanında daha fazla duramam,” deyip lafını böldüğümde yataktan kalkmaya niyetlendim ama kolumdan tutup gülerek beni tekrardan göğsüne çekti. “Bırak,” deyip yine kalkmaya çalıştığımda kollarını belime sıkıca sardı ve hareket etmeme bile izin vermedi. “Sapık değilim, sapığınım. Sapığın değilim, tutsağınım… kölenim, müptelanım.” Söylediği kelimeler midemdeki kelebekleri harekete geçirse de bozuntuya vermedim. “Ama beni şu an serbest bırakmazsan eğer nefes alamam.” Bunun üzerine kollarını biraz gevşetti fakat yine kaçamayacağım kadar sıkıydı. Sadece nefes almama izin veriyordu. “Bıraksana beni Erim.” “Bırakasım yok.” Kapı birden açıldığında Erim hiç rahatsız olmamış gibi beni tutmaya devam etti ama ben tüm gün domates gibi gezmek istemediğim için Erim’in ellerinden kurtuldum ve giren kişiye baktım. Melis anında gözlerini kapatırken, “Kapıya niye on sekiz artı yazısını asmadınız?” diye homurdandı. Erim gülüp yatakta yayıldı. “Yazsak bile on sekiz artısın?” dedim Melis’e cevap verdiğimde. Ardından ekledim. “Bir şey mi oldu?” “Yok,” dedi Melis. “İyi geceler demeye geldim. İyi geceler canım arkadaşım ve canım eniştem.” “İyi geceler güzellik.” “İyi geceler Melis.” Melis kapıyı kapatıp çıktıktan sonra göz ucuyla Erim’e baktım. “Kaçtı tüm uykum.” “Ahlaksız bir teklif mi sunacaksın yoksa bana?” Elime gelen yastığı sinirle Erim’in suratına fırlattım ancak ıskalamıştım. “Ben sen miyim?” diye mırıldanırken tekrardan yanına oturdum. O da kollarını belime sardı ve beni kendine çekti. Saçlarımı kokladığını hissederken, “Sen ben değilsin,” diye cevap verdi. “Ama bana tıpatıp benzeyen birisini aramıza katabilirsin.” Gözlerim yaptığım imayla kocaman açılırken kıkırdadığını duydum. Başımı eliyle göğsüne yasladı ve parmakları yeniden sırtımı okşamaya başladı. “En az on beş çocuk istiyorum, Buse.” Kaşlarım çatıldığında korkulu gözlerle Erim’e baktım. “Ben makine miyim? On beş çocuk ne?” “Tamam o zaman on üç olsun.” “İki tane olsun.” “Olmaz güzelim, çok az o. Ama ilk çocuğumuz kız olsun, o kadar çok istiyorum ki… Güzelliğini senden alsın. Tıpatıp sana benzesin.” “Düşünmesi o kadar güzel ki…” İçimi ısıtan gülümsemesiyle gülümsedi. “Biliyor musun, seni hep böyle hayal ettim. Yanımda, birlikte bir gelecek kurarken…” “Ya o geleceği kuramazsak?” Erim’in kaşları bir an için çatıldı. Sonra başını eğip alnını benimkine yasladı. “Öyle bir ihtimal yok. Biz istediğimiz zaman her şey olur.” “Erim…” dedim tereddütle. “Bazen her şey istemekle olmuyor.” “Evet,” dedi usulca. “Ama biz olacağız. Bunu biliyorum.” “İddialısın.” “Her konuda.” “Bir kızımız olacak yani. Hadi hepsi erkek olursa… o zaman ne yapacaksın?” “Orasını da sen düşün, sevgilim. Kız olana kadar durmayacağız.” “Erim!” Gülümsemesi genişlerken, beni bilerek kızdırmanın tadını çıkarıyordu. “Ne oldu güzelim?” dedi masum bir ifadeyle. “Büyük bir aileye sahip olmak kötü mü?” “Büyük bir aile mi? Sen beni tüketmeyi planlıyorsun…” diye sızlandım, dramatik bir tavırla iç çektim. Erim kahkaha atarken saçlarımı okşamaya başladı. “Öyle deme. Küçük kızımızın etrafta koşturduğunu düşün. Saçları senin gibi uzun ve dalgalı, gözleri de…” Sözünü bilerek yarıda kesip başını yana eğdi. “Sanırım o kısmı benden alsa daha iyi olur.” “Hani tıpatıp bana benzeyecekti? Sen benim gözlerimi beğenmiyor musun?” “O manada değil, sevgilim.” Parmakları yanağımda dolaşırken yüzündeki şefkati görmezden gelmek imkânsızdı. “Sen zaten kusursuzsun. Ama benim gözlerimle bakınca, bu dünyadaki en güzel karışıma dönüşeceğini düşünüyorum.” Kalbimin hızlandığını hissettim. Sözlerinin ağırlığı, Erim’in hayal ettiği her şeyin benim de içimde bir yerlerde yankı bulmasına neden oluyordu. Erim’di işte. Yakıyordu. *** Her şey normal seyrinde ilerlerken bir anda tutukluk yapan fermuara sövmekle meşguldüm yaklaşık üç dakikadır. Sinirimden montu çıkarıp atmak istiyordum ama ne yeri ne de zamanıydı şu an bunun. Ki zaten fermuarını çekmeye çalıştığım kişi de ben değildim. Atlas’tı. Önüme gelen saçlarımı diğer yana savururken sıkışan fermuarı çekiştirmeye devam ettim sanki ne zamandır hiç uğraşmıyormuşum gibi. Lakin düzelecek gibi durmuyordu. Sıkıntılı bir nefes verirken ellerimin üzerine yumuşak bir el yerleşti. “Vuse, furmarı çekmesen olmuyor mu?” Önce Atlas’ın ellerine daha sonra ise yüzündeki o sıkılmış ifadeye baktım, ardından sorgularcasına tek kaşımı kaldırdım. “Neyini çekmesem olmuyor mu?” “Furmarı.” Atlas’ın fermuar diyemeyişine hafifçe sırıtırken, “Furmar…” diye mırıldandım ancak beni duymadı. Sonrasında ise, “Olmaz,” dedim tekrardan fermuara odaklandığımda. “Hava çok soğuk. Üşütemem seni.” Atlas sıkılmakta oldukça haklıydı ancak hava gerçekten soğuktu. Dilimi dudaklarımın arasından hafifçe çıkarırken bir anda fermuar yukarıya doğru kaydı ve fermuarın kapanmasıyla dengemi kaybedip yere düştüm. Atlas yere düşmeme güldüğünde ben de gülmeye başladım. Ama yüzümde acının masum tebessümü şeklinde… Yerden hızlıca kalkarak Atlas’ın şapkasını ve atkısını düzelttim, çantasını Atlas’ın sırtına takarak kapıyı açtım. Atlas ayakkabılarını kendi başına giydikten sonra ben de kendi ayakkabılarımı giydim ve evden çıktık. Daha doğrusu Erimlerin evinden. Sabahın altı buçuğunda Erim tarafından apar topar aranarak kaldırılmıştım ve annesiyle birlikte acil işleri olduğu için Atlas’ı bana emanet etmişlerdi. Evimden kalkıp Erimlerin evine gelmiştim ve Atlas’a kahvaltısını yaptırmıştım. Şimdi de Atlas’ı okula götürecektim. Ve size Atlas’ın beş yaşına henüz yeni girdiğini söylemiş miydim? Ben de Atlas’ın doğum gününde öğrenmiştim bu bilgiyi. Oysaki ben Atlas bana yaşını söylediğinde doğruyu söyledi sanmıştım… Ben biraz saftım galiba. Erim’in dediği okulun yerini neyse ki biliyordum. Bugün Atlas için değişiklik olacaktı ve otobüsle okula gidecekti. Daha fazla vakit kaybetmeden kapıyı kapattım ve bana emanet edilen anahtarla kapıyı kilitleyerek anahtarı cebime attım. Atlas tutmam için elini bana uzatırken gülümsedim ve elinden tuttum. Bahçeden çıkmak üzereyken yan villanın kapısı açıldı, kollarıyla esnemeye çalışan Melih gözlere göründü. Melih’i o olaydan sonra ilk görüşümdü. Melih’i göz ardı edip yürümeye devam ederken, “Günaydın,” dedi benim aksime oldukça neşeli bir şekilde. Başımı kaldırıp Melih’e bakarken gözlerimi kırpıştırdım sadece. Atlas’ın bakışları Melih’e odaklıyken, “Bu abi kim, Vuse?” diye sordu. Bilmiyorum dercesine omuz silktim. “Bunu daha sonra öğrenelim mi Atlas? Okula geç kalacağız.” Atlas anlayışla başını salladıktan sonra Melih’in hafif güler gibi yapmasını es geçerek evin bahçesinden çıktık ve durağa doğru ilerledik. Hiçbir şey yaşanmamış gibi benimle konuşması gerçekten komikti. Dila’yla iş birliği yaptığını anlamak zor olmamalıydı son yaşanan şeylerden sonra. Dila’nın yaptığı her hareketin planlı olmasını anlamak daha doğrusu. Ve Erim haklıydı. Dila, Emir’e aşık değildi, başka bir amacı vardı. Bunu er ya da geç öğrenecektik. Aslında aklıma bir ihtimal geliyordu ancak… o ihtimali düşünmek bile vücuduma sinir dalgalarının yayılmasına sebebiyet veriyordu. “Vuse otobüs geldi!” Atlas’ın heyecanlı ses tonu irkilmemi sağlarken düşüncelerimden sıyrıldım ve durağa doğru yaklaşan otobüse baktım. “Koş Atlas!” Atlas elimi bırakmak yerine beni de peşinden sürükleyerek bir penguen gibi koşarken ayak uydurdum ve otobüse önce Atlas’ın binmesini sağladıktan sonra ben de bindim. Atlas daha önce hiç otobüse binmemiş olacaktı ki hem büyük bir şaşkınlık hem de büyük bir hayranlıkla bakıyordu otobüsün içine. Validatöre kartımı okuttuktan sonra Atlas’ın omuzundan tuttum ve arka taraflarda boş olan koltukların birisine oturduk. Atlas’ın mutluluğu gözlerine yansırken başımı arkama yasladım. Zengin çocuk ne bilirdi ki otobüsün aslında hiç de güzel bir şey olmadığını… Atlas yol boyunca bana dünya kadar soru sormuştu otobüsle ilgili. Bu kadar soruyu nasıl türetmişti bilmiyordum ancak gerçekten beynimin durduğunu hissedebiliyordum. Nihayetinde okula yetiştiğimizde derin bir oh çektim ve Atlas’ın elinden tutarak koltuktan inmesine yardımcı oldum. Durağa geldikten sonra açılan kapıdan indik. Okul, durağın tam karşısındaydı. Alıcı gözlerle okula bakıyordum şu an. Bizim lise bile bu kadar güzel değildi ciddi anlamda. Ben de beş yaşıma dönüp anaokulunda okuyabilir miyim? Lütfen… Okulun bahçesine girip kapıya doğru yaklaştıktan sonra kapının hemen yanındaki zile bastım ve yere eğilerek Atlas’la boyumuzu eşitledim. Atlas’ın kocaman parlak gözleri bana sıcacık bakarken boynuma atladı bir anda. Kollarımla Atlas’ı kavrarken saçlarından öptüm. Kapı açıldığında Atlas benden uzaklaştı ve “Seni seviyorum Vuse,” dedi gülümseyerek. Ardından öğretmenine -öğretmen olduğunu düşündüğüm kişiye- bakarak, “Günaydın!” diye şakıdı. Kadın oldukça güler yüzlü bir ifade ile, “Günaydın Atlascığım,” diyerek karşılık verdi. Atlas bana el sallayıp içeri girerken ayağa kalktım ve kadınla göz göze geldik. “Siz…” “Erim’in kız arkadaşıyım,” dedim lafı uzatmadan. “Birtakım olaylar sonucu Atlas’ı bana emanet etti, ben getirdim o yüzden.” “Anladım. Ben de Atlas’ın öğretmeniyim. Seval.” Kadının uzattığı eli tutarken, “Buse,” diyerek karşılık verdim. Gülümsemekle yetinirken öğretmen içeri geçti ve ben de geldiğim yoldan geri gitmek üzere adımlamaya başladım. Diğer otobüs durağı biraz daha ileride olduğu için maalesef ki yürümek zorundaydım. Yolun karşı tarafına geçtikten sonra yürümeme biraz daha ağır adımlarla devam ettim. Çünkü herhangi bir acelem yoktu. Aslında eve gitmem gerekiyordu ancak Atlas’ı almaya da ben gidecektim galiba. Emin değildim. Ben Atlas için, Erim’se annesi için okula gitmemişti bugün. Dayanışma deyince de biz! Zihnimde sürekli farklı farklı düşünceler döndüğü için hep bir dalgınlık içerisindeydim. Bu duruma bir son vermek adına kendime geldiğimde görüş açıma tanıdık bir sima girmişti. Gözlerim kısılırken Derin’e daha da yaklaştım. Gözaltları şiş bir şekilde bankta oturuyordu. Başı da hâlâ sargılıydı. O gün ağladıktan sonra geri aşağıya indiğimde Derin gitmişti. O yüzden şu an burada karşılaşmamıza şaşırmıştım. Beni fark etmemesine rağmen nefesimi dışarıya verdim ve usulca yanına oturdum. Oturduğumu anımsadığında dudakları hareketlendi. “Yaşadığımız şeyler bazen çok acımasız olmuyor mu sence de?” Sesi bitkin geliyordu. Gözlerim ayakkabılarımda gezinirken, “Oluyor,” dedim. “Ama böyle olduğu için de pes etmiyor kimse.” Derin bir iç çekti ve hiçbir şey olmamış gibi, “Buse,” dedi durgun bir ses tonuyla. “Nasılsın?” Bakışlarımı ayakkabılarımdan çekip Derin’e baktım. Gözlerindeki yorgunluğu fark ettiğimde, “Ben iyiyim,” dedim düz bir şekilde. “Ama sen hiç iyi görünmüyorsun.” Ayağa kalktığında başını boş ver dercesine salladı ve mavi gözleriyle bana baktı. “Bunlar her gün yaşadığım şeyler. Kardeşinin ölümünü yıllardır kabullenememek böyle bir şey olsa gerek.” Dediğinin üzerine dudaklarım birbirine kenetlenmiş, boğazım düğümlenmişti. Bakışlarımı etrafımda gezdirdiğimde ileride bir mezarlık olduğunu görmüştüm. Kardeşi… burada mıydı? Sessiz kaldığımı fark ettiğinde konuyu değiştirerek, “Sen neden buradasın?” diye sordu. Arkama doğru dönüp anaokulunu işaret ettim. “Atlas’ı okula bıraktım.” “Atlas… Erim’in kardeşiydi değil mi?” Onaylarcasına gözlerimi kırpıştırdığımda gülümser gibi oldu. “Ben gideyim.” “Buse, abime bu yaşananları da anlatmasan olur mu?” Her ne kadar neden diye sormak istesem de bunu yapmadım ve “Tamam,” diyerek Derin’i arkamda bıraktım. Neden ısrarla yaşadığı şeylerin Direnç’in bilmemesini istemiyordu anlayamamıştım. Durağa yetiştiğimde kendimi kaldırıma attım ve sanki ağır bir iş yapmışım gibi soluklandım. Otobüsün kaç dakika sonra geleceğine baktığımda on beş dakika olduğunu görünce beynime kan sıçramıştı adeta. On beş dakika… İçimden isyan etmeye başlayacağım sırada duyduğum sesle dikkatim dağıldı ve odağımı sese verdim. Bir yerlerden köpek sesi geliyordu ancak nereden geldiğini anlayamıyordum. Oturduğum yerde etrafıma bakınırken köpeğin arka tarafımda, az önce gördüğüm mezarlığın tam önündeki bir taşın üzerinde olduğunu gördüm. Oturduğum yerden kalkarak köpeğin yanına gittim ve hafifçe çömelerek tüyleri bembeyaz olan yavru köpeğe baktım. Ürkmesini istemeden elimi tüylerine doğru uzatırken ses çıkarmaya devam ediyordu. Dudaklarım aşağıya doğru süzülürken köpeği kucakladım ve “Yaa,” dedim dolu dolu. “Sen de üşüdün değil mi?” Köpek sanki bana cevap veriyormuş gibi hırıltılar çıkarırken tüylerini okşadım. “Sen ne kadar güzel bir şeysin böyle!” Acaba sahibi var mıydı yoksa sokak köpeği miydi? “Sen de benim köpüşüm olsan ne olur ki?” “O zaman ben üzülürüm.” Duyduğum ses karşısında kaşlarımı çatarken arkama baktım. Yaklaşık on yaşlarındaki çocuk bana bakarken hafifçe tebessüm ettim. “Senin mi?” Usulca başını salladı. “Yine evden kaçtı. Her yerde onu arıyordum.” Harelerim köpeğe döndü. Uyuduğunu gördüğümde gülümsemem genişledi. Ardından köpeği çocuğun kucağına bıraktım. “Çok tatlı bir köpeğin var.” Çocuk masumca gülümsedi. “Teşekkür ederim, abla.” Ardından bir süre yüzüme baktı beni sanki tanıyormuş gibi. Dudaklarım aralanırken, “Benimle ilgili bir şey düşünüyorsan bana söylemelisin…” dedim samimi bir şekilde. “Abla sen şarkı söyleyen ablasın değil mi? Hani kafelerde falan.” Başımla onay verdim. “Evet, söylüyorum. Neden ki?” Çocuk bir süre sessiz kaldıktan sonra, “Seni hep dinlemeye gelirdik abla, abimle beraber. Neredeyse hepsine geldik,” dediğinde gözlerim kısıldı. “Abin?” diye sordum. “Abin kim? Tanıyor muyum?” Başını olumlu anlamda aşağı yukarı salladı. Akabinde eliyle mezarlığı işaret etti. “Orada.” Kafamı hafifçe kaldırıp mezarlığa baktım. Birisi vardı evet ancak kim olduğunu göremiyordum çünkü arkası dönüktü. Ağlıyor gibiydi. Veyahut dua ediyor gibiydi. “Kimi var orada?” “Annem. Bir hafta oldu. Abim burada değildi, annemden sonra dönmek zorunda kaldı.” Anladığımı belli eden mırıltılar çıkardığımda büyük bir hüzünle baktım çocuğa. “Başınız… sağ olsun.” “Sağ ol abla.” Bakışlarımı tekrardan abisine çevirdim. Ayaklandığında kaşlarım havalandı. Yüzünü bana doğru dönmüştü ancak başı eğik olduğu için yine göremiyordum. Mezarlığın çıkış kapısına yaklaşırken elini uzatarak demir kapıyı açtı ve başını yukarıya kaldırdı. Göz göze geldiğimiz an kanım dondu, gözlerimin önü karardı. Kanım çekilirken dizlerim titremeye başlamıştı. Ayakta durmaya çalıştım ancak daha fazla dayanamadım. Zemin ayaklarımın altından kaydı, bilincim kapandı. |
0% |