@tuvbaveotesi
|
Tehlikeli Fısıltı Bölüm 39 – Gizemli Şövalye Tarihimin en belirgin noktasısın sen Rota – Son Kez Kendini oldukça güçlü hissettiğin anlar vardır hayatta. Omuzların dimdik, bakışların kararlı, çevrendeki herkesin sana hayranlıkla baktığı anlar. Ama kimsenin bilmediği bir sır vardır içinde. Bu kadar güçlü hissederken bile göğüs kafesinin tam ortasında hissettiğin o acı. Bu sırrı kimseye vermezsin. Hissettiğin acı, güçlü olmanın verdiği ışıltıya aldanır. Oysa o ışığın kaynağı çoğu zaman mecburiyetlerin ve bastırılmış kırılganlıkların tortusudur. Güçlü olmak aslında kendi içinde bir savaş meydanıdır. Dışarıdan bakıldığında zafer çığlıkları yankılanıyor gibi görünür ama içinde sessiz bir çırpınış saklıdır. Her şeyin yolunda olduğunu göstermek için verdiğin çaba gerçekte içindeki karmaşayı gizlemekten başka bir şey değildir. Çünkü güçlü görünmek zorunda olmanın insanın omuzlarına yüklediği ağırlık başkadır. Bu, bir role bürünmenin yorgunluğunu ruha taşıyan sahne perdesidir. Ve bu yük, her daim oradadır. Yalnız kaldığın anlarda daha da hissedilir. Güçlü görünmeye çalışırken insan kendi kırılganlığını kabul etmekten uzaklaşır, acımasız bir insana dönüşür. Hissettiklerini dışa vurmaz. Güçlü görünmenin bir alışkanlık, hatta bir zorunluluk haline geldiği an insan kendinden kopmaya başlar. Kendi kırılganlığını kabul edemeyen biri hislerini bastırmaya mahkûmdur. Bu bastırılmışlık, ruhunda birikmiş acılara sessiz bir barınak olur. Zamanla içinde biriken bu acılar seni şekillendirir. Sert bir kabuk örersin kendine kimse içine dokunamasın diye. Ve o kabuğun ardında biriken duygulara sırtını dönersin. Zamanla hissetmekten kaçınır, duygularını göstermekten korkarsın. Çünkü güçlü görünmenin tek yolu bu gibi gelir. Ne kendine ne de başkalarına şefkat göstermeye mecalin kalır. Hissetmediklerini zannetmekle, hissettiklerini inkâr etmek arasındaki ince çizgi seni yavaşça yorar. Oysa güçlü görünmek için değil, güçlü hissetmek için önce o ağırlığı fark etmek gerekir. Çünkü gerçekten güçlü olmak, kırılganlıklarını kucaklamayı göze almaktır. Herhangi bir kâbus görmüyordum. Herhangi bir halüsinasyon da görmüyordum. Gerçek, çıplak ve acımasız bir şekilde karşımdaydı. Yıllar önce beni paramparça eden Erim Koral, tam karşımdaydı. Tam karşımdaydı ve gözlerimin içine bakıyordu. Sanki bana âşıkmış gibi. Sanki tüm hayatımı yeniden mahvetmeye gelmiş gibi. Neden buradaydı? Neden yıllar boyunca söndürmeye çalıştığım yangını yeniden tutuşturmak istiyormuş gibi karşımda dikiliyordu? İyi hissetmiyordum. Beni paramparça ettiğini bilmiyor muydu? Biliyordu. Kaşlarım çatıldı. Öfkeliydim. O kadar öfkeliydim ki ona bağırıyordum ve bağırmaktan boğazım acıyordu. İtiyordum onu. Hıncımı alırcasına itiyor, göğsüne sertçe vuruyor ve titreyerek ağlıyordum. Öfkem, ellerimde bir alev gibi patlıyordu. Gözlerim yüzüne odaklanmıştı ama bedenim sarsılıyordu. Tekrar, tekrar, tekrar ittim. Her defasında daha sert, her defasında daha çaresiz. Öfkelendiğim için ağlıyordum. Ve yeni Buse ağlamaktan nefret ediyordu. Yenilgiydi ağlamak. Gözyaşları çaresizliğin en açık itirafıydı. Ağlamak, kendi duygularına yenik düşmekti. Bir zayıflıktı, bir güçsüzlük ifadesiydi. Ağlamak, kendini başkalarına savunmasız göstermekti. Yıllarca toparlanmaya çalışmıştım. Her gün o karanlığı unutmaya çalışmış, gerçekleri sindirmek için çırpınmıştım. Ben, sevdiğim adamın gözlerinin önünde ölmüştüm. Sevdiğim kişi tarafından hançer saplanmıştı benim kalbime. Ve o hançeri saplayarak kendisini öldürmüştü. Tam karşımdaydı. Tüm içimdekileri kusuyordum. Kelimeler dilimden taşarken nefretim bedenime sığmıyordu. Onu suçlamak, her anını yüzüne vurmak istiyordum. Onu paramparça etmek, mahvetmek istiyordum. Nefes alamıyordum. Her nefret dolu cümlem yüzündeki pişmanlık maskesini çatlatıyordu. Ama bu bana yetmiyordu. Yetemezdi. Ben onun yüzünden geceler boyu uyuyamamıştım. Kendimle savaşmıştım. Sevdiğim her şeyle savaşmıştım. Gözyaşlarım dinmek bilmiyordu. Erim Koral’ı sevmek hayatımın en büyük hatasıydı. Ve ben bu hatam yüzünden yanıyordum. Sinir krizi geçiyordum şu an belki de. Ama bunu kimse görmüyordu. Görmeyecekti. Gözleri, karanlık bir deniz gibi soğuktu. Dudaklarımın kenarına hafif bir alay gülümsemesi yerleştirdim. Bu daha çok kelime sarf etmeme bile değmeyeceğini göstermek istiyormuşum gibi bir gülümsemeydi. “Ne o?” diye sordum sıcaklıkla uzaktan yakından alakası olmayan bir ses tonuyla. “Buse’nin hayatı güzel ilerliyor, dur ben bir kez daha hayatını mahvedeyim, yeniden nefretimi kusayım deyip mi geldin buraya?” “Buse…” Eskiden âşık olduğum sesini yıllar sonra ilk kez duyuyordum ve ben bu sesten de bu sesin sahibinden de nefret ediyordum. “Ama ben sana teşekkür etmek istiyorum. Ne kadar güçlü bir karaktere sahip olduğumu keşfettim senin sayende. İnanır mısın… ben bile bu kadarını beklemiyordum.” Kelimeler o kadar soğuk ve keskin dökülmüştü ki dilimden, gecenin soğuğu bir hiç kalıyordu. Yüzünde hayal kırıklığı sezdim. Göğüs kafesi inip kalktı, sessizce soluklandı. Eskiden derinliklerinde kaybolduğum ancak şu an bana hiçbir anlam ifade etmeyen hareleri yüzümde gezindi. En son konuşmak adına dudaklarını hareket ettirdi. “Neden bağırıp çağırmıyorsun bana?” Sorusu üzerine gülümsemem genişledi. “Sana bağırıp çağıracak kadar önemsemiyorum çünkü seni. İnsan önemsediği, değer verdiği insan için çabalar. O kişiye laf anlatmaya çalışır. Onu merak eder, onun için üzülür. Ya sen? Kimsin şu an benim için? Ne anlam ifade ediyorsun bana?” Sustum. Adımlarımı Erim Koral’a doğru atıp aramızdaki mesafeyi kapattım. Sağ elini elimin arasına aldım ve tam kalbimin üzerine koydum. “Bu anın bir benzerini yaşamıştık, hatırlıyor musun?” Bakışlarını gözlerimden ayırmadı. “Unutmadım.” “Güzel. Kalbim ne kadar da hızlı çarpıyordu değil mi? Kendime o zamanlar itiraf etmek zor geliyordu belki ama evet, senin için çarpıyordu kalbim. Peki ya…” İç çektim. “Şu an? Kalbimin belli bir ritminden başka bir şey hissediyor musun?” “Kalbin ve gözlerinin arasında bir tezatlık var.” “En çok gözler aldatır,” dedim ima ettiği şeyin aksini söyleyerek. “Gözler yalan söylemez diye ortalıkta dolaşan söz tamamen fiyaskodur. Çünkü gözler, kalbin maskesidir. Gerçekleri görmek, bakmaktan daha fazlasını gerektirir. Özellikle de birileri ‘seni seviyorum’ derken... Çünkü gözler sevgiyi anlatır gibi bakarken bile aslında en büyük ihaneti içinde barındırabilir. Seni seven birinin aslında sevmediğini öğrendiğinde, gözlerinin ne kadar sahte bir hikâye anlattığını fark edersin. Gözler, o seviyorum’ların altında başka hisler gizler. İşte o zaman anlarsın ki gözler de aldatır. Hem de en derinden.” “Gözler değil sözler,” diyerek beni düzelttiğinde kaşlarımı çattım ve kalbimin üzerine koyduğum elini serbest bıraktım. Elini usulca yere indirdi, yanımdan geçip etrafımda yavaş adımlarla dönmeye başladı. “Sözler aldatır. Hissettiğin şey ve söylediğin şey arasında her zaman fark olabilir. Seversin, sevmiyorum dersin. Nefret edersin, nefret etmediğini söylersin. Güçlü görünmek istersin ama kırık dökük kelimelerle kendini savunmaya çalışırsın. İçin paramparça olurken, ‘iyiyim’ dersin. Umut dolu olduğunu göstermek istersin ama cümlelerinde karamsarlığın izlerini bırakırsın.” Dönmeyi bıraktı. Yeniden gözlerimin içine baktı. “Sözler, hislerin en büyük düşmanıdır bazen. Çünkü insanlar en çok kelimelerle kendilerini saklar. Seni umursamayan biri yalnızca birkaç kelimeyle seni önemsediğini hissettirebilir. Ya da seni delicesine seven biri korkudan sessiz kalabilir. Sözler, bir duvar gibidir. İsterse seni korur, isterse seni hapseder. Ama gözler? Gözler yalan söylemez derler ya, işte bu yüzden insanlar buna inanmayı tercih eder. Çünkü sözlerin ardındaki uçurumu göze almazlar.” “Saçmalıyor…” Lafımı kesti anında. “Gözler yalan söylemez. Sadece duyguları gizlemekte başarılıdırlar. Dudaklar yalan söyler, Buse. Gözler gördüğü, hissettiği şeyleri inkâr etmez ama dudaklar? Dudaklar, hislerinle savaşır. İnsanlar sözlerle inşa ettikleri sahte gerçekliklere tutunurlar. Ama gözler? Onlar bu yalan dünyada gerçeğin tek izini taşır.” Dediği hiçbir kelimeden etkilenmemiştim. Sabır dileyen bir nefes alıp verdim. “Bu da yeni oyunun mu? Söyler misin bana neden buradasın?” “Ben hiç gitmedim,” diye itiraf etti. “Ben hep buradaydım. Sen yoktun, seni bekledim.” Sözleri zihnimde birkaç kez yankılandı. İçimdeki sabır taşı patladı, parçaları etrafa dağıldı. “Beni bekledin öyle mi?” Alaycı bir kahkaha attım. “Sen! Bana ihanet eden, her şeyimi alt üst eden sen… Şimdi kalkmış burada durup beni beklediğini mi söylüyorsun? Ne cüretle Erim Koral? Ne hakla beni beklediğini söyleyebilirsin? Beni terk eden sen değil miydin? Ben hafızamı mı kaybettim… deli miyim ben, yanlış mı hatırlıyorum yaşanan her şeyi?!” Ona doğru bir adım attım, öfkemin her kelimede daha da büyüdüğünü hissediyordum. “Sen hiç gitmedim diyorsun ama senin o ‘hep burada’ dediğin yer benim hayatımı mahvettiğin yer! O yüzden söyle bana Erim Koral... Seni buraya getiren ne? Suçluluğunu bastırmak mı? Yoksa beni tekrardan kandırmak mı? Bir kez olsun beni aptal yerine koymadan konuş. Bir kez olsun bana doğruları söyle!” “Öncelikle sakinleş.” “Sakinleşmemi mi istiyorsun? Sen varken mi? Hayatımı çalan, hayatımı mahveden sen buradayken sakinleşmemi mi istiyorsun?!” Küçümsercesine gözlerine baktım. “Çıkma bir daha karşıma!” diye bağırdım ve yere düşürdüğüm eşyalarımı alıp eve doğru hızla adımladım. “Yapmak zorundaydım!” Aniden bağırmasının verdiği etkiyle olduğum yere mıh gibi çakılırken o görmese bile kaşlarımı çattım. Gitmedim ama arkamı da dönmedim. Erim Koral’ın nefes alışverişlerini duyabiliyordum. “Yapmak zorundaydım, Buse. Seni. Bırakıp. Gitmek. Zorundaydım!” Gövdemi hızla ona çevireceğim sırada üst kattan gelen bir çığlık tüm dikkatimi dağıttı. Evrim’in tiz ve korku dolu sesini tanıyordum. “Evrim!” diye bağırdım, elimdekileri bir kenara fırlatıp merdivenlere yöneldim. Evrim’in çığlığı yankılanırken korkuyla merdivenleri üçer beşer çıkıyordum. Kalbim göğsümden fırlayacak gibiydi. Odaya vardığımda bir adamın pencereden dışarı atlamak üzere olduğunu gördüm. “Dur!” diye bağırdım ama beni duymazdan geldi. Adam karanlığa karışırken bir an için ne yapacağımı bilemedim. Ardından aşağıdan gelen boğuşma sesleri kulaklarımı doldurdu. Kalbim ağzımda atıyordu. Evrim’i fark ettiğimde yatağın bir köşesine sinmiş, korkudan tir tir titriyordu. Koşarak yanına çömeldim, ellerimle titreyen omuzlarını sardım. Sol elini göğsüne götürmüş, panik içinde nefes alıp veriyordu. “Tamam, geçti... Geçti güzelim…” Bir yandan sakinleştirici sözler söylerken bir yandan da saçlarını okşuyordum. Aşağıdan Erim’in öfkeyle savurduğu küfürler ve ayak sesleri duyuluyordu. Kaçan şahsı yakalamak için büyük bir çaba sarf ettiği belliydi. Evrim’in hızla atan kalp ritimlerini hissediyordum, bu beni daha da korkutuyordu. “Abla...” diye mırıldandı Evrim, sesi ince ve titrek çıkıyordu. “Buradayım, bir tanem. Buradayım, merak etme. Sana hiçbir şey olmayacak.” Bir süre sonra aşağıdaki sesler kesildi. Sadece Evrim’in hızla atan kalbinin ritimleri kaldı geriye. Ellerimi onun omuzlarına koyarak gözlerine baktım, “Güzelim, sakin ol,” dedim mırıltıyla. “Derin bir nefes al önce tamam mı? Hadi benimle birlikte. Birlikte yapalım.” Örnek olarak yavaş bir nefes alıp verdim. Evrim, nefeslerini düzene sokmaya çalışırken gözlerini dikmiş bana bakıyordu. Yüzündeki korku yavaş yavaş yerini yorgunluğa bıraktı. “Abla... Çok korktum,” dedi fısıldayarak. Daha da sıkı sardım Evrim’i bedenime. “Ben yanındayım.” Titremesi hafiflemeye başladığında kapının orada beliren Erim Koral’a baktım. Yüzü öfkeden kararmış ve nefes nefeseydi. Kaçanı yakalayamamıştı, bu belli oluyordu. Harelerini benden çekip Evrim’e çevirdi. Ve hiçbir şey yaşanmamış gibi gülümseyerek yanımıza geldi. “Prensesim.” Evrim, Erim’in sesini duyduğunda göğsüme yaslı olan başını kaldırdı, sağ omzunun üstünden Erim’e baktı. Dudaklarına samimi bir gülümseme peyda olurken benden ayrıldı ve Erim’in kucağına atladı. Erim, Evrim’i sıkıca sararken Evrim yanağını Erim’in omzuna yasladı. “Çok korktum Gizemli Şövalye!” Gizemli Şövalye mi? Evrim, Erim’e bu adı mı takmıştı? “Özür dilerim. Seni asıl koruması gereken kişi benken bunu yapamadım. Bana istediğin cezayı verebilirsin, hazırım!” Evrim başını kaldırıp onu büyük bir ciddiyetle süzdü. Küçük ellerini Erim’in yüzüne koyarak kaşlarını çattı. “İki gündür yoksun. Ve bugün de beni kurtarmadın. O yüzden…” Sustu, bir süre gözlerini tavana dikip düşündü. “Buldum!” dedi heyecanla. “Bugün benimle birlikte yatacaksın!” Erim gülümseyerek başını eğdi. “Sözleriniz benim için bir emirdir güzel prensesim!” Onları izlerken içimde garip bir huzur belirmişti. Az önce yaşanan korkunun bıraktığı ağırlık yavaş yavaş dağılırken derin bir nefes alıp verdim. Evrim, Erim’e kocaman bir gülümsemeyle sarılmış, ona sanki bir süper kahramanmış gibi bakıyordu. Gizemli Şövalye, ha? Bir dakika! Gözlerimi hafifçe kıstım ve düşüncelerim zihnimde hızla dönmeye başladı. Evrim’in yeni koruması… Erim Koral mıydı? Nasıl olabilirdi böyle bir şey? Bu tamamen mantık dışıydı! Aktan Atasoy, yani biyolojik babam, Erim Koral’ın en büyük düşmanıydı. Ve şimdi… şimdi Erim Koral, benim küçük kardeşimin koruması mı olmuştu? Hayır, bu mümkün olamazdı! Boğazımda bir düğüm hissettim. Gözlerimi sıkıca kapadım. Hayır ya, hayır! Rüyadaydım. Bu yaşananlar gerçek olamazdı. Sadece bitmek bilmeyen bir rüyaydı bu, hepsi bundan ibaretti. “Abla, iyi misin?” Evrim’in sesini duyduğumda gözlerimi araladım. Her şey yerli yerindeydi. Evrim, Erim’in kollarında mutluydu, güvendeydi. Ve ben rüya falan görmüyordum. Onca yaşanan şeyden sonra… daha bilmediğim ne vardı? Daha ne kadar gerçek öğrenecektim? Erim, Evrim’i sıkıca tutarken bakışlarını bana çevirdi. Gözlerindeki o keskin bakış sanki düşündüğüm her şeyi biliyor gibiydi. Ama hiçbir şey söylemedi. Onun sessizliği zihnimdeki soruları daha da büyütüyordu. “Abla, iyi misin?” diye yineledi Evrim. Sesi biraz daha ısrarcıydı bu kez. Ona bakarak gülümsedim. “İyiyim, bir tanem.” Ama içimde sorular fırtınalar gibi dönüp duruyordu. Her şeyin üzerindeki bu sis perdesi daha ne kadar devam edecekti? “Evrim, ilaçlarını içtin mi?” “İçtim, abla.” “Uyku saatin geliyor, hadi yatağa!” Geçmişti bile. Saat on iki buçuk sularındaydı. Gaye neredeydi Allah aşkına? Evrim’in üzerini değiştirdikten sonra yatağına yatmasını bekledim ve yorganını üzerine çektim. Erim üstünü çıkarma zahmetine girmeden hafifçe Evrim’in yanına sokuldu. Bu koruma meselesini konuşacaktım ancak şu an sırası değildi. Açık olan pencereyi kapattıktan sonra Evrim’in saçlarına usulca bir öpücük kondurup, “İyi geceler, güzelim,” deyip gitmeye yeltendim fakat Evrim elimden tutarak gitmeme izin vermedi. “Abla, bugün sende benimle birlikte kalamaz mısın?” “Ben…” “Lütfen abla! Seni gerçekten çok özledim.” Evrim’in masum ve istekli bakışlarına karşı koymak mümkün değildi. Onun mutluluğu her şeyden önce geliyordu. Gülümseyerek başımı salladım, lambayı kapatıp gece lambasını açtım. Işığın loş sarısı odayı yumuşak bir huzurla doldururken yatağın diğer yanına geçtim. Yatak geniş ve rahattı, hepimizi rahatça alabilirdi. Üzerimi değiştirmediğim için açıkta kalan bacağıma hafifçe yorganı çektim. Evrim’in dudaklarına genişçe bir gülümseme yayılırken başını Erim’e çevirdi, bir şey isteyeceğini belli eden bakışlar attı. Erim daha Evrim konuşmadan ne istediğini anlamış olacak ki gülümsedi. “Anlatırım sana masal.” Evrim’in sevinç dolu çığlığı neredeyse odanın tüm havasını değiştirmişti. “Yaşasın! Prens ve Prenses masalına benzer bir masal anlatır mısın bana abi?” Prens yavaşça diz çökmüş ve ellerini karla kaplı toprağa koymuş. “Prenses...” diye fısıldamış. “Seni korumak için gittim. Ama seni sevmekten asla vazgeçmedim. Geri dönmek için çok geç mi?” Zihnim çalkalandı. Yapmak zorundaydım, Buse. Seni bırakıp gitmek zorundaydım! Erim’in bakışlarını üzerimde hissettim Evrim’in sözü üzerine. Muhtemelen gerildiğimi anlamıştı ancak ona bakmadım. Kafam karmakarışıktı. Erim’i şu an yanımda tutmam bile hatayken biz haldeydik Allah aşkına? Ben delirmeyecektim de kim delirecekti! Erim, Evrim’i nazikçe kollarında tutarken gözlerini kısa bir an kapadı. Sanki zihninde bir şeyleri toparlıyor, anlatacağı masalın her kelimesini dikkatle seçiyordu. Sonra o her zamanki sakin ve derin sesiyle konuşmaya başladı. “Bir zamanlar uzak bir diyarda herkesin hayranlıkla baktığı cesur bir şövalye yaşarmış. Ama bu şövalye kendi halkını korumaktan başka bir şey bilmez, sevgiye ve mutluluğa dair hiçbir şey hissetmezmiş. Ta ki... bir gün, karanlık bir ormanın derinliklerinde saklanmış olan bir prensesle karşılaşana dek.” Evrim’in gözleri heyecanla parladı. “Cesur şövalye mi? Senin gibi mi yani!” Başını olumlu anlamda salladı. “Benim gibi.” “Sonra ne olmuş? Prenses kimden saklanıyormuş?” Erim hafifçe gülümseyerek devam etti. “Prenses, kötü kalpli bir kralın zorbalığından saklanıyormuş. Çünkü o kral prensesin ışığını söndürmek istiyormuş. Ama prenses çok cesurmuş. Her şeye rağmen ışığını kaybetmemiş ve o karanlık ormanda bile çevresini aydınlatmaya devam etmiş. Şövalye onu gördüğünde hayatında ilk defa kalbinin atmaya başladığını hissetmiş.” Evrim, nefesini tutarak dinliyordu. “Şövalye prensesi kurtarmış mı?” Erim’in yüzü bir an ciddileşti, gözleri dalgınca bir noktaya odaklandı. “Hayır,” dedi sessizce. “Şövalye, prensesi sevmesine rağmen onu koruyamayacağını düşünmüş. Onu karanlık ormanda bırakıp gitmiş.” Evrim’in kaşları çatıldı. “Ama niye? Korkmuş mu?” Erim dudaklarında acı bir tebessümle başını eğdi. “Belki de... evet. Kendi karanlığının prensesin ışığını söndüreceğinden korkmuş. Ama uzaklara gitse de kalbini hep prensesle bırakmış. Yıllar boyunca ne bir gün onu unutmuş ne de ona duyduğu sevgiden vazgeçmiş.” Evrim buruk bir sesle sordu. “Sonra ne olmuş?” Derin bir nefes alarak devam etti. “Sonra... bir gün, prensesin hâlâ ışık saçtığını ve o ışığın her şeye rağmen sönmediğini fark etmiş. Ve o gün, şövalye kendine bir söz vermiş. ‘Artık hiçbir şeyden korkmayacağım ve prensesimi koruyacağım,’ demiş. Ama geri dönmek için çok geç olup olmadığını... işte bunu bilmiyormuş.” Evrim, ellerini Erim’in omzuna koymuş bir şekilde ona sorgulayan bakışlarla bakıyordu. Çok geçmeden dudaklarını konuşmak üzere hareket ettirdi. “Bence prenses onu affeder çünkü prensesler çok güçlüdür ve kalpleri sevgiyle doludur.” “Evet. Prensesler gerçekten güçlüdür ama bazen birini affetmek, onun geri dönebilmesi için yeterli olmayabilir. Şövalye, kendini de affedebilmeli.” Evrim başını eğdi, düşündü. “Peki ya şövalye geri dönerse? Prenses ışığını paylaşmak isterse?” Erim’in yüzünde yumuşak bir gülümseme belirdi. “O zaman belki... prensesle şövalye birlikte karanlığı yenebilir. Ve birbirlerine güç olabilirler. Şövalye prensesin yanına gidip af diler. Kendini kanıtlamak için uğraşır, prenses için savaşır. Prensesin ışığını hak ettiğini göstermek için çabalar.” Evrim mutlu bir kahkaha attı. “Evet! İşte gerçek bir kahraman böyle olur! Masalın sonu mutlu bitmeli değil mi?” “Eğer prenses ve şövalye gerçekten cesursa, sonu mutlaka mutlu biter.” “Devam edelim. Prenses ne yapmış?” “Şövalye, prensesin ışığını kaybetmediğini gördüğünde artık karanlığından kaçamayacağını anlamış. Kalbindeki korkuları bir kenara bırakıp prensesin yanına gitmiş. Önünde diz çökmüş ve gözlerinin içine bakarak demiş ki; “Beni affet. Seni karanlıkta bıraktığım için kendimi hiç affedemedim. Ama şimdi sana bir söz veriyorum, hayatımın geri kalanını seni koruyarak ve ışığını büyütmek için mücadele ederek geçireceğim.” Evrim’in gittikçe enerjisi düşüyordu. Esnedikten sonra iyice mayışmıştı. Hafifçe öne doğru eğildi, “Prenses ne demiş?” diye sordu. “Prenses, şövalyeye bakmış ve gülümseyerek ‘ben zaten seni çoktan affettim’ demiş. Çünkü senin kalbin benim ışığımı hiç söndürmedi. Ama şimdi sıra sende, şövalye. Kendi karanlığını affet ve beni gerçekten yanına almak istiyorsan önce kendine inan.’ Nefeslendi, kuruyan dudaklarını ıslatarak anlatmaya devam etti. “Şövalye kendine söz verdiği gibi karanlığını yenmek için her gün çalışmış. Prensesle birlikte karanlık ormanı aydınlatmışlar ve yıllar boyunca birbirlerini koruyarak yaşamışlar. Prenses ışığını hiç kaybetmemiş, şövalye ise onu en büyük ilham kaynağı olarak görmüş. Ve böylece... hem prenses hem de şövalye hayatlarının geri kalanında birlikte mutlu olmuşlar.” Erim masalını bitirip son sözlerini söylediğinde, Evrim’in bilinci çoktan gitmişti bile. Bir süre Evrim’in sessizce nefes alıp verişini izledi, dudaklarında hafif bir tebessüm belirdi. Ardından yavaşça doğrulup üzerindeki yorganı daha da yukarıya çekerek Evrim’i tamamen rahat ettirdi. Odaya sessizlik hâkim oldu. Sadece duvardaki eski saatin tik takları ve rüzgârın pencereye vurduğu ses duyuluyordu. Gözlerimi Evrim’den çekip duvara sabitledim. Boşluğa bakıyor gibiydim ancak zihnimde kasırgalar kopuyordu. Dinlediğim şeyler sadece bir masaldan ibaret değildi, bunun farkındaydım. Ya da sadece masaldı. Erim Koral her zaman ki gibi beni kandırıyordu. Bakışlarımı Erim’e çevirdim. Sertçe baktım. Sorgularcasına baktım. Onu öldürme dürtüsü beni yeniden esir alırken yavaşça yataktan kalktım ve hızla odadan çıkıp aşağı indim. Bir köşeye fırlattığım çantamı bulduktan sonra içindeki sigara paketini ve çakmağı alarak bahçeye çıktım. Evin tam önüne çöküp sırtımı soğuk duvara yasladım. Sigara çöpünü dudaklarıma yerleştirdikten sonra ateşle buluşturdum ve zehri içime çektim. Rüzgâr esmeye başladığında saçlarım yüzüme geldi, hafif bir hareketle kulağımın arkasına sıkıştırdım. Mücadele ediyordum. Çırpınıyordum. Her gün yeni bir umutla uyanıyor, her defasında başka bir çıkış yolu bulmaya çalışıyordum. Ama sanki her adımımda, her çabamda daha derin bir bataklığa saplanıyordum. Gökyüzüne uzanmak istiyordum. Kanatlarımı çırpıp özgürce uçmak istiyordum ama olmuyordu. Sanki bir kelebektim. Renkleri güneşle dans eden zarif kanatlarım vardı. Bir o kadar narin, bir o kadar hafif. Ama ayağıma bağlanmış bir taş var. Öyle ağır ki... O taş, geçmişimden kopup gelen hatıralar, başarısızlıklar, korkular... Her uçmayı denediğimde yerden sadece birkaç santim yükselebiliyorum. Kanatlarım çırpındıkça güçten düşüyor, taşın ağırlığı beni yeniden yere çekiyor. Her çırpınış, her deneme daha da yoruyor beni. Bazen düşünüyorum… Acaba bu taşla yaşamayı mı öğrenmeliyim gökyüzünü unutarak yerde sürünmeyi mi kabullenmeliyim? İçimde bir ses fısıltıyla bile olsa hayır diyor. Gökyüzüne ait olduğumu söylüyor. Rüzgârı hissetmeden, güneşi iliklerime kadar hissetmeden, bulutlarla dans etmeden yaşamak... yaşamak olur mu? Bu taş, ruhumda derin izler bırakıyordu. Bazen sadece onu taşımanın acısıyla başa çıkmaya çalışıyordum ama ne zaman gökyüzüne baksam kalbimde garip bir inat büyüyordu. O taş beni yere çekse de bir gün ondan kurtulacağıma dair bir inat. Her düşüşümde yeniden kalkacağıma dair bir umut. Biliyorum, kanatlarım var. Biliyorum, yüküm çok ağır. Uçma hayaliyle taşın ağırlığı arasında sıkışıp kalmış bir kelebek gibiyim. Belki de bu mücadele beni ben yapıyor. Ama yine de... gökyüzünü çok özlüyorum. “Her şeyin cevabını öğreneceksin.” Varlığını henüz yeni fark ettiğim Erim tam yanımda, bana yakın bir mesafe oturuyordu. Aramızdaki mesafeyi açmak adına iyice duvarın köşesine sindim. Bu hareketime karşın sırıttı lakin ses çıkarmadı. “Senin dudaklarından çıkan hiçbir kelimeye inanmayacağımı da sen öğreneceksin.” Ben karanlık gökyüzüne bakıyordum, o ise bana bakıyordu. Sigaramdan bir nefes daha çektim. Sabah olduğunda buradan gidecektim ve Erim’i bir daha görmek zorunda kalmayacaktım. Üzerimde hâlâ Melis’in nişanında giydiğim elbise vardı ve beni üşütüyordu. Makyajımın bozulduğunu da tahmin edebiliyordum. Saçlarımın topuzu zaten bozulmuştu. Kısacası berbat görünüyordum. “Her şeyi zamanla, yavaş yavaş öğreneceksin. Birkaç gün beni öldürme planları uygularsın muhtemelen.” Harelerimi gökyüzünden alıp Erim’e çevirdim. “Seni öldürmek istediğimi nereden biliyorsun?” “Senin hakkında bilmediğim tek bir şey yok, Buse.” Birkaç saniye bile düşünmeden söylemişti bu cümlesini. Gözleri üzerimdeydi. Sanki ruhumun derinliklerine bakıyordu, tüm sırlarımı biliyor gibiydi. O an kaçmayı istedim, oradan uzaklaşmayı, nefesimi yeniden düzenlemeyi... ama gözlerimi ondan çekemedim. “Sana dair unuttuğum bir şey de yok.” Bakışlarımı yeniden gökyüzüne çevirdim. Karanlık, yıldızsız bir geceydi. Tıpkı ruhum gibi. “Hiç değişmemişsin,” dedim mırıltıyla. “Hâlâ doğru söyler gibi yalan söylüyorsun Erim Koral. Hâlâ beni kandırmakla uğraşıyorsun. Amacın ne bilmiyorum ama karşındaki Buse, sana kör kütük âşık olan Buse değil.” Parmaklarımın arasında külü gittikçe uzayan sigarayı bir çırpıda kendi parmaklarının arasına aldı ve külü çırptıktan sonra sigaranın sonunu içti. Anlamsızca baktım. “Senden beni affetmeni istemeyeceğim. Zaten istesem de affetmeyeceksin. Benim affedilecek herhangi bir durumum söz konusu değil. Ama gerçekleri görmen için uğraşacağım, Buse.” Bu sözleri duyduğumda istemsizce güldüm. Soğuk, umursamaz bir kahkahaydı bu. “Seni dinlemeyeceğim Erim Koral. Sabah olacak ve ben gideceğim. İşte o zaman aramızda söylenmemiş tüm kelimelerden bir duvar yükselecek ve seninle benim aramda yalnızca suskunluğun soğuk yankısı kalacak.” Birkaç saniyeliğine donup kaldı. Gözlerindeki o kendinden emin ifade çatlamış, yerini derin bir sessizliğe bırakmıştı. Yutkundu, âdemelması fark edilir şekilde hareket etti. Sanki söylemek istediği yüzlerce kelime vardı ama hiçbiri dudaklarından dökülemedi. Bakışlarını kaçırmadı, hâlâ bana bakıyordu. Ancak gözlerinde bu kez başka bir şey vardı. Pişmanlık mı çaresizlik mi yoksa derinlerde bir yerlerde saklı kalan bir umut mu? Bilmiyordum. Sessizlik, kelimelerden daha ağırdı. Sanki bakışları söylenemeyen itirafların yükünü taşıyordu. Sözcüklerin eksikliği aramızda uçsuz bucaksız bir boşluk yaratıyordu. Gözleri, yüzlerce kez dile getirilmemiş bir özrü anlatıyordu. Rüzgâr, her şeyi alıp götürmek istercesine sert esiyordu. Ayağa kalktıktan sonra benim de kalkmam için elini uzattı. “Hasta olacaksın. Üzerin ince, içeri geç artık.” Önce Erim’e, akabinde uzattığı eline boş bir bakış attım. “Eksi beş derecede göle giriyordum ben,” deyip ağzımda lafı geveleyerek kalktığımda dediğimi anlamamış olacak ki kaşları çatıldı. Havada kalan elini yere indirirken eve girdim ve Erim’i ardımda bıraktım. Odama geçtikten sonra ilk işim banyoya geçip yüzüme bakmak oldu. Gerçekten de rezil bir haldeydim. Valizden temiz kıyafetler çıkardıktan sonra duşa girdim ve günün yorgunluğunu bir nebze de olsa üzerimden attım. Saçlarımı kurutmaya dermanım yoktu. Saat ikiye geliyordu. Evin içi yeterince sıcak olduğu için beyaz crop ve gri kumaş şortumu giyerek kendimi yatağa attım. Yatağa yatar yatmaz gözlerim kapanmaya başladı. Herhangi bir şey düşünmeme bile fırsat kalmadan kendimi uykunun kollarına teslim ettim. *** Sabah güneşinin odama dolmasıyla gözlerimi araladım. Hava taze, içerisi hâlâ dün geceden kalma sıcaklıkla doluydu. Gözüm saate kaydı, dokuz buçuktu. Uzanarak telefonumu elime aldım. Birkaç bildirim vardı ama önemsemeden kenara koydum. Yavaşça yataktan kalkıp önce banyoya daha sonra ise aşağı kata geçtim. Erim’i kanepeye yayılmış, elinde kahve kupasıyla otururken buldum. Yüz ifadesi bir şeyleri sorguluyor gibiydi. Erim’i izlemeyi bırakıp mutfağa yönelmiştim ki kapı zili çaldı. Adımlarımı kapıya doğru çevirdim ve kapıyı açtım. Kapıyı açar açmaz kargocu biri karşımda belirdi. Büyükçe bir kutu taşıyordu. Beni gördüğünde bakışları bir anlık hayranlığa dönüşse de bunu kısa tuttu. “Buse Uluer,” dedi kutuyu bana doğru uzatırken. “Adınıza teslimat var.” Ne kargosu olduğunu düşünüp tam kutuyu alacakken bir anda Erim yanımda belirerek önüme geçti, uzun ve yapılı vücuduyla kargocuyu görmemi tamamen engelledi. O kadar hızlı hareket etmişti ki şaşkınlıktan donakalmıştım. “Ben sipariş etmiştim,” dedi kargocunun elindeki kutuyu alırken. Başımı hafifçe sağa doğru eğip aradaki boşluktan kargocuya baktım. Erim, adama nasıl bakmıştı bilmiyordum ama adamın az önceki gülümsemesinden eser yoktu. “Emin misiniz? İsim Buse Uluer olarak gözüküyor,” dedi belli belirsiz bir mahcubiyetle. “Eminim,” dedi Erim kutuyu kendine iyice çekerek. “Bizim siparişler hep onun adıyla gelir. Formalite diyelim.” Kargocu neye uğradığına şaşırmış gibi dururken arkasına bakmadan gitti, Erim de kapıyı bir hızla kapattı. Daha doğrusu çarptı. Gövdesini bana döndüğü vakit çarpışacaktık fakat son anda geriye çekildiğim için çarpışmamıştık. “Ne yapıyorsun sen?” dedim kaşlarımı kaldırarak. “Ne yapıyorum?” dedi yüzünde masum bir ifadeyle. “Sadece kargomu aldım.” Kollarımı göğsümde birleştirerek ona baktım. “Senin adın Buse mi? Kadın olduğunu bilmiyordum.” Herhangi bir şey demeden önce bakışları üzerimde gezindi, ardından bakışlarını kaçırarak kutuyu bana uzattı ve yanımdan geçerek yeniden kanepeye oturdu. Beni incelemesinin sebebini merak ederken üzerimdeki kıyafetlere baktım. Dün gece uyurken giydiğim crop ve şort vardı. Erim görmese de gözlerimi devirdim ve kutuyla birlikte mutfağa geçtim. Kutuyu masanın üzerine bırakırken gözlerim geniş mutfakta gezindi. “Gaye!” Neredeydi bu kız dünden beri? “Gaye!” Mutfağa tanıdık bir koku hâkim olduğunda gelen kişinin görmemek için çabaladığım kişiyle aynı kişi olduğunu anlamam çok da uzun sürmemişti. Mutfakta bile peşimdeydi. “Gaye yok,” dedi sakin bir tavırla. “En azından bugün için yok.” Erim’e dönüp kalçamı tezgâha yasladım. “Dün de yoktu.” “Dün de ben gönderdim.” “Sebep?” “Sabah kahvesi kadar iyi gelen bir şey yok,” dedi konuyu değiştirerek. “İçer misin? Yapmamı ister misin?” Göz ucuyla ona baktım. “Dalga mı geçiyorsun benimle?” “Benimle ilk karşılaştığında bana bağırıp çağıracağını düşündüğüm için ve bu olaydan Gaye’nin etkilenmesini istemediğim için onu eve erken gönderdim. Ki zaten ben bu evde olduğum sürece Gaye erken çıkıyor. İki gün yoktum, burada kalmak zorunda kaldı.” Sırtımı yeniden Erim’e çevirdikten sonra suyu kaynattım ve kendime sıcak bir kahve hazırladıktan sonra salona geçtim. Evrim daha uyanmamıştı. Uyansaydı mutlaka aşağı inerdi çünkü. Kahvemi yudumlarken Erim tam karşıma oturdu. Yüzünü görmemek adına koltukta yan döndüm ve başımı çevirdim. Bu ev her ne kadar biyolojik babamın sahip olduğu bir ev olsa da burayı seviyordum. Duvar boyunca uzanan şöminenin alevleri sanki odanın ruhunu ateşle besliyormuş gibi titriyordu. Ateşin yumuşak ışığı açık renkli mobilyaların üzerinde dans ediyor, ortamı sıcak ve huzurlu bir hale getiriyordu. Ortadaki ahşap sehpanın üzerindeki mumlar ve zarif bir şekilde yerleştirilmiş aksesuarlar, odanın sofistike ama aynı zamanda samimi havasını pekiştiriyordu. Sehpanın kenarına bırakılmış bir kitap, odada sanki bir hikâye gizliymiş hissi uyandırıyordu. Yumuşak minderlerle çevrili geniş oturma alanı insanı içine çekiyor gibiydi. Burada oturup saatlerce konuşabilir ya da sadece alevlerin dansını izleyerek düşüncelere dalabilirdiniz. Arkada mutfak ve yemek alanına açılan kısım odaya ferah bir geçiş sağlıyordu. Geniş camlardan içeri süzülen hafif gün ışığı, dışarıdaki yeşilliği odanın içine taşıyordu. Öz babam ve ailesiyle tanıştığımdan beri Evrim, bu evde yaşıyordu. Bu kocaman evde tek başına yaşıyordu. Evrim’in annesi de tıpkı benim öz annem gibi doğumdan sonra vefat etmiş. İki yaşındayken de Evrim’in kalbinde bir delik olduğu fark etmişler. Ve Evrim üç yaşındayken, Erim’in beni gerçeklerle yüzleştirdiği günden sonra Aktan Atasoy’un düşmanları bir hayli artmış. Bu yüzden Evrim, bu evde yaşamaya başlamış. Evrim benim aksime istenmeyen bir çocuk değildi. Aktan Atasoy sık sık bu eve gelir, kızıyla birlikte vakit geçirirdi. Başındaki düşmanlar kimdi bilmiyordum. Sorsam da cevabını öğrenemiyordum. Tek bildiğim şey Evrim’i ne pahasına olursa olsun korumaktı. Öz babamı hâlâ kabullendiğim söylenemezdi. Onu sevmiyordum. Onca senenin ardından bana babalık yapmak istemesi tamamen göz boyamaydı. Ama Evrim… farklıydı işte. Onu öz kardeşim olarak görüyordum. Birbirimize hiç benzemiyorduk. Benim aksime sapsarı saçları ve yeşil gözleri vardı. Çok güzel bir çocuktu. Bunun yanı sıra hem zeki hem de çok akıllıydı. Okula gidemiyordu maalesef ve bu yüzden evde eğitim görüyordu. Evrim’i Zürih’e götürmek istiyordum ancak bu konuda Aktan Atasoy’un tavrı netti. İzin vermiyordu. “Kamera kayıtlarını izledim.” Kahvemden bir yudum daha alırken tanıdık sese kulak verdim ancak yüzümü dönmedim. “Kim olduğunu bilmiyorum ama tahmin ettiğim birisi var. Ve eğer ki tahmin ettiğim kişi çıkarsa ona bu dünyayı dar edeceğimden de haberi olmalı.” Derin bir nefes alıp sonunda ona döndüm. Gözlerim yüzündeki o tanıdık ciddiyeti yakaladı. “Kim?” Gözlerimle bir açıklama beklerken kaşlarımı çatmıştım. “Tanımıyorsun.” “Sen nereden tanıyorsun?” “Tanıdığımı söylemiyorum. Sadece tahmin ettiğim birisi var. Yüzü maskeli olduğu için fazla çözemedim. Eğer tahmin ettiğim kişiyse hırsız değil. Tek bir amacı var.” Duraksadı. Elindeki kahve bardağını bir kenara koydu. “Şifreli kasama ulaşıp bir şey almaya çalışmış. Ama açamamış.” “Para?” “Paramı kasada tutmam ben, Buse.” “Gerçekten anlamıyorum, Erim. Anlamak da istemiyorum. Bugün gideceğim ve gideceğim anı iple çekiyorum. Ama merak ettiğim bir şey var… Aktan Atasoy’la düşmansın.” Büyük bir fırtınanın ortasında tek başıma yolun ortasında dikiliyormuşum gibi hissediyordum. “Amacın ne? Bir yıldır kardeşimin korumasısın ve benim bundan haberim yok. Benim hayatımı mahvettin, sıra kardeşime mi geldi? Onun da büyümesini mi bekliyorsun tıpkı benim büyümemi beklediğin gibi… Malum benden iki yaş büyük olduğunu falan da o gün öğrenmiştim.” “Buse,” dedi benim aksime sakin bir şekilde. “Sana şu an her şeyi tüm çıplaklığıyla anlatabilirim, bunu yaparım. Ama sen beni dinlemeyeceksin. Dinlesen bile inanmayacaksın. Ne desem boş. Biliyorum, Allah kahretsin ki tanıdığın en iğrenç insan benim. Sana yaşattıklarımın affedilir bir yanı yok. Bu yüzden her şeyi zamanla, kanıtlarıyla öğreneceksin. İstersen Zürih’e git istersen başka bir ülkeye. Önünde sonunda bu gerçeklerle yüzleşeceksin. Kader, yazılanı oynar.” Kaşlarımı çattım, içime bir huzursuzluk dalgası yayıldı. “Sen benim Zürih’te yaşadığımı nereden biliyorsun?” Erim sessiz kalınca kaşlarımı daha da çattım ve göğsümdeki huzursuzluk yerini çelik gibi bir öfkeye bıraktı. “Soru sordum. Zürih’te yaşadığımı nereden biliyorsun?” Sesim buz gibiydi. Gözlerini kaçırdı, “Buse,” dedi yavaşça. “Bunu öğrenmem gerekiyordu. Çünkü seni…” Bir an duraksadı, ne diyeceğini tarttı. Gözleri yeniden bana döndüğünde sanki bir savaş veriyormuş gibiydi. “Çünkü seni korumam gerekiyordu.” “Koruman mı gerekiyordu?” Neredeyse kahkahalarla gülecektim. “Beni mahveden, hayatımı altüst eden… Dalga geçiyorsun benimle. Hayır, sen benimle oyun oynuyorsun. Hep oyun oynadığın gibi!” Sessizdi. Ve ben sessiz kaldıkça ben daha da sinirleniyordum. “Ne koruması? Kimden koruyorsun beni? Söylesene, kimden? Senin beni koruyabileceğin tek tehlike sensin Erim!” Derin bir nefes aldı. “Buse.” Sesi bu kez sertti. “Hayatındaki her şey göründüğünden daha karmaşık ve ben bu karmaşanın bir parçası değil, çözümüyüm. Bana ne kadar inanmasan da bu durum böyle.” “Göründüğünden daha karmaşık mı?” Gözlerim ateş saçıyordu. “Ne karmaşası? Beni bu kadar karmaşanın içine sen soktun! O yüzden bana masal anlatmayı bırak!” “Ben seni hiçbir yere sokmadım,” diye karşılık verdi. Bu kez sesinde bir öfke kırıntısı vardı. “Bu olayları günü geldiğinde yine yaşayacaktın Buse! Hayatına giren kişi ben olmasam bile yine yaşayacaktın!” Oturduğum koltuktan kalktım ve Erim’e doğru yaklaştım, gözlerine baktım. İşaret parmağımı ona doğru siper ederken, “Bu evden gideceksin,” dedim sert bir tavırla. “Şimdi. Pılını pırtını toplayıp defolup gideceksin bu evden! Ben Aktan Atasoy’la konuşur, başka bir koruma bulurum. Senin yüzünü görmek, sesini duymak istemiyorum ben. Varlığını dahi hissetmek istemiyorum! Ya şu an buradan gidersin ya da seni bir şekilde içeri attırırım, Erim Koral.” Gözlerimin içine baktı, “Attır,” dedi hiç düşünmeden. Sesindeki sertlik gitmiş, yerini karanlık bir sakinlik almıştı. “Ben her şeyimi dört yıl önce kaybettim, Buse. Sevdiğim kadını, kendi ellerimle kendimden uzaklaştırdım. O yüzden bana yapacağın hiçbir hamle beni etkilemez.” Derin bir nefes aldım ve öfkemi kontrol etmeye çalıştım. Ancak damarlarımda dolaşan adrenalin sakinleşmeme izin vermiyordu. “Senin ne kaybettiğin umurumda değil!” diye bağırdım. “Her şeyini kaybettiğini söyleyen kişi sen misin? Gerçekten mi?” Sesim titriyor, içimde birikmiş kırık dökük ne varsa dışarı taşmaya hazırlanıyordu. “Sen sadece beni kaybettin Erim! Sadece beni. Ve beni kaybetmek senin zaferindi. Amacına ulaştın, kazandın. Ne kaybetmesinden bahsediyorsun sen?” Adımlarımı geriye doğru attım. Ellerim titriyordu, sesim kontrolsüzce yükseldi. “Ailem… dedim yıllarca. Sevdiğim insanlar, beni ben yapan insanlar… Meğer gerçek ailem değilmiş! Onların benim gerçek ailem olmadığını öğrendiğimde ne hissettiğimi biliyor musun? Koca bir yalanın içinde büyüdüğümü, bir hiç olduğumu öğrendiğimde neler hissettiğimi anlayabilir misin?!” Boğazımdaki düğüm büyürken gözlerimde biriken yaşlar yanaklarıma doğru süzülmeye başladı. “Ve sen… Sevdiğim adam… Sana güvendim, sana inandım. Ama ne yaptın? Beni piyon olarak kullandın! Hayatımdaki tek gerçek olduğunu sandığım kişi de bir yalancının teki çıktı.” Bir şey söylemek için ileri atıldı ama elimi kaldırarak onu durdurdum. Nefesim hızlanmış, tüm vücudum titremeye başlamıştı. “Yaklaşma!” diye bağırdım, sesim çatallandı. “Bana dokunma, bana bir kelime daha söyleme! Hepsi senin yüzünden, Erim. Benim bu hale gelmem, her şeyimi kaybetmem. Hepsi senin yüzünden!” Duvara yaslanıp kayarak yere oturdum. Nefes almakta zorlanıyordum, her şey üzerime geliyordu. Ellerim saçlarımı kavradı, başımı dizlerime yasladım. Nefesim düzensiz, göğsümde bir ağrı vardı. “Neden? Neden ben?” diye fısıldadım. Erim yanıma eğildi, ellerini omuzlarıma koymaya çalıştı ama her dokunduğunda onu ittim. “Dokunma bana!” diye çığlık attım. “Git buradan. Sana ihtiyacım yok! Bana yardım edemezsin, beni kurtaramazsın. Çünkü beni zaten sen mahvettin!” “Mecbur olduğumu söyledim sana! Ne yaptıysam, neyi mahvettiysem, neyi eksik bıraktıysam hepsini seni korumak pahasına yaptım, Buse. Seni korumak için kendimi yok etmeyi göze aldım. Seni sevmekten hiçbir zaman vazgeçmedim. Seviyorum. Evet, hâlâ seni seviyorum. Sana âşığım ben Buse. Canını yaktığını biliyorum. Canını yaktığım için kendimden nefret ediyorum ben! Sana ağlatmayı yasaklayan kişi benken seni ağlattığım için kendimden tiksiniyorum! O güzel gülüşünü silen kişi olduğumun farkındayım.” Derin bir nefes aldı, kelimeleri boğazında düğümleniyor gibiydi ama yine de devam etti. “Her gözyaşında, her çığlığında, her nefret dolu bakışında, benden arta kalan insanlığımı kaybediyorum.” Hiçbir şey demeden oturduğum yerden kalktım. Ayaklarım sanki kendi iradesiyle hareket ediyordu, düşüncelerimin karmaşası bedenime yön vermişti. Koşarak üst kata çıktım. Her bir basamakta içimdeki öfke daha da büyüyordu. Odaya adım atar atmaz kapıyı büyük bir gürültüyle kapattım ve kendimi boşluğa bıraktım. Nefes almayı bile unuttum. Hava sanki ciğerlerime ulaşmıyordu ama bu boğulma hissine yenilmek istemiyordum. İnanmıyordum. Dediği hiçbir şeye inanmıyordum. Yalan söylüyordu. Her zaman ki yaptığı gibi beni kandırıyordu işte! Etrafıma bakındım. Her şey çok düzenliydi. Düzen, aldatmacanın, maskelerin, sahte sözlerin üzerini örtüyordu. Aniden elim masanın üzerindeki kaleme uzandı ve onu savurdum. İnce bir tıkırtıyla yere düşmesi beni tatmin etmedi. Daha sert bir şey yapmak istedim. Komodinin üzerindeki abajuru çektim, kablosu direndi ama ben daha güçlüydüm. Güm diye yere çarptığında içimde bir şeylerin hafiflediğini sandım. Ama hayır. Dolaba yöneldim, içerideki kıyafetleri yere savurdum. Yatağımı dağıttım, gözüme batan her şeyi yere savurdum. Ellerim titriyordu ama bu titreme öfkeden çok daha fazlasını barındırıyordu. İnanmamı bekliyordu. Yine... Ama nasıl? Nasıl olurdu? Odada dağılmamış bir şey ararken birden durdum ve sırtımı duvara yasladım. Nefes nefese kalmıştım. Aynada kendi yansımamla göz göze geldim. Dağınık saçlarım, kızarmış yüzüm, sinirle sıktığım dudaklarım... Karşımda duranın ben olduğuna inanmak istemedim. Bu kadar zayıf, bu kadar kontrolsüz birini kabul edemezdim. Ama ne yaparsam yapayım o aynadaki kişi bendim işte. Göğsüm hafifçe yükselip alçaldı. Ellerimle yüzümü ovuşturdum. Sanki bu hareketle tüm hislerimi silebilecektim. Tüm bu karmaşanın içinde neye öfkeleniyordum? Ona mı? Söylediklerine mi? Yoksa kendi içimde ona inanmak istediğim için kendime mi? Derin bir nefes aldım ve gözlerimi kapadım. Ellerim yavaş yavaş gevşedi. Tüm bu dağınıklığın arasında ayakta durmaya çalışıyordum. Dizlerimin titrediğini hissettim ama yere çökmedim. Çökersem, kendime yenilirdim. Bir süre nefesimi kontrol etmeye çalıştım. İçimdeki dalgalar sakinleşiyordu ama arkamda bıraktığım enkaz ortadaydı. Etrafa baktım, dağılmış kıyafetlere, kırılmış abajura... Hiçbirini toparlamaya çalışmadım. Odayı değil, önce kendimi toplamalıydım. Adımlarımı ağır ağır atarak yatağa yaklaştım. Yatağın ucuna iliştim, gözlerim yerdeki abajurun parçalarına kaydı. Titreyen ellerimi dizlerime bastırarak kalktım ve lambanın sapını yerden aldım. Onarılabilir mi? diye düşündüm. Ama o an sadece abajuru değil kendi içimdeki kırılmış parçaları düşündüğümü fark ettim. Birkaç adım attım, pencerenin önüne geldim. Dışarının sessizliği içimdeki kaosu biraz olsun bastırmıştı. Derin bir nefes daha aldım. Bu kez nefesim daha rahattı. Bugün gidecektim ve bir daha bu hisleri yaşamayacaktım. Normal yaşantıma geri dönecektim. Dert ettiğim tek şey işim olacaktı. Düşüncelerim bir anlık huzur yerine ağır bir suçluluk hissiyle yer değiştirirken gözlerim istemsizce kısıldı. Evrim… bu kadar gürültüye rağmen neden hâlâ uyanmamıştı? Odamdan çıkıp hızlı adımlarla Evrim’in odasına doğru ilerledim, kapıyı yavaşça araladım. Evrim, yatağında derin bir uykudaydı. Yanına yaklaştım, eğilip hafifçe omzuna dokundum. “Evrim, hadi uyan artık güzelim,” dedim yumuşak bir sesle. Uyandırırken bir tebessüm kondurdum yüzüme. Ancak Evrim’den hiçbir tepki gelmedi. Elimi biraz daha bastırarak omzunu hafifçe salladım. “Evrim? Küçük prensesim, kalk artık. Kahvaltıyı kaçıracaksın. Sana en sevdiğim yumurtadan hazırlayacağım hem!” Hiçbir tepki yoktu. Bir an için kalbim hızlandı ama bunu uykusunun derinliğine bağlamaya çalıştım. Eğildim, yüzüne daha yakından baktım. Yanaklarına dokundum. Soğuktu. Gözlerim büyüdü, içime sanki bir bıçak saplanmıştı. “Evrim! Ablacığım, neden uyanmıyorsun?” Sesimdeki panik artıyordu. Nefesim hızlanmış, elimdeki kontrol kaybolmuştu. Yatağın kenarına oturdum ve ellerimi yüzüne koydum, tekrar tekrar adını söyledim. Ama cevap yoktu. Bedenim bir anda soğuk bir gerçekle sarsıldı. “Evrim!” diye bağırdım, sesim odanın duvarlarına çarpıp yankılandı. Gözlerimden yaşlar boşanacak gibiydi ama bir şey beni durduruyordu. Hissettiğim korku ve dehşet gözyaşlarımdan daha güçlüydü. Göğsü hareket etmiyor muydu? Elimi titreyerek boynuna götürdüm. Nabzı çok yavaştı. Duracak kadar yavaş atıyordu. *** Hastanenin soğuk ışıkları altında koşarken, kardeşimin küçücük bedenini kollarımda tutuyordum. Her adımda kalbim daha hızlı çarpıyordu. Sanki onun kalbi yerine benimki duracakmış gibi bir his… Erim yanımda bağırarak hemşireleri ve doktorları yardıma çağırdı ama ben hiçbir şeyi duyacak durumda değildim. Kollarımdaki yük sadece bir bedenden fazlasıydı. Evrim’i kaybetme düşüncesi varlığımı paramparça ediyordu. Doktorlar Evrim’i kucakladığım yerden aldığında hissettiğim o soğukluk içimde bir uçurum açtı. Ellerim bomboş kaldı. “Onu kurtarın… ne olur, kurtarın…” dedim ama sesim kısık, boğuk ve titrek bir fısıltıdan ibaretti. Gözlerim Evrim’in kaybolduğu odanın kapısına kilitlenmişti. Her saniye bir yıl gibi geliyordu. Erim koluma dokunup beni bir sandalyeye oturtmaya çalıştı ama oturmak istemiyordum. Beklemek istemiyordum. Kalbimde yankılanan bir feryat vardı. Onu kaybedemem. Daha onunla yapacak o kadar çok şeyimiz var ki… Dakikalar saatlere dönüştü ama sonunda bir doktor kapıda belirdi. Yüzündeki ifade içimdeki korkuyu doğrulayan bir ayna gibiydi. Ağır adımlarla bize yaklaştı. “Şu an için durumu stabil.” Sakin görünmeye çalışıyordu. “Kalbi artık bu yükü taşıyamayacak kadar yorulmuş. Oksijen eksikliği ve kalp ritmindeki yavaşlama ciddi bir tehlike oluşturmuş.” “Yani? Ne demek istiyorsunuz? Evrim iyi mi kötü mü?” “Siz…” “Ablasıyım.” “Sizinle özel olarak konuşabilir miyim?” Sessizce başımı salladım ve doktorun ardından gittim. Bir odada, kapalı kapılar ardında yalnızdık. Doktor gözlerimin içine baktı, kelimelerini seçerken dikkatli davranıyordu. “Evrim’in durumu kritik,” dedi sonunda. “Kalbindeki delik sebebiyle vücudu her geçen gün daha fazla zorlanacak. Onu ameliyat etmeyi düşünebilirdik ancak bu yaşta ve bu kadar zayıfken bunu kaldırması mümkün değil. Çok üzgünüm ama önümüzde en fazla yedi ya da sekiz aylık bir süreç var.” Dünya sanki başıma yıkılmıştı. Sesler, renkler, hatta nefes almak bile anlamsızlaşmıştı. Zihnim bir girdabın içine çekilmiş gibi hissediyordum. O an bir insanın hissetmekten korktuğu her şeyi bir arada yaşamıştım. Korku, çaresizlik... “Hayır,” dedim ellerimle masanın kenarını sıkıca tutarak. “Hayır, bir yolu olmalı. Bir şey yapabilirsiniz. Evrim daha çok küçük!” Doktor derin bir nefes aldı. “Bu süreçte ona en iyi şekilde bakmanız gerekiyor. En ufak bir stres ya da üzüntü durumu daha da kötüleştirebilir. Onun huzurlu ve mutlu bir hayat sürmesi için elinizden geleni yapmalısınız. Her saniyesi çok değerli.” Kelimeler zihnimde yankılandı. Huzurlu ve mutlu. Nasıl olurdu bu? Onu kaybetme düşüncesiyle her saniye yaşarken nasıl mutlu olabilirdim? Ve ben mutsuzken Evrim’i nasıl mutlu edebilirdim? Gözlerimden dökülmeye başlayan yaşları tutamadım. Doktor omzuma hafifçe dokundu ama teselli etmenin mümkün olmadığını biliyor gibiydi. Her kelimesi yüreğime bir hançer gibi saplanmıştı. Odadan çıktığımda bacaklarım beni taşımıyordu. Bir tür boşlukta süzülüyordum sanki. Evrim’in yüzü gözümün önüne geldi. Her gülümsemesi, her bakışı birer mucizeydi ama bu mucizeye sayılı günler biçilmişti. Ve ben o mucizeyi koruyamamanın yüküyle eziliyordum. Koridora adım attığımda içimdeki ağırlık tüm bedenimi esir almıştı. Ayaklarım istemsizce beni Evrim’in odasına sürüklüyordu. Her adımda kalbim biraz daha hızlanıyor, zihnimde yankılanan doktorun kelimeleri beni yeniden ve yeniden vuruyordu. “En fazla yedi ya da sekiz ay...” Kapının önünde durdum. Ellerim ter içinde, titriyordu. Derin bir nefes aldım ama nefes almak bile yetmiyordu. Kapıyı ittim ve içeri girdim. Yüzü solgun, gözleri kapalıydı. Sanki her şeyden bihaber huzurlu bir rüyada gibiydi. Yanına yaklaştım. Küçük elleri ince bir hortumla bağlanmıştı. Narin bilekleri o kadar küçük ve kırılgandı ki dokunmaya bile korkuyordum. Gözlerim yaşlarla doldu. Parmak uçlarımı usulca eline koydum. Soğuktu. Birden içime tarifsiz bir korku yayıldı. “Evrim…” Sesim kırılmış bir yaprak gibi titrekti. Gözlerini aralamadı ama dudakları belli belirsiz kıpırdadı. “Seni hiç yalnız bırakmayacağım. Söz veriyorum. Hiç korkma. Her şey güzel olacak…” Bu sözleri söylüyordum ama kendim bile inanıyorum diyemezdim. Sessizce yere süzüldüm, başımı yatağın kenarına yasladım. Belki çok az vakit geçirmiştik ancak bebekliğinden bu yana her şeyini biliyordum Evrim’in. Uzakta olsam bile her şeyinden haberdardım. Beni öz ablası olarak görüyordu. Belki de beni annesinin yerine koyuyordu ancak ben Evrim’in yeterince yanında olamamıştım. Hafif bir kıpırtıyla irkildim. Evrim gözlerini yavaşça aralamıştı. “Abla,” dedi incecik, yorgun sesiyle. O kadar güçsüzdü ki adımı söylemek bile sanki bir savaş gibiydi onun için. Gülümsüyordu. O gülümseme dünyadaki her şeyden daha değerliydi. Gözlerimi ovuşturarak ben de gülümsedim. “Uyandın mı prensesim?” İçimde kopan fırtınayı ona belli etmemeye çalışıyordum ancak Evrim her zamanki gibi yüzümdeki asıl ifadeyi okumuştu. Elini kaldırdı, parmakları yanaklarıma dokundu usulca. “Abla, ağlama. Ben gayet iyiyim. Sen iyi misin?” Yutkundu, nefes aldı. “Sabah uyandığımda… kavga ediyordunuz galiba. Sesini duydum. Bağırıyordun. Yanınıza gelecektim ama galiba bayılmışım.” Kelimeleri zihnimde yankılandı, ağırlaştı, beni ezdi. Benim yüzümden mi olmuştu tüm bunlar? Belki de bu yüzden bayılmıştı. Kalbi bizim gürültümüze daha fazla dayanmak istememişti. Suçluluk içime işlerken bir şeylerin kırıldığını hissettim ancak bunu Evrim’e belli etme gibi bir niyetim yoktu. Gülümseyerek saçlarını usulca okşadım. “Biz Erim abinle sadece şakalaşıyorduk. Biraz sesli olmuş olabilir. Ama endişelenmeni gerektirecek bir şey olmadı. Seni korkuttuğum için özür dilerim bir tanem.” Evrim kaşlarını hafifçe çattı, yüzünde bir şüphe belirdi. O küçük dudaklarıyla bir şey söyleyecek gibiydi ama yorgunluğu daha ağır bastı. Gözleri bir anlığına kapanır gibi oldu, sonra yeniden açıldı. “Gerçekten mi?” diye sordu. “Tabii ki,” dedim rahatlatmaya çalışarak. “Bazen büyükler biraz gürültücü olabiliyoruz. Boş ver şimdi bunları düşünmeyi. Önemli olan senin iyileşmen. Tamam mı?” Yüzündeki şüphe yerini yavaşça bir güven ifadesine bırakırken başını onaylarcasına salladı. Gülümsemem daha da büyüdü ama içim kan ağlıyordu. Bir süre sonra gözleri yeniden kapanmaya başladı. Evrim uykuya dalarken ben içimdeki suçlulukla baş başa kaldım. Erim’le tartışmamız… Eğer sesimizi bu kadar yükseltmeseydim, eğer onu endişelendirecek kadar dikkatsiz olmasaydım belki de şu an bu yatakta yatmıyor olacaktı. Sessiz adımlarla odadan çıktım ve odanın tam karşısında dikilen Erim’e baktım. Kolundan yakalayarak Erim’i peşimden sürükledim ve hastanenin dışarısına çıkardım. Temiz hava ciğerlerime dolarken birkaç saniyeliğine iyi hissetmiştim kendimi. “Benim yüzümden,” dedim Erim’in suratına bakarken. “Bizim yüzümüzden. Bağırmamı duymuş. Bağırma sesime uyanmış ancak sonrasında bayılmış. Evrim neden bu evde tutuluyor? Kalbine hasar verecek şeylerden korunmak için. Peki ben ne yaptım?” Nefeslendim. “Ben ne yaptım?!” diye bağırdım. Cevap vermedi. “Evrim’i korumak en çok da benim görevim! Onun etrafında huzur olması gerekiyordu, biliyorsun bunu! Doktor defalarca söyledi. Ama ben ne yaptım? Sesimi yükselttim, tartıştım, onu endişelendirdim. Uyandığında duyduğu ilk şey kavga seslerimiz olmuş!” Ellerimi saçlarıma götürdüm sanki bu düşünceleri kafamdan çıkarıp atabilirmişim gibi. Erim derin bir nefes aldı ama hâlâ sessizdi. Sessizliği beni daha da deliye çeviriyordu. “Bir şey söyle! Söylesene!” diye bağırdım. “Hadi, suçla beni. Hak ediyorum. Evrim şu an o yatakta çünkü sen onun huzurunu bozdun! Çünkü ben... çünkü ben...” Sözlerim boğazımda düğümlendi, gözlerimden yaşlar süzülmeye başladı. Güçlü kalmak istemiştim ama Evrim’in yüzü her gözlerimi kapattığımda zihnime kazınıyordu. Küçücük bir bedene bu kadar büyük bir acı yüklemiştim ve bunun sorumluluğundan kaçamazdım. Hıçkırarak ağlamaya başladığımda bedenim titriyordu. “Kendini bu kadar suçlama. Evet, tartıştık. Evet, bağırdık. Ama Evrim’in durumu bizim bir anlık hatamızdan dolayı bu hale gelmedi. Bunu söylemek istemezdim ama gerçeği ikimiz de biliyoruz, Buse. Evrim yıllardır bu hastalıkla mücadele ediyor. Emin ol her şeyin farkında.” Gözlerim Erim’in gözlerine dikildi. Dedikleri doğruydu ancak kalbim bu gerçeği kabul etmek istemiyordu. “Nasıl bu kadar sakin olabiliyorsun, Erim? Onun yüzüne nasıl bakacağım bundan sonra? Ona nasıl iyi olacağını söyleyeceğim?” Bir adım yaklaştı, ellerimi tutmaya çalıştı ama geri çekildim. “Buse,” dedi yavaşça. “Onu seviyoruz. İkimiz de. Ve bunu göstermek için hâlâ zamanımız var. Evrim, seni gülerken görmek istiyor. Senin yanında huzur buluyor. Eğer kendini böyle tüketirsen hem ona hem kendine daha fazla zarar verirsin. Evrim senin yokluğunu çok arıyor, Buse. Babasını değil, en çok seni özlüyor.” Ve ben kardeşimi yılda birkaç kez görüyordum. Derin bir nefes aldım, gözlerimi kapattım ve başımı gökyüzüne çevirdim. Sınıra dayandığında içini boşaltmazsan, biriktirdiklerin seni ele geçirir. Her yutkunmada daha da ağırlaşır yükün. Sustukça içinde bir karanlık büyür. Karanlık seni sardığında, nefes almak bile zorlaşır. Gözlerin ışığı arar, ama bulamaz. Kendi içine hapsolmuş bir yabancıya dönüşürsün. Her bastırılan his ruhta yeni bir iz bırakır. Dudaklarından dökülmeyen her kelime göğsünde bir düğüm olur. Sustuğun her an kendinden bir parça kaybedersin. Ve bir gün fark edersin ki içinde yankılanan bu sessizlik sana ait değildir artık. Sınırın kıyısında durduğunda, yapman gereken tek şey vardır; içindekileri serbest bırakmak. Aksi hâlde yükünü taşıyamazsın. Ve karanlık seni sonsuza dek içine çeker. Gözlerimi araladım ve başımı aşağıya eğip montumun cebindeki telefonu çıkararak hızla aramam gereken kişiyi arayıp telefonu kulağıma yasladım. Birkaç çalıştan sonra arama yanıtlandı. Karşı tarafın konuşmasına izin vermeden dudaklarımı araladım. “Alois, Türkiye’ye taşınıyoruz.” Bölüm Sonu. Nasıldı bölüm? Sizce Erim'in dedikleri doğru mu yoksa yine bir planı mı var? Buse'nin doğru bir karar verdiğini düşünüyor musunuz? Oysuz ve yorumsuz geçmeyelim... Bir sonraki bölümde görüşmek üzere, kucak dolusu öpücük.
|
0% |