Yeni Üyelik
38.
Bölüm

Bölüm 38 - Prens ve Prenses

@tuvbaveotesi

Tehlikeli Fısıltı

Bölüm 38 – Prens ve Prenses

Anlat şarkı, anlat son kez,
Bu masalda mutsuzlar var,
Yalnız kaldı, prens ve prenses.

Simge - Prens ve Prenses

Soluk bir ışık.

Etraf belli belirsiz. Gözlerim bir şeyleri seçmeye çalışıyor ama nafile. Bulanık, karmaşık bir boşlukta asılı gibiyim. Hava ağır ya da sıcak değil... Boğucu. İçimi sıkan, nefes aldırmayan bir baskı var. Sanki tüm dünya üzerime çöküyor.

Bir kadının elleri.

İnce, narin ama titrek. Parmakları hafifçe kasılıyor, gevşiyor. Öyle hassas dokunuyor ki sanki elleriyle kırılgan bir mucizeyi korumaya çalışıyor. Ama aynı zamanda da bu mucizeye ulaşmak için verdiği mücadele yüzünden tükenmiş. O eller beni tutuyor, beni sarıyor. Bunu hissediyorum ama yüzünü göremiyorum.

Bir ağlama sesi yankılanıyor.

Bir bebek ağlıyor.

O bebek benim.

Ama bu ağlama öylesine bir ağlama değil. Bir şeylerin başlangıcı olduğu kadar bir şeylerin sonu da. Havadaki o boğucu his büyük bir ağırlıkla birleşiyor. Kadının nefesi düzensiz. Kesik kesik. Sanki bir savaştan çıkmış gibi. Elleri titriyor ama bırakmıyor, daha da sıkı kavrıyor beni. Kalbinin atışını duyabiliyorum.

Bu ses benim varlığımı sarmalıyor, beni yatıştırmaya çalışıyor.

Kadın titrek bir sesle konuşuyor, “Anneciğim...” diyor fısıltıyla. O kadar yorgun, o kadar zayıf bir ses ki bu… ama içinde tarifsiz bir sevgi var. Yüzünü göremiyorum lakin sesinden gülümsediğini anlıyorum. Elleri beni biraz daha yukarı kaldırıyor. Bir an duraksıyor ve sonra dudaklarını usulca yanağıma değdiriyor.

“Güzeller güzeli kızım benim… Hoş geldin bir tanem, hoş geldin dünyama.”

Bu cümle sanki kalbime kazınıyor.

Ağlamam yavaşça kesiliyor.

Kadının sıcaklığı içime işliyor.

“Meleğim…” diyor sesi daha da cılızlaşarak. “Muhtemelen birazdan son kez buselerimi konduracağım sana. Alacaklar seni elimden, biliyorum. Ne kadar saklanırsam saklanayım ne kadar kaçarsam kaçayım bulacaklar, koparacaklar seni benden. Belki ben öleceğim ama seni yaşatacağım, güzel kızım. Senin ölmene izin vermeyeceğim. Sen, bana bu hayatın verdiği en güzel hediyesin.”

Sesi titriyor, kelimeler arada kesiliyor.

Beni bağrına bastığında kalbinin nasıl çırpındığını hissediyorum. O an sanki onunla aynı kaderi paylaşıyorum.

Hıçkırarak ağlıyor.

Kokluyor.

Sayısız kere öpüyor.

“Adın, sana son kez bıraktığım buseyi ömür boyu taşısın, güzel kızım. Büyüdüğünde beni hiç bilmeyeceksin belki de. Ama adını taşıdığın sürece ben senin annen olmaya devam edeceğim. Belki bu dünyada kavuşamayacağız ama seni hep bekliyor olacağım, anneciğim. Buse’m, bir tanem. Yalvarırım beni affet. Seni koruyamayıp sana annelik yapamayacağım için beni affet. Seni çok seviyorum.”

Kadının sesi daha da kırılganlaşıyor, kelimeler birer veda gibi dökülüyor dudaklarından. Hıçkırıkları boğuk, içindeki acıyı taşıyamayacak kadar güçsüz. Tekrardan sıkıca sarılıyor, kokluyor, öpüyor.

Her öpüşü bir veda gibi.

Her nefesi bir başka ayrılık.

“Yalvarırım beni affet…”

Sesi bir bıçak gibi içimi kesiyor.

Tam o sırada bir gürültü kopuyor.

Yeri göğü inleten, her şeyi silip süpüren bir gürültü. Kadının kolları aniden titriyor. O an soğuk bir korku tüm bedenimi sarıyor. Çığlıklar duyuyorum. Kadının çığlıkları. Sert eller aniden kadının kolunu yakalıyor, beni sıkıca kavrayan eller güçsüzleşiyor.

Beni bir başka çift elin kavradığını hissediyorum.

Kadın direnmeye çalışıyor ama sesi artık eskisi gibi değil. Çığlıkları güçsüzleşiyor, sonunda yere yığılıyor. Ellerinin o sıcak dokunuşu benden ayrılıyor. Gözlerim bulanık ama onun hareketsiz bedenini görüyorum. Nefesi kesilmiş, gözleri bomboş. Dudakları kımıldıyor, bir şeyler söylemeye çalışıyor ama sesi çıkmıyor. Gözlerinden süzülen son damla yere düşerken kadının vücudu tamamen hareketsiz kalıyor.

Ve ben, o boğucu ortamda, yine ağlıyorum.

Bir bebek ağlıyor.

O bebek benim.

Bir bebek ağlıyor.

O bebeğin annesi ölüyor.

O bebek benim.

Benim annem öldü.

Soğuk, bedenime binlerce iğne gibi batıyordu lakin üşümüyordum. Ya da üşüdüğüm gerçeği beni etkilemiyordu. Su, kollarımı ve bacaklarımı sardıkça beni daha da derinlere çağırıyordu. Yukarıdaki dünyanın karmaşası burada, bu karanlık suyun içinde tamamen kaybolmuş gibiydi. Su sessizdi ama aynı zamanda da gürültü doluydu.

Çünkü kendi kalp atışlarımın yankısını duyuyordum.

O kalp acıyla atıyordu.

Kurtarılmak istiyor, çırpınıyordu.

Suyun altında zaman kavramı yoktu. Saniyeler, dakikalar, hatta yıllar birbirinin içine geçmiş gibiydi. Bu rüyayı her gördüğümde, içimde acıdan başka bir şey hissetmiyordum.

Acı.

Acı.

Acı.

Acıtıyordu. Hiç görmediğim kadının rüyalarıma girmesi canımı acıtıyordu. Belki de yıllardır üzüldüğüm tek şey buydu; öz annem. Neden rüyalarıma giriyordu peki? Ne anlatmak istiyordu ki bana geçen yirmi üç yılın ardından?

Suyun içinde daha da derinlere çekildim. Bedenim sanki ağırlığını yitirmişti ama içimdeki ağırlık bir türlü hafiflemiyordu. Annemin sesi bu rüyayı her gördüğümde kulağıma fısıldıyor gibiydi.

Rüyamın gerçek olup olmadığını bilmiyordum. Çünkü ben kaçmıştım. Her şeyden, herkesten kaçmıştım. Bir şeyleri duymak hoşuma gitmiyordu. Gerçekleri duymak hoşuma gitmiyordu.

Bu yüzden bu göl benim sığınağım olmuştu. Ne zaman içimde fırtınalar coşsa ayaklarımı buranın soğuk sularına taşırdım. Başka hiçbir yer, başka hiçbir şey içimdeki karmaşayı bu kadar sessizce yatıştıramıyordu.

Bu göl benim sırdaşımdı.

Yargılamıyordu.

Sorgulamıyordu.

Yalnızca beni dinliyordu.

İçimdeki fırtınaları, göğsümdeki kırılmaları, susturamadığım soruları, karanlık düşüncelerimi... Hepsini buraya bırakıyordum. Gölün yüzeyinde dökülen her damla gözyaşı derinlerde sonsuz bir yankıya dönüşüyor, orada kayboluyordu.

Gözlerimi suyun bulanık karanlığında açtığımda, gölün dibindeki loş ışık beni gerçekliğe çekmek ister gibi dalgalanıyordu. Nefesim tükenmeye başlamıştı, ciğerlerim oksijen için yanıyordu.

Sonunda ağır hareketlerle suyun yüzeyine doğru yükselmeye başladım. Her bir hareketim sanki yıllardır omuzlarımda taşıdığım bir yükten kurtulmaya çalışmak gibiydi. Yüzeye ulaştığımda ilk nefesimi açgözlü bir şekilde aldım. Gölün üzerindeki soğuk hava ciğerlerime dolarken, yüzüm karla karışan ince damlalarla ıslanıyordu.

Gözlerimi semaya çevirdim.

Gökyüzü, yeryüzüne karşın tezat bir görüntü oluşturuyordu.

Aşağıda her şey bembeyaz bir örtüyle sarmalanmış, kar kristalleri bir mücevher gibi parlıyordu ancak yukarıda bambaşka bir manzara vardı. Gri ile lacivertin arasında gidip gelen ağır bulutlar, kar tanelerini taşıyan birer kervan gibiydi.

Gökyüzü karamsardı.

Her bakışta bir yük, bir hüzün hissi uyandırıyordu insanda.

Yine de bu tezatlık büyüleyiciydi. Yeryüzünün sessizliğiyle gökyüzünün karanlık gürültüsü arasında bir denge vardı. Sanki biri huzurun simgesiyken diğeri bu huzura ulaşmak için çekilen acıları hatırlatıyordu. Bu nasıl bir dengeydi?

Peki… benim yüreğim yeryüzüne mi yakındı yoksa gökyüzüne mi?

Altımdaki beyazlık gibi her şeyi örtüp saklamaya mı çalışıyordum yoksa tepemdeki kararan bulutlar gibi her şeyi açığa çıkarmaya mı?

Her zaman ki bendim işte.

Sürekli sorgulardım.

Ama cevaplarını bulamazdım.

Belki de değişmeyen tek huyum buydu.

Göğsümde bir sızı hissettiğimde suda beklemeyi bırakıp kıyıya doğru yüzdüm, bir kenara fırlattığım kıyafetlerimi ıslak iç çamaşırlarımın üzerine geçirdim. Bu his berbattı fakat umursamıyordum.

Fiziksel acıların bir hiç olduğunu anladığımda on dokuz yaşındaydım henüz.

Bildiğim çok iyi bir şey vardı. İnsan, yalnızca teninin üzerinde değil teninin altındaki her şeyle de yaralanırdı. Deri yüzeyindeki bir kesik iyileşir, bir yaranın sızısı geçer, bir morluk solardı ama ruhtaki kırıklar derinlerde yankılanmaya devam ederdi. Onları görmek mümkün değildi ama hissetmemek de imkânsızdı.

Yirmi üç yaşındaydım ve içimde büyüyen soğukluk beni fiziksel acılara karşı bağışık hâle getirmişti. Artık fiziksel yaraların korkutuculuğu yoktu benim için. Soğuğun bıçak gibi keskinliği, kanayan bir yaranın yakıcılığı ya da bir darbenin sertliği… Hepsi gelip geçici şeylerdi ama içimde, tenimin altında bir yerlerde her zaman sızlayan bir başka yara vardı.

Beni asıl yoran, geçmişin yankısıydı.

Hiç kapanmayan bir kapı gibi rüzgâr her estiğinde gıcırdayan bir hatıraydı bu.

Görmediğim yüzlerin, duymadığım seslerin, sormaya cesaret edemediğim soruların yarattığı bir eksiklikti. Bu eksiklik ruhumda bir buz tabakası gibi yer etmişti ve bu buz tabakası derinlere indikçe kemiklerime kadar hissedilen bir ağırlık yaratıyordu.

İçimdeki bu soğukluk, beni dışımdaki acılara karşı koruyordu belki de. Her şey gibi bu da bir savunma mekanizmasıydı. Gerçek acıyı biliyordum. Ruhumun derinliklerine işleyen, kök salan, beni yıllardır susturan acıyı...

Birkaç adım atıp gölün kıyısındaki eski bir ağacın altına geldim, ağacın kabuğundaki çatlaklara ellerimi yasladım. Bu ağaç yıllar boyunca burada durmuştu. Yağan karı, esen rüzgârı, kopan fırtınayı görmüş ama yine de ayakta kalmıştı. Ona imrenerek baktım. İnsanlar neden bir ağaç kadar sabit, bir ağaç kadar dayanıklı olamıyordu?

Biz neden en ufak bir rüzgârda yıkılacak gibi hissediyorduk?

“Dayanıklı değil misin?” diye kendi kendime mırıldandım. Sorumu cevapsız bıraktım. Zaten cevabını biliyordum. Yaşadığım her şeyin ardından hâlâ ayaktaydım. Bu, bir şekilde dayanıklı olduğumu göstermiyor muydu?

“Daha ne kadar eksi beş derecede kıyafetlerin olmadan göle girip duracaksın?”

Aniden duyulan sesle irkildim, hızla arkamı döndüm ve kollarını göğsünde bağlamış bir halde bana bakan Alois’e baktım. Üzerinde kalın bir mont, boynunda atkı ve kafasında şapka vardı. Her zaman özenle şekil verdiği saçlarını şapkasının içine hapsetmişti.

Kaşlarımı çatıp dudaklarımı sıkıca bastırdım, konuşmadan önce derin bir nefes almayı tercih ettim. “Beni takip ettiğini tahmin etmeliydim,” dedim soğuk bir tavırla. Gözlerim istemsizce ayakkabılarının altındaki karı ezip geçişine takıldı.

“Takip etmeme gerek yok. Nerede olacağını tahmin etmek zor değil. Buse, gerçekten merak ediyorum. Daha ne kadar bunu yapmaya devam edeceksin?”

Gözlerimi devirdim ve omuz silktim. “Ölmediğim sürece her kış. Kafamı dinliyorum, iyi geliyor.”

“Eksi beş derecede göle girerek mi kafa dinliyorsun? Üstelik sadece iç çamaşırlarınla...” Sözünü yarıda kesti. Birkaç adım daha yaklaşıp montunun fermuarını açtı. “Donmak üzere olabilirsin ve farkında bile değilsin. Giy şunu.” Montunu omzuma atmaya çalıştı ama ellerimle durdurdum.

“Alois,” dedim sertçe. “İyiyim.”

“İyi değilsin,” diye karşılık verdi hemen. Gözleri benimkilere kilitlenmişti. “Her zaman böyle yapıyorsun. Kendi sınırlarını test ediyorsun ama neden? Kime bir şey kanıtlamaya çalışıyorsun, Buse?”

Cayır cayır yanan ruhumu söndürmeye çalışıyordum.

“Bilmem. Ne önemi var?”

Kaşları daha da çatıldı. “Bir şeylerin önemi var, Buse. Özellikle de senin bir önemin var. Bunu görmüyor musun?”

“Alois… bu göle geldiğimde tek başıma kalmak istediğimi en iyi bilen kişi senken neden beni rahatsız ediyorsun şu an? Git artık.”

Söylediklerimden etkilenmemiş gibi görünüyordu. “Bunu en iyi bilen kişi ben olduğum için hoşuma gitmiyor zaten davranışların.”

Derin bir nefes alarak gözlerimi yeniden devirdim. “Kendime zarar mı veriyorum? Göle girip çıkıyorum diye dünyan mı yıkıldı ya da ne bileyim uykularını mı kaçırdım? Lütfen, gider misin?”

Alois’i görmezden gelip yerde olan sigara paketini aldım ve içinden bir dal çıkarıp dudaklarıma yerleştirdim. Akabinde sigarayı yaktım ve zehri içime çekerek dumanı havaya doğru üfledim.

Bir çift yeşil gözün etkisi altındaydım.

“İçtiğin şeyin sesine zarar verdiğinin farkında mısın?”

“Bedenime zarar verdiğinin de farkındayım.”

“Neden içiyorsun o zaman ısrarla? Buse, yıllar geçti üzerinden bazı şeylerin. Başarılısın, çok başarılısın. Şarkıcı oldun farkında mısın? Kendine daha iyi bakmak yerine kendini zehirliyorsun.”

Harelerimi Alois’e çevirirken baygın bir bakış attım. “Bu konuşmalarını binden fazla duydum. Susmayı da dene. Acaba seni menajerim yaparak hata mı yaptım? Gerçekten bazen düşünmüyor değilim.”

“Beni menajerin yapma sebebin Türkçe bilmemdi zaten. Özel birisi olarak seçilmedim.”

Dediğine sırıttım, sigarayı son kez çektikten sonra yere atıp sönmesini sağladım. “Tamam, şimdi gidebilirsin.”

“Seni düşünüyorum, Buse. Ama sen hep burnunun dikine gidiyorsun.”

“E doğru yoldayım.”

“Buse!”

Alois’in sesi sertleştiğinde istemsizce ona doğru döndüm. Yüzündeki endişeyi fark edebiliyordum ama benim için gereksiz endişeleniyordu. Kimsenin sevgisine, endişesine, beni düşünmesine ihtiyacım yoktu çünkü. Ben, tek tabancaydım. Öyle de devam edecektim.

Gözlerimi devirdim ve kollarımı göğsümde birleştirdim. “Beni uyarmaktan başka bir işin yok mu senin?”

Her zamanki ciddiyetiyle kaşlarını çattı, bir adım bana doğru yaklaştı. “Seni uyarmak zorundayım çünkü bazen kendine hiç değer vermiyorsun.”

“Bana ne yapacağımı söyleyemezsin, Alois,” dedim sırtımı ona dönerek ve bu ormanlık alandan çıkmak üzere yürümeye başladım. “Kendi hayatımın iplerini ben tutuyorum. Evet, bazen hatalar yapıyorum ama bu benim meselem. Senin değil.”

Ayak seslerini arkamda duydum. “Hayır, Buse,” dedi bu sefer daha yumuşak bir sesle. “Senin meselen benim de meselem sayılır. Ben senin sağ kolunum, bunu hiçbir zaman unutma.”

“Sadece sol kolumla da devam edebilirim.”

“Buse…”

Adımlarımı durdurup Alois’e baktım. Beni zorlamasına her zaman sinir oluyordum ama aynı zamanda beni bu kadar umursadığını bilmek… bilmiyorum, garip geliyordu.

“Alois,” dedim derin bir nefes alarak. “Beni bu kadar düşünmeyi bırak artık.”

“Bu sene Türkiye’ye dönmen gerekiyor.”

Yürümeye devam ederken dediğini çok da umursamamıştım. Çünkü böyle bir şey olmayacaktı. “Sebep?”

“Konser, Buse. Konser takvimin. Bir anda parladın ve insanlar senin konserine katılmayı dört gözle bekliyor.”

Duraksadım.

Ben, yaşadığım topraklardan kaçıp kendimi hiç bilmediğim bir yerde bulmuştum. Hayatımı yeniden inşa etmiş, küllerimden yeniden doğmuştum. Ara ara Türkiye’ye gidiyor, birkaç gün kalıp geri Zürih’e dönüyordum. Benim hayatım artık burasıydı, buradan ibaretti. Son bir yıldır da Türkiye’ye hiç gitmemiştim.

“Gitmeyeceğim,” dedim düşüncelerimden sıyrılırken. “Oraya gitme sebebimin ne olduğunu çok iyi biliyorsun. Konser vermek değil amacım, olmayacak da.”

“Biliyorum. Ama ne kadar kaçmaya çalışırsan çalış orası senin bir parçan. Ne kadar uzakta olursan ol o topraklar seni hep çağırıyor olacak. Kendi ruhunun yankısını duymuyor musun?”

Başımı öne eğdim, dudaklarımı sıkıca birbirine bastırdım.

Alois yanıma geldi, gözlerimin içine baktı. Üzerindeki montu çıkarıp üzerime geçirdikten sonra fermuarını çekti ve beni geride bırakarak yürümeye başladı. Ben de peşinden ilerledim. “Buse… seni bu kadar seven, seni örnek alan insanları neden görmezden geliyorsun? Sahip olduğun sesi neden saklıyorsun? Türkiye’ye gitmek senin için bir kapanış değil aksine daha da güzel bir başlangıç olabilir. Kariyerini sınırlandıramazsın.”

“Benim başlangıcım burası, Alois.”

“Hayır. Senin başlangıcın orası ve asıl hikâyenin bir parçası. Ve hiçbir hikâye yarım kalmayı hak etmez.”

Sırılsıklam saçlarım soğuk rüzgârla dans ediyordu.

“Alois, bu konuşma burada sona eriyor.” Montunu üzerimden çıkarıp ona doğru uzattım. “Ben eve gidiyorum, sen de eve gidiyorsun. Mümkünse birkaç gün görüşmeyelim.”

Alois montu alırken kaşlarını çatmıştı ama bir şey söylemedi. Ya gözlerimdeki kararlılığı görmüştü ya da konuşmanın devamının faydasız olduğunu anlamıştı. O ne düşündüyse umursamıyordum. Sadece buradan uzaklaşmak, yalnız kalmak istiyordum.

Arkamı dönüp hızlı adımlarla eve doğru yürümeye başladım. Soğuk rüzgâr cildimi kesiyor, kar taneleri yüzüme yapışıyordu. Alois’in sesini geride bırakarak sokağın sessizliğine sığındım.

Eve vardığımda vakit kaybetmeden banyoya geçtim ve küvetin dolması adına sıcak suyu açtım. Üzerime yapışan kıyafetleri bir çırpıda çıkardım ve kirli sepetinin kenarına koydum.

Bir an durup aynaya baktım.

Değişmiştim.

Ruhsal açıdan da fiziksel açıdan da değişmiştim.

Suyun tamamen dolduğunu fark ettiğimde küvete doğru ilerledim, bedenimi sıcak suya teslim ettim. Sıcaklığın tenime dokunmasıyla içime bir rahatlama dalgası yayıldı. Yavaşça suyun içine gömüldüm, kafamı arkaya yaslayarak gözlerimi kapattım. Su beni sarıp sarmalarken kendimi enerji topluyormuşum gibi hissediyordum. Bir süre hareketsiz kaldım. Ardından gözlerimi usulca açtım, saçlarımı ve vücudumu suyun altında nazikçe yıkadım.

Küvetten çıkıp yere ayak bastığımda soğuk yüzeyi hissedince bir anlığına irkildim, hemen dolaptan kalın bir bornoz alarak üzerime geçirdim. Bornozumun kuşağını sıkıca bağlayıp mutfağa geçtim. Bir şeyler yemek istiyordum ama iştahım yoktu. Yine de midemin boşluğunu doldurmak adına hızlıca bir kâse meyveli yoğurt ve birkaç dilim ekmek hazırladım.

Yemek masasına oturup sessizce lokmalarımı çiğnerken pencereden dışarı baktım. Kar hâlâ yağıyordu. Beyaz örtü, sokak lambalarının turuncu ışığında parıldıyordu ve bu manzara bir şekilde içimde huzur uyandırıyordu.

Karnımı doyurduktan sonra salona geçip koltuğa oturdum. Biraz kitap okumak istiyordum ama kitaplara dokunacak enerjiyi bile bulamıyordum. Son günlerde hayatın günlük temposu beni yoruyordu. Aslında bu yorgunluk bedenime iyi geliyordu çünkü bir şeyler beni yorduğu zaman saçma sapan şeyleri düşünmeye vaktim kalmıyordu. Albüm çalışmaları ve koşturmacalar zihnimi meşgul etmek için mükemmel bir bahaneydi. Kendimi yorduğumda içimdeki boşlukla yüzleşmek zorunda kalmıyordum.

Ama bu akşam farklıydı.

Sanki yorgunluğum bile düşüncelerimi susturmaya yetmiyordu.

Koltuğa biraz daha yayıldım, başımı yaslayıp gözlerimi kapattım.

Tam kendimi toparlamaya çalışırken birden elektrikler kesildi, etraf zifiri karanlığa gömüldü. Gözlerimi açtığımda yalnızca pencereden içeri giren turuncu ışığı görebiliyordum. Hafifçe doğrulup etrafıma bakındım.

Ayağa kalkıp odama doğru ilerledim ve telefonumu bulup fenerini açtım. Karanlıkta durmayı sevmezdim, bu yüzden dışarı çıkacaktım. Üzerimi değiştirmeden önce pencereden yağan kara baktım. Beyaz taneler sokak lambalarının ışığında parıldıyor, sanki bir tablo gibi kusursuz bir görüntü sunuyordu.

Dolabın önüne geçtim ve üzerimdeki bornozu çıkarıp yatağıma fırlattıktan sonra iç çamaşırlarımı giydim. Akabinde kalın, yünlü bir kazak ile taytımı üzerime geçirdim. Saçlarım ıslaktı ve kurutamayacaktım maalesef. Bu yüzden yeşil renkli beremi kafama takarak kulaklarımı kapattım. Montumu da giydikten sonra başka yapabileceğim bir şeyim kalmamıştı.

Botlarımı giyip anahtarımı cebime attıktan sonra kapıyı kapatıp sokağa çıktım. Kar ayaklarımın altında çıtırdıyor, sokak lambalarının altındaki kristal gibi parıltısıyla adeta bir masal diyarını andırıyordu. Zürih’in sessiz ve sakin sokakları karla kaplandığında her zamankinden daha büyülü görünüyordu. Hafifçe gülümsedim. Uzun zamandır içimde böylesine bir huzur hissetmemiştim.

Bir an duraksadım ve etrafa baktım. Gözümün önünde bembeyaz örtüyle kaplanmış tertemiz bir zemin vardı. Dayanamadım, kollarımı iki yana açıp kendimi yumuşacık karların üzerine bıraktım. Ellerimi ve ayaklarımı hareket ettirerek bir kar meleği yaptım. Sonra oturup yanı başıma adımı yazdım, büyük harflerle ve dikkatlice; BUSE.

Yazdığım isimle karın saf beyazlığı arasında garip bir tezat vardı ama bu beni daha çok gülümsetmişti.

Sessizliği bozan bir patlama sesiyle irkildiğimde harelerimi yazdığım yazıdan alıp gökyüzüne çevirdim. Bir anlık sessizlikten sonra başka bir patlama duyuldu, ardından bir tane daha… Ve sonra gökyüzü birdenbire ışıkla doldu.

Rengârenk havai fişekler karanlığı bir tuval gibi kullanarak sanatsal bir gösteriye başladı. Önce altın sarısı kıvılcımlar bir çiçek gibi açıldı, ardından zümrüt yeşili ve safir mavisi ışıklar birbirine karıştı. Kırmızı ve mor renkler adeta gökyüzünde dans ediyor, her patlama bir öncekinden daha görkemli bir şekil oluşturuyordu.

En büyüleyici olanıysa bir grup havai fişeğin aynı anda patlayıp bir yıldız yağmuru gibi aşağı doğru süzülmesiydi. Gökyüzüne hayranlıkla bakarken kalbim coşkuyla dolmuştu.

Gösterinin sonunda tüm renkler birleşip dev bir patlamayla gökyüzünü aydınlattı, ‘I LOVE YOU’ yazısı gökyüzünü süsledi. Dudaklarıma belli belirsiz bir gülümseme peyda olduğunda ayağa kalktım. Bazı insanlar vardı, gerçekten seviliyorlardı.

Benim aksime.

Adımlarım beni sokağın ilerisine doğru sürüklerken, ellerimi montumun ceplerine sokmuştum. Soğuk havanın yanaklarımı kızartışını hissediyordum. Tam köşeyi dönmüştüm ki bir anda karşımda bir kalabalık belirdi. Sokağın tam ortasında, ışıklarla süslenmiş bir alanın içinde bir grup insan… Yaklaştıkça fark ettiğim şey ellerindeki küçük hoparlörden yükselen melodinin bana ait olmasıydı.

Bu, benim şarkımdı.

Bir an neye uğradığımı şaşırdım. İnsanlar karın altında sanki dünyadaki en keyifli anı yaşıyorlarmış gibi dans ediyorlardı. Kendi yazdığım sözlerin havada süzülüşünü izledim. Ritme eşlik eden adımları, gülümseyen yüzleri… Şarkım bir yaşam bulmuştu, benden bağımsız bir hikâye yazıyordu.

Kalabalığın içinden biri beni fark ettiğinde her şey bir anda değişti. Önce bir sessizlik oldu. Hoparlörden yayılan melodim havada asılı kaldı, herkesin bakışları bana döndü. Ardından sessizlik, yerini şaşkınlık ve heyecanın karıştığı bir uğultuya bıraktı.

“Bu… Buse değil mi?” diye bir çığlık koptu. Almanca konuşuyorlardı. Sarışın bir kadın kalabalığın içinden sıyrılıp hızlı adımlarla yanıma yaklaştı. Şaşkınlıkla kaskatı kesilmiş bir halde duruyordum. “Buse! Sen gerçek misin?” diye bağırdı. Sesi bir yandan sevinçle titrerken bir yandan inanamıyordu.

Herkes coşkuyla hareketlenmeye başladı. Beni fark edenler birbirlerine işaret ediyor, fotoğraflar çekmek için telefonlarına sarılıyorlardı. “Buse burada! Bu şarkıyı besteleyen kişi!”

Sözler kulaklarımda yankılanıyordu.

“Bu senin şarkın!” dedi bir başkası. Gözleri parlıyordu. “Ne kadar güzel bir şarkı! Lütfen… Lütfen canlı söyler misin?”

Bir an ne diyeceğimi bilemedim, şaşkınlıkla etrafıma bakındım. Gözlerimdeki tereddüdü fark etmiş olacaklardı ki beni alkışlarla ve tezahüratlarla cesaretlendirmeye başlamışlardı.

“Lütfen!” dedi küçük, tatlı bir kız çocuğu. Yüzü kar taneleriyle aydınlanmıştı.

Derin bir nefes aldım, yüzümde istemsiz bir gülümseme belirdi. Başımı salladım ve hoparlörün yanına doğru yürüdüm. Biri telefonundan müziği durdurdu. Kalabalığın içindeki heyecan soğuk havayı bile ısıtacak kadar yoğundu.

Kar taneleri üzerime düşerken gözlerimi kapattım ve ilk nakaratı söylemeye başladım. Sesim, sokağın taş duvarlarından yankılanarak yükseldi. Kalabalık bir anda sessizleşti, sadece şarkımın notaları havayı doldurmaya başladı. Bu insanlar benim şarkımla bağ kurmuşlardı. Müziğin ne kadar güçlü bir şey olduğunu bir kez daha anlamıştım.

Şarkı bittiğinde birkaç saniye boyunca herkes sessiz kaldı. Akabinde büyük bir alkış koptu ve coşkuyla patladılar. “Buse! Harikaydın!” diye bağırıyorlardı. Çok geçmeden beni kalabalığın tam ortasına çekiştirdiler. Biri elime bir çan tutuşturdu, diğeri beni döndürdü. Kahkahalar havaya karıştı. Kar taneleri üzerimize düşerken deli gibi dans ediyorduk.

Kendimi her şeyden soyutladığım saniyelerdeydim.

Dansın ritmine kendimi kaptırmışken birden bir elin omzuma hafifçe dokunduğunu hissettim. Küçük bir hareketti ama durmuştum. Başımı çevirdim, karşımda duran genç kıza baktım. Uzun, dümdüz kumral saçları omuzlarına düşüyordu. Yüzündeki gülümseme sıcacıktı. Gözleri ise…

O gözler.

Bir an için nefesim kesildi. Gözlerimi kıstım, kalbim çılgınca çarpmaya başladı. “Beril?” dedim fısıltıyla.

Ama gerçek olamazdı. O burada olamazdı.

Genç kız bir şeyler söylüyordu ama kelimeler kulaklarıma ulaşmıyordu. Zaman durmuştu. Kar taneleri havada asılı kalmış, tüm dünya sessizliğe bürünmüştü. Beril’in yüzü, çocukluk anılarımın bulanık resimleri arasında şekilleniyordu.

Beril, üzerindeki renkli montuyla karda koşturuyordu. Her defasında düştüğünde kahkahalar atıyor, karları avuçlayıp yüzüme doğru fırlatıyordu. “Buse, yakala beni!” diye çığlık atarak kar tepelerinin ardına saklandığında, küçük ellerimle kar topu yaptım ve koşarak Beril’i bulmaya çalıştım.

Ayak izleri karın üzerine bırakılmış oyun dolu bir harita gibiydi. O izleri takip ederken Beril’in kahkahaları yankılanıyordu. Kimi zaman önümde, kimi zaman uzak bir köşeden geliyordu sesi.

Sanki bir masal dünyasında saklambaç oynuyorduk.

“Beni yakalayamazsın!” diye bağırdı. Sesinin geldiği yöne doğru koştum ama Beril her zaman bir adım ötemdeydi. Minicik bedeniyle o kadar çevik hareket ediyordu ki ona yetişmek neredeyse imkânsızdı.

Sonunda saklandığını düşündüğüm yere doğru bir kar topu fırlattım. Ancak o anda Beril tepenin ardından aniden çıktı ve kendi yaptığı kar topunu yüzüme doğru attı. “Seni kandırdım!” dedi yine gülerek.

Kar yüzümde erirken şaşkınlıkla onu izliyordum.

Bir süre sonra annem elinde bir termosla yanımıza geldi. “Hadi bakalım, üşüyen var mı? Biraz sıcak çikolata içmeye ne dersiniz?” Beril koşa koşa yanımıza geldi ve o küçük ellerini termosun kapağına sararak sıcak çikolatasını yudumladı. Ardından, “Anne, Buse beni yakalayamadı! Çok hızlıyım değil mi?” diye sordu.

Ona gülerken, “Bir gün seni yakalayacağım Beril,” dedim.

“Beceriksizsin!”

Öyleydim.

O gün hiç gelmemişti.

Omzumdaki elin sıcaklığı beni geri çekti. Beril sandığım genç kız hâlâ gülümsüyordu. Ama o Beril değildi. Bunun bir yanılsama olduğunu bilmek içimde bir ağırlık bıraktı.

“İyi misin?”

Soruyu algıladığımda gözlerimi boşluktan alıp kıza çevirdim, iyiyim anlamında başımı salladım. Endişeli bir ifadeyle bana bakıyordu. Neden bu kadar kardeşime benziyordu?

“Sadece fotoğraf çekinmek istemiştim.”

Kıza tebessüm ettim ve “Tabii ki,” diyerek karşılık verdim. Ardından telefonunu çıkardı ve birkaç tane fotoğrafımızı çekti. Mutluluğu gözlerine yansırken sessizce kalabalıktan uzaklaştım ve eve doğru adımladım.

Bahçeye geldiğimde evin ışığı yanıyordu. Çıkarken lambayı kapatmamıştım. Cebimden anahtarımı çıkardım ve kapıyı açtıktan sonra evin içine girdim. Birkaç dakika üzerimi çıkarmadan ısındım, ardından üzerimdekileri çıkarıp yalnızca tayt ve sutyenimle kaldım.

Evin içi fazla sıcak olduğu için kazak beni bunaltıyordu.

Odaya geçip daha rahat şeyler giymek adına hareketlendiğimde kapı çalınca yönümü değiştirdim, gözetleme deliğine bakmadan kapıyı açtım. Benim kapımı Dina ve Alois’ten başka çalacak kimse yoktu çünkü.

Dina’nın ela hareleriyle bakışırken herhangi bir şey demeden tekrardan odama yöneldim. Kapıyı kapatıp peşimden geldi. Dolabımı açıp üzerime bir tişört geçirirken altımdaki taytı çıkardım ve ince şortumu giydim.

Dina’nın üzerindeki kalın kazağa bakarken tek kaşım havalandı. “O kazakla yanmıyor musun?”

“O şortla üşümüyor musun?”

“Dina, komşumsun ve bu evlerin ısı dereceleri aynı. Nasıl oluyor da ben yanarken sen üşüyorsun?”

Dina, kollarını göğsünde birleştirerek bana meydan okurcasına baktı. “Buse, bu tamamen metabolizma meselesi. Benimki seninkinden daha hassas. Sen kutuplarda bile üşümeyecek bir türsün sanırım.”

Gözlerimi devirdim. “Evet, kutup ayısı olduğumu unutmuşum.”

Dina kıkırdadı ve yatağa oturdu. “Şaka bir yana… sen gerçekten neden üşümüyorsun? Sabahları çıplak bir şekilde göle giriyorsun, akşam yine incecik kıyafetlerle geziyorsun. İnsan gibi bir battaniye alıp keyif yapmayı düşünemez misin?”

Dolabımı kapatıp ona döndüm. “Düşünüyorum ama sonra aklıma battaniyeyle kendimi saracak kadar sakin bir hayatım olmadığı geliyor.”

Başını yana eğip beni inceledi. “Sakin bir hayat istemiyorsun ki zaten. Sürekli bir şeylerle meşgul olmayı seviyorsun. Hatta işlerin bittiğinde kendine iş yaratıyorsun. Doğru mu, yanlış mı?”

Bir an durdum, sonra omuz silktim. “Bilmiyorum, Dina. Belki de böyle olmak zorundayım.”

“Hayır, zorunda değilsin,” dedi yumuşak bir sesle. “Ama bazen yavaşlamak iyidir, Buse. Biraz durup kendine zaman tanımalısın.”

“Neden geldin?”

Gereksiz sohbetleri sevmiyordum artık. Her ne olacaksa kısa kesilmesini, direkt konuya giriş yapılmasını bekliyordum.

“Bir kart geldi sana. Evde olmadığın için ben aldım, onu getirdim.” Ardından pantolonunun cebine sıkıştırdığı kartı çıkardı ve bana doğru uzattı. Ne olduğunu bilmediğim karta kısa bir bakış atarken kartı Dina’nın parmaklarının arasından aldım. Gözlerim zarif yazılarla süslenmiş kartı taradı, ardından üzerinde yazılanları sessiz bir şekilde okumaya başladım.

Canım Buse'm,

Bunları yazarken ne kadar heyecanlı olduğumu bilemezsin!

Güzeller güzeli arkadaşım, bir tanem. Deniz gözlü arkadaşın mutluluğunu pekiştirmek uğruna bir adım daha atıyor artık. Nişanlanıyorum! Ve bu özel günümde senin de yanımda olmanı istiyorum. Son bir yıldır hiç gelmedin. Çok da uzun bir süre değil ama ben seni çok özledim, Buse.

Geleceğini biliyorum.

Lütfen en güzel elbiseni şimdiden hazırla. Çünkü yalnızca iki günün var. Seni seviyorum.
-Melis

***

Valizimin çıkardığı tıkırtılar nihayet kesildiğinde, bir yıldır uğrayamadığım ama son dört yıldır Türkiye’ye her gelişimde kaldığım eve baktım. İzmir’in havası, Zürih’e oranla oldukça sıcaktı.

Kar yoktu, kasvetli hava yoktu. Aydınlıktı, ferahtı.

Ama benim içimi karartıyordu.

Parmaklarımın arasında tuttuğum sigarayı son bir kez daha ölmek istercesine içime çekerken dumanını gözlerime doğru üfledim. Dibine geldiğim sigaranın izmaritini sert zeminde söndürdüm, derin bir nefes aldım ve evin kapısına doğru adımladım.

Dudaklarıma, yapabildiğimin en iyisini yaparak samimi bir gülümseme yerleştirdim. Çantamdan çoktan hazırladığım anahtarı çıkarıp kilide yerleştirdim ve kapıyı sessizce araladım. İçeri girer girmez kapıyı dikkatlice kapattım ve valizlerimi kenara bıraktım. Evin sıcak atmosferine alışmaya çalışırken merdivenin başında beliren Gaye’nin şaşkın bakışlarıyla karşılaştım.

“Buse Hanım, hoş geldiniz!” dedi telaşla. “Neden kapıyı çalmadınız? Ben açardım. Geleceğinizi de haber vermediniz. Hazırlık yapmamış...”

“Gaye… Gaye… Sakin ol,” diye araya girdim elimi yatıştırıcı bir şekilde kaldırarak. “Ani bir kararla geldim. Melis nişanlanıyor daha doğrusu. Size de sürpriz yapmak istedim, o yüzden haber vermedim. Kapıyı da çalmadım ki bu sürpriz bozulmasın. Odasında mı?”

“Odasında, efendim,” dedi. Sesi biraz toparlanmıştı ama hâlâ şaşkınlığını gizleyemiyordu.

Gaye’nin teşekkür etmeme fırsat vermeden ona gülümsedim ve başımı sallayarak merdivenlere yöneldim. Üst kata çıktıktan sonra beyaz kapının önüne geldim ve kapıyı iki kere tıklattıktan sonra odanın içine girdim, mırıldanmaya başladım.

“Tavşanım tavşanım minik minik tavşanım…

Ayağında patikleri eskimiş eskimiş tavşanım ağlar…

Tavşan bana baksana tiki tiki yapsana…

Tilki amca geliyor, çabucak kaçsana…”

Mırıldandığım şarkıyı usulca bitirdiğimde pencereden dışarıya bakan küçük kız kardeşim başını bana çevirdi, büyük bir şaşkınlık ve heyecanla, “Abla!” diye bağırdı. Oturduğu yerden kalkıp koşarak boynuma atladı. Küçük bedenini sıkıca kavradım ve bir sürü öpücük kondurdum yanaklarına, saçlarına…

“Abla, seni çok özledim. Neden bir yıldır hiç gelmedin yanıma? Yoksa… başka kardeş mi buldun kendine? Artık beni sevmiyor musun?”

Bu sözler beni güldürmek yerine kaşlarımın çatılmasına sebep olmuştu. Başımı hafifçe geriye attım ve Evrim’in yüzüne baktım. “Öyle şey olur mu bebeğim? Ablan sadece çok yoğundu, o yüzden yanına gelemedi. Hepsini telafi edecek. Hem… sana gelirken neler neler aldığımı merak etmiyor musun!”

“Ediyorum!” diye heyecanla bağırdı. “Biliyor musun abla… Sana anlatacak o kadar çok şey var ki! Çok heyecanlandım. Hadi aşağı inelim. Gaye Abla kek yapmıştı, ondan yiyelim. Abla! Bu kez daha çok kalacaksın değil mi? Hemen gitmeyeceksin?”

Keşke seni de yanıma alabilseydim.

“Belli değil,” dedim umutlarını tamamen kırmamak için. Ardından yavaş adımlarla aşağıya indim ve salona geçip Evrim’i dikkatlice koltuğa yerleştirdim. Üzerine yumuşak bir örtü örttüm, ben de yanına oturdum. Gaye’ye seslendim, sesim evin sıcak sessizliğinde yankılandı. Çok geçmeden mutfağın kapısından göründü.

“Buyurun, Buse Hanım,” dedi her zamanki nazik tonuyla.

“Bize birer dilim kek ve birer bardak süt getirir misin?”

“Hemen getiriyorum. Başka bir isteğiniz var mı?”

Cevap vermeden önce başımı Evrim’e çevirdim. O, ince bir mırıltıyla, “Yok, abla,” dedi. Bunun üzerine Gaye gülümseyerek yanımızdan ayrıldı. Evrim’i kollarımın arasına alıp saçlarını okşamaya başladım. Saçları yumuşak ve inceydi, tıpkı kendisi gibi. Parmaklarım saçlarının arasında gezinirken, kollarımın içinde huzur bulmuş görünüyordu.

Aramızdaki sessizlik aniden Evrim’in kıpırdanmasıyla bozuldu. Başını kaldırıp gözlerimin içine baktı. Masum bakışları her zaman olduğu gibi tüm dikkatimi üzerinde topladı.

“Abla,” dedi çekingen ama bir o kadar da neşeli bir tonla. “Biliyor musun… o abi de senin gibi saçlarımı okşuyor ve ben hep seni hatırlayıp mutlu oluyorum. Tıpkı sen yanımdaymışsın gibi hissettiriyor bana.”

Kaşlarım hafifçe çatıldı. Yüzümde beliren merakı gizlemeye çalışarak, “O abi dediğin kim, Evrim?” diye sordum.

Evrim omuzlarını hafifçe silkerek dudaklarını büzdü. “Adını bilmiyorum ama onu çok seviyorum. Benimle sanki bir bebekmişim gibi ilgileniyor. Bugün gelmediği için ona kızdım ama. Dün de gelmedi. Konuşmayacağım onunla bir süre.”

Evrim’in bu kadar yakın hissettiği biriyle tanışmamış olmam tuhaftı.

“Ne zamanlar geliyor bu abi?”

“Son bir yıldır her gün. Benimle birlikte kalıyor ama iki gündür gelmiyor… yoksa o da mı beni bırakıp gitti senin gibi?”

Bu sözler kalbime bir hançer gibi saplandı.

Evrim’in masum cümlelerinde saklı olan derin yalnızlık beni boğacak gibiydi. Ona sarılıp saçlarını okşadım, kendimi toparlamaya çalışarak, “Hayır, prensesim,” dedim yumuşak bir sesle. “Seni kimse bırakıp gitmez. Hele ben asla...”

“Gerçekten mi?”

Gözlerimle onayladım, saçlarında dudaklarımı bastırdım. Evrim, kollarımı bırakarak biraz geri çekildi. Yüzündeki hüzün yavaş yavaş yerini bir tebessüme bırakırken, “Benimle oyun da oynuyor,” diye devam etti konuşmasına. “Bana masallar anlatıyor. Hatta bir masalı o kadar çok tekrarladı ki artık ezberledim.”

“Hmm, neymiş bu masal? Bana da anlatmak ister misin?”

“Çok eski zamanlarda, küçük bir şehirde güzelleri güzeli bir Prenses yaşarmış. O kadar güzelmiş ki bu Prenses, gören herkes ona âşık olurmuş. Bir gün Prens canı sıkıldığı için saraydan çıkmış, kendini sokaklara atmış. Nereye gittiğini bile bilmeden dolaşırken Prensesle karşılaşmış. Onun ismini çok duyarmış ama bugüne kadar hiç de görmemiş. Prensesin hafif uzun, düz kahverengi saçları varmış. Gözleri de saçları gibi kahverengi, cildi bembeyazmış. Tıpkı bir meleğe benziyormuş. Orada âşık olmuş Prensese. Prensesi her gün görebilmek için dışarı çıkıyor, onu görmeden evine gitmiyormuş.”

Gaye elinde tepsi ile yanımıza geldiğinde Evrim sustu, yayıldığı koltuktan hafifçe doğruldu. Hafif kenara kayıp ortada boşluk bıraktım ve Gaye tepsiyi ortamıza koydu. “Afiyet olsun,” dedi küçük bir selam niteliğinde.

Evrim gözlerini kocaman açtı, hiç vakit kaybetmeden kekten küçük bir ısırık alıp çiğnemeye başladı. “Abla, bu kek en sevdiğim kek biliyor musun? Hadi sen de ye!” Evrim’in uzattığı kekten küçük bir ısırık aldım ve arkama yaslandım.

“Masalın devamını dinlemek için sabırsızlanıyorum!”

Evrim gülümsedi, gözlerinde hafif bir hüzünle devam etti. “Prens, Prensesi çok sevmiş ama Prenses ona hiç dikkat etmiyormuş. Çünkü Prensesin kalbi başka birine aitmiş. Ama Prens, Prensesi o kadar çok sevmiş ki sonunda bir gün Prenses de ona âşık olmuş. Ama…” Evrim durakladı, gözleri belirsiz bir şekilde kararmıştı. “Ama Prens, Prensesi çok sevmesine rağmen onu bir gün terk etmiş. Prenses her gün ağlamış ama Prens bir daha dönmemiş. Çünkü bunu yapmak zorundaymış. Eğer geri dönerse, Prensesin başına zarar geleceğini biliyormuş.”

“Abin sana daha güzel bir masal anlatamamış mı Evrim?”

“Abla, bitmedi daha. Prenses her ne kadar Prens’in neden gittiğini anlamasa da onu affetmekten hiç vazgeçmemiş. Kalbinde hep bir umut taşımış. Yıllar geçmiş, Prenses, Prens’i unutmamış ama hayatına devam etmek zorunda kalmış. Bir gün, sessiz bir kış akşamında Prensesin yaşadığı sarayın bahçesine bir yabancı gelmiş. Prenses pencereden dışarı baktığında onu görmüş. Kalbi yerinden fırlayacak gibi olurken koşarak yanına gitmiş ama tamamen yaklaşamamış.

Prens yavaşça diz çökmüş ve ellerini karla kaplı toprağa koymuş. “Prenses...” diye fısıldamış. “Seni korumak için gittim. Ama seni sevmekten asla vazgeçmedim. Geri dönmek için çok geç mi?”

Prensesin gözlerinden yaşlar süzülmüş. Ona doğru bir adım atmış. “Neden şimdi? Neden bu kadar zaman sonra?”

Prens, gözlerinde yılların acısını ve pişmanlığını taşıyarak başını kaldırmış, “Çünkü artık hiçbir şeyden korkmuyorum,” diye cevap vermiş. “Seni kaybetmek dışında.”

Prenses derin bir nefes almış. Kalbindeki kırgınlık ve özlem birbiriyle çarpışırken bir karar vermesi gerektiğini biliyormuş. Sonunda, “Bu kalp hep senin içindi ama korkuların bizi ayırdı. Şimdi beni tekrar sevmen için sana güvenebilir miyim?” diye sormuş.

Prens, gözlerini Prensesin gözlerine dikmiş, “Her zaman seni sevdim ve hep seveceğim,” demiş. “Bu sefer hiçbir şey bizi ayıramayacak.”

Ve yılların hasreti karların üzerindeki sıcak bir dokunuşla son bulmuş. İkisi sonrasında evlenmişler, iki tane kız çocukları olmuş. Mutlu mesut yaşayıp gitmişler.”

Bu masal neden içimde garip duygular belirmesine sebep olmuştu? Gözlerim boşluğa dalacakken bunu son anda engelledim ve dudaklarımı iki yana kıvırarak Evrim’e baktım. “Çok güzel bir masalmış bir tanem. Abini çok merak ettim şu an.”

“İzmir’e kar yağmadığı için bana özel kar bile yağdırdı biliyor musun?”

Evrim’in sesinde heyecan, benim içimde ise merak vardı. Kardeşim için bu kadar uğraşan kişi kimdi?

Düşüncelerimden arınıp, “Evrim, biraz uyuman gerekiyor güzelim,” diye mırıldandım. Evrim anlayışla başını salladı ve oturduğu yerden kalkarak odasına çıktı. Ben de peşinden ilerleyip üzerini örttüm ve alnını öptükten sonra kapısını kapatıp aşağı indim.

Koltuğun üzerindeki tepsiyi mutfağa götürürken bakışlarım Gaye’ye ilişti. “Evrim’in bahsettiği abi kim Gaye? Ve Altan nerede? Geldiğimden beri onu göremiyorum.”

Gaye masaya bıraktığım tepsiyi alırken, “Evrim’in yeni koruması,” diye cevap verdi. Bir yıl önce babanız tarafından Evrim’in koruması değişti. Ancak bilgileri gizli tutuluyor, sebebini bilmiyorum. İki gündür gelmedi ama muhakkak bir sebebi vardır diye düşünüyorum. Aktan Bey fazlasıyla güveniyor çünkü. Ve Evrim’le bu denli ilgilenmesi Evrim’in de hoşuna gidiyor.”

Gaye’nin sözleri kafamda soruların hızla dolaşmasına sebep oldu. Kimdi bu yeni koruma? Bir an duraksadım. Gaye bulaşıkları makineye yerleştirirken mutfak tezgâhına yaslandım. “Evrim bu korumayla rahat mı gerçekten? Yani, güveniyor mu ona?” diye sordum içimde bir türlü bastıramadığım şüpheyle.

Gaye omuz silkerek, “Bunu açıkça dile getirmiyor ama davranışlarından belli,” dedi. “Aktan Bey’in kararları genelde tartışılmaz, bunu biliyorsunuz. Ve Evrim’in ona itiraz ettiğini hiç görmedim.”

Evrim, henüz yedi yaşındaydı. Biyolojik babamın, ikinci eşinden olan kızıydı ve kalp hastasıydı. Biyolojik babamın başında olaylar vardı. Bitmek bilmeyen, tükenmeyen… Bu yüzden Evrim ayrı bir evde tutuluyordu. Kalbinin yorulmaması, aksiyonla karşı karşıya gelmemesi gerekiyordu. Biyolojik babamın başındaki olaylar neydi, kimden korunuyorduk bilmiyordum. Bildiğim tek şey Evrim’i kardeşim olarak kabullenmemdi.

Evrim benim için fazla değerliydi.

Başına zarar gelmesinden en çok korktuğum kişiydi.

Duvardaki saate baktığımda gözlerimi kocaman açtım. Bugün, Melis’in nişanı vardı ve ben daha hazırlanmamıştım. Koşar adımlarla mutfaktan çıktım ve odama geçtim. Gaye çoktan valizlerimi odama taşımıştı bile.

Valizlerimi boşalttıktan sonra duşa girdim ve hızlı bir duş sonrası zaten giymeye karar verdiğim elbiseyi çıkardım. Ve tabii ki kırışmıştı. Odamdan çıkıp Gaye’nin yanına gittim ve elbiseyi ütülemesini rica ettikten sonra makyaj masama oturdum. Makyaj masasına oturur oturmaz gözüm hemen aynanın köşesine iliştirilen küçük bir not kağıdına takıldı. İnce, zarif bir el yazısıyla yazılmıştı.

“Bugün güzel bir gün olacak. Sadece parlamana izin ver.”

Kim yazmıştı bunu?

Evrim olduğunu düşündüm çünkü böyle şeyler yapmayı seviyordu.

Gülümseyerek notu alıp bir köşeye koydum ve aceleyle makyajımı yapmaya başladım. Fondöten, allık, biraz da maskara derken zamanın hızla aktığını fark etmiştim. Makyajımı bitirdiğimde Gaye elbisemi özenle ütülemiş bir şekilde kapının önünde belirdi.

“İşte hazır,” dedi bana uzatırken.

Elbiseyi üzerime geçirip aynanın karşısına geçtiğimde hafif bir huzursuzluk hissettim. “Sence çok mu sade oldu Gaye?”

Gaye beni baştan aşağı süzdü ve yüzünde bir hayranlık ifadesi belirdi. “Tam yerinde, Buse Hanım. Hem zarif hem de çok şık! Bugün herkesi büyüleyeceğinize ben kefilim!”

“Teşekkür ederim,” dedim mırıltıyla. Ardından Gaye odadan çıktı, beni yalnız başıma bıraktı. Üzerimdeki elbiseye yeniden baktım. Koyu vişneye çalan bir kırmızı, v yaka, uzun ama yırtmacı olan bir elbiseydi. Elbiseye bakma işlemim bittikten sonra saçlarımı kuruttum ve basit ama şık bir topuz yaptım. Aksesuarlarımı takıp hazırlanma işlemimi bitirdikten sonra odadan çıktım ve Gaye’nin yanına gittim.

“Ben çıkıyorum, Gaye. Evrim’e göz kulak ol, olur mu?”

“Elbette!”

Tam kapıdan çıkmak üzereyken, “Çok güzelsiniz,” dedi itiraf edercesine. Yüzümü Gaye’ye çevirip gülümsedim ve ardından evden çıktım. Arabaya biner binmez motorun tanıdık mırıltısı kulaklarımı doldurdu. Direksiyona sıkıca sarılıp derin bir nefes aldım.

Yaklaşık bir saatlik bir yolculuğun ardından arabayı Emir’in bahçesine park ettim ve eşyalarımı alarak arabadan indim. İçimde heyecan falan yoktu. Çoğu duygumu kaybetmiştim. Ancak mutluydum. Melis’ti çünkü, en yakın arkadaşımdı, göz bebeğimdi benim.

Onun mutluluğu benim mutluluğumdu.

Kırmızı ruj sürdüğüm dudaklarıma samimi bir gülümseme yerleştirdim ve eve doğru adımlayıp zili çaldım. Çok geçmeden hizmetli olduğunu düşündüğüm birisi tarafından kapı açıldı, topuklularımın çıkardığı sesin beraberinde içeriye yürüdüm.

Hafif bir müzik sesi geliyordu ve fazla kalabalık değildi.

Holü geçip salona doğru ilerlerken zarafetin ve sadeliğin bir arada olduğu o büyüleyici atmosferle karşılaştım. Salonun ortasında beyaz tüllerle çevrelenmiş altın bir çember vardı. Çemberin üzerinde bembeyaz güller ve yeşil yapraklar zarif bir şekilde yerleştirilmişti. Çemberin içinden parlayan, “Better Together” yazısı tüm o romantik havayı tamamlıyordu. Yazının ışığı, odadaki her detaya yumuşak bir sıcaklık katmıştı.

Çemberin hemen önünde beyaz kadife kumaşla kaplanmış iki şık sandalye duruyordu. Sandalyelerin arasında yer alan yuvarlak, dantel detaylı küçük bir sehpa, üzerinde beyaz güller bulunan bir vazo ile süslenmişti. Sehpanın yanı başında üç katlı sade ama etkileyici bir pasta vardı. Pastanın üstündeki altın detaylar salondaki ışıklarla parlayarak zarafeti daha da ön plana çıkarıyordu.

Her şey tam da Melis’in kişiliğine uygun şekilde özenle düşünülmüştü. Ne abartılıydı ne de basitti. Her detay sevgiyle ve zevkle tasarlanmış gibiydi.

Kendimi bir masalın içindeymişim gibi hissetmiştim.

“Yıllanmış şarap gibi olmak nasıl bir duygu anlatsana biraz?”

Sesin geldiği yöne doğru başımı çevirdiğimde Melis’in mavi hareleriyle göz göze geldim, Melis’i baştan aşağı süzdüm. Giydiği lacivert elbise adeta gece, göğün yıldızlarla süslenmiş zarif bir yansıması gibiydi.

Tek omuzluydu ve elbisenin bel kısmında yer alan taş işlemeler ışığın her kıvrımda yansımasıyla dans ediyordu. Sanki yıldız tozunu andırıyordu. Dikkat çekici ama bir o kadar da zarifti. Kumaşın dökümlü yapısı Melis’e prenses havası katmıştı.

Elbisenin alt kısmındaki geniş kesim hem şıklık hem de ihtişamı bir arada sunuyordu.

Hayranlık dolu bakışlarımı Melis’e sıkıca sarılarak bozdum. Melis’e sarılırken bir senenin özlemini bastırdığımı hissediyordum. Bizim ayrı günümüz geçmezken… şu an ne haldeydik? Düşüncelerimden sıyrılıp geriye çekildim ve Melis’in göz alıcı güzelliğine baktım. “Bu soruyu öncelikle kendine sor ve daha sonrasında ise aynaya bak, Melis. O kadar güzelsin ki… Emir bir kez daha şükrediyordur nişanlandığı kıza bakarak.”

Dudakları iki yana doğru kıvrıldı. Ardından, “Buse…” dedi mırıltıyla. “Keşke geri gitmesen. Ben sensiz günümü geçirmedim, ne kadar zorlanıyorum sen olmadan biliyor musun?”

“Ben de seni çok özlüyorum,” dedim sesimdeki kırılganlıkla. “Benim burada kalmamak için ve Zürih’te kalmak için çok fazla nedenim var. Ama sana söz veriyorum bir daha bu kadar uzun süre gelmemezlik yapmayacağım.”

“Bu sözü hatırlatırım.”

“Hatırlat,” dedim gülümseyerek. Ardından yeniden etrafa bakındım. “Tek kelimeyle bayıldım. Çok güzel hazırlanmış.”

“Hepsi Emir’in seçimleri.”

“Emir nerede?”

“Hazırlanıyor. Hayır anlamıyorum. Sadece saçlarına şekil verecek ama ben Emir’den daha önce hazırlandım.”

Melis’in dediğine kıkırdarken görüş açıma annem ve Beril girdiğinde içimden taşan özlem duygusunu bastıracağımı zannetmiyordum. Melis de baktığım yöne bakarken gülümsedi. Adımlarımı annemlere doğru attım ve önce anneme sonrasında ise Beril’e sıkıca sarıldım.

Sarılırken dudaklarım titremişti ancak gözyaşlarımı kontrol etmeyi başarmıştım. Artık her şeye ağlamak yoktu çünkü. “Güzel kızım,” dedi annem mırıltıyla. Bu sözlerin üzerine boğazıma bir yumru oturdu.

“Güzeller güzeli kızım benim… Hoş geldin bir tanem, hoş geldin dünyama.”

Yutkunmakta güçlük çektim.

Ciğerim sızladı.

Nefes almak zor geldi.

“Nasılsınız?” diye sorduğumda çoktan bakışlarım Beril’e döndü. Birkaç gün önce Beril’e benzeyen kızı gördüğüm aklıma gelince gülümsedim. “Seni daha bir özledim. Uzun süredir hayatım sessiz ve sakin geçiyor. Kavga etmiyoruz çünkü.”

Beril bana tipik alaycı bakışlarından birini fırlattı ve kollarını göğsünde birleştirerek kaşlarını kaldırdı. “Hayatın sessiz ve sakin mi? Buse, sen o hayata uyum sağlayamazsın. Ayrıca karşımda başka bir şarkıcı mı var? Muadili falan mısın yoksa? Ha, ama ısrarla diyorsan eğer farklı heyecan ve aksiyon lazım… Hemen telafi edebilirim.”

Kıkırdayarak ona doğru eğildim. “Hayatım bu şekilde güzel ilerliyor. Fazlasında gözüm yok ama seni özlediğim kesin.”

Beril’in gözleri hafifçe yumuşadı ama hemen ardından o tanıdık, ukala tavrına geri döndü. “Ben de seni özledim, abla. Ama itiraf etmeliyim ki sen yokken ev daha da huzurlu.”

Annem hemen araya girdi ve gülümseyerek Beril’e hafifçe kaşlarını çattı. “Yılda bir kez görüşüyoruz zaten Beril. Ablanı ne kadar özlediğini de en iyi ben biliyorum. Şu an şakanın sırası mı?”

Beril bu sözlere gülerken annem aramızdaki konuşmayı izlemekten keyif alıyormuş gibi bir süre sessizce bize baktı. Sonrasında özleri bana döndü ve sıcak bir ses tonuyla konuştu. “Sensiz evimiz hep eksik. Öyle de kalacak. Sen her zaman bizim kızımızsın. Ne kadar uzaklaşırsan uzaklaş biz buradayız anneciğim. Kendini buraya ait hissetmesen bile.”

Biliyordum.

Ben de evimi, ailemi, İzmir’i… Özlüyordum ama yapamazdım. Buraya geri dönemezdim.

Gözlerimin içine dolan özlem duygusunu saklamaya çalışarak anneme gülümsedim ancak cevap vermedim. Çok geçmeden tüm davetliler gelmişti.

Mert…

Efe…

Çok kalabalık olmasa da az demek yanlış olacak bu salonda herkes çok şıktı. Çiftimiz sandalyeye oturduğunda biz de karşı tarafta duruyorduk. “Herkes çok güzel,” diye mırıldandığımda tanıdık bir sima belirdi yanımda.

“Buradaki herkesten daha güzelsin.”

Kaşlarım çatılırken başımı Mert’e doğru çevirdim, “Sen bana mı yürüyorsun?” dedim alaycı bir ifadeyle. Bunun üzerine güldü. Üzerinde takım elbise vardı ve oldukça yakışıklı görünüyordu.

“Eğer gerçekleri söylemek yürümek oluyorsa,” dedi, biraz sessiz kaldı ve kulağıma doğru eğilerek, “Evet, yürüyorum,” diye fısıldadı. Ardından sırıtarak geri doğruldu. Dudaklarımı birbirine bastırırken çaktırmadan dirsek attım. Sırıtışı daha da genişledi.

Kalabalık salonda hafif bir uğultu vardı ama herkesin dikkati nişanlanacak çiftimizin üzerindeydi. Melis’in babası Tamer Abi etrafa sevgi dolu bakışlar atarak kızının yanına geçti. Ardından annesi Nisa Abla da yanında belirdi.

Tamer Abi herkesin sessizleşmesini bekledikten sonra derin bir nefes alıp konuşmaya başladı. “Değerli misafirler, öncelikle hoş geldiniz. Bugün burada bir araya gelmemizin sebebi ailemiz için çok kıymetli bir başlangıca tanıklık etmek. Sevgili kızım Melis ve müstakbel damadımız Emir’in bu güzel yolculuğa ilk adımlarını atışlarını kutlamak için toplandık.”

Salondaki insanlar gülümseyerek birbirlerine baktı, bazıları Melis’e, bazıları Emir’e dönüp hafifçe başlarını salladı.

“Melis, benim canım kızım,” diye devam etti Tamer Abi bakışlarını Melis’e çevirerek. Gözleri bir an dolmuş gibi göründü ama hemen toparladı. “Senin ne kadar güçlü, akıllı ve sevgi dolu bir insan olduğunu görmek bir baba olarak bana hep gurur verdi. Şimdi, bu sevginin başka bir kalpte de karşılık bulduğunu görmek hayatımın en güzel anlarından birisi.”

Melis’in gözleri dolmuştu ama yüzünde hafif bir gülümseme vardı. Emir, yanındaki sandalyede Melis’in elini sıkıca tuttuğunda Melis’in gülümsemesi daha da genişledi.

“Emir,” dedi Tamer Abi bakışlarını bu sefer Emir’e çevirerek. “Sana minnettarız. Kızımın hayatına bu kadar güzel bir şekilde dahil olduğun ve onu mutlu ettiğin için. İkinizin birlikte oluşturduğu bu bağı, ömür boyu sürecek sevgi ve anlayışla dolu olmasını dilerim.”

Konuşmasını bitirirken salon alkışlarla doldu, Tamer Abi, Nisa Ablanın getirdiği gümüş tepsiden yüzükleri aldı. Tepsi dikkatlice süslenmiş beyaz kurdelelerle çevriliydi. Yüzüklerin ortasındaki kurdele ince ama sağlam görünüyordu.

Tıpkı bu birlikteliği simgeliyormuş gibi.

Tamer Abi yüzüklerin arasındaki kurdeleyi makasla kesmeden önce bir an duraksadı. Gözleri hem Melis’e hem de Emir’e sevgi dolu bir şekilde baktı. “Bugün burada başlattığınız bu yolculuğun, her zaman birlik ve sevgiyle sürmesini dilerim.”

Kurdeleyi keserken herkes nefesini tutmuş gibiydi. Makasın ‘klik’ sesi salonu doldurduğunda alkışlar ve mutluluk dolu tezahüratlar yükseldi. Yüzükler, Melis ve Emir’in parmaklarına özenle takılırken gözlerdeki mutluluk ve salondaki sevgi atmosferi adeta elle tutulur bir yoğunluktaydı.

Melis yüzüğü parmağına taktığında Emir’in gözlerine baktı, yüzünde heyecan ve sevgi karışımı bir ifade vardı. Emir ise Melis’in elini tutarak hafifçe eğildi ve “Sonsuza kadar,” diye fısıldadı.

Bu söz Melis’in gözlerini tekrar doldurdu ama o an gülümsemekten başka bir şey yapamadı.

Nişan gecesi bu anla birlikte gerçek anlamda başlamıştı.

Teker teker Melis ve Emir’e sarılıp tebrik etti herkes. Fotoğraflar çekildi, gülümsemeler hiç eksik olmadı. Ben herkesin tebriğinin bitmesini beklediğim için sona kalmıştım. Nihayet çiftimizin etrafında kimse kalmadığında gülümsedim ve yanlarına doğru adımladım.

Lakin tek başıma adımlamadım.

Başımı hafifçe sağ tarafıma çevirdiğim, mavi harelere dikkatlice baktım. Uzun zaman sonra belki de ilk görüşümdü Direnç Erguvan’ı. Üzerinde lacivert bir takım elbise vardı. Saçları biraz daha uzamış, sakalsız suratında sakal bırakmıştı. Fiziksel olarak oldukça değişmiş görünüyordu.

Ancak hâlâ yakışıklıydı.

Bana bakıp gülümsediğinde elini hafifçe uzatarak önden geçmem adına bana reverans yaptı. Nazik hareketine karşın başımı eğmekle yetindim ve Melis’in yanına geçtim. Sarılıp tebriklerimi ilettiğimde arkamdan gelen Direnç de aynısını yaptı.

Emir, boynundaki papyonunu düzeltirken bana baktı. “Bir sonraki gelişini iki seneye çıkaracaksın galiba, Buse. Her sene süreyi biraz daha uzatıyorsun. Diğerleri de düğünümüz ve çocuklarımızın doğmasına gelişin olur muhtemelen.”

Emir’e sinirlenmiş gibi yaparak burnumu kırıştırdım. “Ben ünlü bir insanım, enişteciğim. İşlerim yoğun oluyor.”

Emir kaşlarını kaldırıp sahte bir hayret ifadesi takındı. “Bir de hava atıyor, şuna bak! Biliyordum bir gün ünlü olduğunda bizi unutacağını… Hainsin.”

“Söz veriyorum düğün şarkınızı ben besteleyeceğim.”

“Buna hayır demem işte.”

“Bu arada son çıkardığın şarkı gerçekten çok güzel, tebrik ederim.”

Harelerimi Emir’den alıp Direnç’e çevirdim, “Teşekkür ederim,” dedim gülümseyerek. Akabinde dans şarkısı çalmaya başladı ve Emir’le, Melis salonun ortasına geçerek dans etmeye başladı.

Ve diğer çiftler de.

Direnç’in harelerini üzerimde hissediyordum. Ona gülümsediğimde bundan cesaret almış gibi yanıma geldi ve elini bana doğru uzattı. “Bir dansa ne dersin?” Gözleri benimkine kenetlenmişti. İçinde derin bir ciddiyet, neredeyse okunması zor bir duygu saklıydı.

Neden olduğunu anlamasam da o anda ona ‘hayır’ diyemedim. Hafifçe gülümsedim ve elimi uzatıp onun elini tutarak, “Bir dansa hayır diyemem,” dedim alçak bir sesle.

O anda parmaklarımızın teması sanki sıcak bir akımın ellerimden tüm vücuduma yayılmasına neden olmuştu. Direnç, beni nazik bir şekilde salonun ortasına doğru yönlendirdi. Adımlarımızın uyum içinde olması beni şaşırtmıştı.

Kolunu belime yerleştirip beni daha sıkı tuttuğunda gözleri hâlâ gözlerimin içine bakıyordu. “Yıllar seni değiştirmiş, Buse,” diye fısıldadı yalnızca benim duyabileceğim melodik bir sesle. “Saçlarının rengi değişmiş, fiziğin değişmiş… bakışların değişmiş, Buse. Her şeye duyguyla bakan o kızı göremiyorum. Sen, içindeki asıl Buse’yi öldürmüşsün.”

Sözleri içimde yankılanan bir çan gibi keskin ve sertti.

Elimden tutup beni bir tur eksenimde döndürdü, parmakları yeniden belimde buluştu. “Ben ölmesi gereken Buse’yi öldürdüm,” diye cevap verdim. “Yaşaması gerekeni yaşatıyorum. Fizik, güzellik ya da duygular… Umurumda olmayan şeyler artık. Tek amacım başarı, prestij, statü sahibi olmak. Ve hepsini başardım. Daha da iyi olmaya devam edeceğim.”

Yüzünde beliren ifade sözlerimi anlamaya çalışıyormuş gibiydi. Sonra başını hafifçe yana eğdi, beni çözmeye çalışan gibi bir bakış attı. “Bu Buse’nin daha güzel olduğunu söylemek istesem… kabalık etmiş olur muyum?”

Ellerimi farkında olmadan hafifçe hareket ettirdim. “Aksine, zevk duyarım.”

Dudaklarına bir tebessüm peyda olduğunda sessiz kaldık. Ardından müzik kesildi, dansımız sona erdi. Birbirimizden ayrıldıktan sonra Melis’in yanına gittim. Beril de oradaydı ve tam karşısında duran Efe, yıllardır değişmeyen hayran bakışlarıyla Beril’e bakıyordu.

Eskiye nazaran Efe olgun bir karakterdeydi artık ve bu hali üzerinde fark edilir bir duruş bırakıyordu. Konuşmalarında daha düşünceli, hareketlerinde daha planlıydı. Belki de bu değişim hukuk fakültesindeki zorlu yıllarının ve yakında avukat olma hayallerinin getirdiği sorumluluk hissinden kaynaklanıyordu.

Emir’in tıp fakültesinde olması ona hayatı ciddiye alan bir hava katmıştı ancak Melis’le birlikte zaman geçirdiklerinde bu ciddiyet hemen yerini rahat bir doğallığa bırakıyordu. Tıpkı Melis’in bilgisayar mühendisliği okumasına rağmen bu alana olan ilgisinin azalması gibi Emir de tıp yolculuğunu yarıda bırakacak gibi görünüyordu.

Farklı bir işle uğraştıklarını biliyordum.

Melis ve Emir hem birbirleriyle hem de hayatla ilgili önemli kararlar almışlardı. Nişanlarını erken yapmaları sadece ailelerini mutlu etmekle ilgili değildi, hayatlarını birlikte inşa etmeye başlamışlardı.

Mert ise tamamen başka bir dünyada gibiydi. BESYO son sınıfa gelmişti ve spor tutkusu onu en az diğerleri kadar kendine has bir yola sürüklüyordu. Fiziksel olarak daha güçlü, zihinsel olarak ise daha özgür bir ruha sahip olmuştu. Ancak tavırları aynıydı.

Hepimiz büyümüştük.

Hayat hepimizi başka başka yerlere savurmuştu.

Beril’in yanına sokuldum ve bakışlarımı Efe’den çekmeden, “Galiba bir sonraki nişan senin olacak.” Önce bana, daha sonra ise Efe’ye baktı ve huzursuz bir iç geçirdi. “Efe’ye karşı bir şey hissetmediğim için bu dediğin gerçekleşmeyecek, Buse.”

Gözlerimi devirerek gülümsedim. “Orası hiç belli olmaz.”

Omuz silkti, bakışlarını salondaki kalabalığa çevirdi. “Her şey en başından belli olur. Sevecek olsaydım bunca zamandır severdim diye düşünüyorum.”

“Sana da laf söylenmiyor.”

“Laf söyleme Buse, şarkı söyle.” Bedenini bir anda bana çevirdi. “Sahi, neden şarkı söylemiyorsun sen?”

Beril’in beni darlayacağını hissettiğimde cevap vermeden yanından uzaklaştım ve yeniden Melis’in yanına gittim. Saat geç olmuştu ve nişan bitmek üzereydi artık. Herkesle vedalaştıktan sonra evden ayrıldım ve dışarı çıktım.

Gecenin soğuk havası çıplak kollarıma anında etki ederken vakit kaybetmeden arabaya geçtim. Ayaklarım yorulduğu için topuklu ayakkabılarımı çıkardım ve arabayı çıplak ayaklarımla kullanmayı tercih ettim.

Eve yetiştiğimde birkaç dakika direksiyonun başında öylece durdum.

Yorulmuştum.

Fazlasıyla.

Direksiyon başında geçirdiğim birkaç dakikanın ardından derin bir nefes alarak arabadan indim. Ayakkabılarımı ve çantamı elime aldım, yorgun adımlarla evin kapısına doğru ilerledim. Sokağın karanlığına inat köpek havlamaları… uzakta bir motorun gürültüsü…

Ufak detaylar geceye hayat veriyordu ama zihnim tamamen boştu.

Günün ağırlığı ruhumu eziyordu.

Anahtar elimde kilide doğru yöneldim. Bir an önce içeri girme isteğiyle kıvranıyordum ancak anahtar sanki benimle inatlaşıyormuş gibi bir türlü yuvasına oturmuyordu. İkinci, üçüncü, dördüncü denemem de başarısız olunca sinirle nefesimi verdim.

“Hadi ama,” diye mırıldandım aceleyle anahtarı yeniden çevirirken. Ellerimin titremesiyle birleşen yorgunluk can sıkıcı bir kombinasyondu. Tam o sırada kapı, ansızın içeri doğru açıldı. ‘Gaye?’ diye geçirdim içimden ama Gaye bu kadar iri yarı birisi değildi. Tam karşımda duran karanlık siluete bakarken kaşlarım çatıldı, birkaç adım geriledim.

Ben gerilediğim için o da bir adım öne çıktı, sokak lambaları yüzünü aydınlattı.

Sokak lambaları onu yüzünü aydınlatırken benim içimi kararttı.

Zaman bir anda ağırlaştı.

Saniyeler durdu, her şey birbirine karıştı.

Nefes almayı unuttum, göğsümdeki hava sıkıştı.

Kalbim göğsümde değil sanki onun avuçlarındaydı.

Yüzüne baktıkça içimde kopan fırtınalar daha da büyüdü.

İnsan her şeyi anlatamaz.

Bazı duyguların ağırlığı dile sığmaz.

Bazı acılar kelimelerin ötesindedir. Ne kadar çabalasan da eksik kalır. Çünkü kelimeler yeterli değildir, hiçbir zaman da olmayacaktır. Bir bakışın, bir sessizliğin, bir iç çekişin anlattığını harfler taşıyamaz.

Ve insan bazen en derin yaralarını sustukça saklar, sustukça büyütür.

Çünkü bazı şeyler yalnızca hissedilir ama asla anlatılamaz.

Ayaklarım zemine kök salmış gibi hareketsizdi. Ellerim titriyor, dudaklarım bir şeyler söylemek için aralanıyor ama hiçbir kelime dökülemiyordu. Nefesim bedenime ağır gelirken elimde tuttuğum her şey yere düştü.

Bir insan sizden her şeyi çalabilirdi.

Ve şu an karşımda duran adam benim her şeyimi çalan kişiydi. Benim hayatımın hırsızıydı, kalbimin katiliydi. Benim katilimdi.

Sen.

Erim Koral.

Neşemi çaldın.

En güzel günlerimi çaldın.

Belki beni çok sevecek birisine âşık olacaktım ama o şansı da benden çaldın.

Hayatımı, düşlerimi, umutlarımı, hayalini kurduğum her şeyi çaldın.

Bir sabah güneşinin altında mutlu olacakken bana karanlığı verdin.

Sen.

Erim Koral.

Senden böylesine nefret ederken nasıl karşıma çıkabildin?

Sen.

Erim Koral.

Lütfen sadece kötü bir kâbus ol.

Bölüm Sonu.

Görselleri Zürih sokakları olarak hayal edebilirsiniz.

İkinci sezona bomba gibi başladığımı düşünüyorum... Yeni olaylar yeni karakterler...

Erim'e sövdüğünüzü de duyar gibiyim... Hakkınızdır, sövebilirsiniz.

Bir sonraki bölümde görüşmek üzere 🤍🥹

Loading...
0%