Yeni Üyelik
36.
Bölüm

Bölüm 36 - Yıldız Kayıyor

@tuvbaveotesi

 

Tehlikeli Fısıltı

 

Bölüm 36 - Yıldız Kayıyor

4 Ay Sonra;

Bu hayatta bilinmesi gereken gerçeklerden bir tanesi de planladığımız şeylerin daimî olarak gidişata uymamasıydı. Bir saniye sonrasında bile ne olacağını bilemezken, ileriye yönelik yaptığımız planlar baltalanabilir, olumsuz sonuçlarla karşı karşıya kalabilirdik.

Bazen de bunun aksine planladıklarımızdan çok daha güzel şeyler yaşayabilirdik.

Ve ben bu durumları bizzat anbean yaşamış birisiydim. Sırf son senem, sıkı ders çalışıp istediğim bölümü kazanayım diye sahne almayı bırakmıştım ancak hayatıma Erim’in dahil olacağını planlamamıştım.

Erim’e âşık olacağımı, bunun beraberinde her gün farklı entrikalar yaşayacağımı da bilmiyordum.

Geçmişimi oturup düşündüğümde yüzümü güldüren anılar olduğu kadar saatlerce ağlatacak olayları hatırlamaktan kaçamamıştım. Ve bugün tüm bu yaşananları ciddi anlamda ardımda bıraktığımı, artık çok farklı bir hayata adım atacağımı kavrayabilmiştim.

Geride bıraktığım dört ayda aralıksız ders çalışmış, okul dışında nadiren dışarı çıkmıştım. Ha bir de okulda devamsızlık kotamda sadece bir günüm kalmıştı ve herhangi bir geç kalma olasılığım falan yoktu. Bu yüzden büyük uğraş vermiştim. Okulun yanı sıra Erim okul çıkışlarında veya hafta sonları sırf beni görebilmek için gelip babaannesinde kalıyor, canı sıkıldıkça cama gelip beni öpüp gidiyordu.

E tabii, tüm bu yaşananlar hoşuma da gitmiyor değildi.

Birkaç kez Erim’le birlikte ders çalışmayı denemiştik aslında ama Erim asla uslu durmadığı için bu olay oldukça kısa sürmüştü.

Melis de benden farksızdı bu süreçte. Tek odağımızı sınava vermiştik çünkü her ne kadar bize destek olan bir ailemiz de olsa kendi ayaklarımızın üzerinde durmak zorundaydık.

Ellerimi birbirine kenetleyip ileriye doğru ittirirken rahatlamak adına nefesimi sesli bir şekilde verdim ve sağ elim bilgisayarın faresine doğru gitti. Son kez ekranı kontrol ettikten sonra yaptığım tercihleri onayladım.

Omuzlarımdan ağır bir yük kalkmış gibi rahatlarken bilgisayar ekranını kapattım ve odamdan çıktım. Mutfaktan enfes kokular gelirken gözlerim kısıldı, sorgularcasına mutfağa geçtim. Annem fırından kek çıkarıyordu ve masanın üstü envaiçeşit yemeklerle doluydu.

“Anne. Bu kadar hazırlık ne için?”

“Babanın iş ortağı gelecek kızım. Ailecek. Onları ağırlayacağız akşam. Sana yardım etmen için seslenecektim ama tercih yaptığın için bir şey yapmadım. Yaptın mı tercihlerini?”

“Yaptım anne. Çok da istediğim bir sıralama gelmedi ama olsun.”

Annem bana ‘dalga mı geçiyorsun canım’ bakışları atarken omuz silktim. Sıralamam iyiydi fakat çok da iyi değildi. Akabinde konu değiştirmek adına etrafa bakındım. “Nereye hazırlayalım sofrayı? Bence bahçe güzel olur. Akşam serin oluyor hem.”

“Ben de bahçeyi düşündüm. Sen git masanın üzerindekileri boşalt ben de tabakları çıkarayım.”

Gözlerimle annemi onaylarken mutfaktan çabucak ayrıldım ve bahçeye çıktım. Gökyüzündeki temiz havaya bakarken derin bir nefes aldım. Ben yaz insanıydım. Şu havanın güzelliği gerçekten hiçbir şeyde yoktu.

Açık bıraktığım saçlarımı şortumun arka cebine sıkıştırdığım lastikle topladım ve masaya doğru ilerledim. Masanın tepesindeki açık olan şemsiyeyi güneş artık batmak üzere olduğu için kapattım, masanın üzerindeki eşyaları toparlayarak içeriye götürdüm. Annemin çıkardığı tabakları ve diğer eşyaları tepsiye yerleştirdikten sonra yeniden bahçeye döndüm ve büyük bir özenle masayı kurdum.

Aylar sonra bu yemek işi nereden çıkmıştı gerçekten anlamıyordum. Babamın işlerinin daha da iyiye gittiğini, bu gidişle birkaç ay içerisinde üst mevkilere yükseleceğini biliyordum. Bu anlaşma babam için önemli bir adım olmuştu. Lakin Savaş Abinin oğlunu unuttum sayılırdı.

Direnç Erguvan.

Nedendi bilmiyorum ama Direnç’le ne zaman aynı ortamda bulunsam kendimi oldukça gergin hissediyordum. Umarım gelmezdi. Direnç’i görmek istemiyordum. Aslında bana sorsanız yemeğe katılmak istiyor musun diye, cevabım kesinlikle hayır olurdu.

Acaba kaçabilir miydim ki?

“Buse. Ne dikiliyorsun kızım öyle? Hadi git içeriden peçeteleri getir.”

Annem dikkatimi dağıtmayı başardığında, “Tamam,” diyerek elimdeki boş tepsiyle birlikte mutfağa geçtim ve misafirler için kullandığımız peçeteleri çıkararak bahçeye götürdüm. “Anne. Ben sahile falan insem olmaz mı ya? Hiç sevmiyorum böylesi yemekleri.”

“Tamam, annem. Hazırlıklar da bitti sayılır. Gerisini ben hallederim.”

Büyük bir mutlulukla annemin yanağına sulu bir öpücük kondurdum ve içeriye giderek odamdan telefonumu ve gitarımı aldım. Uzun süredir müziğe dair hiçbir şeyle alakam kalmamıştı ve konservatuar bölümünü tercih eden birisi olarak bu yeteneğimi köreltmemeliydim. Önü açılan gömleğimi yeniden bağladıktan sonra evden çıktım.

Sahil evimize oldukça yakındı ve yaşadığım yere gerçekten bayılıyordum.

Sahile doğru yürürken hafif bir meltem yüzümü okşadı, adımlarımı hızlandırdıkça rüzgâr saçlarımı savurdu. Sahile vardığımda her şeyin her zamanki gibi sakin olduğunu görmek içimi rahatlatmıştı.

Sahil sanki beni bekliyormuş gibi sessizdi.

Denizin kokusu burnuma dolduğunda derin bir nefes aldım. Ayakkabılarımı çıkardım ve kumların serinliğini hissetmek için çıplak ayakla ilerledim. Ayağımın altında ezilen kumların yumuşak dokusu her adımda beni biraz daha rahatlatıyordu.

Gözlerimi kapatıp denizin huzur verici sesini dinledim.

Küçük bir kayanın üzerine oturup gitarımın tellerine dokunmadan önce elimi saçlarımda gezdirdim. Bu sahil bana hep ilham verir, beni hayatın monotonluğundan çekip çıkarırdı.

Gitarımın tellerine dokunduğumda eskiden ne kadar tutkuyla çaldığımı hatırladım. Müzik her zaman hayatımın bir parçası olacaktı ancak zamanla günlük hayatın koşuşturması ve kişisel sorunlar beni bu tutkudan uzaklaştırmıştı.

Oysa ki müzik, benim dünyaya açılan kapımdı. Şimdi yeniden o kapının eşiğindeydim ve içeri adım atmak için sabırsızlanıyordum.

Bir süre basit akorlarla başladım. Parmaklarım eskisi kadar hızlı ve akıcı değildi ama birkaç denemeden sonra ritmi yakalamayı başarmıştım. İçimde bir yerlerde saklanmış olan melodiler yavaşça canlanıyordu.

Ben gitar çalmaya devam ederken uzaktan gelen ayak sesine karşın gözlerim kısıldı. Başımı sesin geldiği yöne çevirdiğimde harelerime yansıyan siluete baktım. Yüzünü tam seçememiştim ama kim olduğunu anlamıştım; Direnç Erguvan.

Aramızda hep garip, gereksiz bir gerilim yaşadığım şahıs.

Nedenini tam olarak bilmiyordum. Belki de farklı dünyaların insanı olduğumuzdandı. Her karşılaşmamızda kelimelerimizi tartarak konuşur ama yine de birbirimize karşı mesafeli dururduk.

Yanıma geldiğinde gözlerimin içine değil de denize bakıyordu. Üzerinde beyaz, salaş bir gömlek vardı, ayakkabıları sahilin kumlarıyla kaplanmıştı. Durup denizi izledi bir süre sanki varlığını hissettirmemeye çalışıyormuş gibi. Sonunda sessizliği bozdu.

“Neden durdun? Güzel çalıyordun.”

Sesinde ne alay vardı ne de içten bir ilgi. Dümdüz bir cümleydi. Gözlerimi denizden çekmeden cevap verdim. “Sen gelince dikkatim dağıldı.”

Hâlâ denize bakıyordu fakat göz ucuyla beni süzdüğünü hissediyordum. “Sessiz bir ortamı bozdum galiba.”

“Sorun değil.”

Hafifçe başını eğerek gülümsedi. “Bazen sessizlik insanı daha çok boğar.”

“Ben öyle düşünmüyorum. Boğulduğun anda seni oradan kurtarır sessizlik. Sen kalabalığın içinde kafayı yemek üzereyken iyileştirir, ruhunu dizginler.”

Direnç, söylediklerime karşılık birkaç saniye sessiz kaldı. Sonra başını bana doğru çevirip gözlerimin içine baktı. “Farklı düşüncelerdeyiz.”

Omuzlarımı silktim. “Herkesin bir kaçış yolu var. Benimki sessizlik.”

“Bense sessizlikten kaçıyorum. Ne kadar kalabalığın içinde olursam o kadar iyi hissediyorum. Sanki yalnız kalırsam düşüncelerim beni ele geçirecekmiş gibi geliyor.

Söyledikleri beni şaşırtmıştı. Onun gibi güçlü, mesafeli birinin böyle bir açıklama yapmasını beklemiyordum çünkü Direnç’in dışarı yansıttığı kişiliği çok farklıydı. Bu açıklamayı yapmasa Direnç’in kalabalığı sevdiğini asla düşünmezdim.

“Her şeyin bir zamanı var,” dedim yavaşça. “Kalabalık seni besler ama bir noktada kendinle kalmak zorunda kalırsın. O zaman sessizlik seni boğmaz.”

Derin bir nefes aldı ve dalgaların sesine kulak verdi. “Belki de haklısındır,” dedi alçak bir sesle. “Belki bir gün ben de sessizlikten korkmamayı öğrenirim.”

“Neden sessizlikten neden korkuyorsun?”

Mavi harelerini bana çevirdi, gözlerinde bir anlık tereddüt fark ettim. “Yalnız kaldığımda her şey kafamın içinde daha da büyüyor. Düşüncelerim, korkularım… Kaçmak istiyorum ama kendimden kaçamıyorum. Sessizlikte o düşünceler beni yutacakmış gibi geliyor. Kalabalığın içindeyken onları bastırabiliyorum.”

Kendi içinde sürekli bir savaş veriyormuş gibi hissettim. Bir süre ne diyeceğimi bilemedim. Onu anlamak istiyordum ama aynı zamanda onun bu korkusunu yenmesi için ne yapması gerektiğini bile bilmiyordum.

“Anladım,” dedim yavaşça. “Sessizlik korkutucu olabilir ama bazen kaçmak yerine durmak gerekir.”

“Bunu yapmaya cesaretim var mı bilmiyorum,” dedi kısık bir sesle. Ardından sözleri havada asılı kaldı, dalgaların ritmiyle birleşip daha da ağırlaştı sanki.

Başımı denize çevirdim düşüncelerimin peşinden gitmeye çalışırken. “Bazen herkesin bir mola vermesi gerekiyor,” dedim sonunda. “Kendiyle kalıp, kaçtığı şeylerle yüzleşmek için. Benim kaçış yolum sessizlik… Ama belki senin için başka bir şeydir.”

Direnç, sanki söylediklerimi sindiriyormuş gibi uzun bir süre sessiz kaldı. Sonra yavaşça başını salladı. “Belki de. Ama kendi kendimle kalmayı düşünmek bile beni rahatsız ediyor. O kadar gürültü varken neden sessizlik aramalıyım?”

Bir an için bu soruya nasıl cevap vereceğimi bilemedim ama sonra kendi deneyimlerimden bahsetmeye karar verdim. “Çünkü o gürültü sadece kaçtığın şeylerin üzerini örtüyor. Sessizlik... asıl seni duymanı sağlıyor. İnsanı boğduğunu sanıyoruz ama aslında asıl rahatlama orada.”

O sırada bir esinti çıktı, saçlarımı yüzüme doğru savurdu.

Direnç’in dikkatini fark ettim, gözleri kısa bir süre bana takıldı. Sonra başını çevirip denize bakmaya devam etti. “Biraz daha kalmayı planlıyor musun?” diye sordu, sesinde daha önceki o gergin tondan eser kalmamıştı.

“Kalacağım.”

Hareleri gitarıma ilişirken, “Biraz daha çalsana,” dedi. “Duyduğum kadarıyla gerçekten iyi çalıyorsun.”

Gitarı kucağıma alıp tellerine hafifçe dokundum. “Çalayım,” dedim hafif bir tebessümle. Bir şey geriye doğru çekilip dinlemek için yerini aldı. Gitarın tellerine dokunduğum an içime bir huzur yayıldı. Eski bir dostla yeniden buluşmuş gibi. Gözlerimi kapatıp ritmi yakaladım ve sonra şarkıyı söylemeye başladım.

Çağan Şengül - 22

Sözleri söylemeye başladığımda içimdeki tüm hisler notalarla birleşmişti. Sahilin sessizliği şarkının yankılarıyla dolmuştu. Direnç, gözlerini üzerimden hiç ayırmadan dikkatle dinliyordu.

Şarkının ortasında yüzünde hafif bir şaşkınlık ve etkileniş gördüm. Sanki hatırlamak istemediği bir anıyı tekrardan hatırlamış gibiydi. Şarkının son notalarıyla birlikte gözlerimi açtım, denizin o sonsuz maviliğine bakarak derin bir nefes aldım.

Tam o sırada yanımızda bir gölge belirdi.

Başımı kaldırıp baktığımda Erim’i gördüm. Her zaman içimi ısıtan bakışları bu sefer biraz gergin görünüyordu. Gözleri önce benim üzerimdeydi, sonra yavaşça Direnç’e kaydı. Ve bakışları pek de normal değil gibiydi.

Erim’in sesi her zamanki gibi sakin olsa da altında belli belirsiz bir kıskançlık barındırıyordu. “Yanınıza oturabilir miyim?” dedi ama aslında izin beklemiyordu. Bakışları Direnç’le benim aramda gidip gelirken yüzündeki o rahatsız edici gerginlik daha da belirginleşmişti.

Direnç hafif bir gülümsemeyle Erim’e baktı. “Sormana gerek yok, Erim.”

Sahildeki huzur birden yerini elektrik yüklü bir atmosfere bırakmıştı. Erim, gözlerini Direnç’ten alıp bana çevirdi. Açıklama bekler gibi bakıyordu fakat ben ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Daha doğrusu gözlerinde gördüğüm kıskançlıktan ötürü ne diyeceğimi kestiremiyordum.

“Ne güzel bir hava,” dedi Erim alaycı bir tonda.

Direnç kısa bir bakışla durumu tarttı, gerginliği daha da büyütmemek için derin bir nefes aldı ve ayağa kalktı.

“Ben kalkayım artık,” dedi sakin bir tonla. Bana kısa bir bakış attı, ardından gözleri Erim’le buluştu. “Size iyi akşamlar.” Sözleri kontrollüydü ama Erim’in üzerinde bir etki bırakmıştı. Direnç fazla uzatmadan arkasını dönüp uzaklaşmaya başladı, kumların üzerinde adımları yavaşça kaybolurken geriye sadece Erim’le ben kaldık.

Erim’in bakışları hâlâ Direnç’in arkasından gidiyordu. Gözlerinde kıskançlığın yerini alan bir öfke parıltısı vardı. Ben ise birazdan büyük bir fırtına kopacağını hissediyordum. Direnç’in gidişinden sonra sahilde bir süre sessizlik hâkim oldu ama bu sessizlik fırtına öncesi sessizlikti.

Erim, sonunda gözlerini bana çevirdi, “Bu da neydi şimdi?” diye sordu ve sesi beklemediğim kadar sertti. “Bu devre elemanıyla ne işin var senin Buse?”

Derin bir nefes aldım, sakin kalmaya çalışarak cevap verdim. “Erim, sadece oturup konuşuyorduk. Bir sorun yok. O sadece…”

Erim sözümü kesti, yüzündeki ifade daha da katılaştı. “Bir sorun yok mu? Sen burada gitar çalıyorsun, o da yanına gelip oturuyor ve bana ‘bir sorun yok’ mu diyorsun? Gördüğüm kadarıyla gayet de samimiydiniz.”

“Direnç babamın iş ortağının oğlu, Erim. Annemler akşam yemeğe davet etti. Ben katılmadım sahile kaçtım, Direnç de yanıma geldi bir süre sonra. Sebebini bilmiyorum ama düşmanımız değil o bizim. Kovsa mıydım? Sadece biraz konuştuk, ardından ben gitar çaldım o da dinledi.”

“Buse, neyin ne olduğunu biliyorum ve bu adam sana karşı boş değil. Her fırsatta seni sıkıştırıyor bunu anlamıyor musun? Ya da görmek mi istemiyorsun? Seni o gün şirketten almaya geldiğimde olan bakışlarını da gördüm, o partiye katıldığın gece ki bakışlarını da gördüm, birlikte çörek aldığımız gün olan bakışlarını da gördüm Buse. Lavuk sana normal bakmıyor ve sen bunun farkında değilsin öyle mi?”

Bu tavrı beni sinirlendirmeye başlamıştı.

İçimde biriken öfke Erim’in davranışlarına karşı yükselmeye başladı. “Erim, bu kadar paranoyak olmayı bırak! Direnç’le bir şey yaşamıyorum, sadece konuşuyoruz. Her erkeği tehdit olarak görmen çok saçma! Direnç’i aylardır görmüyordum bile ne ilgisinden bahsediyorsun sen?”

Kaşlarını çatıp bir adım daha yaklaştı. “Paranoyak değilim! Sadece olanları görüyorum. O adamın sana nasıl baktığını, seni nasıl etkisi altına almaya çalıştığını anlamıyor musun? Hatırlatırım bunu en son siktiğimin Mehmet’inde de yaşadık ve sen bana yine inanmadın Buse!”

“Tamam, Mehmet konusunda haklı olabilirsin. Ben o konuda tamamen aptaldım ama bu konuda değil Erim! Bu tamamen senin sorunun! Benim değil! Ben seni seviyorum, başka biriyle ilgilenmiyorum. Ama sen sürekli her hareketimi sorguluyorsun, bana güvenmiyorsun!”

Bu sözlerimle bir an duraksadı, akabinde geri toparlandı. “Sana güveniyorum,” dedi daha sakin bir sesle fakat öfkesi hâlâ yüzündeydi. “Ama etrafındakilere güvenmiyorum. Bunu neden anlamıyorsun? Ben kıskanmakta haksız mıyım?”

Bir adım geri çekildim, içimdeki öfkeyi kontrol etmeye çalışarak derin bir nefes aldım. “Kıskanmakla güvenmemek arasında fark var, Erim. Bu kadar sahiplenici olman beni boğuyor. Ne zaman birisiyle konuşsam aynı şeyi yapıyorsun. Bana güvenmiyorsun.”

Çaresiz bir ifade takınarak yüzünü elleriyle ovuşturdu. “Buse, seni kaybetmek istemiyorum,” dedi sonunda, sesi bu sefer daha yumuşak ve kırılgandı. “Ama böyle her seferinde başka birini yanında görünce deliriyorum. Ne yapmamı bekliyorsun?”

“Ne yapmanı mı bekliyorum? Bana güvenmeni bekliyorum, Erim. Sürekli kıskançlık krizlerine girmeden, beni dinlemeni bekliyorum!”

Derin bir nefes aldı ama bu nefes onu sakinleştirmemiş gibiydi. Akabinde kelimeler bir bıçak gibi çıktı ağzından. “Belki de sorun bende değil, sende. Belki de gerçekten seni yeterince tanımıyorum, Buse. Eğer beni seviyorsan neden hep başkalarıyla vakit geçiriyorsun? Ya da… Belki de başka biriyle olmayı tercih ediyorsundur.”

Bu sözler göğsüme bir ok gibi saplanmıştı.

Erim’in sesinde sadece öfke değil, şüphe de vardı. Sanki benim sadakatimi sorguluyordu ve bu, kalbimi kıran şeydi. Gözlerimde biriken yaşları hissettim ama onları göstermemek için başımı çevirdim. O kadar incinmiştim ki konuşmakta zorlanıyordum.

“Erim... bu söylediğin çok ağır,” dedim titreyen kelimelerle. “Seni seviyorum. Ama seni sevmem benimle böyle konuşabileceğin anlamına gelmiyor.”

Erim bana bakarken yüzündeki sert ifade değişmemişti. “Gerçekleri söylüyorum, Buse. Eğer gerçekten beni seviyor olsaydın böyle şeyler yaşanmazdı. Belki de senin için en iyisi başka birisiyle olmak.”

Sözleri duyduğumda içimde bir şeyler koptu, kalbim sıkıştı ve boğazımdaki düğüm daha da büyüdü. Daha fazla duramadım. “Bu söylediklerinde ciddi misin?” diye sordum ama cevabı yüzünden belliydi.

Artık onun yanında kalamazdım.

Kalbim ağır bir şekilde kırılmıştı.

Hiçbir şey söylemeden Erim’in yanından uzaklaştım. Kumların üzerinde ayak seslerimi bile duyamıyordum, sadece içimde yankılanan acı vardı. Yürüdükçe gözlerimdeki yaşlar yanaklarıma süzüldü.

Beni hiç mi tanımamıştı?

Sahilin ucuna kadar yürüdüm, nefes almak için durup gözlerimi denizin ufkuna diktim. İçimdeki acı dalgalar gibi üzerime çöküyordu. Birkaç metre ilerleyip durduğumda gözlerimden yaşlar süzülmeye başlamıştı bile.

Denizin sesine karışan hıçkırıklarımı bastırmaya çalıştım.

Başaramadım.

Bir süre sessizce orada durup düşündüm. Kendimi toparlamaya çalışıyordum ki arkamdan gelen ayak seslerini duydum. Adımların Erim’e ait olduğunu tahmin etmek zor değildi. Arkamı dönmeden bekledim. Yaklaşan adımlar durdu ve bir süre sessizlik oldu.

“Buse…” dedi Erim titreyen sesiyle. “Özür dilerim, sevgilim. Özür dilerim.” Her kelimesinde bir pişmanlık, her hecesinde bir ağırlık vardı. O an dönüp gözlerine bakmayı istedim ama gözyaşlarımın görünmesini istemiyordum.

“Buse, lütfen…” dedi, sesi daha da çatallaşmıştı. “Ben... Seni korumak istedim ama bunun seni üzmek olduğunu fark edemedim. Sana söylediklerim... onları hak etmiyordun.”

Arkamı döndüğümde gözlerim onunla buluştu. Gözlerindeki mahcubiyet ve çaresizlik kalbimi sızlattı. Kolları yanına düşmüş, kendini savunmasız bırakmıştı.

“Beni kaybetmekten mi korktun Erim?” dediğimde sesim kırılmış bir notanın yankısı gibiydi. “Sen kaybetmekten korktuğun kişiyi üzer misin hep böyle?”

Ona doğru bir adım attım. Yüzündeki acıyı ve içinde boğuştuğu korkuyu görüyordum. “Beni gerçekten kaybetmek istemiyorsan bana güvenmek zorundasın. Hatalarını kabullenmek ve benim de bu hataların bir parçası olmadığımı bilmek zorundasın.”

Erim derin bir nefes aldı. Gözlerini benden ayırmadan, “Haklısın,” dedi. “Sana güvenmeliyim. Beni affetmeni beklemiyorum ama sana bunu düzeltmek için, bir şans vermen için yalvarıyorum.”

Bir an için her şey sustu. Sadece nefes alışlarımız ve aramızdaki gerilim hissediliyordu. Yavaşça ellerini uzattı lakin dokunup dokunmamakta tereddüt ediyordu. “Sevgilim,” diye fısıldadı. “Sana bir daha böyle bir yaklaşımda bulunmayacağım. Söz veriyorum.”

Tepki vermedim. Usulca yanıma yaklaştı ve başparmağıyla gözyaşlarımı sildi. Bedenimi kollarının arasına alarak sıkıca sarıldı. İlk başta ellerimi sırtına koymadım ancak daha fazla bu durumu uzattım ve ben de Erim’e sarıldım.

Gözyaşlarım sessizce süzülmeye devam ederken saçlarımı kokluyordu. “Buse…” dedi mırıldanır bir tonla. “Sana ağlamayı yasaklamıştım. Sebebi ben bile olsam ağlamayacaktın. Neden anlaşmayı bozdun?”

Aramızda böyle bir anlaşmanın var olduğunu unutmuştum.

Başımı hafifçe kaldırıp yüzüne baktım, gözlerimde kalan birkaç damla yaşa rağmen gülümsemeyi başardım. “Sen anlaşmayı bozmama sebep oldun,” dedim yalandan bir sinirle. “Eğer beni bu kadar kırmasaydın, ağlamazdım.”

“Seni üzen dilimi sik…”

Lafını tamamlamasına izin vermeden ayakuçlarımda yükselerek dudaklarını kapattım, büyük bir iştahla öpmeye başladım.

Öfkem, kırgınlığım, özlemim… hepsi bir an içinde yerini tutkulu bir öpücüklere bırakmıştı. Biliyordum. Ne kadar kavga edersen et sevginin üstün geleceğini biliyordum.

Saniyeler içinde belimi kavradı ve beni kendine çekti.

Erim, benim dudaklarımda bir izdi.

Evimdi.

Kalbimdi.

***

Eve döndüğümde misafirlerin gitmek üzere hazırlandığını fark etmiştim. Onlara görünmemek için evin arkasını dolanarak balkondan içeri girdim ancak içeri girmemle Direnç’le göz göze gelmem bir oldu.

Direnç bana anlamsız gözlerle bakarken hafifçe tebessüm ettim ve “Direnç,” dedim boğazımı temizleyerek. “Erim adına senden özür dilerim.”

“Sorun değil. Her şey yolunda mı?”

Başımı onaylarcasına salladım. “Ama Erim’in sana söylediklerinden dolayı üzgünüm. Seni suçlamış gibi görünüyor fakat bu tamamen onun sorunu.”

“Gerçekten bir önemi yok, Buse. Böylesi şeylere takılmam ben. Zamanında ben de âşık oldum, Erim’i gayet iyi anlıyorum.”

“Teşekkür ederim.”

Direnç hafifçe gülümsedikten sonra elindeki su bardağını tezgâha bıraktı ve mutfaktan çıktı. Akabinde gittiklerini anladım. Mutfaktan çıkıp odama gittim ve gitarımı geri yerine koydum. Aslında benim bugün valiz hazırlamam gerekiyordu ama ben daha kıçımı hareket ettirememiştim.

Yarın tatile gidecektik.

İçimdeki ses valizimi yarın hazırlayabileceğimi söylerken içimdeki sese uydum ve odadan çıktım. Evin içine hafif bir huzur yerleşmişti ve babamla birlikte zaman geçirmek iyi bir fikir gibi görünüyordu.

Babam, oturma odasında otururken eski bir fotoğraf albümünü aldım ve babamın yanına oturdum.

“Babacığım,” dedim sırıtarak. “Yapmayalım mı bir geçmişe yolculuk?”

Babam gülümsedi ve kolunu omzuma atarak bana kısa bir bakış attı. “Yapalım güzel kızım ama defalarca baktık sanki bu albüme?”

Omuz silktim. “Her defasında farklı bir bakış açısıyla bakıyorum ben.”

Babam kıkırdarken albümün ilk sayfasını açtım ve babamın gençlik fotoğraflarıyla karşılaştım. Gerçekten yakışıklı ve enerjik bir yapısı vardı babamın. Her sayfa eski anılarla doluydu. Babamın gençliği, aile fotoğraflarımız ve Beril’le birlikte geçen çocukluk yıllarım…

Arada sırada eski kıyafetlerimizi ve saç stillerimizi görünce kahkahalara boğulmuyor değildik.

“Baba, bu saçlarla kaç kızı tavladın doğruyu söyle.”

“Ben her halimle anneni etkilemek için vardım, kızım.”

“Vay… Ender Uluer, bu nasıl bir aşktır böyle…”

Diğer bir sayfayı çevirdiğimizde bebeklik fotoğraflarımın olduğu bir dizi kare vardı. Babamın kucağında, annemin kucağında, Beril’le yan yana… Bir sürü bebeklik fotoğrafım vardı. Ancak fotoğraflardan bir tanesini ilk defa gördüğümden emindim. Yanımda bir adam vardı ama bu adam babam değildi.

Dayım ya da amcam da diyemezdim çünkü yoklardı.

“Baba, bu kim?” dedim kaşlarım çatılırken. İçimi anlamsız bir merak duygusu kaplamıştı.

Babam fotoğrafı eline alıp dikkatle inceledi. Aniden yüzü ifadesizleşti ve gözleri bir an için dondu. Birkaç saniye sessiz kaldıktan sonra biraz endişeli bir ifadeyle konuştu. “Kim olduğunu hatırlamıyorum. Muhtemelen bir arkadaş ya da aileden birisi.”

“Bu fotoğrafta benimle birlikte olduğuna göre tanıdığın biri olması gerekiyor, baba. Yoldan geçen herhangi birisi benimle fotoğraf çektirecek değil ya.”

Babam gözlüklerini temizlerken bir an için başka bir şey düşünür gibi göründü. “Annene sor güzel yavrum, belki o çekmiştir. Ben çok şehir dışında çalıştım biliyorsun. Komşudur ya da arkadaştır. Gerçekten bilmiyorum.”

Bu açıklama içimdeki soru işaretlerini hiçbir şekilde yok etmemişti. “Baba, eğer bir şeyler saklıyorsan bunu bana söylemen gerekmez mi?”

Babam bana nazikçe gülümsedi. “Ya saklamıyorsam?”

Babama cevap vermeden bakışlarımı yeniden fotoğrafa çevirdim ve adama dikkatlice baktım. O an içimde bir his belirdi, sanki bu adamı daha önce tanıyormuşum gibi geliyordu.

O yüzden fotoğrafı dikkatlice inceledim, yüz hatları, gülümsemesi, gözleri… Her şeyde bir tanıdıklık vardı ama net bir şekilde hatırlayamıyordum.

“O adamı tanıyormuşum gibi hissediyorum,” dedim başımı hafifçe eğerek. “Sanki bir yerlerde görmüş olabilirim ama hatırlayamıyorum. Bu çok garip.”

Babama baktım, onun yüzündeki endişe ifadesinin yerini belirsizlik ve biraz şaşkınlık almıştı. Gözleri fotoğraftaki adama odaklanmıştı ama belirgin şekilde bir şeyler düşündüğü belliydi.

Babam içindeki endişeyi saklamaya çalışırken, ben hâlâ fotoğraftaki adama dikkatle bakıyordum. Tanıdık bir his içimde sürekli dolaşıyor ama anlam veremediğim bir şekilde kalıyordu.

O an babam elimden fotoğrafı kaptı ve fotoğraf albümünü kapatarak bana baktı.

“Geç oldu. Hadi, yatma zamanı. Ayrıca sen yarın arkadaşlarınla tatile gideceksin ama ben senin hiç hazırlık yaptığını görmedim küçük hanım. Doğru hazırlanmaya!”

“Tamam,” dedim hiç uzatmadan hafif bir gülümsemeyle. “Hazırlanayım.”

Babam, albümü yerine koyduktan sonra elini omzuma koyarak beni odama yönlendirdi. “Kolay gelsin prensesim.”

“İyi geceler babacığım.”

Kapıyı yavaşça kapatarak dışarı çıktı. Kendimi yatağıma atıp yatakta uzanırken hâlâ fotoğraftaki kişinin kim olduğuna takılmıştı aklım. Belki de babam haklıydı ama tereddütlü cevaplar vermişti.

Garipti.

Ya da değildi.

Ben gereksiz abartıyordum bazı şeyleri.

Valiz hazırlama fikri şu an oldukça korkutucu geldiğinden dolayı gözlerimi kapadım ve uykuya dalmak üzere iyice gevşedim. Üzerimi bile çıkarmamıştım ama ona bile üşeniyordum şu an.

“Beril! Işığı kapatsana.”

Bağırışıma tepki gelmediğinde gözlerimi açtım ve ofladım. “Beril evde değil ki aptal Buse.” Kalkıp ışığı kapattım ve geri yattım.

Benim için zorlu bir görev olsa bile başarmıştım!

***

Ertesi sabah odama doluşan güneş ışığıyla gözlerimi açtım.

Bugün, uzun zamandır beklediğim o gündü, tatile çıkıyordum! Tatil heyecanıyla yataktan fırladım ama tam hızla koşarak odadan çıkarken ayağım halıya takıldı ve yere kapaklandım. “Harika bir başlangıç, Buse,” dedim kendi kendime. Neyse ki daha kimse uyanmamıştı, bu yüzden rezil olmadan devam edebilirdim.

İlk iş, valiz hazırlamaktı. Daha doğrusu valizlerimi. Odanın köşesinde, dolu dolu bir haftayı kaldıracak şekilde açılmış beni bekliyordu. Kendimce sistemli olacağımı düşünmüştüm ama ben ne zaman sistemli olmuştum ki? Dolabı açar açmaz içimden, “Hmm… ne giyeceğim ben?” diye düşündüm. Hangi kıyafetleri götüreceğim konusunda zerre plan yapmamıştım.

Bu yüzden elime gelen her şeyi çekiştirmeye başladım.

Dolaptan ilk çektiğim tişört geçen yaz giydiğim ve her tatilde mutlaka yanımda olan favori tişörtümdü. Katlamakla uğraşmadan valize fırlattım. “Nasıl olsa tatilde ütü diye bir şey yok,” dedim kendi kendime. Sonra birden aklıma bikinilerim geldi. “Aaa, bikiniler! Onları unutmamam lazım!” Hızla dolabın derinliklerine dalıp çekmecenin en altından bikinilerimi çıkarmaya çalıştım ama tabii ki çamaşırlar da beraberinde yere saçıldı.

“Yani, Buse, daha valize başlamadan bu kadar dağınık olmak zorunda mısın?” diye homurdandım kendi kendime.

Yerdeki çamaşırları toparlarken bir yandan da bikiniyi bulmanın sevinciyle gülümsedim. Bikiniyi valize fırlattım ve hemen ardından plaj havlusunu, güneş gözlüğünü, şapkamı bulmaya çalıştım.

Dolabın üst rafına uzandığım anda ayak parmaklarımın üzerinde sallanırken bir şeylerin ters gideceğini hissetmiştim. Tam çantayı yakalamıştım ki dengemi kaybettim, bir anda geri çekildim ve ardından gelen büyük bir karmaşa…

Çantayla birlikte raftaki her şey üzerime düşmüştü… Kendimi yerde, çamaşırların arasında bulduğumda, kaşlarımı çatıp etrafa baktım. “Cidden mi?” diye mırıldandım kendi kendime. Ama sonra başımı kaldırıp elimde hâlâ tuttuğum plaj çantasına baktım.

Kazanmış gibi bir gülümsemeyle ayağa kalktım.

Derin bir nefes alıp etrafa saçılmış eşyalara baktım. Tatil öncesi hazırlık kaosu tam gaz devam ediyordu! Ama önemli olan şuydu ki bu kadar çaba gerektiren bir tatilin tadını sonuna kadar çıkaracaktım.

Ancak kıyafetler konusuna gelince… Bir haftalık tatil için sanki bir aylık valiz yapıyor gibiydim. Şunu da alayım, bu elbiseyi de şu şortu da… Ha, bunu kesin giymem ama ne olur ne olmaz… derken valizin ikisi de şişmeye başlamıştı bile.

Katlamak bir yana, kıyafetleri adeta valizin içine sıkıştırıyordum.

Valizin üstüne oturup zıpladım, fermuarı nihayet çektim derken bir çorap dışarı fırladı. Çorabı yeniden yerleştirip fermuarı tekrar kapatmaya çalışırken iyice zorlandım.

“Buse, ne yapıyorsun orada, taşınacak mısın?”

Harelerimi kapıda beliren babama çevirdiğimde sırıttım. “Hayır, baba. Sadece bir haftalığına tatile gidiyorum.”

Babam gülerek, “Sana başarılar, kızım. Valizin patlamazsa şanslısın,” dedi ve odadan çıktı.

Valizlerle olan savaşımı kazanmam neredeyse yarım saat sürmüştü. Başımı kaşıyıp derin bir nefes aldım. “Tamamdır, tatile hazırım!” dedim kendi kendime. Yola çıkmadan önce valizin fermuarlarının patlamaması için dua etmek dışında başka bir şey kalmamıştı.

Beril bir anda odaya daldığınca bakışları önce bana, daha sonra ise valizlerime döndü. Akabinde büyük bir kahkaha atmaya başladı.

“Ciddi misin bu kadar eşya konusunda? Sanki tatil değil de taşınmaya gidiyorsun,” dedi gözleriyle valizleri işaret ederek.

“Ben ihtiyacım olan şeyleri aldım, canım.”

Beril, kendi valizini çıkarıp odanın ortasına koydu. Valizi açtı ve sadece birkaç parça kıyafetle dolu olduğunu gösterdi. “Ben de ihtiyacım olan şeyleri aldım, canım. Ayrıca, tatilde bir şeyler alacak kadar da yer bırakıyorum.”

“Nasıl oluyor da sen böyle az eşya ile yetinebiliyorsun?”

“Buse, ne kadar az eşya o kadar az karmaşa demek. Benim tatil anlayışım böyle, eşyalarımı minimumda tutarım ki tatil boyunca rahat edebileyim. Tatilin tadını çıkarmak, eşyalardan daha önemli.”

“Ben böyle iyiyim. Ayrıca sakın gelip benden kıyafet isteme, vermem!”

“Aman, istemem.”

Mutfağa geçtiğimde gördüğüm manzara karşısınca ufak çaplı bir şok geçirmiştim. Annem sanki bütün mahalle bize gelecekmiş gibi sofra hazırlamıştı. Zeytinler dizilmiş, peynirler sıraya girmiş, ekmek sepeti masanın ortasında neredeyse devrilecek kadar dolu. Benim tek düşündüğüm şey ise kahvaltı biter bitmez Beril’le yola çıkacak olmamız.

Tatile galiba iki kilo alıp gidecektik annem sayesinde.

“Günaydın annem,” diyerek masaya kurulduğumda Beril de karşıma oturdu.

Beril, “Niye bu kadar çok şey var ya?” diye mırıldanırken çatalını eline aldı ve ortadaki domatese batırıp ağzına attı. Annem Beril’in sızlanmasına sırıtırken yanıma gelip yanağıma sulu bir öpücük kondurdu ve “Günaydın annem,” diyerek karşılık verdi.

Masanın ortasına uzanıp ekmek alırken gözüm kaşını kaldırmış bir vaziyette mutfak dolaplarını karıştıran babama ilişti. “Bu evde bir insanın kahvesi nereye saklanır ya?” diye söyleniyordu.

Annem, babama gözlerini devirdiği an ben de Beril’e baktım ve “Bak, az sonra babam kahveyi bulacak ama o an dünyanın en zor işini yapmış gibi bir tavır takınacak,” dedim fısıltıyla.

Beril dudaklarını birbirine bastırıp gülerken annem bir anda ciddileşip, “Tatilde yiyecek bir şeyler hazırladım dolaba koydum, tamam mı? Orada abur cubura boğulmayın, düzgün yemek yiyin,” diyerek ikimize baktı.

Kafamı sallayıp onay verdim ama Beril de biliyordu ki o yemekler burada kalacaktı.

Babam nihayetinde kahveyi bulduğunda zafer kazanmış gibi bize baktı. “Ben size söyledim, bu evde kahve daima en ücra köşede olur!”

Beril gözlerini devirip, “Baba, kahve bulmak olimpik bir başarı değil,” dediğinde annem gürültülü bir şekilde güldü.

“Evet, kahve bulmak bir başarı değil ama kahve bulduğunda ne kadar mutlu olduğunu görmek şahane,” dedi babamın gülümsemesini görünce.

Beril biraz daha kendini geliştirmek isteyen bir profesyonel gibi, “Madem bu kadar gururlanıyorsun, bir dahaki sefere biz buluruz,” diyerek babama meydan okudu.

Babam, “Her zaman iyi bir yarışmacıyım, prensesim. Size şimdiden başarılar dilerim,” diyerek karşılık verdi ve kahvesinin tadına bakmaya başladı.

Kahvaltımızı bitirdikten sonra toplamaya yardım ettik ve içeri geçerek hazırlanmaya başladık.

Muğla’ya gidecektik.

Tüm hazırlıklarımız bittikten sonra valizleri dışarıya çıkardık ve Erim’i beklemeye başladık. Çok geçmeden Erim geldi ve annemlerle vedalaşıp arabaya yerleştik.

Biz, üçümüz gidecektik.

Emir de Melis, Mert ve Efe’yi getirecekti. Mert’le aramız tamamen düzeldi diyemezdim. Bana karşı mahcup olduğunu biliyordum ancak dile getiremiyordu.

Yola çıkmamızın ardından arabada rahat bir atmosfer oluşmuştu. Hava sıcak ama tam da yazın o keyifli rehavetini hissettiren türdendi. Erim’in gözleri yoldaydı ancak bana baktığının farkındaydım. Elinde olsa arabayı bırakıp dibime sokulacak gibi duruyordu ama yapamıyordu tabii.

Beril ise kitap okuyarak veya telefonuyla ilgilenerek sessizce yolculuk yapıyordu.

Bir süre sonra sıkıldığım için şarkı açtım ve şarkıya eşlik etmeye başladım. “Yaşadım hayatı hep neşeden, bebeğim, ben sevemem seni tripsin hep bi’ şeyden…” diye mırıldanırken bir yandan da şarkının sözlerini abartarak yüksek sesle söyleyip gülmeye başladım.

Erim bana dönüp göz kırptı ve “Yol boyunca eğlenmeye devam mı?” diye sordu.

“Tabii ki,” dedim elimi havaya kaldırarak. “Tamam, tamam, tamam… canım beni gerçekten yanlış anladın. Tamam, tamam, tamam… biliyorsun, doğuştan beri haklıyım!”

Bu sırada yolda inek sürüsüne rastladık. “Oha! Yolda inekler var!” dedim heyecanla.

Beril, “Buse, sakin ol. İlk kez inek sürüsü görmüyorsun,” dedi realist bir tavırla. “Bu kadar büyük bir olay değil.”

Tam o anda ineklerin bir tanesi aniden yola atladı ve Erim arabayı hızla durdurmak zorunda kaldı. İnek, arabanın ön camında koca gözlerini açmış sanki arabanın içindeki konuşmalara kulak misafiri olmuş gibiydi.

“N’aber?” diye seslendim inek sanki bana ‘mö’ dışında cevap verebilecekmiş gibi. “Ayy! Aşağı inip inekleri sevsek mi acaba?”

“Bence güzel bir fikir. Belki inekler bize oturup çay falan ikram eder.”

Ciddiyetle Beril’e döndüm ve kaşlarımı çattım. “Hayvan sevgin sadece Gofret’te mi geçerli canım kardeşim? İnekler çok tatlı hayvanlar ayrıca.”

Beril gözlerini devirdi. “Sen in de sev. Ben gelmiyorum.”

Omuz silkip önüme döndüm ve açık olan camdan tam dibimizdeki ineğin başını okşadım. Akabinde telefonumu cebimden çıkardım ve inekle fotoğrafımı çektim. Beril ve Erim bana sorgulayıcı gözlerle bakarken ‘ne?’ dercesine başımı salladım.

“Erim, sen de fotoğrafımıza dahil olmak ister misin?”

“İnek değil, ben seninle fotoğraf çekinmek isterim.” Eli hafifçe bana doğru uzandığında yanağımdan makas aldı ve inekler yoldan çekildikten sonra arabayı sürmeye devam etti.

Koltuğumda iyice yayılırken esen rüzgârdan dolayı kendimi çok huzurlu hissediyordum.

Erim bir anlığına bana doğru eğilip yanağımı öptü ve hızlıca geri çekildi. Nefesini sesli bir şekilde dışarıya verdikten sonra göz ucuyla bana baktı. “Sen nasıl bu kadar güzel olabiliyorsun? Her baktığımda daha da güzelleşiyorsun. Bunun bir sırrı falan var mı?”

Erim’in iltifatından dolayı yüzümde engelleyemeyeceğim bir gülümseme yer edinmişti şu an.

Beril ise ellerini başına koymuş, gözlerini kapatmıştı. “Offf… Allah’ım! Ne olur midem dayan. Neden bu kadar eğilip öpüşüyorsunuz, beni de düşünün biraz!” diye sızlandı. Sonra bir an durdu, yüzünde beliren munzur ifadeyle ekledi. “Yalnız Buse, sen de yavaş yavaş domates gibi oluyorsun.”

“Kıskanma Beril,” dedi Erim kıkırdayarak.

Beril’e delici bakışlar attıktan sonra başımı tekrardan önüme çevirdim. Ne kadar itiraz etmeye çalışsam da bu iltifatları ve öpücükleri içten içe seviyordum. Bu sırada arabanın radyosundan yüksek sesle daha da eğlenceli bir yaz şarkısı çalmaya başladı.

Erim şarkının ritmine kapılarak direksiyonu bırakmadan kollarıyla küçük bir dans hareketi yaparken, “Efsane şarkı,” dedi ve şarkının sözlerini yüksek sesle söylemeye başladı. Ben de Erim’e katıldım ve birlikte şarkıya coşkuyla eşlik ettik.

Beril arka koltukta inlemesine devam ediyordu.

“İyi misin Beril?” diye sordum arkamı dönerek.

“Şarkı güzel, siz de iyisiniz ama… karnım cidden çok kötü. Bu arabada sabah kahvaltısını geri çıkarmadan nasıl hayatta kalırım bilmiyorum. Ya tamam, romantiksiniz anladık ama ben ön camdan dışarı fırlamadan önce durabilir misiniz? Yani şu öpücüklerin yarısı bana mide bulantısı olarak geri dönüyor!”

Erim kahkaha atarak hızla arabayı sağa çekti. “Biraz mola verelim. Hava almak iyi gelir.”

Arabadan indiğimizde Beril’in rengi biraz solgundu ama hava alır almaz yüzüne renk gelmeye başlamıştı. Yanına yaklaşarak Beril’e şefkatle sarıldım. “Ah benim canım kardeşim! Romantizm işleri sana göre değil biliyorum ama bize kusmayı bırakıp yolculuğun keyfini çıkarman gerekiyor.”

Beril gözlerini devirdi. “Eğer bu yolculuk sizin öpüşme serilerinizi izlemekle geçecekse, sanırım bir sonraki tatilimizi tek başıma yapacağım.”

Erim gülerek Beril’in yanına geldi, kolunu omzuna attı. “Bizi seviyorsun Beril, biliyorum.”

“Hı-hı tabii, bayılıyorum ikinize de.”

Beril’e sırıtırken arabaya bindik ve yola geri koyulduk. Bu sefer Erim bana fazla yanaşmıyordu. Beril’se gayet huzurluydu şu an.

Geçen sürenin ardından otele varışla birlikte arabadaki yolculuğumuz sona ermişti. Büyük bir otelin önünde durduk ve kendimi hızlıca dışarı attım. Palmiyelerle çevrili bu muhteşem tesisin girişinde güler yüzlü otel görevlileri gelenleri karşılıyordu.

Beril arabadan iner inmez yüzüne bir ‘nihayet’ ifadesi yerleşti. “Hayatta kaldım!” dedi kollarını havaya kaldırarak.

Erim bagajdan valizleri çıkarırken yanına gittim ve yardım ettim. Beyaz tişörtünün altından belli olan kol kaslarına odaklandığımda hayranlık dolu bakışlarımı gizleyememiştim.

Bu tatil sanırım benim için oldukça zor geçecekti.

“Güzelim, bu valizlerin hepsiyle moda defilesi mi yapacaksın?” diye sorduğunda sırıttım ve “Sürekli farklı kombinler yapıp Instagram’a fotoğraf atacağım,” dedim. Erim’in anında kaşları çatıldı. Bunu görmezden gelerek Beril’in yanına geçtim.

Tam o sırada arkalarından tanıdık bir ses duyuldu. “Kızlaaaar!”

Arkama döndüğümde Melis’i gördüm. Koşarak yanımıza geldi ve sıkıca boynuma sarıldı. “Melis! Sonunda kavuştuk.”

Melis benim ardımdan Beril’e de sarıldıktan sonra derin bir nefes alarak valizlerini işaret etti. Yanında üç büyük valiz ve bir de el çantası vardı. “Şu üç valizi tek başıma taşımak bile arkamdaki iki dangozla aynı arabada olmaktan çok daha keyifliydi.”

Melis’in işaret ettiği yere bakarken Mert ve Efe’yi gördüm. Emir’se, Erim’le selamlaşıyordu. Mert ve Efe atışıyorlardı ama konuyu bilmiyordum.

Melis hafif sinirle, “Gelin,” dedi ve hızla Mertlerin yanına doğru yürümeye başladı. Beril ve ben de arkasından koştuk.

Mert’in sesi daha net duyulmaya başlamıştı. “Ben diyorum ki, pizza en iyi tatil yiyeceğidir. Hem sıcak hem doyurucu hem de her tatilde bulabilirsin. Bu kadar basit, nokta!”

Efe ise kaşlarını çattı. “Ne diyorsun sen ya? Pizza mı? Hem hamburger hem de dürüm pizzayı on kere cebinden çıkarır. Hem doyurucu hem taşınabilir hem de soslarıyla mükemmel! Pizza dediğin her yerde bulunmaz ki, özellikle tatil beldelerinde. Hamburger kraldır, abicim!”

Melis, ellerini beline koyup gözlerini devirdi. “Gerçekten mi? Şimdi de tartışma konunuz bu mu? Tatilde yenilecek en iyi yiyecek pizza mı, hamburger mi? Yani… cidden başka bir şey bulamadınız mı? Arabada yeterince kafamı ütülediniz zaten!”

Mert kollarını iki yana açtı. “Ama bu önemli bir konu. Ben ciddiyim. Pizza tatilde en iyi tercihtir. Hem rahat yersin hem her dilim farklı bir macera!”

Efe hemen atıldı. “Ya bu ne saçma bir argüman! Her dilim başka bir macera ne demek? Sen tatilde yiyecek bir şey ararken macera peşine mi düşüyorsun? Kardeşim, aç karnına macera falan yaşanmaz! Hamburger her zaman kurtarıcıdır. Hem yanında patatesle yersin, keyfin ikiye katlanır.”

Beril gülmesini zor tutarak, “Buna ciddi ciddi kafa mı yoruyorsunuz? Allah aşkına bir tatil başladı diye yiyecek savaşına mı girdiniz?” diye sorduğunda Efe’nin bakışları Beril’e döndü ve hayran bir şekilde baktı.

“Selam Beril.”

“Selam Efe.”

Mert omuz silkti. “Ya tatil dediğin şey eğlenceli olmalı. Yiyecek kısmı da eğlencenin bir parçası.”

Melis ise sinirle kaşlarını kaldırdı. “Beyler, cidden bitirin şu tartışmayı. Tatildeyiz ve koca otel açık büfesi var, canınız ne isterse alırsınız. Akşam yemeğinde de tatlı kısmı için tartışacak mısınız? Ne olur yapmayın.”

Efe güldü. “Bence kesin yapacağız. Mert, cheesecake’in tiramisudan daha iyi olduğunu iddia edecek. Ben de onun ne kadar yanıldığını kanıtlayacağım.”

Mert hemen karşı çıktı. “Cheesecake tabii ki daha iyi! Tiramisuyu çok abartıyorlar!”

“Kızlar ben daha fazla dayanamıyorum,” diyen Melis valizleriyle birlikte otele doğru adımlarken biz de peşinden ilerledik. Otel görevlileri valizleri taşımaya başlarken grupça içeri girdik.

Lüks ve ferah lobide, büyük pencerelerden görünen masmavi deniz manzarası göz kamaştırıcıydı.

Odaya çıktığımızda yorgun olduğumu daha çok hissetmiştim. Oda geniş, modern döşenmiş ve pırıl pırıldı. Yataklar bembeyaz çarşaflarla kaplı, balkon ise tam deniz manzarasına hakimdi.

Melis, büyük bir iç çekerek kendini yatağa attı. “Offf… Bu tatil beni hayata döndürecek. Ama size yolda başıma gelenleri anlatmam lazım!”

Beril ile birlikte Melis’in yanına oturduk. “Hadi, anlat!”

Melis ellerini başına koydu ve nefeslendi. “Yolda bunlar bana bir türlü rahat vermediler. Emir arabayı kullanıyor, ben yanında oturuyorum ve bu ikisi de arkada oturuyor. Ne zaman gözlerimi kapatıp biraz uyuyayım desem, ya biri yolun ilginç bir yerini göstermek için ya da diğeri komik bir şey söylemek için beni dürtüp durdu. Uyuyamadım yani, sinir krizi geçiriyordum resmen!”

Beril güldü. “Efe ile Mert’e dayanmak kâbustan daha beter bu arada.”

Melis gözlerini devirdi. “Aynen öyle! Bir ara Efe öne doğru yaklaşıp, ‘Melis, bak, yol kenarındaki şu yılan sana benziyor’ dedi. Bir de Mert var tabii. Emir arabayı kullanırken sürekli Emir’e laf atıp durdu. Sonra bana dönüp, ‘Melis, neden bu kadar çok valiz getirdin? Bir hafta tatil için mi, yoksa yerleşmeye mi geldin?’ diye sordu. Sinirden patlayacaktım.”

Beril, Melis’e bir yastık fırlattı ve güldü. “İkiniz de aynısınız! Şu valizlerle düğün yapacaksınız sandım, o kadar çok eşya getirmişsiniz ki.”

Melis kaşlarını çattı ama gülümsemekten kendini alamadı. “Ne yapalım ayol, biz detaycı insanlarız. Şıklığımızdan ödün vermeyiz!”

“Ama kabul edelim, sen beni de geçtin Melis.”

Melis kahkaha attı. “Şu an size kinayeli cevaplar verirdim ama tatilde olduğumuz için bir kenara bırakıyorum. Birazdan kıyafetlerimi serip, güneş kremini sürüp sahile inmek istiyorum. Bence hep birlikte o fazla dediğiniz valizlerden çıkan kıyafetlerle tarzımızı konuşturalım.”

Beril, kollarını açıp dramatik bir şekilde yatağa düştü. “Benim moda anlayışım sadece tişört ve şorttan ibaret. Ama bu kadar dırdır dinledikten sonra sahile inip biraz dinlenmeyi hak ettim. Hem de Melis’in valizlerinden çıkanları görmek istiyorum, belki birkaç parça ödünç alırım.”

“Hadi.”

Harekete geçtikten sonra Melis neredeyse içinde küçük bir butik saklıymış gibi görünen valizlerinden birini açtı ve birbirinden renkli, cıvıl cıvıl kıyafetleri ortaya serdi. “Şunlara bakın! Bence sahilde herkesin gözleri bizim üzerimizde olacak,” dedi büyük bir coşkuyla.

Beril ise hâlâ yatakta uzanmış bir şekilde elini alnına koyup sahte bir gülümsemeyle, “Ben sadece tişört ve şort giyip denize atlarken sahil modasında hepinizin önüne geçeceğim. Modanın zirvesindeyim, farkında değilsiniz,” dedi.

Melis, birkaç kıyafet çıkartıp bizlere gösterirken, “Tamam Beril, seni o muhteşem tişörtünle izlerken ağlamamak için elimden geleni yapacağım,” dedi. Sonra bana döndü. “Buse, sen ne diyorsun? Birlikte şu güneş gözlüklerimizle Instagram’a damga vurmaya ne dersin?”

Gözlerim Melis’in çıkardığı parlak renkli pareolara kaydı. “Asla hayır demem!”

Kısa bir süre sonra hazırlıklarımızı tamamladık ve tüm ekip sahile doğru yürümeye başladık. Deniz kenarına vardığımızda manzara nefes kesiciydi. Mavi gökyüzü, hafif esen rüzgâr, bembeyaz kumlar ve masmavi deniz... Tam tatil hayali!

Hepimiz bir anda denize koşmaya başladık. Emir ve Erim, şaka olsun diye birbirlerini suya itmeye çalışırken, Melis bir anda elini havaya kaldırdı. “Durun! Bir dakika bekleyin, güneş gözlüklerimi takıp poz vermem lazım!”

Melis, telefonu açıp selfie modunu ayarlarken, Beril ve ben Melis’in yanına geçtik. Sonunda Melis fotoğraflarımızı çekmeyi bitirdi ve herkes denize atlamaya başladı. Emir, Melis’i kucağına alıp bir anda suya fırlattı. Melis’in çığlıkları deniz kenarında yankılanırken hepimiz kahkahalar atarak suya girdik.

Suyun içinde herkes çocuk gibi neşeliydi.

Erim beni yakalayıp suya daldırmaya çalışırken, Efe, Beril’in yanına yüzüp ona şakalar yapıyordu. Beril gülerken elini suya daldırıp Efe’nin üzerine su sıçrattı. “Kes şunu yoksa ben de seni boğarım!”

Mert ise sahilde kalıp bize yukarıdan seslendi. “Ben buradayım arkadaşlar! Kısa bir pizza molası vermeden size katılmam imkânsız!”

Denizin içinde birbirimize su sıçratarak, şakalar yaparak zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştık. Herkes o kadar eğleniyordu ki sanki o an hiç bitmesin istiyorduk. Tatilin ilk günü bize tam da ihtiyacımız olan o sınırsız eğlenceyi sunmuştu.

Gözlerim Erim’e kaydı. Güneşin altın rengi ışıkları tenine yumuşak bir parlaklık katıyordu. Geniş omuzları ve belirgin kasları mükemmel bir uyum içindeydi. Kolları güçlü ve damarlıydı, her hareketinde kaslarının belirginleştiğini görebiliyordum. Göğüs kasları düz ve sıkıydı, karın bölgesi ise adeta bir heykeltraşın elinden çıkmış gibiydi.

Belirgin baklavaları suyun ve terin etkisiyle hafifçe parlıyordu.

Ben onu incelerken gülümseyerek beni yakaladı ve bir kez daha suya çekti. “Tatilde olmanın en güzel yanı sensin,” dedi kulağıma eğilerek.

“Ve sen de bu tatili daha güzel yapıyorsun.”

Suyun serinliği ile Erim’in sıcaklığı arasında kaybolmuş gibiydim. Gözlerim onun derin, kahverengi gözlerine kitlendi. Yüzüne hafif bir gülümseme yayıldı ve ellerini belime hafifçe doladı, beni kendine doğru çekti.

Kalplerimizin birbirine yakınlaştığını hissedebiliyordum.

Erim’in eli nazikçe çeneme dokundu ve başımı hafifçe yukarı kaldırdı. Gözleri hâlâ benimkilerle buluşuyordu. Bakışlarında hem tatlı bir sıcaklık hem de derin bir arzu vardı. Yavaşça başını bana doğru eğdi, nefesi dudaklarıma o kadar yakındı ki içimde bir ürperti hissettim.

Kalbim yerinden çıkacakmış gibi atarken dudakları yavaşça benimkine değdi.

İlk dokunuşu hafifti, sanki aramızdaki bu bağı kutlar gibi. Ardından öpücüğü derinleşti, dudakları yumuşak ama tutkulu bir şekilde benimkine kapanmıştı. Ellerim istemsizce boynuna doğru uzandı, teninin sıcaklığına dokunurken tüm vücudumun ona karşılık verdiğini hissediyordum.

Beni daha da kendine çekti, kolları belime sıkıca sarıldı. Suyun hafif dalgaları etrafımızda çırpınırken, öpücüğümüz sonsuzmuş gibi sürdü.

Her şey o kadar doğal, o kadar doğru hissettiriyordu ki dünya etrafımızda eriyip gitmiş gibiydi. Dudaklarımız yavaşça birbirinden ayrıldığında gözlerim hâlâ kapalıydı. Sanki o anın büyüsünü biraz daha uzatmak istiyordum.

Gözlerimi açtığımda, Erim’in bana gülümseyerek baktığını gördüm. Parmakları hâlâ nazikçe belimdeydi ve başını hafifçe yana eğerek, “Her şeyin en güzeli sensin,” diye fısıldadı.

***

Akşamüstü güneşin batışıyla beraber sahildeki eğlencemiz yerini hafif bir yorgunluğa bırakmıştı. Hepimiz duş alıp rahat kıyafetlerimizi giydikten sonra otelin restoranında buluştuk. Masaya oturduğumuzda Melis heyecanla plan yapmaya başladı.

“Tamam millet, bu akşam biraz daha eğlenelim diyorum. Otelin sahil tarafında bir ateş yakılıyormuş ve sahilde canlı müzik olacakmış. Hem dans edebiliriz hem de kamp ateşi etrafında biraz rahatlayabiliriz. Ne dersiniz?”

“Senin bulduğun fikirlere hayır demek aptallık olur, sevgilim.”

Melis küçük bir kız çocuğu gibi şımarırken, Emir saçlarına bir öpücük kondurdu.

Plan netleşmişti.

Akşam yemeğinden sonra hepimiz sahile doğru yürüdük. Otelin sahilinde büyük bir kamp ateşi yanmıştı, etrafta şezlonglar ve minderler vardı. Canlı müzik başladı, yerel bir grup akustik bir şekilde yumuşak melodiler çalıyordu. Ateşin sıcaklığı geceyi daha da huzurlu ve romantik bir hale getiriyordu.

Erim elimi tutup beni dansa kaldırırken, Melis de Emir’i çekiştirerek sahildeki dans pistine götürdü. Sıcak kumların üzerinde, hafif esen rüzgârla dans ederken Erim’in elleri belimdeydi.

Diğer yandan Efe, gitarın etrafında şakalar yaparak sahil kenarındaki minderlerde oturanları güldürüyordu. Beril ise onu izlerken biraz alaycı ama sıcak bir gülümseme takınmıştı. Bir süre sonra Efe, Beril’e dönerek elini uzattı, “Benimle dans etmek ister misin madam?” diye sordu.

Beril bir anlığına duraksadı, akabinde elini uzattı. “Tamam ama ritmi bozarsan seni denize atarım.”

Ateşin alevleri etrafımızı sararken, müzikle birlikte herkes kendini gecenin büyüsüne kaptırmıştı. O an sanki sahilde zaman durmuştu. Denizin sesi, ateşin çıtırtısı ve müzik gecenin en güzel anlarını yaşatıyordu.

Biraz dans ettikten sonra Erim aniden durdu, yüzünde gizemli bir gülümsemeyle belimi serbest bıraktı. Akabinde, “Bir dakika bekle burada,” dedi ve yanımdan uzaklaştı. Kafamda soru işaretleri belirmişti ama fazla üzerine gitmedim.

Melis de Emir’i bir kenara çekmişti, onların da kendi aralarında konuştuğunu görüyordum. Herkesin bir şeyler planladığını anlamıştım ama tam olarak ne olduğunu çözemiyordum.

Bir anda müzik kesildi. Herkes olduğu yerde durmuş, sanki bir şey bekliyor gibiydi. O an etrafa bakınayım derken Erim, elinde küçük bir kutuyla tekrardan yanıma geldi. Bakışları sevecendi, yüzünde o büyüleyici gülümseme vardı.

“Neler oluyor?” dedim merakla.

Tam o sırada Melis birden elinde maytapları yanan pastayı havaya kaldırarak “Sürpriiiz!” diye bağırdı. Sahildeki herkes alkışlamaya ve tezahürat yapmaya başladı. Gözlerim şaşkınlıkla büyürken, Beril ve Efe ellerinde parlak ışıklarla gelmişlerdi. Kocaman bir pasta, üstünde minik mumlarla sahile doğru taşınıyordu.

“Ne… Bu ne şimdi?” diye sordum şaşkın bir şekilde. Erim hafifçe gülümseyerek yanıma yaklaştı.

“Doğum günün kutlu olsun, sevgilim.” Yavaşça elindeki kutuyu açtı ve ışıklı kutu içinden zarif bir kolye çıkardı. Kolyenin üzerinde küçük bir kalp figürü vardı ve hafif bir parıltıyla ışıldıyordu. “Seni mutlu etmek için elimden gelen her şeyi yaparım,” diye fısıldadı.

Kalbim hızla atıyordu, ne diyeceğimi bilemiyordum. O an gözlerimde hafif bir yaş hissettim ama bu mutluluktan başka bir şey değildi. “Bunu nasıl planladınız?” diye sordum hâlâ şaşkınlıkla.

Beril yanıma gelip beni sarstı. “Doğum gününü biz unutmadık ama sen unutmuş gibisin Buse.”

Melis ise kıkırdayarak yanımıza geldi. “Bütün gün bu anı bekliyorduk! Şu suratındaki şaşkınlığı görmek için çok uğraştık,” dedi, ardından kollarını açarak bana sarıldı. “Seni seviyorum, kızım! İyi ki varsın, iyi ki doğmuşsun.”

O sırada herkes alkışlar eşliğinde etrafıma toplanmıştı. Pasta tam önüme getirildiğinde Efe şakacı bir şekilde elini ağzına götürüp, “Buse, yaşlandın artık. Mumları üflemek için kuvvet lazım mı?” diyerek dalga geçti.

Gözlerimi devirdim ama içten içe o kadar mutlu olmuştum ki. Dileğimi tuttuktan sonra mumları üfledim ve herkes bir kez daha alkışladı.

Erim yanıma gelip elini belime doladı. Yüzünde sıcak bir gülümseme vardı. “Sen her zaman dileğimdin, Buse. Seni mutlu görmek, hayatımın en güzel anı,” dedi, ardından beni hafifçe kendine çekip dudaklarımdan öptü.

O anda tüm kalabalık bir kez daha coştu. Efe’nin, “Aşıklar baş başa kalsın!” demesiyle kahkahalar daha da yükseldi.

Pasta kesilirken herkes teker teker bana sarıldı. Sıra Mert’e geldiğinde gözlerinde beliren mahcupluğu hemen fark ettim. Onu böyle çekingen görmek çok alışıldık bir durum değildi. Her zaman komik, neşeli ve rahat tavrıyla bilinen Mert, şimdi karşıma suçluluk dolu bir ifadeyle çıkmıştı. Gözlerimiz kısa bir süre için buluştu ve o an içimde eski yaraların tekrar canlandığını hissettim.

Dila’nın ölümü… o zamandan beri aramızda görünmez bir duvar vardı.

“Mert…” dedim, onun bu haline şaşırarak. Ne diyeceğimi bilmiyordum çünkü o konuyu uzun süre önce geride bırakmıştım.

Derin bir nefes aldı, gözlerini benden kaçırdı ve ardından tekrar yüzüme baktı. “Buse, ben... ne diyeceğimi bilmiyorum ama... çok uzun zamandır içimde biriktirdiğim şeyler var.” Sesinde hafif bir titreme vardı, bu da söylediklerinin ne kadar zor olduğunu belli ediyordu. “O gün... Dila’nın ölümünden sonra sana söylediklerim... haksızdım. Bunu biliyorum. Seni suçladım. Gerçeklerle baş etmek yerine seni suçlayarak kolay yola kaçtım.”

“Mert,” dedim sessizce, “söylediklerin beni gerçekten incitti. O zamanlar ne yaşadığımı ne kadar zorlandığımı tek sen anlamadın. Kimse benim yapmadığıma inanırken sen bana katil gözüyle baktın. Sen de acı çekiyordun evet ama beni bu kadar kolay suçlaman çok acıttı.”

Mert başını öne eğdi, ayaklarını kumların üzerinde sürüyordu. “Biliyorum, biliyorum...” diye mırıldandı. “O anlarda o kadar kördüm ki sadece Dila’yı düşünüyordum. Bize, bana o kadar şey yaşatmasına rağmen hâlâ onu sevdiğim için aptal gibi davrandım. Ama gerçekleri anladım ve seni kırdığım için, seni suçladığım için gerçekten çok pişmanım. Onca zaman gelemedim yanına, yüzüm yoktu. Fakat bu özrü dilemek zorundaydım Buse. Sen benim yakın arkadaşımsın, seni kaybetmek istemiyorum.”

Bu özrü uzun süredir beklemiş olsam da böyle bir durumda ne yapacağımı bilemiyordum. İçimdeki o eski kırgınlık ve acı hâlâ vardı ama Mert’in dürüstlüğü ve suçluluğu gözlerimin önündeydi.

Bu anı devam ettirmenin bizi daha fazla kıracağını biliyordum.

“Geçmişi değiştiremeyiz,” dedim içimdeki huzursuzlukla birlikte. “Ama ileriye bakabiliriz. Zor zamanlar geçirdik, hepimiz farklı şekillerde acı çektik. Sende, bende bununla baş etmeye çalışıyoruz. Belki affetmem zaman alır ama bu konuşmayı yaptığın için minnettarım.”

Mert, derin bir nefes aldı ve gergin yüz ifadesi biraz rahatladı. “Her şeyin en güzelini hak ediyorsun, Buse. Gerçekten özür dilerim,” dedi bu sefer daha kendinden emin bir sesle. Sonra çekingen bir şekilde bana doğru adım attı. “Sana sarılmamda bir sakınca var mı?”

Kafamı sallayarak ona gülümsedim. Mert gülerek bana sarıldı ve o an aramızdaki mesafe hafif de olsa kapanmaya başlamıştı.

Pasta kesilip herkes dilimlerini aldıktan sonra pastayı yemeye gelmişti. Sahildeki hafif esinti ve dalgaların sesiyle birlikte herkes rahat bir şekilde oturmuş pastalarını yiyordu. Melis ve Beril pastalarının tadını çıkarırken Efe’nin gözleri sinsice Emir’e takıldığında, yüzünde o meşhur muzip gülümsemesi belirdi.

Kesinlikle bir şeyler planlıyordu.

Emir, pastasını sakin sakin yiyordu ama Efe usulca yanına yaklaşarak bir şeyler peşinde olduğunu hemen belli etti. “Ee, Emir,” dedi Efe sahte bir ciddiyetle. “Pastayı beğendin mi kardeşim? Yoksa sen o kadar kaslısın ki tatlı yemeyi mi bıraktın?”

Emir kaşlarını hafifçe kaldırarak Efe’ye baktı. “Ne saçmalıyorsun lan yine?”

Efe’nin gözleri ise sanki başka bir planı daha varmış gibi parladı. Elindeki pastayı Emir’in önüne doğru uzatarak, “Ama bak ben seni düşündüm! Koca dilim benim için fazla, senin protein ihtiyacını karşılar,” dedi. Ardından pastanın büyük bir parçasını kaşığıyla Emir’in ağzına doğru uzattı.

Emir geri çekildi. “Efe, ne yapıyorsun? Kendi pastanı ye, bana niye yediriyorsun?” dedi biraz sinirli bir ses tonuyla. “Çocuk muyum oğlum ben? İlla birisi bana pasta yedirecekse güzeller güzeli sevgilim yedirir.”

Efe ısrarcıydı. Kaşığı Emir’e doğru daha da yaklaştırdı. “Ama Emir’im, benim el lezzetimle Melis’inki hiçbir olur mu? Bu çok daha lezzetli. Hem o kasları boşuna mı büyüttün, biraz daha yemek ye ki iyice güçlenesin.”

Emir, eliyle Efe’nin kolunu tutup geri itmeye çalışırken, pastanın bir kısmı suratına bulaştı. Emir bir an için durdu, suratına bulaşan pastaya baktı ve ardından derin bir nefes aldı. Gözleri yavaş yavaş Efe’ye doğru dikildi.

“Efe… canını kurtarman için yalnızca beş saniyen var.”

“Ne yaptım ben şimdi ya!”

“Efe iki saniye!”

Efe, Emir’in gözlerinde beliren o tehlikeli bakışı görünce neşeli tavrını bir anda kaybetti. Panik içinde etrafına bakındı, kaçacak bir yol arıyordu.

“Emir, bak bir dakika… Şaka yaptım sadece, biliyorsun değil mi?” Efe ellerini havaya kaldırdı, yüzünde ise pişmanlıkla karışık bir gülümseme belirmişti.

“Bir saniye kaldı, Efe!” diye sertçe tekrar etti Emir. Suratına bulaşık pastayla bile korkutucu görünmeyi başarıyordu.

Efe artık o kadar paniklemişti ki olduğu yerden hızla geriye doğru koşmaya başladı. “Hadi ama, Emir! Sadece bir dilim pastaydı! N’olur affet beni!”

Ama Emir bir an bile tereddüt etmeden Efe’nin peşine düştü. Efe koşarken bir yandan kahkahalar atıyor, bir yandan da “Melis! Beril! Yardım edin, bu adam beni yiyecek!” diye bağırıyordu.

Melis, Beril ve ben sahile yayılmış kumların üstünde bu kovalamacayı izlerken gülmekten kırılıyorduk. Efe arkasına bakmadan, “Bana yardım etseniz fena olmazdı!” diye bağırdı.

Emir, Efe’yi sahilin kenarına kadar kovaladı ve sonunda onu köşeye sıkıştırdı. Efe’nin kaçacak yeri kalmamıştı. Emir, elinde hâlâ bir parça pasta tutarak Efe’ye doğru yaklaştı.

“Tamam, Efe. Son şansın. Yüzüne mi, saçına mı gelsin?”

Efe ellerini başının üzerine koyup çaresizce teslim oldu. “Tamam, tamam! Suratımı seçiyorum, yeter ki saçımı mahvetme!”

Emir, elindeki pasta parçasını Efe’nin yüzüne yaklaştırırken şeytani bir gülümsemeyle eğildi. “Pekâlâ, suratın olsun,” dedi, sanki büyük bir lütufta bulunuyormuş gibi.

Efe’nin gözleri kocaman açıldı. “Yavaş ol! Nazikçe yap, tamam mı? Şiddete gerek yok!”

Pastayı Efe’nin yüzüne doğru yavaşça yaklaştırdı ama son anda bir hışımla yüzüne yapıştırdı. Krema ve çilekler Efe’nin burnuna ve yanaklarına yayıldı.

“İşte oldu!” diye bağırdı Emir kahkahalarla. Geriye bir adım atıp sanat eserine bakıyormuş gibi kafasını eğerek Efe’yi süzdü.

“Bu muydu nazikçe?”

“Artık seni azat ediyorum,” dedi Emir gülerek.

Efe, yüzündeki kremayı silmeye çalışırken, “Seni mahvedeceğim Emir,” diye tehdit savurdu. “Ama belki yarın, şimdi biraz temizlenmem lazım.” Sonra etrafına bakındı. “Biri bana peçete versin, şu rezaleti temizleyeyim.”

Melis, “Efe, sen gerçekten bunu hak ettin,” dedi, ardından ona bir peçete uzattı. Efe ise suratındaki pastayı silerken, “Bir dahaki sefere daha yaratıcı bir intikam planım olacak, bekleyin!” dedi kendinden emin bir şekilde.

Ortam sakinleştiğinde, “Yürüyüş mü yapsak?” diye sordum. Melis anında bunu onayladı ve Emir’in elini tutarak yanıma geldi. Ben de Erim’in koluna girerken yumuşak kumların üzerinde yürümeye başladık.

Efe, Beril ve Mert gelmemeyi tercih etmişlerdi.

Hafif esen rüzgâr saçlarımızı nazikçe okşuyordu. Sohbet ederek huzurlu bir şekilde yürürken, Melis’in yüzünde hafif bir gülümseme vardı ama o sırada karşıdan gelen yabancının bakışları bu sakinliği bozacak gibiydi.

Bizim yaşlarımızda olan çocuk yürürken gözlerini Melis’in bacağına dikmişti. Üst kısmına doğru kayan bakışlar, Melis’in bacağındaki küçük kalpli dövmeye takılı kalmıştı. Emir ise bu rahatsız edici bakışı fark ettiğinde, önce yabancıya, sonra Melis’in bacağına baktı.

O an Melis’in bacağındaki dövmeyi ilk kez fark etti.

Sol bacağındaki dört tane kalp, Melis’in kısa eteğinin altından hafifçe görünüyordu.

Emir birden adımlarını yavaşlattı ve sert bir şekilde Melis’in elini bıraktı. “Melis?” dedi sorgularcasına. Akabinde nefeslenerek Melis’in bacağını işaret etti. “Bu dövme… Ne zaman yaptırdın? Ve neden bundan hiç haberim yok?”

Melis’in mavi hareleri dövmesine kaydığında hafifçe omuz silkti. “Geçen hafta kızlarla yaptırdım, Emir. Sana söylemedim mi? Söyledim sanıyordum.”

Emir sinirlenmeye başlamıştı. Çocuk ise hâlâ uzakta duruyor ve Melis’e bakıyordu. “Allah’ım sen bana sabır ver! Kızım, başka dövme yaptıracak yer kalmadı mı da bacağının en üstüne dövme yaptırdın? Lavuk bacağındaki dövmeye bakıyor ve ben elimden bir kaza çıkmaması için zor duruyorum.”

Melis’in kaşları çatılırken Emir’e yaklaştı ve kolundan tuttu. “Sevgilim sakin olur musun? Sence benim dövmeyi nereye yaptırdığım mı önemli yoksa karşıdaki şahsın zihniyeti mi?” Kafasını hareket ettirerek karşıdaki çocuğu gösterdi. “Sevgilim olmadığını anlamayacak kadar kör, duyamayacak kadar sağır değildir diye düşünüyorum.”

Emir’in bakışları hızla arkasına dönerken kolunu Melis’ten kurtardı ve hızlı adımlarla çocuğun yanına doğru yürüdü. Çocuk durumu fark edince geri adım attı ama Emir’in bakışlarından dolayı çok da bir yere kaçamayacak gibiydi.

“Benim bacağıma da baksana. Şort giydim ben de.”

“Anlamadım?”

“Diyorum ki! Hangi cesaretle benim yanımda sevgilimin bacaklarına bakıyorsun? Seni ağzını yüzünü dağıtacağımdan hiç mi şüphelenmedin siktiğimin pezevengi!”

Çocuk korkmuş bir ifadeyle ellerini havaya kaldırarak geri çekildi. “Ben sadece yürüyordum. Dövmeler her zaman ilgimi çeker, o da ilgimi çekti ve baktım. Ne var bunda bu kadar büyütülecek? Sevgilin de dövmeyi bacağına yaptırmasaymış o zaman. Ben değil herkes bakac…”

Çocuğun lafının yarıda kalmasına sebep olan şey Emir tarafından yüzüne yediği yumruktu.

Küfürler havada uçuşurken Emir dişlerini sıkarak çocuğun yakasından kavradı. “Eğer bir daha sevgilime dil uzatırsan, seni sevgilimin etrafında dolanırken görürsem, seni bu plajda görürsem… Yaşatmam seni burada! Siktir git şimdi!”

Çocuk yediği darbeden dolayı neye uğradığına şaşırırken Emir’den kurtuldu ve koşarak uzaklaştı. Emir sinirli bir şekilde nefes alıp veriyordu, gözleri hâlâ öfkeyle doluydu. Yavaşça Melis’in yanına döndü.

Melis’i kollarını arasına aldığında bir nebze de olsa sakinlemiş gibi görünüyordu. Ortalık sessizliğe bürünmüştü. Emir vurduğunda kimse müdahale etmemişti çünkü hak etmişti. Melis, Emir’in yanağında kısa bir öpücük kondurduğunda her şey normale dönmüş gibi duruyordu.

“Melis, bu dövme meselesini baş başa kaldığımızda tekrardan konuşacağız. Unuttum sanma. Bacağına dövme yaptırıyorsun ve ben bunu lavuğun bakışlarından sonra öğreniyorum.”

“Bence sen çok abartıyorsun. Hem ben sana sürpriz yapmak istemiştim. O kalpler seni temsil ediyor. Dört odacıklı kalbim, kalbimin her yanı sen.”

Emir, Melis’ten bu romantik cümleyi beklemiyor olacaktı ki yaklaşık yirmi saniye boyunca Melis’in suratına boş boş baktı.

Melis’in yüzündeki sevimli gülümseme Emir’in içinde bambaşka bir his uyandırmıştı. Cümlelerin bu kadar derin ve içten olmasını beklememişti ve şaşkınlığını gizleyemiyordu. Bu romantik sözlerin yarattığı şok, kısa sürede yerini ani bir sevgi patlamasına bırakmıştı.

Birdenbire Melis’i kollarının arasına aldı ve sımsıkı kavrayıp hızla yukarı kaldırdı. “Dört odacıklı kalbin ha?” diye gülümseyerek Melis’i havada döndürmeye başladı. Melis aniden yükselmenin verdiği şaşkınlıkla bir kahkaha patlattı, ardından Emir’in kollarında güvenle dönmenin tadını çıkararak kahkahasına devam etti.

“Emir, ne yapıyorsun! Beni düşüreceksin!” diye yarı şaka yarı ciddi bir şekilde bağırdı ama aslında keyfi yerindeydi.

Emir, Melis’i bir tur daha döndürdükten sonra yavaşça yere indirdi. Ancak onu bırakmadı, kolları hâlâ sıkıca sarılıydı. Gözleri Melis’in gözlerinde kilitlenmişti. “Kalbinin her odacığını seve seve sahiplenirim, Melis. Ama bacağına dövme yaptırmadan önce bir kez daha düşüneceğiz, tamam mı?”

Melis, bu ciddi gibi görünen sözlerine aldırmadan ellerini Emir’in boynuna doladı. “Sahiplenmek mi? Bu kadar kıskanç olursan, belki de bir gün sana sürpriz yapmayı bırakırım.”

Emir kaşlarını hafifçe kaldırarak, “O gün hiç gelmeyecek,” diye fısıldadı, ardından Melis’i bir kez daha kendine çekip dudaklarına kısa ama tutkulu bir öpücük kondurdu.

Melis bu anın tadını çıkarırken, “Tamam, sen kazandın. Belki bir sonraki dövmeyi sana danışırım,” dedi, biraz boyun eğmiş bir ses tonuyla ama içindeki özgürlüğü yansıtan bir tavırla.

Yine de bu alaycı ve tatlı yanıt, Emir’in yüzünde bir gülümseme yaratmıştı.

Erim’in aniden beni omzumdan çevirip yüzüme ciddiyetle bakması beni bir an için şaşırtmıştı. Kaşları çatık ama gözlerinde şehvet ve alaycı bir tavır seziyordum. “Buse, arkadaşlarımızı izlemek yerine biz neden bir şeyler yapmıyoruz?” dediğinde, içimden bir kahkaha patlatmak istesem de utançla gözlerim kocaman açıldı.

“Erim! Ne diyorsun sen?” dedim sesim hafifçe yükselerek. Yüzümün kızardığını hissettim ve ona dönük dururken ne diyeceğimi bilemiyordum.

Erim’di işte, her zaman ki gibi edepsizdi!

Edep sen ne güzel şeysin!

Erim omuzlarını hafifçe silkti ve sırıtarak bana yaklaştı. “Ne yani? Herkes kendi halinde, biz de biraz eğlenemez miyiz?” Gözlerindeki munzur bakışlar daha da derinleşiyordu. Ellerini belime dolarken hafifçe geri çekildim ama o beni tekrar kendine doğru çekip kulağıma fısıldadı, “Sen de beni istiyorsun, kabul et.”

İçimde bir ürperti hissetmiştim ancak kendimi kaptırmamaya çalışarak kaşlarımı çattım. “Erim, gerçekten bazen çok ileri gidiyorsun,” dedim ama sesimdeki titremeyi fark edince hemen kendime kızdım.

Bana bakarak alaycı bir gülümsemeyle, “İleri gitmek mi?” diye sordu. Ardından sırıttı. “Hani… gece yarısı kapıma geldiğin günü hatırlıyor musun?”

“Sus!”

Dudaklarından dökülen melodi gibi gülmesini bırakıp, “Daha hiç başlamadık bile sevgilim,” diye devam etti. Ardından ellerini yavaşça belimden sıyırıp sırtıma kaydırdı.

Kendini tutamıyordu, her zamanki gibi cüretkârdı.

Tam ona bir şey söylemek üzereydim ki Erim beni yine şaşırtarak hızla öne eğildi ve dudaklarını bir anda benimkilerin üzerine kondurdu. Öpücüğü kısa ama etkileyici bir şekilde tutkuluydu.

Geri çekildiğinde gözlerimin içine baktı.

Dudaklarımda hâlâ öpücüğünün izi varken ona kızgın gibi bakmayı denesem de içimdeki kıpırtılar bana engel oluyordu. Kıskanılacak kadar yakışıklıydı ve ne zaman bu kadar yakın olsa tüm kızgınlığımı unutuyordum.

“Biraz yavaş ol tamam mı?” dedim sonunda biraz daha sakinleşerek.

“Yavaşlamak mı? Hiç bana göre değil,” diyerek elini tekrar belime doladı ve beni kendine çekmeye devam etti.

“Oha ama!”

Erim’in elleri hâlâ belimdeyken Emir’in alaycı sesini duyduğumda hızla ona doğru döndüm. Yüzümde hafif bir utançla Erim’in kollarından sıyrılmaya çalıştım ama o beni bırakmaya pek niyetli değildi.

Emir, Melis’ten birkaç adım ötede durmuş, ellerini cebine sokmuş, sanki az önce Melis’le yürüyüşte yaptığı kıskançlık sahnesinin ardından Melis’i öptüğünü tamamen unutmuş gibi bize kınarcasına bakıyordu. “Kardeşim aile var burada ama ayıp yaptığınız!” dedi kaşlarını hafifçe kaldırarak.

Erim ise hiç istifini bozmadan alaycı bir gülümsemeyle Emir’e baktı. “Gel böyle yamacıma.”

“Sus lan iğrenç herif! Gay miyim lan ben?”

Erim hiç çekinmeden ve kahkahasını zor tutarak, “Evet, pasif,” diye yanıtladı.

Emir, ellerini kulaklarına götürerek sahte bir çığlık attı. “Duyma bunları kulaklarım! Vallahi rezil olacağız senin yüzünden!”

“Ne kadar sinirlensen de seni sevmekten vazgeçmem Emir.”

“Yavşak. İnsanın sınırlarını zorluyorsun.”

“Sınır mı? Daha hiç başlamadık bile.”

Melis bu sözlere bir kahkaha patlatırken, “Çocuk gibisiniz gerçekten,” dedi bıkkınlıkla.

Emir, Melis’e dönerek derin bir nefes aldı. “Bak, zaten bu adamın sabrımı test etmekten başka işi yok. Ama merak etme, sinirlenmiyorum,” dedi ama o an gözleri Erim’e dikildi. “Sadece hesaplaşacağımız günü bekliyorum.”

Erim bunu duyunca başını eğip kıkırdadı. “O günü sabırsızlıkla bekliyorum kardeşim,” dedi ve ardından Melis’e döndü. “Merak etme Melis, ona yumuşak davranırım.”

Emir’in gözleri bir kez daha Erim’e döndü ama bu sefer bir şey demedi. Sadece derin bir nefes alıp Melis’in elini tutarak bizden uzaklaştılar. İkisi de birbirlerine fısıldaşıp hafifçe gülüyorlardı. Melislerin sessizce uzaklaşmasıyla sahilde yine Erim’le baş başa kalmıştık.

Erim bana dönüp hafif bir gülümsemeyle gözlerini kısıp yaklaştı. “Yine baş başayız, sevgilim,” dedi yumuşak bir ses tonuyla. Elini belime doladı ve beni kendine doğru çekerek bakışlarını gözlerime dikti. “Seni bu kadar sessiz ve çekingen görmek şaşırtıcı. Beni düşündüğünü biliyorum ama Buse… Neler düşündüğünü kestiremiyorum artık.”

“Sen beni kendinle karıştırıyorsun herhalde. Ben senin gibi edepsiz miyim?”

“Edepsiz şeyler düşündüğünü ima etmemiştim ki.”

Beni oyuna getirmişti…

Parmaklarını saçlarımın arasında gezdirdi, “Beni düşünmen güzel,” dedi gülümseyerek. “Ben de hep seni düşünüyorum.” Akabinde Erim başını hafifçe yukarı kaldırarak gökyüzüne işaret etti. “Bak, yıldız kayıyor,” dedi heyecanla.

Gözlerimi hızla gökyüzüne çevirdim ve gerçekten de bir yıldızın kaydığını gördüm. Yüzümde kocaman bir gülümsemeyle dileğimi tutmak için gözlerimi kapattım.

Erim’in bakışlarının üzerime olduğunu hissediyordum.

“Dilek mi tuttun?” diye sordu alçak sesle ellerini yine belime dolarken.

Başımı sallayarak gözlerimi açtım. “Evet, tuttum. Ya sen?”

“Dilemedim.”

“Neden?”

“Çünkü benimlesin.”

Kalbim bir anda hızla atmaya başladı. Bu kadar basit ve sıradan bir cümle bile ondan duyduğumda bambaşka bir anlam kazanıyordu. Gözlerim onun gözlerinde takılı kalmışken ne diyeceğimi bilemedim, sadece gülümsedim.

Erim beni kendine biraz daha yaklaştırıp saçlarımın arasına parmaklarını geçirerek fısıldadı, “O yüzden başka bir şey dilemeye gerek yok. Tek Dileğim sensin.”

Loading...
0%