Yeni Üyelik
10.
Bölüm

10. Bölüm

@ugurluay

10.BÖLÜM(***Sebebim SEN, Sebebin BEN***)

“Anlam veremediğim her şeyi bir bir yaşarken,

Ne yaşattığımın farkında bile değildim.

Ben seninle dolup taşarken,

Yüzündeki ufacık bir gülücük olmuşum,

Bilmezken,

Sebebin BEN, Sebebim SEN olmuşsun ÖMÜR TOMURCUĞUM…”

Toprak, arabanın camından izlediği muhteşem manzara ve bulunduğu atmosfere o kadar kendini kaptırmıştı ki Cemre’nin “Geldik,” diyen sesini duyması ile “Nereye geldik?” demesi bir olmuştu. O kadar kendini bulunduğu ana kaptırmıştı ki arabanın durduğunu ve insanların inmiş olduğunu daha yeni fark ediyordu. Cemre’nin hiç de nazik olmayan dürtmesi ile tamamen bulunduğu rüyadan sert bir şekilde uyandırılmıştı. Bu kız hiç mi kibar davranmazdı ki ya? Söz konusu Cemre ise bu pek de mümkün görünmüyordu.

“Tamam kızım ya, amma sert yaptın sen de,” derken hafif kızgın sesiyle birlikte gözlerine doğru dik bakışlarını gönderiyordu.

“Toprak, düzgün konuş benimle, kafanı kırdırtma durduk yere,” genç kızın tahammül sınırları giderek yıkılıyordu. İntikam diyerek çıktığı bu yolda gerçekten bunu başarabilecek miydi, işte bu tamamen tartışmaya açık bir konuydu.

“Rehberlik hizmetinizin içinde kafa kırma olduğunu söylememişlerdi bana.”

“Az daha devam edersen cinayet ile can alma hizmetimizden de bedava yararlanacaksınız. Müessesemizin ikramı, anladın sen onu,” derken sesi hiç de şaka yapar gibi çıkmamıştı.

Hafif tırsak bir sesle, alttan alma moduna girmiş onu yumuşatmaya, az önceki gerilimi yok etmeye, dahası gönlünü almak için şebeklik yapma yoluna girmeye çalışıyordu.“Eeeee rehber hanım, ne yapıyoruz şimdi? Nereye geldik?” diye konuşurken bir yandan da kendini arabadan dışarıya atmaya çalışıyordu, malum ortalar da kimse kalmamıştı, durduk yere bir cinayet vakasında merhum olmaya da hiç niyeti yoktu doğrusu…

“Sümela Manastırı’na çıkacağız.”

“Nasıl yani? Çıkacağız derken?” Adamın aklında binlerce soru uçuşurken, karşısında pis pis sırıtan kızın ne demek istediğini alıcılarını açarak anlamaya çalışıyordu.

“Yani tatlım, araba ile yolculuk burada bitti. Bundan sonra orman içi patikadan 300 metre kadar yürüyerek Manastıra ulaşacağız. Şimdi anladın mı?” Genç kız, anladığını anlamak için gözlerinin içine bakıyor, Toprak ise hiç tepki vermiyordu daha doğrusu veremiyordu. Toprak’ın anladığı tek bir şey vardı, o da bu yolun pek de kolay olmayacağıydı, görünüşe göre çıkılması zor olacağa benziyordu. Şimdi bu kızın neden Toprak’ın gelmesini bu kadar kolay kabul ettiğini ve olay çıkarmama sebebini daha iyi anlıyordu. Kahretsin bu gezi hiç de Cemre’sinin söylediği gibi çok eğlenceli geçmeyecekti. Dakika bir, gol bir… “Of Cemre Of,” derken (Tabi ki bunlar sadece onun içten aslan gibi kükreyen isyankâr sesinden başkası değildi.) dış sesi ise bir kuzuya dönmüş, “me me me,” diye ses çıkarırken ağzından sadece “Tamam,” kelimesi dökülmüştü. Cemre’nin peşi sıra yola koyulurken kurbanlık koyundan pek de farkı olduğu söylenemezdi. Bir yandan da ona anlattıklarına kulak kabartmaya çalışıyordu.

“Sümela Manastırı, Trabzon ili, Maçka ilçesi, Altındere köyü sınırları içerisinde yer alan (Antik Yunan adı:Panagia) deresinin batı yamaçlarında Kara (Antik Yunanca adı:Mela) tepesi üzerinde deniz seviyesinden 1.150 metre yükseklikteki eski Rum Ortodoks Manastır ve Kilise kompleksi olup, tam adı Panagia Sumela veya Theotokos Sumela’dır.” Cemre soluksuz anlatırken Toprak da onun peşi sıra yürür vaziyette resmen soluksuz kalmıştı. İşini çok ciddiye almış, tam bir rehber havasına bürünmüştü ki arkasından sürüklene sürüklene gelen Toprak’ı adeta unutmuştu. Anlattıklarıyla kafası allak bullak olmuş, ne dediğini bir türlü anlamıyor, kafası almıyordu. Daha fazla dayanamadı ve sesi öyle yüksek perdeden çıktı ki kendisi bile o sesin nerden çıktığını anlayamamıştı.

“Cemre,” haykırırcasına adını söylediği anda orman içi patika bitmiş ve bu defada uzun ve dar merdivenlere çıkmaya başlamışlardı. Bundan ötürü nefes nefese kalmıştı. Cemre adını duyduğu anda sanki gerçek dünyaya dönmüş, transtan çıkmış gibi genç adama boş gözlerle bakıyordu.

“Ne var Toprak? Ne oldu yine?” diyen sesine hiç de memnun olmayan bir yüz ifadesine kaşlarının çatışı eşlik ediyordu.

“Allah aşkına Cemre, ne anlatıyorsun sen?”

“Sence Toprak ne anlatıyor olabilirim? Dalgamı geçiyorsun benimle?” Soru dolu bakışları ona yönelirken iki elini de beline koymuş mahalle kadınları gibi adeta genç adamla kavga etmeye hazırlanıyordu.

“Bak, şöyle diyeyim o zaman,” Toprak, bir elini hamile kadınlar gibi beline koymuş, iki büklüm olmuştu. Nefes nefese kalmış bir şekilde zar zor yanına gelip, derdini ona anlatmaya koyuldu. “Bak rehber hanım, anlattıklarından hiçbir şey ama hiçbir şey anlamıyorum. Bana bilimsel ya da akademik değil de daha basit, daha anlaşılır anlatsan, daha sade olanından hani, kısa ama öz olanından, benim jeton çok köşeli anlamışsındır zaten, benim anlayacağım tarzda anlatsan olmaz mı acaba?” Kaşlarını yukarıya kaldırırken sesi şeker isteyen küçük bir çocuğun masum havasında çıkmıştı.

Cemre şöyle bir tepeden tırnağına kadar bakmış, melül melül onu süzdükten sonra neyse ki korktuğu tepkiyi vermemişti. Eliyle çenesini okşayıp fındık burnuna dokunduktan sonra şükürler olsun tam da beklediği ve istediği cevabı ona vermişti.

“Tamam, madem gerçekten öğrenmek istiyorsun. Bu konuda sana haksızlık yapmayacağım.”

“Teşekkür ederim. Çok teşekkür ederim.” Minnettarlığını belirtmek amacıyla iki elini birbirine kenetleyerek göğüs hizasında birleştirip masum gözleri ile ona bakıyordu.

“Hadi devam edelim o zaman .” Yürümeye devam ederken bir yandan da daha basit ve Toprak’ın kafasının basacağı şekilde anlatmaya başlamıştı. Böylesi daha bir içten daha bir samimi olmuştu.

“Trabzon’un Maçka ilçesinde bulunan bu Manastır tarihin en eski yapılarından biridir. Zigana eteklerinde kurulmuştur. Yapı, doğa bakımından oldukça zor alanlara inşa edilmiştir.”

“Fark ettim onu, fark etmemek ne mümkün.” Dediği anda halinden gayet memnun olduğu anlaşılan Cemre yaramaz küçük çocuklar gibi kıkırdamaya başladı.

“Ne o Toprak ‘çığım? Yoruldun mu yoksa? Yazık, kıyamam sana. Bak hemen geri dönebilirsin daha yolun başında sayılırsın,” dediğinde bir de utanmadan arsızca ona göz kırpmamış mıydı? O gözün kırpılışına Toprak kurban olmaz mıydı? O gözün ona bir an hissederek bakması için neler feda ederdi, ah bu kız bunları bir bilebilseydi, şu an şu dakika nikâh masası kurdurturdu kendisine, buna o kadar emindi ki hiçbir şeyden emin olmadığı kadar emindi genç adam.

“Yok, yok ne yorulması, sen devam et ben seni dinliyorum, sürünerek de olsa çıkarım vazgeçmem.” Tıpkı ondan asla vazgeçmeyeceği gibi bu yolun sonuna kadar gitmeye kararlıydı.

“Tamam, devam edelim o zaman.” Genç kız, soğukkanlılıkla söylediklerinin ardından arkasına bile bakmamıştı. Cemre’nin rahatlıkla gittiği yolda genç adam vücudunu sürüye sürüye götürüyor, Cemre ise bunu sakinlikle görmezden geliyordu. “Sümela değil Sürünme Manastırı mübarek, Tövbe Tövbe ya, iyice kafayı yedim nasıl konuşuyorum ben böyle ya…” kendi kendine homurdanırken genç kızın kıkırtıları da kulağına doluyor, sinirlenmemek için kendini tutmaya çalışsa da dişlerden çıkan gıcırtıya artık engel olamıyordu.

“Yapının altından Meryemana(Panagia) deresi akmaktadır. Manastırın yapılışı ve yapımı hakkında çeşitli efsanelerin olduğu bilinmektedir.”

“ Vay efsane he, çok merak ettim doğrusu.” Cemre’nin anlattıkları ile yorgunluğunun yerini yavaş yavaş merak ve ilgi alırken geldikleri yolu çoktan unutmuştu bile… Ulaştıkları manastırı ise ilgiyle inceliyordu. Bir yandan bilgi mozaiği Cemre’sini dinliyor bir yandan da tarihe tanıklık ediyordu. Şaşırmamak elde değildi, ağzı bir karış açık incelemeye devam ediyordu.

“İnanışa göre burayı Atinalı Barnabas ile Sophranios adlı iki rahip yapmıştır. Bu iki rahip rüyalarında Hz. İsa ve Hz. Meryem’i görmüş ve gördükleri yer Sümela’nın bulunduğu yermiş.”

“Demek o yüzden…”Söyleyeceklerini dinlemeden genç kız kaldığı yerden konuşmasını sürdürdü.

“Birbirinden habersiz olarak yola çıkan bu iki rahip birbirlerine gördüğü rüyayı anlatınca beraber manastırın temelini atmışlar.”

“Vay be, ben de hangi akla hizmet buraya yapıldı diye düşünüyordum. Şimdi neden burası olduğu daha iyi anlaşılıyor.”

“Çıkarımların bittiyse devam edebilir miyim?” Sesinde bariz kızgınlık belli olurken yüzü de hafiften kararmaya mı başlamıştı? Hiç bozuntuya vermeden “Tamam güzel rehberim, sen devam et ben seni dinliyorum.” Demişti.

“Toprak, ben de yine ne zaman başlayacak acaba diyordum.”

“Neye?”

“Ortamı sulandırmaya.”

“İlahi Cemre sen de, hiç güleceğim yoktu.” Hızlı hızlı alıp verdiği nefeslerini yok sayarak sesli bir şekilde kahkaha atmaya başlamıştı.

“Toprak…”Sesi o kadar yüksek perdeden çıkmıştı ki yanlarından geçen birkaç kişi durup ne oluyor diye bu öfkeli çifte baktılar.

“Neyse, hadi devam et, bak ağzımın fermuarını kapatıyorum,” dediği anda sağ elinin başparmağı ile işaret parmağını birleştirip dudaklarının fermuarını kapatır gibi bir hareket yaptı. Bu halini gören Cemre hafif tebessüm ederek kafasını salladı. “Olacak, bu iş olacak, bugün tebessüm eden yarın elimi tutar. Yuh Toprak! Çok fazla hayal kuruyorsun, çok fazla hayal kurup büyük hayal kırıklığına uğrayacaksın heh, söz konusu Cemre ya… Boş hayaller ile avutma kendini,” diye iç geçirirken hırçın güvercinine yandan bir bakıyor, onu masum bir çocuk gibi dinliyordu.

“Manastırın asıl adı Meryem Ana Manastır’ıdır. Sümela ise bunun Rumcadaki adıdır. Manastırın M.S. 395 yıllarında tamamlandığı tahmin edilmektedir.”

“Manastır tam anlamıyla korunamamış galiba.”

“Maalesef ki Manastır bazı dönemlerde önemini yitirmiş, çeşitli yağmalara maruz kalmıştır. Define avcıları tarafından sıklıkla kazılmış ve bir süre sonra harabeye dönüşmüştür. Birçok yangınlar çıkmış ve bu yangınlar sonucunda bir sürü tarihi değeri kaybolmuştur. Yapı esas olarak ana kaya kilisesi, birkaç şapel, mutfak, öğrenci odaları, misafirhane, kütüphane ile kutsal ayazmadan oluşur. Bu yapılar topluluğu, oldukça geniş bir alan üzerine yayılır.”

O anlatıyor Toprak dinliyordu. Türkiye’de yaşayıp sadece isim olarak bildiği yerleri, merak etmeyip, gelip görmediği için içinde yine büyük bir pişmanlık oluşmuştu. Şu son zamanlarda sürekli kendini sorgular olmuştu. Şimdi ise yaşadığı ülkenin güzelliklerini bilmeden, görmeden, gezmeden yaşamanın yaşamak olmadığını daha iyi anlıyordu. Zamanın nasıl akıp gittiğini anlamadan, kendini geri dönüş yolunda arabada buluvermişti. Toprak düşünceler ile boğuşup dışarıyı izlerken Cemre, genç adamın uzun süren sessizliğini, dalıp giden gözlerini fark etmiş olmalı ki, “ Toprak iyi misin?” Demişti. Cemre’nin endişeli sesini duyduğunda, Toprak şaşkınlığına şaşkınlık eklemişti. “Onun sesi endişeli mi çıkmıştı? Yok artık canım daha neler?” Toprak bunu sadece bir an düşünmüştü.

“Ben, şeyy, iyiyim sanırım,” derken sesindeki tuhaflığı hissetmişti ama üzerinde durma gereği duymadı.

“Şimdi nereye gidiyoruz?” Toprak’ın üzerindeki durgunluktan eser kalmayan bir havada sesinin küçük bir çocuğun hevesi ve coşkusuyla yankılanmıştı. Onun bu halini gören Cemre’nin keyfi de yerine hiç beklemediği bir hızda gelmişti.

“Acıktın mı?” Çok masumane bir soruydu. Onun sorduğu soruyla karnından gelen seslerin yeni farkına varıyordu. Eli istemsizce karnına gitmiş, bastırarak çıkan sesleri ortadan kaldırmaya, yok etmeye çalışıyordu.

“Şey, karnımdan çıkan seslere kulak verecek olursam galiba acıktım.”

“ Şimdi Karadeniz’in yöresel yemekleriyle ünlü bir yere gidiyoruz. Öğle yemeğini orada yiyeceğiz.”

“Yöresel yemek derken?”

“Gidince görürsün,” diyerek tatlı tatlı gülümsemişti. Geldikleri otobüse binip, koltuklarında yerlerini aldıklarında, Cemre arkasına yaslanmış gözlerini dinlendirirken, kulağına kulaklığını takmış bir şeyler dinliyordu. Birden aklına bir hınzırlık geldi. Aniden kulağındaki kulaklığı çekip almıştı. Cemre, hiddetle gözlerini açmış Toprak’a anlamaz gözlerle bakarken , “Ne yapıyorsun sen ayarsız kütük?” diyerek üzerine atıldı.

“Hiç, iyiyim cancağazım sen ne yapıyorsun?”

“Ya versene şu kulaklığı, dağ başına çıkınca özüne mi döndün? Versene şunu dağ kaçkını sende.”

“Aaa çok ayıp, insan nişanlısından kulaklığını kıskanır mı?”

“Ya deli etme beni versene şunu,” elindeki kulaklığı arabada koltukların izin verdiği müddetçe bir eli ile havaya kaldırırken bir yandan da onun elleriyle ulaşma çabalarını bertaraf etmeye çalışıyordu.

“Olmaz, ben yerli turistim, sen de benim rehberimsin. Hizmette kusur etmez misin? Lütfen!” Dediği anda kulaklığı kulağına takması ile taş kesilmesi bir olmuştu.

Çalan türkü, “Bu olamaz” derken, Cemre’nin gözlerine anlamaz bir şekilde bir açıklama yapmasını bekler gibi bakıyordu. Çalan türkü Cemre’nin onu Boztepe’de uğrattığı bozgundan sonra, onu orada tek başına bıraktığı anda çalan türküden başkası değildi. Aklı ile birlikte yüreğine de kazıdığı türkünün o sözleri ise hala beyninde yankılanır, içini bir tuhaf yapar, gözlerini doldurup onu ondan alıp götürürdü.

 

“Koyverdun gittin beni oy, Allah’ından bulasın oy,

Kimse almasun seni oy, Yine bana kalasun oy,”

Cemre, genç adamın açıklama bekleyen gözlerini yok sayarak bir hışımla bir anlık boşluğundan faydalanarak kulaklığı kulağından çekip almıştı. Alev gibi yanan hiddetli gözlerle ona bakarken işaret parmağını havaya kaldırmış, küçük bir çocuk gibi ona kaşlarını çatıp işaret parmağını havada ona doğru sallıyordu.

“Sakın Toprak, sakın bir kelime bile etme! Eğer tek bir kelime dahi edersen beni ne Caner ne de başkası, senin özel rehberin kalmaya ikna edebilir. Kimseyi tanımam İstanbul’a kadar kovalarım seni. İnan bana yaparım bunu.” Sesi ciddi anlamda tehdit içeriyordu. Sözünü bitirir bitirmez adamın elinden çekip aldığı kulaklığı kendi kulağına takmış ve gözlerini kapatarak onu yok saymayı tercih etmişti. Toprak ise ondan korktuğu için değil, şu an sadece şaşkınlığını ve hayretini sakinleştirip ortadan kaldırmak için koltuğa sırtını yaslayarak gözlerini kapatıp düşünmeye başlamıştı.

“Cemre, bu türküyü bilinçli dinlemiş olabilir miydi? Giderken duyup gitmek içine dokunduğu için, o anı, o andaki beni hatırlamak için bu türküyü dinliyor olabilir miydi? Eğer bu doğruysa, Allah’ım lütfen doğru olsun, lütfen doğru olsun,” diye içinden bin bir dua ederken yanında ömrünü geçirmek istediği kız ile bilinmez bir geleceğe doğru yol alırken başına daha neler geleceğini, bu kızın onu daha ne kadar süründüreceğini düşünmeden de edemiyordu. Ama ne olursa olsun, ne yaşarsa yaşasın vazgeçmeyecekti, hiçbir şey onu Cemre’ye giden yoldan alıkoyamazdı. İçinde hissettikleri o kadar güçlüydü ki hissettikleri için, Cemre’si için savaşacaktı. Sonucu ne olursa olsun vazgeçmeyecekti

***

Cemre, kulaklıkta dinlediği türküyü Toprak’ın öğrenmesi ile adeta yerle bir olmuştu. Bu gezi Toprak’ı bozguna uğratması gerekirken daha ilk günden kendisi yerle bir olmuştu. Planları hiç de istediği gibi ilerlemiyordu. O türküyü duyduğunda onu Boztepe’de sert bir tartışmanın ardında bırakmıştı. Kulağına istemsizce dolsa da eve gider gitmez internette dinlemesine engel olamamıştı. O türküyü dinledikçe aklına Toprak geliyordu. Lanet olsun ki istemese de engel olamadığı şeyler oluyordu ve bu adam fena halde sinirlerini bozuyordu. Kulaklığı kulaklarından çekip almasının ardından ciddi anlamda bir tehdit savururken hiç de şaka yapmadığını göstermek istemişti ki gerçekten şaka yapmıyordu. Söylediklerini kelimesi kelimesine gerçekleştirecek ruh hali içerisindeydi. Kulaklığını takıp onu umursamaz gibi görünse de Cemre, Toprak’ın gözlerini kapatmış uyuduğunu, göz ucuyla onu izlerken anlamıştı.

Öğle yemeğinin ardından ülkemizin en önemli geçitlerinden biri olan ve aynı zamanda ünlü seyyah Marca Polo’nun da seyahat ettiği tarihi İpek Yolu’ndan Zigana’ya hareket etmişlerdi. Cemre, yol boyunca bilgi verme amaçlı konuşmaların dışında pek konuşmamıştı. Toprak da ona uyum sağlayarak, ondan beklenmeyecek bir ciddiyete bürünerek uyumlu bir öğrenci gibi yalnızca onu dinlemişti. Aralarında adeta ikisinin de uyduğu sessiz ve gizli bir anlaşma yapılmış gibiydi.

Karadeniz’in doğal güzellikleri içerisinde vardıkları geçidin görülmesi sonrası Hamsiköy’e hareket etmişlerdi. Toprak o kadar suskun ve dalgındı ki sadece çevresini izliyor ve onunla göz teması kurmamaya özen gösteriyordu. Hamsiköy’de meşhur olan enfes Hamsiköy sütlacını tatmışlardı. Ne yemek ne de tatlı, Toprak’ın yüzünü güldürmeyi bırak, tebessüm dahi ettirmemişti. Toprak hala sessizdi, ne olduğunu, onun neden bu kadar etkilendiğini, neden bu kadar bozulduğunu anlamamıştı. Cemre’nin, bugüne kadar çok daha ağır konuştuğu zamanlar olmuştu ama Toprak’ı ilk defa böyle görüyordu ve bu hiç beklemediği şekilde canını sıkıyor ve içinin burkulmasına sebep oluyordu. Sormayı da gururuna yediremiyordu. Belki böylesi daha iyi diye düşünürken, Trabzon’a dönüş yoluna girmişlerdi. Trabzon’da gezi dolayısıyla bir otel ile anlaşılmıştı. Şehre yaklaştıkça içine anlam veremediği bir korku dolmaya başlamıştı. “Ya Toprak döndüğümüz anda geziden vazgeçip giderse, ya İstanbul’a geri dönerse, ya otelde kalmak istemezse? Of Cemre ne saçmalıyorsun sen ya, istediğin bu değil miydi zaten?” Diye kendi kendine kızarken otele geldiklerinin farkına bile varmamıştı.

“İnmiyor muyuz?” Diyen Toprak’ın sesine karşılık “Heh… Ne?” diyebilmişti.

“Cemre otele geldik. Yoksa biz burada kalmıyor muyuz?” Söylediklerini idrak edememiş bir şekilde hayretler içinde ona bakarken , “Sen İstanbul’a geri dönmüyor musun?” sesi tedirgin bir şekilde çıkarken kaşları soru sorar gibi havaya kalkmıştı.

“Pardon da, ne İstanbul’undan bahsediyorsun sen?” işte yine yapmıştı, o çapkın gülüşünü Cemre’ye yine kalbini delercesine fırlatmıştı.

“Ben, şeyy suratın hep asıktı da geri dönersin diye düşünmüştüm.” Cemre’nin, söylediklerine karşılık, Toprak kafasını aşağıya eğmiş sağa sola sallarken hiç de masum olmayan bir şekilde gülmeye başlamıştı.

“Yanlış düşünmüşsünüz küçük hanım, ben buradan ayrılırken sen de yanımda olacaksın. Sen zeki bir kızsın bunu anlamış olman lazım. Aksi bir durumda benim Trabzon’dan ayrılmam söz konusu bile değil,” dediği anda işaret parmağı ile genç kızın burnuna dokundu. “Anlaşıldı mı küçük hanım?” dedi.

Cemre ise duyduğu cümlelerin etkisinde hipnotize olmuş bir halde ona bakıyordu. O arabadan inerken ise içinde dolup taşan küçük tomurcukların varlığını gıdıklanma hissiyatıyla fark ederken yüzünde anlam veremediği şapşal bir gülümseme çoktan yerleşmişti. Toprak ise genç kızın suratındaki şapşal gülüşü görmeden otele doğru yönelmişti. Neler oluyordu böyle?

Loading...
0%