@tuvbaveotesi
|
Tehlikeli Fısıltı Bölüm 9 - Kaçmak Sevgi veyahut aşk… Bu kavramlar hayatımızda neyi temsil ediyordu? Hayatımızın merkezinde bu kavramlar var mıydı ve bu kavramlar aynı şeyler miydi? Birisinin etkisiyle çarpan kalbimiz her zaman sevgiyi ya da aşkı mı aktarırdı bize? Yaşadığımız, hissettiğimiz adrenalin hormonları neyi temsil ederdi? Ucu oldukça açık sorulardı bunlar. Kime sorsan farklı bir cevap verir, istediğin cevabı kendin bulamadığın sürece hiçbir cevaptan tatmin olamazdın. Cevabını bulmadığın süreçte ise senin için yanlış olan şeyler, doğru gelebilirdi. Zihnim oldukça bulanıktı. Son günlerde yaşadığım saçma yakınlıklar başımın ağrımasına sebebiyet veriyordu. Tüm yaşadıklarımı düşünmüş, Erim’in bana olan yakınlığına bir anlam kondurmaya çalışmıştım. Lakin herhangi bir çıkışa ulaşamıyordum. Sevgi olamazdı. Buna inanmak güçtü. Tanışalı kaç gün olmuştu ki? Benim açımdan kaç gün olmuştu? “Kendisine eğlence aramaktan başka bir halt yapmıyor,” dedi iç sesim. Sanırım haklıydı da. Düşüncelerimden kopmama babam sebep olurken sadece bana seslendiğini idrak edebilmiştim. Sonrasında dediği şeylere dair herhangi bir fikrim yoktu. “Efendim, babiş?” “Okul diyorum,” dedi ağzına siyah zeytin atarken. Şu lezzetsiz şeyden ne haz alıyordu hiç bilmiyordum. “Nasıl gidiyor?” Omuz silktim. “Dokuzuncu sınıftan beri herhangi bir değişiklik olduğunu hissetmiyorum, canım.” Babamın kaşları çatıldı. “Ne demek o? Dokuzuncu sınıftaki başarını hatırlıyorum.” Ah evet... En kötü lise yılım dokuzuncu sınıftı. Sekizinci sınıfın devamı olduğunu düşündüğüm ve zorlanmayacağımı hissettiğim için asla ders çalışmamıştım, bu yüzden de yılı sınıfta kalmaktan kıl payı kurtararak geçmiştim. Bu konu uzun süredir yüzüme vurulmuyordu… Şirin olduğumu düşündüğüm bir yüz ifadesine bürünürken bağdaş kurarak oturduğum sandalyeden kalktım ve babamın yanına giderek kollarımı boynuna doladım, yanağına sulu bir öpücük bıraktım. “Şaka yaptım, okul gayet iyi. Derslerimdeki gelişmeleri de saklamıyorum zaten.” Dokuzuncu sınıf vakamdan sonra bu hatayı tekrarlamayarak notlarımı oldukça yükseltmiştim. Okulda da sayılı, oldukça başarılı, kategorisinde yer ediniyordum. Babam bunu biliyordu ancak benimle uğraşmaktan kaçınmazdı. Babamla aramda farklı bir bağ vardı sanki. Bilmiyordum ama çok özeldi benim için. Babam, elimi avucunun arasına alıp minik bir öpücük kondurdu. “Aynı babası,” dedi böbürlenerek. Çay dolduran annemin küçümseyici bakışları babamı buldu. “Annesi diyecekken dilin sürçtü sanırım, hayatım.” “Hı-hım,” dedi babam kıkırdayarak. Annemi geçiştirme ses tonuydu bu. İlişkilerini seviyordum. Bu hallerine gülerken babamdan ayrıldım ve geri yerime geçtim. O sırada Beril uykulu gözlerle içeri girdi. “Oo,” dedi babam imayla. “Benim küçük prensesim kış uykusundan kalkmış.” Annem ikaz dolu hareleriyle babamı dürterken, “Ender!” dedi. Bu, ‘uğraşma kızımla’ uyarısıydı. Beril’in bozulmuş surat ifadesine karşın babam kahkaha attı. “Gel buraya,” dedi sevimli bir şekilde. Beril hiçbir şey olmamış gibi babamın yanına gitti, babam da Beril’i öperek yanaklarını sıktı. “Buse, reçelden neden yemiyorsun?” diyen anneme kısa bir bakış attım. “Sevmiyorum, anne.” Annemle her kahvaltıda yaptığımız rutin konuşma da buydu. Reçel sevmediğimi anneme asla anlatamıyordum. Veyahut anlıyordu ancak anlamak istemiyordu. “Ben yaptım ama… Hazır değil.” Ah! Evet, anne… Babamın evlilik yıl dönümünde aldığı gülleri araya gitmesin diye reçel yaptın! “Sosislerim soğuyor,” dedim ve annemin dediğini göz ardı ederek tabağımdaki sosisi ağzıma attım. Beril sonunda babamdan ayrılmayı başarıp yerine geçerken babam boğazını temizledi ve “Bir haftalığına iş için şehir dışına çıkacağım,” dedi. Babam, bir ayakkabı şirketinde genel müdür olarak çalışıyordu. “Nereye?” Hareleri, anneme döndü. “İstanbul.” Şaşırılacak bir şey değildi. Aksine oldukça alıştığımız bir durumdu. Sadece fazla özlüyorduk... “Ne zaman gideceksin, babiş?” “Yarın sabah, güzelliğim.” Dudak sarkıttım ancak yapacak bir şey yoktu. Ortalık toparlandıktan sonra tüm günümü babama sırnaşarak geçirdim. Beril arada kıskançlık yapmıyor değildi ancak onu da çöpe atacak halim yoktu ya... Kardeşimdi ne de olsa. *** “Buse!” diye bağıran sesi idrak ettiğimde önce belli bir düzenekle karıştırdığım pudinge, sonrasında ise yanıma gelen Beril’e baktım. “Efendim?” “Sabahtan beri sana sesleniyorum.” Boş gözlerimle Beril’i izlerken kaynamakta olan pudingin altını kıstım. “Duymadım,” dedim tıslayarak. “Ne istiyorsun yine?” Yapay bir şekilde dudakları büzüldü. “Yine mi derken… Aşk olsun, Buse. Sanki senden sürekli bir şeyler istiyorum.” Kollarımı göğsümde birleştirirken, tezgâha yaslandım. Dudaklarımda belli belirsiz bir ima vardı. “Evet?” Gözleri çoktan devrildiğinde, “Dışarı çıkacağım,” dedi. “Biraz borç harçlık mı versen canım ablam…” Sevimli bir şekilde gülümsemeye çalıştı ancak bu, çıkarcılık gülüşünden başka bir şey değildi. “Git al cüzdanımdan,” dedim uysal bir tonla. “Yaşasın!” diyerek boynuma atladı, koşarak odadan çıktı. Bazen Beril’in on yedi yaşında olduğundan şüpheleniyordum. Başımı olumsuz anlamda sallarken ocağın altını kapadım ve raftan kâseleri çıkardıktan sonra çikolatalı pudingi eşit oranla kâselere döktüm. Kâseleri soğumaya bırakırken çekmeceyi aralayarak küçük, tahta kaşık aldım ve bilerek dibini tutturduğum pudingi tencereden sıyırarak mideme indirdim. Hafif dibine tutunca daha lezzetli oluyordu. Tahta kaşık kullanmamın sebebi ise annemin tencereyi çiziyorsun diye kızmasıydı. “Ben çıkıyorum!” diyerek mutfağın kapısından başını uzatan Beril’e bakmakla yetinirken görüş açımdan çıktı ve ardından kapının açılıp kapanma sesi duyuldu. Puding sıyırma işlemim bittikten sonra tencereyi yıkadım ve kâseleri buzdolabına koyduktan sonra mutfaktan ayrıldım, odama geçtim. Bugün okul oldukça sıkıcıydı. En sevmediğim dersler olduğu için de çoğu saatim uyuklamakla geçmişti. Üzerimi değiştirmek için dolabın kapağını açtım, bir süre göz gezdirdikten sonra açık renkli mom jean ile beyaz, bol kazağımda karar kılarak üstümdeki kıyafetlerden kurtuldum. Çarşamba günü sınavlarımız başlıyordu. Sınavlarımızın başladığı yetmiyor gibi ilk sınavımız matematikti! Ve ben matematikten zerre anlamıyordum. Bu yüzden Mehmet’le sınava çalışma kararı almıştık. Mehmet biraz mala anlatır gibi anlattığı için hocanın anlatımından çok, Mehmet’inki aklımda kalıyordu. Saatin beş buçuğa geldiğini gördüğümde daha fazla oyalanmadan hazırlığımı bitirdim ve çantama gerekli eşyalarımı koyduktan sonra evden çıktım. Kütüphaneye gidecektik ve kütüphane oturduğum eve on beş dakikalık bir yürüme mesafesindeydi. Soğuk havanın etkisiyle ellerimi cebime koyarak yürümeye başladım. Karanlık, gökyüzünü etkisi altına almaya başladığında kütüphaneye varmıştım. Banktaki tanıdık simanın yanına ilerlerken anında elindeki sigarayı yere atarak söndürdü, ayaklanarak yanıma geldi. Mehmet’le aramda fazla bir boy farkı yoktu. Koyu kahverengi kısa saçları ve iri gözleri vardı. Burun kısmında da hafif çilleri. Bu soğuğa rağmen giydiği deri ceketten bakışlarımı çekip, yerdeki uzun sigaraya baktım. “İçseydin…” “Sevmiyorsun,” diyerek yanıtladı beni. Doğruydu. Sigaradan da kokusundan da haz etmezdim. Bir kereliğine tadını merak ettiğim için denemişliğim olmuştu ancak benim tarzım olan bir şey değildi. “İçeri girelim.” Başını sallayarak geriye çekildi, öncesinde benim girmemi işaret etti. Cebime koyduğum kütüphane kartımı çıkararak kapıdan geçtim ve turnikeye kütüphane kartımı okuttuktan sonra merdivenlere yöneldim. Kütüphane oldukça büyüktü ve iki katı, sesli çalışma odası olarak ayarlanmıştı. Ara koridorlarda ise otomatlar ve koltuklar bulunuyordu. Toplam beş katlı bir yapıydı. Çıkarken genelde gürültü olduğu için de sesli çalışma odaları ilk iki kattı. İlk kata çıktıktan sonra cam bölmeli olan kapıyı kendime doğru çektim ve boş masa bakındım. Köşe taraftaki boş masayı gözüme kestirdim, hızlı adımlarla masaya giderek eşyalarımı koydum. Mehmet de peşimdeydi. Montumu çıkardıktan sonra biraz ilerideki askılığa astım ve kollarımı hafifçe yukarı sıvayarak oldukça yumuşak olan sandalyeye oturdum. “Ee,” dedi Mehmet, yanımdaki sandalyeye otururken. Ardından ceketini çıkardı ve boş olan sandalyeye koydu. “Hangi konuları anlamadın?” Masumca gülümsedim ve birkaç kez gözlerimi kırpıştırdım. “Hepsini.” Bir süre bakıştık. Ardından güldü. “Sorun değil, anlatırım.” Sevinç nidalarımın ardından çantama uzanarak matematik defterimi ve test kitaplarımı çıkararak masanın üzerine koydum. Dersi anlamıyor olabilirdim ancak düzenli not tutardım. Tabii bazen üşendiğim için hocanın tahtaya yazdığı örneklerin bazılarını yazmamamın dışında. Dönemin başında işlediğimiz konuyu açarak defteri, Mehmet’in önüne sürükledim. “Üstel fonksiyon…” dedi mırıldanır bir tonla. Bu kavramı ilk kez duyuyormuşum gibi kaşlarım çatıldı. “Fonksiyonun sadesi yetmiyor gibi bir de üsteli mi var?” Gerçekten ağlayacaktım. Dört işlem dışında hiçbir şey işimize yaramayacakken neden saçma sapan konuları ders diye önümüze sunuyorlardı ki? Ben bu eğitim sistemine karşıydım! “Çok basit aslında…” Mehmet’e baktım, cevap vermeyerek anlatmasını bekledim. Ne de olsa korkunun ecele faydası olmayacaktı. Mehmet anlatmaya başladıktan sonra ise pür dikkat onu dinledim. *** Karnımın içi adeta Hint mabetlerindeki çanlar gibi çalmaya başlarken, “Bu siparişler ayaklanarak mı gelmeyi düşünüyor?” diye sordum. “Sabret,” dedi Mehmet. “Gelir şimdi.” Açlıktan bayılmak üzereydim! Kütüphaneden yirmi dakika önce ayrılmıştık ve civarlarında olan bir restorana gelerek yemek sipariş vermiştik. Mehmet’in de dediği gibi konular gerçekten o kadar da zor değildi, bunu kavramıştım ancak yine de sınavda yapabilir miydim bilmiyordum. Konuları soru üzerinden anlatması daha iyi anlamamı sağlamıştı. Evde de soru çözerek pekiştirme yapacaktım. Geri kalan derslerim oldukça iyiydi. Bu yüzden matematiğe ayrı bir efor sarf ediyordum, etmek zorundaydım. Düşüncelerimi siparişlerin gelmesi anında def ederken komiye teşekkür ettim ve çatalımı elime alarak iskendere batırdım. Lokmamı çiğnerken damağıma sinen o tat… İskender muazzam bir yemekti! Ve şu an aç olduğum için daha da lezzetli geliyordu. Çehremdeki hoşnutluk ifadesiyle, “Çok acıkmışım,” dedim. Kıkırdadı. “Fark ettim.” Ayranından bir yudum aldıktan sonra, “İstersen yarın da çalıştırabilirim,” dedi. Hayır anlamında başımı salladım. “Olabildiğince yardım ettin zaten… Teşekkür ederim.” “Sakın,” dedi uyarır bir tonla. “Senin için yaptığım şeyler için bana teşekkür etme.” Küçük tebessümümün ardındaki bakışlarımı kaçırırken bunu başaramadım ve çaprazdaki masada kaldım. Gözlerim istemsizce kısılırken takım elbiseli, kır saçlı, yaklaşık kırklı yaşlarındaki adamı inceledim. Nesine takılmıştım anlamaya çalışıyordum. Sadece karşısındaki kızıl saçlı kadın her kimse onunla beraber yemek yiyen, sıradan birisiydi. Adamla göz göze geldiğimizde oldukça tepkisiz bir ifadeyle bana baktı. Harelerimi önüme çevirerek bunu kısa tuttum. Bakışlarım rahatsız edici olabilirdi. Çünkü yakınlarım insanları öldürecekmişim gibi baktığımı söylerdi. İsteyerek olmuyordu ki… Mehmet’le hoşsohbetler eşliğinde yemeğimizi yedikten sonra Alman usulü hesabı ödedik ve restorandan çıktık. “Bırakayım seni.” Olumsuz anlamda başımı salladım. “Temiz hava eşliğinde giderim ben.” “Peki, madem…” Yanıma yaklaştı ve kollarını bana sararak, “Dikkatli ol,” dedi. Sarılışına karşın elimi sırtına yerleştirdim. “Olurum.” Ayrıldığımızda gülümsedi ve iyi geceler diyerek gözden kayboldu. Evin yolunu birkaç dakika daha azaltırken kaldırımın bir köşesine sinerek alkol alan kadına baktım. Sokak ışıklarının parlattığı kızıl saçları beni restorandaki o masaya götürmüştü. Sanki… O adamın karşısındaki kadındı? Hem ağlıyor hem de içiyordu. Beni fark ettiğinde belli belirsiz bir gülümseme peyda oldu dudaklarına. “Ne zormuş şu aşk dediğimiz illet.” Sarhoş olduğunu düşünüyordum. “Bulaştın mı sen de?” diye sorduğunda elindeki şişeyi tekrardan dudaklarıyla birleştirdi. Kadının yanına otururken, “Bulaşmalı mıyım?” diye sordum. Histerik bir kahkaha attı. “Tavsiye etmem… Ya da edebilirim… Yani, karşı taraf hislerini siklediği sürece güzel bir duygu.” Nefeslendi. “Ben de mutluydum… Ama şu an görmüyor bile beni.” “Demek ki hiç sevmemiş.” “Öyle,” diyerek onay verdi. “Sevmedi. Sevse her şeyi yapardı benim için…” Bir korkak gibi kaçmazdı!” Adına üzülmüştüm. Yine seven tarafın kaybettiği bir hikâyeydi. Saçımı kulağımın arkasına sıkıştırırken, “Neden seni sevmeyen birisi için kendini yıpratıyorsun?” diye sordum. Mavi hareleri beni buldu. Yaklaşık otuz yaşında bir kadındı. Bakımlıydı, güzeldi. “Kaç yaşındasın?” “On sekiz.” Yine güldü. “Dediklerimi ne kadar anlarsın bilmiyorum ama… Sevdiğin kadar, üzülürsün. Elimde değil… İsteyerek kendimi mahvedecek aptal birisi değilim.” Elini yumruk yaparak kalbinin üzerine koydu, sertçe kalbine vurmaya başladı. “Burası aptal!” dedi yüksek bir sesle. “Buraya düştüğü an kişi, mantığın kapanır. Onsuz nefes almak bile zor gelir. Gülüşüne, öpüşüne, kokusuna… Ona dair her şeye alışmışken onsuz yapabileceğinin ihtimalini düşünmek bile istemezsin.” Yüzüne yansıyan acı ile alkol şişesinin olduğu elini havaya kaldırdı. “Bu ihtimalleri düşününce sonun bu oluyor.” Bu hisler benim hayatımda yaşanmıştı. Ancak tekrardan yaşanmamalıydı. “Ama,” dediğinde yavaşça ayaklandı ve dengesini zoraki sağlayarak karşıma geçti. “Düşünsene… Seni, senden çok seven birisi var. Canın yansa, canı yanan birisi… Bırak teması, onu gördüğünde bile heyecanlandığın birisi…” Etrafta kimseler yoktu ve kadın yerinde durmadığı için sürekli yalpalıyordu. “Ona sarıldığın vakit sanırsın ki dünyanın en güvenli yeri onun kollarının arası… Onun sevgisiyle, ona olan sevginle daha da çok seversin bu hayatı.” Şişenin dibini gördü. “Neyse… Başını ağrıttım,” dedi ve peşinden gitmeme izin bile vermeden, “Peşimden gelme!” diye bağırarak uzaklaştı. Ne yaşamıştım bilmiyordum. Bildiğim tek şey aşk denen illet can yakıyordu. Soğuk zeminden kalkarak yoluma devam edeceğim sırada adımı duyunca bedenimi arkaya çevirdim. “Maskeli?” dedim sorarcasına. “Ne arıyorsun burada?” Yanıma yaklaştığında parfüm kokusu burnuma doldu. Bu koku farklıydı. Erim gibi kokmuyordu. “Yalnız kalmanı bekliyordum.” Kaşlarım çatıldı. “Sebep?” “Mehmet’leydin.” “Takibe de mi başladın?” “Seni değil,” dedi rahat bir tavırla. “Arkadaşını.” Sıkıntıyla ofladım. “Ne bu aranızdaki mesele?” “Onun bir önemi yok ancak seninle aramızdaki meseleyi çözmemiz gerekiyor.” Başımı dikleştirdim. “Ne saçmalıyorsun?” “Seni uyardım,” dedi sert bir tonla. “Uzak dur şu çocuktan. İyiliğin için söylüyorum.” Gerilmeyecektim. Sakin kalacaktım. “Yüzünü bile göstermeyen bir insanın… İyiliğimi düşünmesi ne kadar da saçma!” “Yüzümü gösterdiğimde ondan uzak duracak mısın?” Böyle bir şey demesini beklemiyordum… Uzak durur muydum? Hayır. Yüzünü merak ediyor muydum? Fazlasıyla. Yalan söylesem anlar mıydı? Bilmiyordum. Denemeye değer miydi? Evet. “Adın da var,” dediğimde bıkkınlıkla gözlerini devirdi. Ciddi bir tavır aldım ve “Duracağım,” dedim. Gözlerinin içine baktım, inanıp inanmadığını anlamaya çalıştım. “Bir şartla.” Omuzlarım inip kalktı. “Ne şartı?” “Geçen söylediğim mevzu.” Kısa kesmişti. “Mehmet’i dediğim yere getireceksin.” *** Oldukça olaysız geçen bir günün daha sonundaydım. Hatta sonunda değil, bitimindeydim! Saat iki olmuştu ancak hâlâ uyuyamıyordum. Üstüne üstlük duş almış, maskelerimi yapmış, tırnaklarıma besleyici cila bile sürmüştüm… Ben uykuya bu kadar hazırken uykucuğum beni istemiyordu… Sıkıntıdan patlamak üzereyken telefonumu elime aldım ve Instagram’a girerek gelen takip isteklerine baktım. Fazla fotoğraf paylaşan birisi değildim ancak takip isteklerim oldukça fazlaydı. Sebebini bilmiyordum. Ve o an takip atan kişiye gözlerimi büyüterek baktım. Anın etkisiyle telefon yanlışlıkla suratıma düştüğünde içimden sövdüm ve hiçbir şey olmamış gibi geri telefonumu elime alarak istek atan şahsın, herkese açık olan profiline girdim. Erim Koral’ın. On dokuz gönderisi, beş yüz iki takipçisi ve yüz yedi takip ettiği vardı. Geriye kalan üç yüz doksan beş kişiyi neden takip etmediğini sorgulamayacaktım. İlk paylaştığı fotoğrafa indim ve fotoğrafa tıklayarak büyümesini sağladım. Bazı insanlar ilk fotoğrafın açıklama kısmına ‘stalk sonu’ yazıyordu ancak benim genel olarak huylarım ters olduğu için bu yazıyı dikkate alamıyordum. İlk fotoğrafında vücut sergilediğini gördüğümde hoşnutsuz bir edayla yüzümü buruşturdum. Gözlerimi devirerek diğer gönderiye geçiş yaptım. Neyse ki bunda üzerinde kıyafet var diye söylenirken, fotoğrafları yana kaydırdığımda ortaya çıkan görüntü başımı koparmıştı. Yine baklava sergisi yapıyordu. Diğer gönderiye geçeceğim sırada ayarlayamadığım elimin ayarı ile eleştirdiğim fotoğrafı beğenince, “Hayır ya…” diyerek mırıldandım. “Yaşanmamış olsun bu!” Olağanüstü bir hızla beğenimi geri çektim. Uyuyor olduğunu ve bu bildirimi asla görmeyeceğini düşünerek profilinden çıktım ancak o an aldığım mesajla gözlerim irileşti. Gelen; Erim Koral: “Hoşuna gittiğimi biliyordum…” Yüreğim ağzımda atarken yine kaşlarımı çattım. Bu aptal neden uyumamıştı? Gönderen; Buse: “Ben de senin hoşuna gidiyorum sanırım… Takip isteği atmışsın?” Cevabı fazla gecikmedi. Gelen; Erim Koral: “Hoşuma gitmeyen şeylerle ilgilenmiyorum zaten?” Cevap vermedim. Alışmış mıydım? Telefonu kapatarak yatağımın kenarına koydum ve küçük yastığımı kollarımın arasına alarak tekrardan uyumaya çalıştım. Sanırım başarıyordum… *** Duyduğum daha doğrusu bizzat gördüğüm dedikoduyu bir an önce Melis’e anlatmak için Melis’in sınıfına koşarken, Erim radarına takılınca sinirli gözlerle kolumdan kavrayan Erim’e baktım. “Bırak kolumu.” Kaşları çatık olmasına rağmen tuhaf bir şekilde güldü. “Nereye bu acelen? Tazı gibi koşuyorsun.” Sıkıntıyla oflayarak kolumu kurtarmaya çalıştım ancak başarılı olamamıştım. “Bırakacak mısın?” “Cık,” dedi oldukça rahat bir tavırla. Sinir perilerim yüklenmeye başlarken gülümsedim ve karnına dizimi geçirdim. Aldığı darbeyle iki büklüm olurken acaba çok mu sert vurdum diye düşündüm. Kısık gözleriyle gözlerime baktığı vakit konuşmasına izin vermeden Erim’den uzaklaştım ve amacıma ulaşarak Melis’in sınıfına girdim. Sınıfa girer girmez, “Melis!” diye bağırdığım için tüm herkes anlamsızca bana bakmıştı. “Ay ödüm koptu, Buse!” diyen Melis yanıma geldiğinde kolundan çekerek sınıftan çıkardım. “Sana bir şey demem lazım.” Heyecanla gözleri irileşti. “Yoksa zengin mi oluyoruz!” Gözlerimi devirdim. “Daha neler.” Umutsuzca bakışları düşerken, “Ee,” dedi. “Ne oldu?” “Emir… Artık bu okulda.” “Ne!” diye bağırdığında, koridordaki gözler bize dönmüştü. Bunu umursamayarak konuşmaya devam ettim. “Müdürün odasında gördüm. Kayıt yaptırıyordu.” “Şaka yapıyorsun… Hangi sınıfta?” Dudak büzdüm. “Bilmiyorum o kadarını.” “Umarım aynı sınıfa düşmeyiz, Buse!” Gözleri başka bir noktaya odaklanırken, “Buse…” dedi sorarcasına. Bakışlarını bana çevirdi, kollarımı kavradı. “Mahpusa düşersem temiz çamaşır getirir misin?” Anlamsızca yüzümü buruşturdum. “Ne?” “Ben şu an göz göze gelmemek için bakamıyorum ancak sağ tarafına bak.” Dediğini yaptığımda herhangi birisi olmadığını görmüştüm. “Tanımadık birisini kast etmediysen eğer, orada kimse yok, Melis.” Ani bir hızla başını çevirdi. “Lan!” Ardından sınıfına koştu, geri geldi. “Sınıfta da yok.” “Kim?” “Beni mi arıyorsun?” diye bir ses işittiğimizde Melis anın korkusuyla omuzumdan tuttu. Bakışlarımı Emir’e çevirdim. Melis ise oldukça asabi bir tavır sergiliyordu. “Yaralı ceylan okula mı başladı?” Emir’in kaşları çatılırken, “Yardım ettiğin insanlarla alay mı edersin sen?” dedi oldukça soğuk bir sesle. Melis güldü. “Sana yardım etmem şahsın sen olması değil, benim içimde olan iyilik meleğinin eseridir.” “Teşekkür edecektim ama anlaşılan o ki hak etmiyorsun.” “Ay ne olur teşekkür et, Emir…” Oldukça alaylı bir şekilde söylenmişti bu sözler. Öğle arasının bittiğine dair zil çaldığında dudak sarkıttım. “Ben gidiyorum.” Melis bakışlarını bana çevirdi. “Görüşürüz, canım.” Tam sınıfına adımlayacaktı ki Emir’in sesi durmasına sebep oldu. “Hangi sınıftasın sen?” Melis cevabı sınıfa girerek gösterdiğinde Emir’in ağzından kısık bir küfür savruldu. Ardından bana baktı. “Arkadaşınla aynı sınıfta olmak istersen eğer, müdüre gidelim de sınıflarımızı değiştirsin.” Şaşkınlıkla dudaklarım aralandı. Aynı sınıfta olmaları Melis’in kan çıkarması demek oluyordu. Emir’e ne cevap vereceğimi düşünürken, “Buse,” diyen Mert’e baktım. “Edebiyatçı bahçede seni bekliyor.” Kaşlarım çatıldı. “Neden bahçede?” “Nöbetçi ama seninle ne işi var bilmiyorum.” Anlayışla başımı salladım, Emir’e dönerek, “Gitmem lazım,” dedim ve Mert’le birlikte sınıfa gittim. Mert yerine kurulurken askılıktan montumu aldım ve üzerime geçirirken merdivenleri inerek bahçeye indim. Eksi on beş derecelik soğuk havaya karşı mücadelemde, Selena’nın gözleriyle etrafı taraması gibi bir tarama yaparken ortalıkta hoca falan yoktu. Okulun arka tarafında olabileceğini düşünerek o tarafa doğru ilerledim. Ancak gördüğüm şey hoca değil, Erim’di. “Gelmişsin,” dedi sırıtarak. Boş gözlerle Erim’e baktım. “Siz iki mankafa bana oyun mu oynadınız?” “Ben çağırsaydım gelecek miydin?” Olumsuz anlamda başımı salladım. “Hayır ve şimdi de geldiğim gibi geri gidiyorum.” Yürümeye başladığım vakit kolumdan tutarak gitmeme izin vermedi. Sinirle soludum. “Derdin ne?” dedim bedenimi Erim’e doğru çevirirken. Yüzünde herhangi bir mimik oynamadı. “Sensin.” Söylediğini kulak ardı ettim. “Atlas nasıl?” Konuyu değiştirmeme karşın sırıttı. “İyi. Seni özlediğini söylüyordu.” “Ya,” dedim a’yı olabildiğince uzatarak. Ben de onu özlemiştim. “Atlas'la bir gün mü geçirsek?” diye sordum dudak büzerek. Farklı bir tepki vermesinden korkmuştum ancak korkum gerçekleşmemişti. “Atlas’ı bensiz, tek başına emanet edemem. Sana güvenmediğim için değil… Atlas’ın korkuları var.” “Tek dememiştim zaten,” dedim, söylediğine karşı çıkarak. “Sen de gelirsin.” Dudaklarına arsız bir gülümseme yerleşti. “Beni görmek için Atlas’ı mı bahane ediyorsun sen?” “Her lafımı nasıl da işine geldiği gibi çeviriyorsun ama!” Kara bulutlar oldukça kasvetli bir ortam sunarken, gök gürledi. Erim’in bu soğuk havada mont giymediğini fark ettiğimde kaşlarım, göz kapaklarımın üzerine düştü. “Bu kadar soğuk bir havada mont giymemen ne kadar etik?” diye sordum. “Donarak ölmek mi istiyorsun?” Umursamazca omuzlarını silkerken, “Isınmama gerekli olan şey mont değil,” dedi. İmasını anında anlamamıştım. Anladığımda ise yağmur tanecikleri yerde izler bırakmaya başlamıştı. Alnıma düşen yağmur tanesi karşısında isyan edercesine, “Yağmur başlıyor,” dedim. “Okula girelim.” Adımladığımda, “Neden?” diye sordu. Anlamsız, boş gözlerim Erim’i buldu. “Neden benden kaçıyorsun?” “Senden kaçtığım falan yok,” dedim sert bir tavırla. “Kaçıyorsun.” “Kaçmıyorum!” “Herkese iyiyken benden gözlerini bile kaçırıyorsun sen... Dediklerimi duymuyormuş gibi yapıyorsun, sana olan yaklaşımımı umursamıyorsun… Bu kadar mı hiçim hayatında?” Ne diyeceğimi bilmiyordum. Sanki beynim cevap verme işlemini kaybetmişti. Olanların farkında mıydım ki? Kaçıyor muydum gerçekten? Dibime sokuldu. Koyu toprak rengi gözlerini, gözlerime sabitledi. Yağmur gittikçe şiddetini artırdı, şimşek çaktı ve gök tekrardan gürültülü bir şekilde gürledi, kasvetli havaya ince detaylar kattı. Harelerine, gözlerimi kırpmadan baktım. Ciğerlerimi dolduran kokusunu belli etmemeye çalışarak içime çektim. Duygu dolu bakışları karşısında daha fazla bunu sürdüremeyerek tekrardan bakışlarımı geri çektiğimde, “Gözlerime bak,” dedi. “Kimse bana senin gibi bakmıyor… Kaçma artık benden.” Tek kaşım havalanırken, “Ben… Nasıl bakıyorum?” diye sordum. Bunun üzerine nefeslendi, “Sanki beni hiç incitmeyecek gibi,” dedi. “Sanki ortasında bulunduğum cehennemi, cennete çevirecek gibi.” Duyduğum sözler kalbimin hızla atmasına sebep olurken afalladım, bir süre sessiz kaldım. Kulağıma sadece Erim’in nefesi ve daha da hızlanan yağmurun çıkardığı ses dolarken, “Sana karşı herhangi olumlu bir hissim yok,” dedim dudaklarıma dolan yağmur taneleriyle birlikte. Usulca bedenimi Erim’den uzaklaştırdım ve onu öylece orada bırakarak, arkamı döndüm. Bu hislerin yaşanmasına izin dahi verilmeyecekti. Bölüm Sonu. Buse'nin Erim'e olan tavrı karşısında ne düşünüyorsunuz? Emir neden bu okula geldi sizce? Oy ve yorum atmayı unutmayıııınn 💚 Diğer bölümde görüşmek üzere, cici kalın <3 |
0% |