Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1. Bölüm

@ugurluay

AŞK'A CAN VEREN VASİYET

Aşk’ın vasiyet ile imtihanı…

Bir vasiyet Aşk'ı yazar mı?

***

" Gözlerimiz birbirine değmeden,

Bir vasiyet ile Aşk yüreğimize değdi."

***

"Yüreğim seni ararken,

Ben senden bihaber yaşıyormuşum.

İçim senin hasretinin ateşi ile kavrulurken,

Ben hayatta avare avare dolaşıyormuşum.

Anlamalıydım,

Adım adım bana yaklaştığını,

Önce havaya düştün, ben varlığını hissettim,

Sonra suya can verdin.

Sıcaklığın dalga dalga ruhuma yayılmaya başladı.

Sonra toprağa, yüreğimin en can alıcı noktasına düştün,

Beni ateşinle yaktın Cemre’m...

Sen toprağa en son düşen Cemre,

Benim yüreğime hayat veren kor ateş,

Bana baharı getiren en büyük müjdemsin...”

***

“Toprak nereye giderse gitsin kaçamazdı...

Cemre ne yaparsa yapsın sonu Toprak'tı...”

***

Aşkın umudu bir vasiyet iken, iki inatçı keçiyi yola getirmeyi başarabilecek miydi?

Biri Trabzon’un hırçın güvercini, diğeri İstanbul’da yaşayan çakma Karadenizli…

Hırçın güzel CEMRE ile Asi ruhlu TOPRAK' ın AŞK hikâyesi…

Hiçbir hikâye bu kadar sizden olmamıştı. Onların aşklarını okumak en büyük keyfiniz olacak.

1.BÖLÜM

(***VASİYET***)

“İsyanım mecburiyetlere,

Feryadım bir vasiyet ile yüreğimde çöreklenen ağır yüke,

Çırpınışlarım, çaresizliğim ile sessiz çığlıklara dönüşürken,

Hayatıma bir saye gibi düştün dağ kızı,

Ruhumu çoktan fersiz bıraktın bile,

Peki ya madalyonun öteki yüzü…

Mecburiyet diye çıktığım yol meçhul bir duyguya mı ev sahipliği yapacak?”

Genç adam, başını ellerinin arasına almış acımasızca sıkarken, şefkatsiz yüz ifadesine eşlik eden nemrut duyguları olanlara bir türlü anlam veremiyordu. Kafası betonlaşmış gibi gaddar zihni hiçbir şeyi içine almıyor, beyni idrak etmekte güçlük çekiyordu. Ellerinin arasından kafasını kaldırarak, masanın üzerinde açılmış durumda ve rastgele fırlatılmış mektuba göz ucuyla baktı. Babasını yeni kaybetmenin üzüntüsüyle darma duman olan adam, daha kendine bile gelmeye bile fırsat bulamadan eline tutuşturulan zarf ile ne olduğunu bile anlayamamıştı. Zarfı açtığında ise hayatının en büyük şoku ile karşılaşacağını tahmin bile edememişti. Kendisine özel bırakılan vasiyet ile genç adam adeta yıkılmıştı.

Babasının acısını tam olarak yaşayamadan, annesini teselli bile edemeden düştüğü bu durum onu allak bullak etmişti. Toprak, acılar içinde kıvranırken aslında bir o kadar da şaşkındı. Yıllarca hep ailesinin istediği gibi bir hayat yaşamış, onların sözünü ikiletmemeye çalışsa da son birkaç sene de asilikleri yüzünden babası ile arası açılmıştı.

Toprak, yeni kız arkadaşı ile birlikte olmaya başladığı andan itibaren sürekli babası ile çatışma içine girmeye başlamıştı. Babası bunun farkında olduğundan giderayak onu öyle bir mecburiyete sürüklemişti ki, bu kadarını Toprak asla tahmin edememişti. Babasının isteği ile yüreğinde dolup taşan öfkesine engel olamıyordu.

Genç adam, geleceği için yaptığı planları düşünüyordu. Londra’da ailesinin istediği okula gitmişti. Artık hayatını kurmak ve sevdiği kız ile evlenmek için Alara ile Türkiye’ye dönmeye hazırlanırken, hiç de beklemediği zamansız gelen acı bir haberle sarsılmıştı. Ailesini gelinleriyle tanıştırmayı planlayan Toprak, babasının acı haberi ile birlikte, kız arkadaşını Londra’da bırakarak alel acele Türkiye’ye babasının cenazesine gitmek için yola çıkmıştı.

Genç adam uçaktan iner inmez kendini mezarlıkta bulmuştu. Cenazeye zar zor yetişmiş, yağmurlu bir yaz gününde babasını kendi elleri ile defnetmişti. Toprak hala olanlara inanamıyordu. Babası hasta bile değildi ki neydi bu zamansız ölümün sebebi, babası daha onun evlendiğini görecek, torunlarını sevecekti. Her ölüm acıydı belki ama bu çok zamansız ve yersiz olmuştu. Ölümün zamansız ve beklenmedik gelmesi, onun içini paramparça etmişti.

Toprak, kendine çok kızıyordu, son birkaç senedir babası ile arasının bozulmasıyla birlikte ailesini çoğu zaman ihmal etmişti. İhmalkârlığının bedelini ise şimdi ödenebilecek en ağır şekilde ödüyordu. İçine düşen acı, ruhunu yakan pişmanlık ve vicdanının alacaklı olması git gide onu nefessiz bırakıyordu. Veda bile edememiş olması, yüreğinde hep kanayacak derin bir yaranın oluşmasına sebep olmuştu. Onun yıkılmaz dediği babası yıkılmış, şimdi de adı gibi toprak olmuştu. Toprak, o an adından hiç olmadığı kadar nefret etmişti. Babasının üzerine toprak atıldıkça nefessiz kalmış, kendi üzerine atılıyor gibi hissetmişti. Boğuluyordu, soluğu kesiliyordu, sanki yüreğini biri avuçlamış tüm gücüyle acımasızca sıkıyordu. Olanlar akıl alır gibi değildi. Gökyüzü bile bu yaşanan acıya şahit olmamak için isyan ediyordu sanki her bir yağmur tanesi kendini yeryüzüne insafsızca bırakarak adeta gözyaşını dökmeye başlamıştı.

Toprak, donmuştu, taş gibi sert, hareketsiz, keskin, hissiz ve sessiz bir şekilde dayandığı dağın, yerin altına gömülüşünü izliyordu. Sadece bakıyor, ne sesi ne de gözünden tek bir damla yaşı akmayı becerebiliyordu. Genç adam, o anları hatırlarken tekrar tekrar veca duygular içinde kıvranıyordu. Hissettikleri taze ve ömrü hayatı boyunca hiç geçmeyecek gibiydi sanki, bir daha, bir daha canhıraş hislerin içinde can çekişti ve şimdi ise yaşananlar zihninde canlandıkça gözlerinin dolmasına engel olamıyordu.

Geçmiş ve şimdiki zamanın arasında sıkışıp kalan Toprak, derin bir nefes alıp verirken gözüne çarpan masanın üzerindeki mektup onu tüm düşünce girdaplarından acımasızca söküp almış ve şimdiki zamana sert bir şekilde iniş yapmasını sağlamıştı. Asla yapamayacağı bir istek karşısında acımasızca dikilirken, ne yapacağını bilemiyordu. Bir yanda babasının onun için bıraktığı vasiyet, diğer tarafta sevdiği ve gelecek planları kurduğu kadın… Toprak mahvolmuş bir halde arada sıkışıp kalmıştı. Elleri ile yüzünü ovaladı. Babası ile vedalaşamamış olmanın pişmanlığı ile yüreğinden alacaklı vicdanı, ruhunu çoktan kahırlara sürükleyerek sıkıştırmaya başlamıştı. Hüsran bulutları etrafını acımasızca sararken düş kırıklığı şimdiki zamanını mesken etmişti. Yaşananlar o kadar ağırdı ki Toprak bunu Alara’ya nasıl atlatacağını bilemiyor, kendine bir türlü çıkış yolu bulamıyordu. Arada kalmış olmanın ve kendinden istenilen vasiyetin kocaman bir saçmalık olduğunun düşüncesi ile ruhsal dengesi iyice bozulmuş, şirazesi şaşmıştı. Babasının ölümü ile dağılan ve sağlıklı düşünemeyen Toprak; şimdi yalnızca öfkesinin kurbanı oluyor, hiddetini kusuyordu. Bir anda ayaklanarak annesinin odasına sert bir giriş yaparken saygı sınırlarını çoktan yok saymıştı.

“Anne, bu nasıl olur, söyler misin bana? Babam böyle bir şeyi nasıl ister benden?”

Toprak, kaşları çatılmış bir halde sesini yükseltirken, öfkeli bakışlarını annesine yöneltiyordu. Çaresiz annesi ise olanları biliyor ama yeni kaybettiği, âşık olduğu adamı savunmaktan başka yapabileceği hiçbir şey yoktu.

“Oğlum, önce bir sakin ol lütfen…”

Ayfer Hanım, ağlamaktan o kadar bitap düşmüştü ki, titreyen sesi ile ağlamaya tekrar başlamış, hıçkırıklara boğulurken cümlesine devam edememişti.

“Ağlama lütfen!” dedi dayanamayan adam annesinin önünde diz çökerek ellerini avuçları içine aldı. “Anne, ben babamın bu isteğini yapamam. Bu çok saçma.” Dedi ondan medet ararcasına gözlerine umutla baktı.

“Yapmak zorundasın oğlum.” Dedi oğlunun yanağını avucu içine alarak okşadı.

“Neden anne? Bunun mantıklı bir açıklaması olamaz.” Diyerek hiddetle annesinin dizleri dibinden ayağa fırladı.

“Lütfen biraz sakin ol ve babanın neden böyle bir istek de bulunmuş olabileceğini düşün oğlum.”

“Anne, söylesen bana nasıl sakin olayım, babamın istediği makul bir şeymiş gibi savunma onu bana.” Toprak, şuurunu o kadar kaybetmişti ki, az önce babası için üzülüp acı çeken adamın yerinde şimdi öfkesine kendini kurban edip ortada pimi çekilmiş bomba gibi her an patlamaya hazır bir adama dönüşmüştü.

“Oğlum, bak mutlaka babanın bildiği bir şey vardır. Ben ona güveniyorum. Lütfen sakin olmaya çalış biraz, lütfen!”

Ayfer Hanım, o kadar çaresizdi ki yüreğinde oluşan acı bitip tükenmek bilmiyor, her geçen dakika sevdiği adamın yokluğu onu daha bir acıtmaya başlamışken, üstüne oğlunun öfkesi onu yerle bir ediyordu.

“Anne, Allah aşkına babam bu konuda ne bilebilir? Söyler misin bana, ne bilebilir? Ne sakin olmasından bahsediyorsun sen, oyun mu bu anne? Onun benden istediği şey benim hayatım be hayatım! Bana sormadan, ne istediğimi öğrenmeden bir kâğıt parçası ile benim geleceğimi elimden almaya ne hakkı var?”

Elindeki mektubu havada sallarken daha da hiddetlenmişti.

“Benim Trabzonlu, hiç tanımadığım, üstelik cahil, köylü bir dağ kızıyla evlenmemi istiyor.” Sözlerinin her bir kelimesini tek tek söylerken sesi her kelime de biraz daha yükseliyordu. “Bir yıl içinde bu kızla evlenmezsem mirasından reddedileceğim yazıyor. Ve sadece benim değil sana da hiçbir şey bırakmayacağını, dımdızlak ortada kalacağımızı yazıyor. Söylesene bana bu kadarı da fazla değil mi? Yıllarca her istediğinizi yapmadım mı ben? Okulum, işim, hayatım her şeyi sizin için, siz mutlu olun diye yapmadım mı? Ama ama bu kadarı çok fazla anne… Bana hiç sormadan, adını bile bilmediğim bir dağ kızıyla evlenmemi vasiyet edecek kadar mı bunadı benim babam? Bu kadar mı kaybetti son zamanlarda kendini…” Ağzından çıktığı anda pişman olsa da öfkesinden geri döndürecek durumda değildi. Annesi ise oğlunun bu sözleri karşısında çok kırılmıştı.

Ayfer Hanım ne olursa olsun kocasına her zaman güvenmişti. Onun söylediği ya da yaptığı hiçbir şeyi sorgulamazdı. Çünkü onun kocası, Hulusi Bey öyle bir adamdı ki, ailesinin iyiliğini düşünmeden tek bir adım dahi atmazdı. Oğlunun ağzından dökülenler kendisine saygısızlık, daha yeni sonsuzluğa uğurladığı kocasına da haksızlıktı.

Ayfer Hanım, duruşunu dikleştirip yerinden kalkarken gözlerinden akan yaşları siliyordu. Daha toprağı bile kurumayan sevdiği adamın yasını tutmak için kapıya yönelmişken, ardında söylediklerinden ötürü pişmanlık için çırpınan oğlunu bırakıyordu ki kapı girişinde bir an durakladı. Geriye dönme ihtiyacı bile hissetmemişti. Toprak, söylediklerinin altında ezilirken bir adım annesine doğru atarak,” Anne… “ diyen cümlesi devamı gelemeden annesinin havaya kalkan el hareketi ile boğazına tıkılıp kaldı. Annesinin bu sert hareketi ona gidecek olan adımlarının taş kesilmesine sebep oldu. Toprak, annesinin havaya kalkmış elinin “Gelme, dur,” diyen işareti ile olduğu yerde kala kalmıştı ki, asıl bunun arkasından gelecek sözlerin daha ağır olacağından habersizdi. Annesinin son sözleri Toprak’ın canını yakacak yüreğini delip geçecek cinstendi.

“O her zaman senin iyiliğini düşündü, senin asi ruhun bunu hiçbir zaman kabul etmese de her şeyi senin için yaptı. Sen bunu anlasan da anlamasan da bu hep böyleydi. Babana saygın kalmadıysa bile onun yasını tutan annene saygın olsun,” dedi ve hayal kırıklığı içinde odadan çıkıp gitti. Toprak’ın annesinin sözlerine kızmaması ya da kırılmaması gerekiyordu ama sağlıklı düşünememe yetisi onda öyle bir yer etmişti ki artık kendini tutamıyordu. Düşünmeden konuşuyor, bağırıp çağırıyordu. “Miras falan umurumda değil anladınız mı? Ben başka biriyle, sevdiğim kadınla evleneceğim duydun mu beni anne? Ne miras umurumda ne de vasiyet… Adını bile bilmediğim bir dağ kızıyla asla evlenmeyeceğim! Duydun mu beni anne, duydun mu? Hiçbir güç beni bir kâğıt parçasıyla evlendiremez.” Diyen sesi feryat ederken, Toprak artık olanlara isyan ediyordu.

“ Bir miras bir insanın hayatını ancak bu kadar dibe çekerdi.

Duy beni BABA, duy!

Sayende diplerin de en dibindeyim…”

Annesi ile yaptığı konuşmanın ardından genç adam apar topar Alara’yı aramış ve bir an önce Türkiye’ye yanına gelmesini söylemişti. Toprak kendisini o kadar çaresiz, biçare hissediyordu ki sevdiği kadına ihtiyacı vardı. Onu rahatlatmasına, sakin limanına sığınmasına ve sakinleştirmesine ihtiyacı vardı. Hiçbir açıklama yapmadan alel acele çağrılan Alara ise sonunda istediğini elde etmiş olmanın mutluluğu ile zafer çığlıkları eşliğinde soluğu Türkiye’de almıştı.

Genç adam, saatlerdir oturduğu kafede, karşısında duran kıza hiçbir açıklama yapmamışken masanın üzerinde bulunan çayı dakikalardır sıkıntılı bir şekilde karıştırıyordu. Bu durumdan sıkılmış olan Alara bir şeylerin ters gittiğini Toprak’ı gördüğü andan itibaren anlayarak genç adamın anlatması için ona zaman tanımış fakat hala bir hareketlilik göremeyince kendisi duruma el atmaya karar vermişti. Eline doğru uzanarak tüy dokunuşları ile parmaklarını okşarken onun kendine gelmesini sağlamaya çalışıyordu.

“Aşkım, iyi misin? Yolunda gitmeyen başka bir şeyler var sanki gözünün içinde gördüğüm sıkıntı bambaşka, biliyorsun ki bana her şeyi anlatabilirsin.” Ellerinde Alara’nın sıcaklığını hisseden Toprak, biraz olsun kendine gelse de yüzündeki sıkıntılı hali bir türlü yok edemiyordu. Yüzü huzursuzluktan asılan genç adam zorda olsa hiçbir şeyden haberi olmayan kıza sıcak bir tebessüm göndermeyi başarabilmişti.

“Canım kusura bakma, gelişine bile doğru düzgün sevinemedim.” Eli ile yanağını okşayıp onun gönlünü almaya çalışıyordu.

“Toprak, bir sorun mu var? Hem neden annenin yanına gitmedik? Yoldan yeni geldim. Hem yoruldum, hem de annen ile tanışacağım için çok heyecanlıyım. Cenazeye gelmek istedim ama olmadı biliyorsun. Yanında olmayı çok isterdim ama maalesef… Her neyse, şimdi gelir gelmez de böyle dışarıda buluşmak annene çok ayıp oldu. Taziyeye gitmem lazım.” Kızın sözlerinde hissettiği endişeyi gördükçe Toprak altında eziliyor, huzursuzca yerinde kıpırdanıyordu. Nereden girecekti konuya, daha kendisi kabul edememişken Alara’ya olanları nasıl anlatacaktı? Derin yorucu bir “Of!” çekerken güç toparlamaya çalışıyordu.

“Hayatım bana anlatman gereken bir durum mu var?” diyerek kaşlarını çatmış genç kız da durumdan işkillenerek yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğunu çok net algılayabilmişti. Ve sanki bu konuşmanın onun pek de hoşuna gitmeyeceği düşüncesi içine düşen şüphe ile birlikte onu çoktan kemirmeye başlamıştı.

“Alara, nereden başlayacağımı bilemiyorum ama en iyisi hiç uzatmadan direk konuya girmek.” Elleri ile yüzünü sıvazladıktan sonra derin bir nefes alıp verdi.

“Babam, ölmeden önce bana bir vasiyet bırakmış. O vasiyette bir yıl içinde hiç tanımadığım Trabzon’da yaşayan bir kızla evlenmemi söylüyor. Eğer evlenmezsem beni ve annemi tüm mirasından men edecekmiş.”

“Ne?” dedi kadın duydukları karşısında büyük bir şok yaşamıştı.

“ Ama sen hiç merak etme miras falan umurumda değil, ben şu hayatta senden başka hiçbir şey istemiyorum, beş parasız da kalsam ben seni seviyorum, seni bırakamam, bu yüzden benimle evlenir misin?” Bir solukta söyledikleri karşısında Alara gözlerini şaşkınca açarken hiç de beklemediği cümleleri duymak onu çok rahatsız etti. Elini Toprak’ın elleri arasından yavaşça çekerken, yüzüne memnuniyetsizlik çoktan yayılmaya başlamıştı. Kız duyduklarına inanamamıştı. Aylarca tavlamak için uğraştığı zengin adam, onunla evlenirse şimdi beş parasız kalacak ve genç kız yine meteliğe kurşun atacaktı.

“Lanet olsun! Bu nasıl olur?” diye aklından geçirirken suratı asılmıştı. Kızın suskunluğu ve surat ifadesinin allak bullak olması adamı endişelendirmişti.

“Alara tedirgin olacak hiçbir şey yok güzelim, biz birlikte olduktan sonra her şeyin üzerinden geliriz. Para benim umurumda bile değil.”

Genç kız gözlerini fal taşı gibi açmış adamın daha ne kadar saçmalayacağını düşünüyordu. İçinde bir an önce oradan kaçıp gitme isteği dolup taşarken fazla uzatmaya gerek olmadığını düşünerek konuşmaya başladı. Böyle bir şeyi asla ama asla göze alamazdı, bu yüzden kararını da aynı hızla vermişti. Amacı zaten Toprak’ın aşkı değildi sadece onun parasının vereceği rahatlık ve huzurdu. Hem onun hayat felsefesi gereği parasız nasıl mutlu olunurdu ki… Olamazdı, Alara bunu kendine asla yapamazdı, yapmayacaktı da… Parasız saadet olmadığına inananlardandı.

“Hayır Toprak, seninle evlenemem.” Kızın tavırları, yüz ifadesinin birden değişerek sertleşmesi ve ses tonu, Toprak’ın yerinde irkilmesine çehresinin bozulmasına neden oldu. Duyduklarının şaşkınlığını bile üzerinden atamadan kaşları çatık bir halde konuşmaya başladı.

“Ne diyorsun sen Alara? Bu da ne demek oluyor şimdi?” Elleri masanın üzerinde öksüz gibi kalan Toprak, ondan bir açıklama bekler gibi bakıyordu.

“Duydun beni Toprak, Allah aşkına söyler misin bana beş parasız biz ne yapacağız? Doğru düzgün bir işimiz bile yok, hiçbir şeyimiz yokken, parasız hayat mı olur? Hem ben bu genç yaşımda çalışmakta istemiyorum.”

“Alara, ben seni seviyorum, sana aşığım. Hem çalışırız, birlikte olduktan sonra…” Tekrar kızın ellerinden tutmaya çalışsa da bu boşuna bir çabaydı. Cümleleri genç kızın tepkileri ile yarım kalırken yine bir boşluğa yuvarlanmak üzere olduğunu hissediyordu.

“Güldürme beni Allah aşkına.” Şuh bir kahkaha atan kız etrafındaki insanların onlara rahatsız bakışlarını göndermelerine sebep olmuştu. Fakat bu duruma pek de aldırış ettiği söylenemezdi. “Toprak, gerçekçi ol biraz, söyler misin bana sen hayatında kaç defa başka bir insanın emri altında çalıştın. Hem onu geçtim sevgi ve aşk karın doyurmuyor. İki gönül bir olunca samanlık seyran olur dedikleri şey çok eskilerde kaldı, onlar hikâye, onlar yalan, deli saçması. Babanın sana sağladığı imkânlar olmasa sen Londra’da ne yapardın. Benim buraya gelirken biletimi bile babanın istemediğin parasıyla aldın. Şimdi karşıma geçmiş bu yaşına kadar baba parası ile geçinen sen onun vaat ettiklerini istemediğini söylüyorsun. Sadece saçmalıyorsun. Dışarıdaki hayattan haberin yok senin.”

“Sen, sen neler söylüyorsun, nasıl böyle konuşursun?” Tiksinir gibi kıza bakmıştı. Toprak şaşkındı, hem kendisine hem de Alara’ya.

“Ben gerçekçi bir insanım ve gerçekler acıdır, can yakar Toprak Bey. Beni bir daha aramazsan sevinirim zira duyacağın tek şey telefonun meşgule atılan tonu olur.” Dediği anda kendisine iğrenerek bakan adamı ardında bırakarak, arkasına bile bakmadan masadan kalkıp gitmişti. Toprak olanlara inanamıyordu. Alara, aylarca kendisinin kulu kölesi gibi davranıp, kulağına aşk sözleri fısıldayan, evlilik yeminleri, bağlılık cümleleri eden bu kız mıydı? Şimdi mirası kaybedeceğini duyunca onu bir anda terk mi etmişti?

Toprak, terk edildiğine bir türlü inanamıyordu. Onun için her şeyi elinin tersi ile itmeyi bile düşünmüştü, peki ya o? O onun yanında olmayı bırak, teselli edecek tek bir cümle bile söylememiş ve acımasızca, utanmazca konuşup çekip gitmişti. Sığınacak limanım dediği yer aslında yıkık bir harabe bile değilmiş, hatta hakikat bile değilmiş. Bu durumun gerçekliği onun canını yakarken öfkesi yine zirvelere tırmanmaya başlamıştı. Yeniden en sevdiği insandan, sonsuzluğa uğurladığı yasını bile tutmayı beceremediği babasından öfkesini alırken çoktan yaşananların suçlusu, vasiyetin mimarı olan babasını sanki gökyüzünde görür gibi ellerini yukarı kaldırmış çığlıklar atmaya başlamıştı.

“Lanet olsun baba, hayatımı yattığın yerden bile mahvetmeyi başardın. Seni şu anda ayakta alkışlıyorum, resmen hayatımın içine etmeyi başardın.” diye aklından geçirdiklerini haykırırken iyice aptallaşmıştı. Ne çevresindeki ona deli diyerek bakan insanlar umurundaydı ne de yaptığı saçmalığın farkındaydı.

“Madem Öyle Göreceksin Baba, Sen Benim Hayatımı Mahvettin.

Bende O kızın Hayatını Zindana Çevirmezsem, Bana da Toprak Demesinler…”

“Anne, babamın o adam için bıraktığı mektup nerede?” Toprak telaşla mektubu ararken bir yandan da eşyalarını toparlıyor, adeta kıyafetlerini valize tıkıştırıyordu. Tüm öfkesini acımasızca eşyalarından alır gibiydi. Görenler onun kıyafetler ile tek taraflı amansız bir mücadeleye giriştiğini zannederdi.

“Oğlum ne mektubu? Yine neden bahsediyorsun sen?” Ayfer Hanım, oğlunun haline şaşkınlık ve hüzün ile bakıyor bir yandan da neden bahsettiğini zihninde sorgularken anlamaya çalışıyordu.

“Hani şu vasiyet olan, hayatımı cehenneme çeviren kâğıt parçaları, üç mektup bırakmıştı ya sevgili babacığım. Ne orijinal adammış bu babam da heh, resmen harcanmış yaşarken yani.” Ağlanacak haline gülerek alayla konuşmuştu.

“Toprak!” dedi çok sert ve güçlü çeken bir ses tonuyla konuşan Ayfer Hanım oğlunun sevdiği adam hakkında yapacağı herhangi bir saygısızlığa daha tahammülü yoktu.

“Tamam, anne bir şey demedim sevdiğin biricik kocacığına. Hani şu yumurtlayan vasiyetten bahsediyorum. Maşallah ne vasiyetmiş arkadaş, bana bıraktığı mektubun içinden iki vasiyet daha çıktı. Dur bakalım neydi bunlar? Birinci mektup benim bir dağ kızıyla evlenmemi emreden ölüm fermanım, ikinci mektup can dostum dediği dağ kızının babası Hasan Bey’e verilecek olandı. Üçüncü mektup da içinde daha ne saçmalık yazdığını bile bilmediğim evlendikten sonra okuyacağım lanet olası mektup… Ah baba ah ne işler açtın sen benim başıma böyle?”

“Oğlum, ne yapacaksın o mektupları?” Sesi soru dolu olsa da gözlerinden mutluluk ile karışık heyecan belli oluyordu. Asla kabul etmeyeceğini düşünerek içinde yaşadığı umutsuzluk onu derinden sarsıyordu. Ne olursa olsun sevdiği adamın son isteklerini yerine getirmek istiyordu. Bu hiç tanımadıkları bir kızın kendine gelin, oğluna eş olması bile olsa yine de gerçekleşmesini istiyordu. Çünkü bu Hulusi Bey’in, sebebini hiç bilmese de son isteğiydi ve mutlaka düşündüğü bir şey vardı. Ömrü hayatında sebepsiz hiçbir şey yapmayan bu adamın ölmeden önce yaptığı bu son hamlenin çok önemli bir sebebi olmalıydı.

“Sence ne yapabilirim anne? Saçma sapan bir vasiyet uğruna sizin yüzünüzden sevdiğim kız beni terk etti. Mirasın bana kalmayacağını anlayınca, kahrolası para için benden vazgeçti.” Toprak için gerçekler ile yüzleşmek o kadar zordu ki hala kendisine dayatılan bir mecburiyetin aslında onu nasıl bir felaketten kurtardığını fark edemiyordu. Beyni vasiyet ile gelen emir ve alt üst olmuş hayatına o kadar odaklanmıştı ki; asıl önemli olanı, asiliği ve dik başlılığı yüzünden gözünden kaçırıyordu. Kim bilir, belki de gözünün önüne inen perdenin kalkması için onun asiliğini bileyecek birinin karşısına çıkması gerekiyordur.

“Ah Hulusi Bey ah!” derken gizliden gizliye sevdiği adamın ne kadar da akıllı olduğunu bir kez daha anladı. Vardı elbet bir sebebi, biliyordu Ayfer Hanım, ne zaman yanıltmıştı ki onu? Tabi ki hiçbir zaman.

“Of baba ne hallere düştüm senin yüzünden.” Kendi kendine konuşmaya devam eden genç adamı izleyen Ayfer Hanım’ın içindeki memnuniyet ve derinden bir rahatlama çoktan yüzüne vurmuş gibiydi.

“Tamam oğlum da ne yapacaksın o mektubu, hem bu valiz de neyin nesi?” Bilse de içten içe oğlunun dudaklarından da duymak istediği için bilmiyormuş gibi yaparak sorusunu cevaplaması için oğluna bakıyordu.

“Babamın istediğini yapıyorum. Ve şimdi tam da şu an o dağ kızıyla evlenmeye gidiyorum.”

“Sen ciddisin.”

“Evet gayet ciddiyim anne sonuçta vasiyet etti ya benim biricik babam, hesaba katmadığı bir şey var ama, benim hayatımı babam mahvetti bende o kızın hayatını zindana çevirmezsem bana da Toprak demesinler. Ben Trabzon’a gidiyorum, adresi akıllı babam yazmış ne de olsa, gideceğimden o kadar emin ya!” Annesinin kendine getirdiği mektubu alarak bir hışımla valizini alarak oradan ayrıldı ve yola çıktı. Ayfer Hanım ise aklından geçenlere ve yüzünde oluşan tebessüme engel olamıyordu.

“Ah Hulusi ah! Demek oğlunun peşinde bir servet avcısının olduğunu öğrendin, onu kurtarmak için böyle bir oyuna girdin. Hem de oğlunu Hasan’a gönderdin, kadim dostun Hasan’a… Köklerimiz olan, oğlunun bile bilmediği topraklara, Toprak’ını oğlunu memleketine gönderiyorsun. Acaba aklında daha neler var, dahası Hasan’ın kızında ne var?” derken, kocasının oğluna layık gördüğü kızı deli gibi merak ediyordu.

Ayfer Hanım, eşinin Trabzonlu olduğunu bilirdi ama Hulusi bey yıllar önce memleketinden ayrıldığından bu yana ailevi sebeplerden dolayı kendisini oraya hiç götürmemişti. Ayfer Hanım’da eşinin üzülmemesi için ne kadar gitmek istese de o zor durumda kalmasın diye gitmek istemezdi. Hulusi Bey’in ailesi Ayfer Hanım’ı kabul etmedikleri için onun gelmesini yasaklamışlardı. Biricik oğullarını şehirli bir kıza kaptırmanın acısını ise onun Trabzon’a gelmesini yasaklayarak almışlardı. Ayfer Hanım bunu bilse de bilmezlikten gelirdi. Ama bilirdi, eşinin gizlice gittiğini, memleketinde hasret giderdiğini bilirdi, kadim dostu Hasan’ı da anlatmıştı. Ama gidemediği, göremediği ve bilemediği için şimdi içindeki üzüntü daha da artmıştı. Sevdiği adamın hasret kaldığı, hasretliğini giderirken yanında olamadığı ve oğlundan bile gizledikleri gerçekler ile Toprak’ın yüz yüze geldiğinde onun tepkilerinden korkuyordu. Yine babasına kızıp onu suçlamasını istemiyordu. Ama artık zamanı gelmişti. Toprak’ın, toprağında gerçekleri öğrenmesinin zamanı gelmişti ve bu gerçekleri ise kadim dostu Hasan Bey’in ağzından duyması ise belki de en doğrusu olacaktı. Hulusi Bey’in hiç kardeşi olmadığı için Hasan Bey ile kardeşten öteydiler. Onlarınki kan kardeşliği, kan kardeşliğinden öte can kardeşliğiydi ve artık bazı şeylerin açığa çıkma zamanı gelmişti.

“Söyler misin? Kimsin sen? İn misin, Cin misin?

Yoksa hayatıma değmeden geçip gidecek bir peri kızı mısın?

Kimsin sen deli kız ?”

“Allah kahretsin!” diyen Toprak, yolun ortasında can çekişerek duran arabasından bir hışım ile indi. Ne olduğunu ve neden durduğunu anlayamayan Toprak, arabanın etrafına bir tur attıktan sonra iyice gerildi. Elini saçlarının arasından geçirip derin bir of çekerken tam tepede tüm ihtişamı ile sıcaklığını hediye eden güneşin alaycı ısısı ile de iyice kendinden geçmek üzereydi. Sinirini alamadan arabasının tekerliğine bir tekme atarken, ağzından da sıkı bir küfür savurmuştu. “Bir bu eksikti zaten, ne oldu şimdi bu arabaya? Çok da anlarım ya, of of, bitmedi çilem bitmedi!” Toprak, arabasının tekerleğine bir tekme daha savururken ağzından edepsizce bir küfür daha kaçırdı.

Trabzon’a girmesine çok az bir zaman kala Toprağın arabasından tuhaf tuhaf sesler çıkmaya başlamış, ne olduğunu anlayamadan araba birden bire durmuştu. Marşa bastığında ise can çekişir gibi sesler çıkarmıştı.

Toprak, pes etmeden şansını denemeye devam ediyordu. “Hadi be koçum yapma bunu bana, dağ başında ele güne rezil etme beni. Çalış yavrum be, çalış kuzum be, çalış ulan Allah’ın cezası külüstür çalış!” anahtarı çevirdiğinde arabadan çıkan tuhaf sesler ile ruhunu sarıp sarmalayan karamsarlık, içine iyice çöreklenmişti.

“Kaldım bu dağ başında, lanet olsun!” diyerek direksiyona elleriyle sert bir vuruş gerçekleştirdi. Arabadan artık pes etmiş bir halde yavaş adımlar ile aheste aheste inerken, ellerini beline koymuş, etrafta yardım alabileceği yoldan gelip geçen birileri var mı diye bakınıyordu. Çevredeki sessizlik ve bulunduğu yerin ıssızlığı kaderine bir daha içten içe öfkelenmesine sebep oldu.

Kızgındı, bir sinir ile karar alıp yola çıktığı için kendine ve tüm bu işleri başına açtığı için babasına çok kızgındı. Her şeyin sebebi o kahrolası vasiyet değil miydi zaten? Mecbur bırakıldığı, elinin kolunun bağlandığı, sesinin kısılıp, yorumun bittiği noktanın konmasına sebep olan vasiyet değil miydi? Toprak, derin düşünceler içinde kaybolup giderken duyduğu ses ile yerinden irkilip aniden sesin geldiği yöne doğru döndü. Gördükleri, içinde umut kırıntılarının oluşmasını sağlarken, ufak da olsa yüzünde bir tebessüm oluşturmayı başardı. Yağmurdan sonra çıkan gökkuşağı gibiydi bulunduğu ruh hali… Son zamanlarda yaşadığı yoğun duygu karmaşası onu dengesizleştirmişti. Tepkilerini kısıtlayamıyor, kendini istediği yönde yönetemiyordu. Karşıdan kendisine doğru biri kırmızı, diğeri beyaz iki motosikletli yavaşça ona doğru yaklaşıyordu.

“Şükürler olsun, sonunda birileri çıktı.” Diye iç geçirirken, bu ıssız yerde karşısına çıkan küçücük umudu da kaçırmamak için, onları durdurmak adına, yolun ortasına pek de düşünmeden kendisini balıklama attı. Aniden önlerine çıkan yabancının birden yola atlamasıyla mecburen durmak zorunda kalan ikili, tuhaf görünüşlü adama bakarken onun söyledikleri saçma sapan şeyleri bir araya getirerek kafalarında anlamlı bir şeyler oluşturmaya çalışıyorlardı.

“Şey, ben pardon, yolda kaldım da arabadan da hiç anlamam bana yardımcı olur musunuz?” Nefes nefese konuşurken şaşkın bir ördeğe benzediğinin farkında bile değildi. Motosikletli ikili kafalarında bulunan kaskları çıkarırken onları ağır çekimde izliyordu. Heyecanlı bir filmin ağır çekim sahnesini izler gibi gözleri ile takip ediyordu yaşanan anları… Ama gördükleri, gördükleri hiç de tahmin ettiği gibi değildi. O kaskların altından çıkması gereken kafalar sakallı, bıyıklı iki adet delikanlıydı, ama bu, bu olamazdı değil mi? Hayretler içinde kalmış bir halde ağzından istemsiz bir şekilde bir küfür savurdu. Kaskların altında saçları rüzgârda ahenkle dans eden iki genç kız çıkmıştı. Öfkeden ve sinirden kızların mini şortlar içinde olduğunu, vücutlarının ise tamamen erkek vücuduyla yakından uzaktan alakası olmadığını anca kaskları çıkardıklarında fark etmişti şaşkın ördek Toprak.

“Yok artık ya, bu kadarı da fazla arkadaş, gerçekten fazla.” Ellerini dua eder gibi açmış yukarıdan birileri ile konuşmaya çalışıyor dahası kavga eder gibiydi.

Kaderine küsmüş, alacaklı gibi söylenmeye başladı. “Söyler misin bana, daha kaç sınavım var benim? Söyle çekilecek ne kadar çilem kaldı? Taksit taksit alsan keşke, böyle birden peşin olunca insanın yüreğine lönk diye oturuyor, biraz insaf, biraz insaf!” diye konuşmaya devam eden Toprak kızların kaşlarının çatılmasına sebep oldu.

Sıcak, öfke, çaresizlik ve telaştan, gelen kişilerin kız olma ihtimalini bile düşünmesini engellemişti. Şimdi ise karşısındaki iki kız evladından yardım istiyor, hem de arabasının tamiri için, hayatında bu kadar saçma bir şey daha düşünmediğini düşünüp söylenmeye devam etti.

“Zaten bendeki de şans ya, çöle düşsem kutup ayısıyla karşılarım, şimdi ise ,” dediğinde kendine öfkeli bakışlar ile bakan kızlara göz atıp konuşmasına hiç de hoşnut olmayan bir ses tonu ile devam etti. “Daha vahim durumdayım, yolda kalıp kız çocuklarından medet umuyorum, yuh olsun artık bana ya! Çölde kutup ayısı ile karşılaşmam bile daha iyi bir ihtimaldi.” diyerek artık sinirlerine hâkim olamadığı için alayla kızlara bakıyor, kendini tutamadığı için ise sırıtıyordu.

“ Kızım bırak şu adamı ya, bu dağ ayısına ne yardım edeceksin, kurda kuşa yem olsun da görsün gününü, ayarsız herif ne olacak? Bırak da kutup ayısını beklesin dursun çam yarması.” derken suratını ekşitti. Selin’in ağzından çıkan sözler Toprağı delirtmeye yetmişti.

“Çok merak ediyorum doğrusu bonus kafa, sizin ne gibi bir faydanız dokunabilir bana acaba?” derken sinirle karışık kahkahalarını atıyordu. Bu yaşananlar artık genç adama çok fazla geldiği için sinirleri boşalmış, kendini tutamıyordu.

“Ne, ne, ne? Bonus kafa mı? Bana ne dediğini duydun mu?” Selin, hiddetle bağırdı ve birden Toprak’ın üzerine atılarak “Sen kime bonus kafa diyorsun çam yarması herif? Hadsiz, hudutsuz, sınırsız, duracağı yeri bilmeyen karaktersiz.” Dedi. Selin’in yanındaki kız arkadaşının atmaca gibi adamın üzerine atılmasını engellerken “Dur Selin sakin olur musun lütfen? Durduk yere başımıza bela açmayalım. Bugün çok işimiz var.”

Selin her ne kadar karşısındaki ayarı bozuk herifin ağzının burnunun yerini değiştirmek istese de arkadaşına hak vererek biraz olsun öfke kontrolünü sağlama yoluna gitti. Bu durum onun için zor olsa da duydukları genç kızın hiç de hoşuna gitmese de derin derin nefes alarak sakinleşmek için büyük bir çaba sarf etti. Saçları kıvırcıktı ama adamın dediği kadar da bonus değildi. Hem bonus olsa kime ne ki? Bu adam kim oluyordu da genç kız için hiç utanmadan çekinmeden bu şekilde kelimeler sarf edebiliyordu. Selin, o kadar öfkelenmişti ki ne kadar kendisini tutmaya çalışsa da bu adamı paçalara ayırması an meselesiydi.

“Saçlara baksana, Allah’tan başında kaskın var, yoksa senin bu saçlarının görüntüsü insanların gözlerini bozar. Her bir teli ayrı oynuyor, tak kafana kaskını, resmen göz zevkimi bozuyorsun, görüntü kirliliği yapıyorsun.”

Selinin saçlarının kıvır kıvır olması, rüzgâr eşliğinde ise iyice havalanması karşısında kızı sinirlendirmek için konuşan Toprak amacına adım adım ulaşıyordu. Konuşmalara seyirci kalan Selin’in yanındaki kız ise olanlara kıs kıs gülüyordu. Selin’in saçları konusunda hassas olduğunu bilmeden ona sataşan bu adamın sonunu iyi görmüyordu. Arkadaşının ona neler yapabileceği hakkındaki görüntüler gözünün önüne geldiğinde dudaklarını gülmemek için ısırmak zorunda kalmıştı. Saatine bakan genç kız geç kalacaklarını fark ederek “Selin gitmemiz lazım, yoksa geç kalacağız.” Dedi. Toprak az önce genç kızın konuşmasına rağmen öfkeden sensin tınısını duyumsamamışken şimdi her hücresinde tatlı bir ahenk ile yankılanan ses ruhunu okşuyordu. O andan itibaren ilk defa konuştuğunu duyuyormuş gibi hayran hayran gözlerini ve dikkatini kıza yoğunlaştırdı. Ve o ses, aman Allah’ım o nasıl bir sesti bu böyle? Toprak’ın çölde kutup ayısını beklerken kendisini vahanın sarhoşluğuna teslim eder gibiydi. Kızlar bu adamın ani bir sersemlik ve şaşkınlıkla sesinin kesilmesine anlam verememişti. Selin “Hadi gidelim bir dakika daha bu adam kılıklı varlıkla aynı havayı solumak istemiyorum.” Diyerek kaskını kafasına takmaya çalışırken arkadaşı adamın bu şaşkın haline acıdı.

“Selin, yazık şu adama, yağmurda ıslanmış sokak köpeği kadar acınası bir durumda. Baksana denizden fırlamış hamsi gibi de önümüze atladı bu uşak, sevaptır yardım edelim garibana ya,” derken gülmeye devam ediyordu. Duyduğu sesin büyüsüne kapılan Toprak, yüzündeki gülümsemenin donup kalmasını bile fark edememişti. Sesindeki tınının ahenginde sarhoş olmuşken ağzından çıkan kelimelerin alaycı ve zehire bulanması adamın kaşlarının çatılmasına sebep oldu.

Genç kız beyaz motosikletinden inmiş salına salına gelirken Toprak, başta kızın ses tonundan adeta büyülenmiş, sonra ise kendisine edilen hakaretler ile öfke bulutları arasında savrulmuştu. Toprak, ne kadar engel olmaya çalışsa da ahenkle dans eden kumral, dümdüz saçlarla ona doğru gelirken kokusunu da beraberinde getiren kıza bakıyordu. Kendini kızın çekiminden adeta sürüklercesine kurtaran Toprak zor da olsa yine alayla konuşmaya devam etmeye çalışıyordu.

“Allah aşkına benim erkek olarak yapamadığımı, sen kız başına mı yapacaksın? Hiç güleceğim yoktu doğrusu.” diye kahkahalara boğuldu. Adama hiç aldırış etmeden arabanın kaputunu açmış bir şeyleri kurcalayıp dururken genç adam konuşmasını sürdürüyordu.

“Çok merak ediyorum o narin ellerin ve güzelliğin ile mi arabayı çalışmaya ikna edeceksin. Zaten başka türlüsü de mümkün görünmüyor.” dediği anda telefonu çalan genç adam ekranda annesinin ismini görünce kaşları istemsizce çatıldı. Telefonu açmadan önce kıza dönerek “Arabayı fazla kurcalama sakın, bozacaksın, durduk yere daha fazla masrafa sokma beni.” Diyerek telefonu açarak kızın yanından uzaklaşmış, arabanın kapısına sırtını dayayarak telefona cevap vermişti.

“Ne var anne?”

“Oğlum, neredesin? Varabildin mi Trabzon’a?” Ayfer Hanım’ın sesindeki merak sorularına v tavrına yansıyordu.

“Hayır, ulaşamadım daha Hasan Bey’in evine.”

“Oğlum, lütfen sakin ol ve sakın bir saçmalık yapayım deme, Hasan Bey’e ve ailesine karşı sakın bir saygısızlık yapma. Hasan Bey ve ailesi baban için çok önemliydi, lütfen sakin ol.”

“Tamam anne tamam, saçma sapan bir şey yapmayacağım ama şimdilik, gerçi babam yeterince saçmaladı ya neyse.” Sırtını dayadığı arabanın kapısından bir iki adım daha uzaklaşmış ve tamamen ardında bıraktığı kıza ve arabasına sırtını dönmüştü.

“Toprak!” Ayfer Hanım’ın sesi artık kızmaya başladığını gösterir gibi keskin çıkmıştı.

“Anne tamam artık daha fazla konuşmaya gerek yok. Babamın vasiyeti için o cahil, köylü dağ kızıyla evleneceğim. Sonrada benim bir beden büyük gelecek hayatımı ona zindan edeceğim. Gerçi benim gibi yağlı kapıyı bulmuş ne yaparsam yapayım bırakmaz yakamdan düşmez ya neyse, kapatmam lazım şimdi.” diyerek annesinden cevap bile beklemeden bir hırsla telefonu kapattı. Genç adam şimdi de yaşadıklarının faturasını annesine kesiyordu. Telefonu kapattığı anda çalışan arabanın sesiyle yerinden zıplayarak irkildi. Arkası dönük olan arabaya önünü döndüğünde kızın ukala ve pis sırıtışına maruz kaldı. Toprağın bir elinde telefon, ağzı ayran budalası gibi açılmış, bir kıza bir de az önce çalışmamak için can çekişen, ayak direyen arabasına bakıyordu.”Na-Nasıl yani ya?” derken kekelemeye başlamış ve zar zor konuşuyordu.

“Senin dediğin tavsiyeyi dinledim tatlım.” derken ona doğru adım adım şiir gibi geliyordu. Arabanın motorundan yağ olan ellerine bakarken birden hiç beklenmeyen bir hareket ile ellerinin yağını Toprağın bembeyaz tişörtüne silmeye başladı.

“Ne tavsiyesi?” dedi şaşkınlık tüm bedenini ele geçirmeyi başarmıştı.

“O narin ellerimi, güzel ve dayanılmaz cazibemi kullanarak arabanın önce aklını aldım sonra da kalbine inerek ona hayat verdim. Sanırım bir kadın elinin değmesine ihtiyacı varmış.” derken soğukkanlılık ile bir göz kırpması vardı ki; olanları şaşkın ve kıpırtısız izlemeye devam eden Toprak, hayretler içinde kıza bakıyordu. Vücuduna kızın elinin tüy gibi temasıyla tüm iradesini kaybetmek üzereydi.

Toprak, şaşkındı ve bir o kadar da sarsılmıştı. Ne olduğunu, nasıl, ne ara, ne hızla olduğunu anlayamadığı tuhaf bir olayın tam da göbeğinde yer alıyordu şu an ve yapabildiği tek şey konuşmadan, hareketsiz bir şekilde olanlara seyirci kalmaktı. Ellerinin temizlendiğini fark eden kız, Toprak’ın gözlerinin içine sıcacık bir bakış attıktan sonra dudaklarıyla kulağının dibine kadar yaklaştı. Sesi kulağını ısıtır gibi şefkat ile okşarken içinde yayılmaya başlayan sıcaklığa engel olamayan adamın duyması için konuşmaya başladı.

“Telefon konuşmana birazcık kulak misafiri oldum. Benden sana küçük bir tavsiye, bizim Karadeniz kızlarının gözü karadır, sen ona hayatı zindan edeceğim derken dikkat et de o sana hayatı zindan etmesin. Dağ kızı diye o küçümsediğin körpecik genç kızın hayatına asıl sen bir beden küçük gelme, çarpacağım derken dikkat et de sen çarpılma hödükçüğüm.” Derken yanağından kocaman bir makas aldı. Motosikletine doğru yönelirken arkasında adeta dağılmış halde bir adam bıraktı.

“Selin artık gidelim, burada işimiz bitti. Öküz evcilleştirme dersinin sonuna geldik. Katılımların için teşekkürler genç adam ,hoşça kal.” Derken kahkahalara boğuldu.

Toprak kendini toparlayarak aklına ilk gelen saçma sapan ve alakasız bir soruyu umarsızca kıza yöneltti.

“Senin, senin adın ne?” diyen Toprak’a kız tuhaf tuhaf bakıyordu, ardından genç adamı darma duman eden şuh bir kahkaha attı.

“Duydun mu Selin? Kutup ayısı bekleyen adam şimdide bana adımı soruyor?” Toprak kızın söylediklerini yeni yeni idrak etmeye başladığında söylenenlere bozulmuş bir şekilde suratını memnuniyetsiz bir şekle sokup, kaşlarını çattı.

“Kusura bakma tatlım, bir daha asla karşılaşmayacağım ayarsız bir dağ öküzüne bahşedemeyeceğim kadar adım özel ya da senin söylediklerinden yola çıkarak söylemeliyim ki senin asla ilgilenmeyeceğin cinsten başka bir dağ kızıyım ben, bu cahil dağ kızının adını öğrenmek isteyeceğini de hiç sanmıyorum.” derken kaskını başına takmaya çalışıyordu. Tam o sırada aklına gelen başka bir şeyi söylemek için kaskını takmaktan vazgeçti. “ Bu arada tişörtün için kusura bakma.” dediği anda kafasına kaskını takmış ardından motosikletini çalıştırmıştı. Adamın cevabını bile beklemeden Selin’e bir baş işareti yapmış, genç adamın masum bakışları arasında bir kuş misali uçup oradan uzaklaşmışlardı. Adamın elinde telefon, yanında çalışan araba ve kulağında kızın son sözleri “Tişört mü demişti o?” diye kendi kendine konuşurken, birden üzerindeki el izlerine kafasını çevirdi. Gözleri şaşkınlıktan pörtlemiş bir şekilde bir tişörte bir de kızın gittiği yöne bakıyordu. Uzağa, çok uzağa bakıyor, dalıp giderken istemsizce yüzünde oluşan tebessüm ile deli kız diye iç geçiriyordu. Farkında olmadan yüzünde oluşan meftunluk tebessümüyle, az önce beyaz tişörtünü ellerindeki yağ ile kirleten yaramaz deli kızın elinin değdiği yerlere okşar gibi dokunuyordu.

“Dokunuşuyla beni eriten, bakışıyla büyüleyip, beni benden alıp götüren kız,

Sen o musun? Sen benim için geleceğime yazılan bir vasiyet misin?”

Toprak yol üzerinde yaşadığı tüm aksiliklere rağmen karşısına çıkan kızı bir an olsun aklından çıkaramıyordu. Yol boyu gözleri dalıp giderken kızın her bir kelimesi zihninde yankılanıp, gözleri yaşadığı o eşsiz ana esir oluyordu. Adını bile öğrenemediği, sanki onu yıllar önceden tanıyormuş gibi içinde oluşan tuhaf hisse anlam veremiyordu. Toprak zihninde olup bitenler ile meşgul iken daha yeni tanıştığı Hasan Beyin ruh haline dikkat edememişti.

Hasan Bey kaşlarını çatmış elindeki mektubu dikkatlice okuyordu. Can dostu olan çocukluk arkadaşının ölüm acısını yüreğinde derinden yaşarken, sonsuzluğa göç eden arkadaşının kendisinden istediği şey karşısında ise azarıp bozarmaya başlamıştı. Tamam, çocukluk yıllarında ilerde çocuklarımızı evlendirelim, kan kardeşliğimizi can kardeşliğine, soy kardeşliğine çevirelim diye şaka yollu konuşurlardı ama bu yıllar önce aralarında geçen çocukça bir şakaydı.

Hulusi Bey, her yaz ailesinden gizli yurtdışına çıkıyorum diyerek topraklarına kaçar gelirdi. Eşini ailesi yüzünden memleketine hiç getirememişti ve bu hep içinde büyük kanayan bir yara olarak kalmıştı ama başka çaresi de yoktu. Sevdiği kadını ailesine bir türlü kabul ettirememişti. Getirirdi getirmesine, herkesi karşısına da alırdı ama göze alamadığı tek bir şey vardı o da sevdiği kadının yüzünde oluşabilecek tek bir üzüntü kırıntısının sebebi olmak. Hulusi Bey, işte bunu göze alamadığı için eşini asla Trabzon’a getirmedi. Onun kendisi dışında gelişen olaylar yüzünden üzülmesine sebep olmamak için onu hiç getirememişti.

Hasan Bey, en son geçen yaz görmüştü can dostunu, oğlundan yana dertliydi, asi ruhunu dizginleyemediğinden ve oğlunun başındaki servet avcısından nasıl kurtulacağını düşünüyordu. “Tevekkeli değil Cemreyi sorup durması, ”diye iç geçirdi.

Hırçın güvercini, biricik kızı Cemre; böyle bir şeyi asla ama asla kabul etmezdi. Söz konusu Hulusi Bey’in vasiyeti de olsa bu duruma olur verir yanı yoktu. İki arada bir derede kalan adam, karşısında hiç de bu durumdan memnun olmayan asık suratlı gence bakıyordu.

“Evlat, başın sağ olsun, babanın vefat etmesine çok üzüldüm. Baban benim çocukluk arkadaşım, arkadaştan da öte can kardeşim, kan kardeşimdi. Baban, ailesi yüzünden yıllar önce buralardan göç etti ama buralardan hiç kopamadı. Daha geçen yaz görüştüğümüzde hiçbir şeyi yoktu. Aldığım bu haber beni inan derinden sarstı. Acını yüreğimle paylaştığımı bilmelisin. Ama şaşkınım, daha geçen yaz birlikteydik ve bu niyetinden hiç bahsetmedi bana, böyle bir vasiyet hazırlattığından da haberim yoktu. Böyle bir vasiyet ile de karşıma oğlunu göndermesi de akıl alır iş değil.”

“Nasıl yani babam geçen yaz buraya mı geldi?” Toprak, duydukları karşısında şaşkındı. Ne demek baban geçen yaz buradaydı? Bu mümkün değildi ki…

“Evet, buralara ailesinden habersiz gelirdi, o yüzden haberin olmamıştır.”

Toprak, duyduklarına şaşırsa da pek de aldırış ettiği söylenemezdi. Şu saatten sonra aslında pek de önemi olduğunu düşünmüyordu. Vasiyet ortaya çıktığından bu yana artık sorgulamayı bırakmıştı. “Her neyse, bakın Hasan Bey, inanın bende çok şaşkınım, sizin varlığınızdan bile vasiyetle haberdar oldum. Doğrusunu söylemek gerekirse benim de bu durumdan hoşnut olduğum pek söylenemez. Babam bir yıl içinde kızınızla…”

“Cemre.”dedi yaşlı adam onun konuşmasını bölerek.

Toprak adamın bu ani ve sert çıkışına anlam veremezken pek de aldırış etmeyerek devam etti.

“Pardon!”

“Kızımın adı Cemre.”Sesi keskin tutumu sertti.

“Her neyse adının pek de benim için bir önemi yok aslında, ama yine de memnun olacaksanız öyle olsun. Babam, kızınız Cemre ile evlenmemi istiyor.” dediğinde suratı öyle bir hale geldi ki karşısında duran Hasan Bey, bu durumdan ve Toprak’ın memnuniyetsiz tavrından hiç hoşlanmamıştı. Hulusi için bile olsa kızını onu istemeyen bir adamla evlendirecek kadar akıl sağlığını yitirmemişti. Kızı istemediği sürece asla onu bu uğurda bir yola sürüklemezdi. Kızı onun için her şey demekti.

“Bak genç adam, bu işler bu şekilde olmaz, senin yerinde bir başkası olsa kapımdan içeriye adım atamadan bu kapıdan kovulurdu. Ama sen rahmetli Hulusi’nin oğlusun, bu yüzden şekilden şekle giren o hoşnutsuz suratını dağıtmamak için sırf babanın hatırına bu üslupsuz tavırlarını görmezden geliyorum. Sırf babanın hatırına… Seni uyarıyorum. Haddini ve sınırlarını sakın aşma.” derken sesi de sözleri gibi tehditkâr çıkmıştı.

“Siz beni yanlış anladınız.” derken Toprak’ın hafif tırstığı belli oluyordu. Korku ve panik tüm hücrelerini ele geçirirken ürkme ve çekinme tüm hareketlerine yansımıştı. Geri adım atmaya ve zoraki gülmeye çalışıyordu. Sonuçta adam kız babasıydı, öfkeden ne dediğini bilmeyen diline lanetler okumaya başlamıştı.

Hasan Bey “Her neyse kızım gelsin onunla görüşürsün o olmaz dediği anda zaten bu iş biter.” diye kestirip atmıştı ki ortama yayılan şen şakrak ses adeta gönülleri şenlendirmiş, odanın iklimini bahara döndürmüştü. O efsunlu ses ve sonra odanın içini aydınlatmaya yetecek kocaman gülümsemesi ile giren o sima… O tanıdık aklından çıkaramadığı, zihninde tekrara düşen sima…

“Yaşlı ihtiyarım ben geldim.”

Cemre, şen şakrak haliyle odaya girdiği an yolda asabını bozan Toprağı karşısında görmüştü. Kaşları çatılan genç kız hiç bozuntuya vermeden köşesinde oturan yaşlı babasının yanına gelerek, yanağına kocaman ve sulu bir öpücük kondurdu.

“Hoş geldin kızım, bak bir misafirimiz var. Hulusi amcanın oğlu Toprak.” derken Toprağı gösteriyordu.

Toprak ise gözlerine inanamıyor, o kızın bu kız olmasına bir türlü ihtimal veremiyordu. Mini şortuyla kendisine yardım eden daha doğrusu kendisine iyi bir ders veren kızdı. Dokunuşuyla Toprak’ı kendine esir eden, sesiyle ve sözleriyle kendisini büyülen o kızdan başkası değildi. Ama bu nasıl olurdu. Bu kız hiç de cahil, köylü ve dağlı bir kıza benzemiyordu. Duruşu, kıyafetleri, konuşması evet, evet konuşmasında hiç şive bile yoktu. Gözlerini hayalet görmüş gibi açmış, ağzından farkında olmadan cümleler çıkıyordu.

“Sen…” kekeleyerek konuşmaya başladı. “Sen, şaka mı bu? Nasıl yani ya? Bu nasıl olabilir? Mümkün değil? Sen Cemre misin?”

“Evet, eğer hastanede bir karışıklık olmadıysa ve evlatlık değilsem hala tatlı ihtiyarımın bir tanecik kızıyım.” Derken gülmemek için kendini zor tutuyordu.

“Hasan Beyin kızı Cemre? Hani şu vasiyet olan Cemre? Bana yazılan Cemre?”

“Pardon da sen ne saçmalıyorsun acaba?” Kızın giderek kaşları çatılmış abuk sabuk konuşan adama tehditkâr bakışlarını savuruyordu.

“Sen, ben, Vasiyet.”

Toprağın ağzından sessizce, fısıltı halinde dökülen kelimeler, Cemre için hiçbir anlam ifade etmese de genç adamın konuşması, şaşkın suratı ve ses tonu Cemre’nin içinde tuttuğu kahkahalarına daha fazla engel olamamasına neden oldu. Toprak şaşkın, Cemre adamın anlam veremediği komik bulduğu kelimelerine dayanamayarak gülerken, kader onları hiç bilmedikleri ve tahmin edemeyecekleri bir yolda sürüklemeye çoktan başlamıştı bile…

Loading...
0%