Yeni Üyelik
11.
Bölüm

11. Bölüm

@ugurluay

11.BÖLÜM (***Bir Bilsen***)

“Senin tek bir bakışın,

Benim gizli mabedime dokunuşun oldu.

Bir bilsen,

Ah bir bilsen…

Vazgeçilmezim,

Vazgeçilmezin olmak için savaşacağım,

Ve inan bu savaşı BEN kazanacağım…”

Cemre, son beş dakika boyunca yaptığı gibi yine kolundaki saatini tutarak hiddetli bir şekilde döndürüp baktı. Yaklaşık iki saattir otelin resepsiyonunda Toprak’ın odasından aşağıya inip yanına gelmesini bekliyordu.

“Kahretsin, ayarsız herif ne olacak, gitmiş bir de çalışanları uyarmış telefonla uyandırmayın beni diye, of biraz daha inmezse kapısına dayanmam an meselesi… Lanet herif, saat kaç oldu. O kadar da söyledim sabah erken yola çıkacağız diye, of Toprak of ya nasıl bir adamsın sen ya, varlığın bünyeme zarar resmen ya,” diye kendi kendine homurdanırken, muhtemel bir sinir krizini de bertaraf etmek için iki eliyle başına girmeye hazırlanan ağrıları geçiştirmeye çalışıyordu.

“İşte geldim buradayım,” diyen arsız adamın yüzsüzlüğüne yüzsüzlük eklemesi ise Cemre’nin çıldırma sınırını çoktan aştığının sinyallerini veriyordu. Duyduğu sese arkası dönük, elleri başına girmeye hazırlanan ağrıları pür dikkat kovalamaya çalışırken, başındaki ovuşturduğu yerleri bırakıp, kaşları çatık ve sert bir şekilde elleri yanına bezgince düşerken Toprak’a doğru döndü. Genç adam ise pervasız bir havada, genç kızın sinirli olmasını hiç de umursamayan göz süzüşleriyle Cemre’ye doğru bakıyordu. Bu, bu adam çoktan kendi sınırını da Cemre’nin sınırını da aşmıştı artık…

“Saatin kaç olduğundan haberiniz var mı acaba beyefendi?” diyen genç kızın sesi yerle göğü sarsarak inletirken gözünden ateşler fışkırdığına inanıyordu, adeta bir boğa gibi hissediyordu kendini. Bir boğa için kırmızı ne ise Cemre için de Toprak şu an tam da bu demekti.

“Bakayım hemen, saat tam olarak 11.11 ah sevdiğim beni düşünüyor,” bir de son kelimesini uzatmadı mı? Cemre’nin gözü hafiften seğirmeye başlamıştı. Bu adam bir gün gerçekten elinde kalacaktı. “Toprak, ergen misin sen? Saçmalayıp durma…”

“Sendeki bu sinir ne sevdiceğim, sabahın bu vaktinde senin sinirlerini kim tavan yaptırdı söyle bakalım sevgiline?”

“Sence?” Cemre, söylediği imalı kelime ile bir nebze olsun anlamasını beklerken, yanlış bir beklenti içinde olduğunu kurduğu cümleyle daha iyi anladı. Bu adam tam bir, tam bir…

“Tamam anlıyorum, beni bu kadar uzun süre görememek seni sinirlendirdi. Söz bir daha varlığımı senden bu kadar esirgemem.” Bu adamın cidden bir algı sorunu vardı. Yine ayarları bozulmuş, bir gün hurdalığa gidip onu imalat hatası diye satıp geçecekti, o olacaktı. İşe yaramaz hurda ne olacak…

“Sen ne saçmalıyorsun ayarsız hödük. Hem söz konusu sen iken benim sinirlerimin aşağıya iniş yapması ne mümkün acaba?” dediği anda alaylı çıkan sesine kaşlarının yukarıya olan hareketi eşlik etti. Kollarını göğsünün altında birleştirip, sağ ayağını da sinirini anlasın diye bir aşağıya bir yukarıya hareket ettiriyordu. Bastığı yere hiç de nazik davranmadığının o an farkında bile değildi.

“Yine ne yaptım Allah aşkına ya?” O kadar ne yaptığını bilmez bir tavır sergiledi ki onu tanımamış olsa cidden bu hallerine inanacaktı. Tanımamış olsa mı? “Allah aşkına Cemre, ne zamandan beri bu ayarsız herifi tanıyorsun sen acaba ya. Saçmalıyorsun, şu an tam olarak saçmalıyorsun,” diye iç çekişmeler içinde aklı kendi ile çoktan kavgaya tutuşmuştu.

“Bir de soruyor musun? Allah’ım kafayı yiyeceğim ya… Ben sana ne dedim, sabah saat:9.00’da kahvaltı için burada bulaşacaktık. Sonra da kafile ile yola çıkacaktık. Ama senin yüzünden kahvaltıyı da kafileyi de kaçırdık.” Cemre’nin sesi o kadar homurtulu çıkmıştı ki durumdan hiç de hoşnut olmadığını bariz belli ediyordu. Toprak ise sadece sinir bozucu kahkahalarıyla gülüyor muhtemel çıkacak bir şiddet yangınını körüklüyordu.

“He sen onu söylüyorsun.” Toprak’ın abartılı bir şekilde kahkaha eşliğinde söylediklerine, Cemre de abartılı ama öfkeli bir şekilde “He ben onu söylüyorum, ”diye karşılık vererek onun söylediğini, ağız eğme hareketiyle, yapmacık bir şekilde yaparak sesini Toprak gibi alaylı ve ukala bir biçimde çıkarmak için büyük bir çaba sarf etmişti.

“Bir de ne gülüyorsun pişmiş kelle gibi karşımda be, şeytan diyor Allah ne verdiyse giriş şu hurda yığınına, dünya benimle birlikte işe yaramaz bir imalat hatası hurdadan kurtulsun.”

“Hurda yığını mı? Karıştırdın sen onu, kas yığını diyecektin dilin sürçtü galiba,” derken Toprak hala gülüyor genç kız ise pörtlemiş gözlerini ona doğru döndürürken, söylediklerine inanamıyordu. Yok artık, PESS, diyordu. Bu adamın alınma, bozulma duygularına ne oldu acaba, ne dese kendine iyi yönde çevirmeyi başarabiliyordu. Lanet herif…

Toprak, unuttuğu ancak aklına bir anda gelen şeyi Cemre ile paylaşmak için: “ Ya ben sana söylemeyi unuttum değil mi?” Cemre, anlamaz gözlerle Toprak’ı süzerken yine ne yumurtlayacak acaba diye gözlerini kısmış, adamın söyleyeceklerine odaklanmaya çalışıyordu.

“Pardon! Neyi?” derken sesi cidden korkak ve titrek çıkmıştı. Çoktandır bu adamın söyledikleri Cemre’yi korkutur olmuştu.

“Biz bugün kafileyle gezmeyeceğiz sevgili nişanlım. Sürü peşine takılan koyunlar gibi oradan oraya gitmek pek bana ve keyfime göre değil. Malum özgürlüğüne düşkün bir adamım ben,” derken çapkınca attığı göz kırpması, genç kızın yanaklarının kızarmasına, kalbinin zincirlerinden kopup yerinden firar eder gibi olmasına sebep olmuştu. Daha üzerine bıraktığı sersemliği bile atamadan, “Ajans ile görüşüp bir araba göndermelerini istedim. Araba yarım saate burada olur. Biz de o arada kahvaltımızı yaparız.” Dediği anda genç kızın yanağından bir makas alıp kahvaltı salonuna doğru yöneldi. Arkası ona dönük, bir elini havaya kaldırıp anlam veremediği bir işaret yaparak Cemre’ye bakma gereği bile duymadan, “Güzel rehberim, kahvaltıda bana eşlik etmek için ajansı mı arama mı bekliyorsun acaba?” diyerek Cemre’nin kafasına resmen koskocaman bir balyoz indirmişti. Bu adam kendini ne sanıyordu acaba? Hangi hakla ona, yanağına dokunur he, hangi hakla? Toprak’ın, yaptığı hareketlere tepki verememiş olmak Cemre’yi çileden çıkardı. Sinirden yerinde tepinmeye, abuk sabuk hareketler yapmaya başladı. Ne kızaran yüzünün ne de çevresindeki insanların ona deli gözüyle bakmalarını umursayacak durumda değildi.

Bu adamı öldürmek istiyordu, eşek sudan gelene kadar ıslata ıslata dövmek, ona nişanlım diyen o ağzını kırıp dilini koparmak istiyordu. Ona dokunan o elindeki parmakları tek tek koparmak istiyordu. Başının belası, evet evet başının resmen püsküllü belası olmuştu. Cemre, “Of ,” diye iç geçirirken az önceki öfke patlamasının etkisi azalmış, çökmüş bir vaziyette onu takip ederek açlıktan çalmaya başlayan zillere kulak verip aç karnını doyurmaya gidiyordu.

***

Toprak, dün yaşananlardan sonra adeta kocaman bir yürek yemiş gibi cesaretlenmişti. Hakikaten az önce Cemre’nin karşısında çatır çatır hiç korkmadan konuşan o aslan yiğit Toprak’tı değil mi? Cidden Toprak’tı o ya… Vay be Cemre’nin karşısında kedilikten aslanlığa terfi etmiş de haberi yoktu.

Evet, itiraf etmeliydi ki yaptığı her şeyi Cemre’yi ateşi yakılmış, patlamaya hazır bir dinamite dönüştüreceğini bilerek yapmıştı. Pişman mıydı? Asla… Bilerek geç kalmıştı, çünkü onun dediği saatte gitse onu dinlemeyecek yine o kafileyle gitmek isteyecekti. Sınırlı zamanını ise ne Cemre’nin her an peşinde olan o kılkuyruğu ne de merinos kafalı Selin ‘in gece gözlüsünü ona karşı doldurup kışkırtmasına izin vererek tüketmek istemiyordu. ikisini de daha fazla görmeye tahammülü yoktu. Şimdi ise Cemre’sini karnı aç olarak yola çıkarmaya gönlü razı olmamıştı. Şu an göremese de arkasında yaptığı hareket ve söyledikleri ile yerinde tepinmeye başladığını ve kendisini öldürme planları yaptığına bahse girerdi. Gülmesini engellemek için arkasını bile dönmeden onu delirten o son cümlesini de yediği yürek sayesinde söylemişti.

Şu an yaptıkları bir nevi öğlen kahvaltısı olsa da Cemre’yi sinir ederek zevkten ve keyiften dört köşe olmuş bir vaziyette kahvaltısını bitirmesinin ardından enfes kahvesini de yudumlarken, efsun gözlerinden fışkıran sinir ile ona bakıyor, elindeki bıçakla tabağa sert vuruşlar gerçekleştiriyordu. Toprak, bu durumdan korkmak bir yana daha fazla mutlu oluyordu. Bu kızın ilgisi iyi ya da kötü fark etmez, her daim onunlaydı ve bu onun için büyük bir ayrıcalıktı. Tam bu esnada bir görevli arabanın geldiğini söyleyerek ona anahtarı uzattı. Toprak, daha anahtarı almak içi elini havaya kaldırmıştı ki bir hışımla hırçın güvercini ondan önce davranıp anahtarı görevlinin elinden hızla çekip aldı. Toprak da görevli de daha ne olduğunu anlamamıştı ki, şen şakrak sesi genç adamın kulaklarını doldurmuştu.

Cemre,“ Ben kullanacağım,” diyerek masadan kalkmak için hareketlendi. Arkasına bile bakmadan yaramaz küçük çocuklar gibi heyecanla koşturarak kahvaltı salonundan çıkıp gitti. Ardında yaptığı çocukça harekete dudakları yukarıya doğru kıvrılarak gülen, keyfine diyecek olmayan, onu hayran hayran izleyen bir adam bırakmıştı.

“Ah gece gözlü hırçın güvercinim benim… Bir bilsen içimde senin için yanan ateşi, bir bilsen bir bakışın ile benim gizli mabedime dokunduğunu, bir bilsen ömür tomurcuğum… Bir bilsen bende yarattığın seni, yüreğime düştüğünden bu yana Cemre’nin Toprak’a nasıl can verdiğini bir bilsen sevdiğim, gönlümü şenlendirdiğini ah bir bilebilsen…” Duymamıştı genç kız Toprak’ın içinden gelen sessiz haykırışları…

***

Cemre, arabaya binip bir elini cama koymuş, bir eliyle direksiyona parmaklarıyla ritmik hareketler yapıyordu. Toprak ise onun sinirlenmesine hatta öfkeden domatese dönmüş suratına aldırış etmeden salınarak aheste aheste yüzüne yapıştırdığı çapkın gülüş ile onun hemen yan koltuğuna keyifle kurulmuştu.

“Bakıyorum da bekletmek âdetin olmaya başladı.”

“Yok, aksine vakit nakittir düşüncesiyle hareket eden tiplerdenimdir ama galiba sen biraz fazla acelecisin.”

“Bir de ukala ukala pis gülüşün yok mu? Allah’ım sabır ver bana ya?” dediği anda direksiyonu sertçe sıkmıştı. Parmaklarının boğumları direksiyonu sıkmasının etkisi ile beyazlarken kendini sakinleştirmeye çalışıyor bir yandan da arabayı çalıştırıp harekete geçiyordu. Bu adam ona kafayı yedirmezse iyiydi…

“Hım, dur bakalım istediğimi yapmışlar mı?” dediği an Toprak, müzik açmak için bir tuşa dokundu. Bunu bilinçli yapmıştı, çünkü onun vereceği tepkiyi merak ediyordu, ajans ile görüşüp küçük bir ricada bulunmuştu.

Toprak’ın “Heh oldu,” demesini bile beklemeden, Cemre müziği duyduğu anda öyle sert bir fren yaptı ki bir an adam eşek cennetini boylayacağını düşündü. Neyse ki emniyet kemerini takmıştı yoksa kafayı cama çarparak, kırık bir kafa ile acili boylaması an meselesiydi. Hemen Cemre’ye dönüp anlık bir panik ve korku ile “ Cemrem sen iyi misin? Bir şeyin var mı?” demişti. Kızgın, sulanmış ışıl ışıl gözlerini adama döndürmüştü. Kırmızıyı gören boğa gibi genç kızın gözlerinden Toprak’ı parçalayacak gibisine alev alev ateşler fışkırıyordu.

“Sen ne yaptığını sanıyorsun? Amacın ne senin Toprak?” Cemre’nin söyledikleriyle adamın kendine gelebilmesi yalnızca bir saniyesini aldı. Cemre’sine hiçbir şey olmamıştı, çünkü genç kız bunu bilerek ve isteyerek yaptığı için temkinli davranmıştı. Yaşanacak herhangi bir kazaya hazırlıklıydı. Cemre’nin ani fren yapmasının tek sebebi ise kulaklarına dolan müzikten başka hiç bir şey değildi.

“Cemre, sen kafayı mı yedin? Ne yaptığını sanıyorsun? Ya sana bir şey olsaydı?” Sesindeki hiddet gözle görülür cinstendi çünkü gerçekten ona bir şey olacak diye çok korkmuştu, bir an öleceğini sanmıştı.

“Bu, bu türkü de neyin nesi? Nerden çıktı bu türkü?” Artık ne Toprak Cemre’yi, ne de Cemre Toprak’ı dinlemez bir halde öfkelerinin kurbanı olmaya hazır, kurbanlık koyunlar gibiydiler.

“Ne o? Bir şey mi hatırlattı bu türkü sana da bu kadar ani tepki verdin, bu kadar öfkenlendin?” Diyen Toprak’ın sesinde az önceki korkudan şefkatten eser yoktu. Kızgınlığı hat safhadaydı ve bu kızgınlık onu da Cemre’yi de yakacak vaziyetteydi.

“Sence Toprak, sence…” Gözlerini sabit bir noktaya dikip, dişlerini sıkarak verdiği cevaptan öfkesinin şiddetini Kandilli deprem araştırma rasathanesi bile ölçemezdi.

“Doğru, doğru söylüyorsun aslında… Hatırlatması lazım değil mi? Sen ne kadar yok saysan da benim bir an bile aklımdan çıkaramadığım, o anlarda beynime kazıdığım o türkü… Beni Boztepe’de bozguna uğratıp ardına bile bakmadığın ve dün benim yanı başımda oturup hiçbir şey yokmuş gibi bu türküyü dinlemen, sen bana hiç bir açıklama bile yapmadın, yapma gereği bile duymadın. Sen yok sayıyorum desen de ben yok saymadığını biliyorum Cemre…”

“Bu, bu sadece bir tesadüf,” yavaş yavaş gardı inmiş, genç kızın duvarları yıkılmaya başlamıştı. Sinirinin geçmeye başladığını ise sesinin cümle sonuna doğru fısıltıya dönüşmesinden anlamıştı. Onun sakinleşmesi Toprak’ın da yumuşamasını sağlamıştı. Kıyamıyordu ki sevdiğine, kıyamıyordu ki kadınına… Böyle seviyordu canım dediği, gönlünün görebildiği tek dişi hatununu...

“Cemre, Cemre’m bak yüzüme, döndür sana bakmaya doyamadığım yüzünü, bir ömrü sürgün geçirmeyi göze aldığım tek bir bakışını bile esirgeme,” bir anda elleri ile yüzünü avuçladı, kendine doğru yaklaştırırken amacı nefesini hissetmesini sağlayıp sadece gözlerinin içine bakmaktı. Cemre o kadar darma duman olmuştu ki şu an sadece onun söylediklerine küçük bir çocuk gibi itaat ediyordu. Savunmasız bir çocuk, kolu kanadı kırılmış yaralı bir kuş gibiydi…

“Bak yüzüme Cemre’m, aç o kurban olduğum gece gözlerini, esirgeme benden içime işleyen o bakışlarını.” Yavaş yavaş sımsıkı yumduğu o gözlerini açtığında, gözyaşlarının yüzüne firar etmemesi için çabalıyordu.

“ Bu bir tesadüf değil Cemre’m, bunu sen benden daha iyi biliyorsun. Senin dün bu türküyü dinlemiş olman bir tesadüf olsaydı bugün duyduğun anda bu tepkiyi vermen imkânsız olurdu. Anla artık Cemre’m, bana doğru akıp geldiğinin, yüreğimin içine düştüğünün farkına var. Kabul et artık bende can bulmaya başladığını, yüreğimden yüreğine yol açtığının farkına var, kabul et bunu, kendine de bana da eziyet etme…” Cemre, öyle güzel bakıyordu ki, onun güzel gözlerine bakarken dudaklarından öpmemek için kendini çok zor tutuyordu.

“Ama daha değil, daha zamanı değil,” diye düşünen genç adam birden kendini ani bir şekilde geri çekti. Toprak’ın kendini geri çekmesi Cemre’de de bir nevi biraz uzaklaşma etkisi yaratmış gibiydi. Birden bulunduğu yerde kıpırdanarak kendini toparlamaya çalıştı.

“Daha iyi misin Cemre?” Yaptığından dolayı yüreğinde derin bir huzursuzluk hissetse de doğru olanın bu olduğunu biliyordu adam. Huzursuzca nasıl bir tepki vereceğini bilmeden ürkek bir soru sormuştu. Belki de hiç tahmin etmeyeceği bir şey oldu ve küçük bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Toprak bu tepki karşısında yaşadığı şaşkınlık ile ne yapacağını bilemedi. Bu, bu asla Cemre’den beklenecek bir tepki değildi. Bu kız onun gözleri önünde nasıl ağlardı, bu manzara onun yüreğinin ve gözlerinin kaldıramayacağı kadar ağırdı.

“Ben iyi değilim Toprak. Ne yapıyorsun bana anlamıyorum? Beni, hayatımı, her şeyi ama her şeyi alt üst ettin. Beni mahvettiğinin farkında değil misin sen?” Onu bu şekilde görmek Toprak’ı yürekten yaralıyor adeta ciğerini dağlıyordu. Öyle derinlerde bir yerde içinde sızlayan bir şey vardı ki, o böyle bir sızıyı ömrü hayatında sadece bir an bile yaşamamıştı.

“Asıl sen bana ne yapıyorsun Cemre’m, asıl sen bana ne yapıyorsun gece gözlüm?” Dememek için kendini ölesiye zor tutarken dişlerini sıkıyor, kendine küfürleri içten içe saydırıyordu. “Ben hangi hakla bu kızı bu kadar üzer, güçsüz bırakana kadar yıpratıp ağlamasına sebep olurdum. Lanet olsun bana,” diye düşünürken gözünden düşen her damlada yüreğinde depremler olmaya başlamıştı. Dayanamadı, onun çırpınışlarına, uzak durma çabalarına aldırış bile etmeden Cemre’yi sakinleştirmek için önce kendine çekti, ardından sımsıkı sarıldı. Ağzında ise onun hıçkırıklarını bastırıp gözyaşlarını dindirmek ister gibi, “Özür dilerim, özür dilerim gece gözlüm, bir an bile seni üzmek istemedim. Özür dilerim, özür dilerim. Geçti, ne olur sakinleş, geçti meleğim, geçti,” derken sırtını sıvazlıyor bir yandan da saçlarına öpücükler konduruyordu. Bu kız deniz kızıydı ve saçları mis gibi deniz kokuyordu. Derin bir soluk daha aldı. Cemre birden kendine gelerek o güzel varlığını onun kollarının esaretinden acımasızca çekip aldı. Bir anda kollarından kayıp gitmesiyle genç adamın elleri kolları bomboş kalmıştı. Bir hiç gibi bomboş…

“Ben, şeyy özür dilerim, bir an sinirlerim boşaldı. Ne yaptığımı bilemedim. Kendimi kaybettim kusura bakma,” derken gözlerindeki yaşları küçük bir çocuk gibi siliyor, bir yandan da burnunu seslice çekiyordu. Az önce kendini kaybederken dağıttığı benliğini toparlamaya çalışıyordu. Toprak, daha ağzını açmamıştı ki konuşmaya devam etti. “Toprak,” adının sevdiği kızın ağzından bu kadar sakin bu kadar şefkatli bir halde çıkmasının şaşkınlığını üzerinden atamadan , “Toprak, senden bir şey isteyebilir miyim?” dedi. O Toprak’tan bir şey mi isteyecekti? Cidden kafayı vurmamıştı değil mi? Ya da dur, vurdu mu yoksa? Bu kız ona nazik, sakin, ha bir de en kibarından senden bir şey isteyebilir miyim mi demişti? “Sen iste yeter ki Cemre’m, senin yoluna canımı bile vermeye razıyım,” diye içinden aslanlar gibi kükrerken, dışından sadece onun söyleyeceklerini dinlemek için onaylayan gözler bırakmıştı.

“Toprak, bu gezi bitene kadar ne olur sadece işimi yapmama izin ver. Beni sinir etmeye çalışma, bana sözlüm, nişanlım ya da sana aitmişim gibi şeyler söyleme. Lütfen! Aramızda şimdiye kadar yaşanmış her şeyi yok say ve gezdiğimiz yerlerin tadını çıkar, benim de kendimi toparlamama izin ver olur mu? Nefes almama izin ver. İnan bu bana çok ama çok iyi gelecek.”

Onun bu çaresiz sesiyle Toprak yerle bir olmuştu. Onu bu kadar bunalttığı için kendine lanetler okurken dilinden dökülen sadece isyankâr bir şekilde, “Tamam Cemre, sen nasıl istersen ,” oldu. Onun üzgün halini seyrederken biraz olsun onu rahatlatmak için “Arabayı kullanabilecek misin? İstersen ben kullanabilirim.” Demişti. Toprak’ın sesi onu ikna edecek tınıda çıkarken o ise başını aşağı yukarı sallayarak adamın dediklerini onaylamış, çoktan sürücü koltuğundan inmişti. Toprak, aynı hızla hemen onun yanına gelip, herhangi bir baş dönmesi durumunda düşmesine engel olmak adına daha doğrusu varlığını hissettirmek için bir eli elinde, bir eli belinde onu dikkatlice yerine oturttuktan sonra direksiyonun başına geçti. Arabayı çalıştırmadan yapmacık bir kızgınlıkla, Cemre’ye bakıp onu bir nebze olsun gülümsetmek adına “Küçük hanım, emniyet kemeri,” kaşlarını çatıp uyaran bakışlarla ona bakarken, “Çok iyi şoför olduğum söylenemez, canını bana değil de emniyet kemerine emanet edersen hayatta kalma ihtimalin artar,” dediği anda amacına ulaşmış bir şekilde onun seyrine doyum olmayan gülümsemesini izlemişti. Gülüyor bir yandan da emniyet kemerini takıyordu. Toprak, genç kızın sakinleşmesi için ise ona biraz zaman tanıdı ki bu zaman adamın sessizliği genç kızın dalgın dalgın etrafı izlemesinden başka bir şey değildi.

***

Uzun bir sessizliğin ardından, eğer Toprak bu sessizliği bozmazsa nereye gideceklerini öğrenemeyecekti.“Eeee havalarda pek sıcak oldu değil mi?” En alakasız yerden en alakasız soru ancak bu şekilde sorulurdu. Aferin oğlum Toprak, senin gibi iletişim özürlüsü bir insan ancak böyle iletişime geçerdi. Aferin oğlum Toprak, böyle devam et sen zaten, iyi yaptın bir de sıvayalım tam olsun. Allah’ım ne diyordu böyle ya?

“Ne?” Cemre, bulunduğu andan kopartılarak birden dünyaya geri getirilmiş gibi bir tepki verdi.

“Şey diyorum nereye gidiyoruz? Bana kalsa seninle böyle saatlerce giderim ama sana iyi gelecek bir yerlere gitmek istiyorum, hem Cemre özürlü hem Karadeniz özürlü olunca ne yapacağımı, nereye gideceğimi bilemez halde serseri mayın gibi dolaşıyorum ortada.” Söylediklerinde gayet ciddiydi ama Cemre söylediklerini espri olarak algılayıp gülmeye başladı. İyi, o da güzelmiş.

“Kusura bakma ya kafam daldı gitti. Bugün rotamız Rize, Fırtına Vadisi ve Ayder yaylası, sen devam et ben sana yolu tarif edeceğim. Hem ara ara sana bilgi veririm olur mu?” dediği anda müzik açmak için onun ağlamasına sebep olan o lanet düğmeye basmıştı.

“Cemre, yapma lütfen! Kötü olacaksın açma ,” dediği anda Toprak aynı hızla kapatma düğmesine bastı. Cemre ise aldırmaz bir havada “ Önemli değil Toprak, iyiyim merak etme. Hem Karadeniz’i kulağına dolan türkülerle daha iyi anlarsın, onun da seni içine almasına izin vermiş olursun. Karadeniz hırçındır, kolay kolay kabul etmez ama kendini kabul ettirirsen ne sen ondan vazgeçebilirsin ne de o senden. Vazgeçemezsin, vazgeçilmezi olursun,” dediği anda Karadeniz’in hırçın dalgalarına dalıp gitmiş sanki anlatmıyor, bulunduğu sessizlikte yaşıyordu.

Toprak, “Tıpkı senin gibi,” dediğinde genç kız ne dediğini daha iyi anlamak için ani bir dönüşle gözlerinin içine baktı. “Ne?” diyebildi. O kadar saf ve masum bakıyordu ki onu üzmemek için söylediklerini yutup , “Yok, yok bir şey demedim,” deyip dikkatini yola vermeye çalıştı.

***

“Biraz mola verelim mi? Seni harika bir yere götüreceğim.”

“Olur, nereye gidiyoruz şimdi.”

“Ziraat Çay Bahçesine ya da diğer adıyla Botanik Çay Bahçesine gidiyoruz.”

“Tamam, sen yolu tarif et, bir yandan da anlat bakalım rehber hanım nasıl bir yer burası.”

“Burası bize çaylarımızı yudumlarken Rize’yi kuşbakışı izleme imkânı verir. Benim nefes alabildiğim enfes yerlerden biridir.”

“Çay bahçelerini seviyorsun.”

“Ben Karadeniz’in sunduğu tüm güzellikleri seviyorum.” Sıcacık bir gülümseme ile etrafı izlemeye devam etti.

“Vay çok güzel konuştunuz küçük hanım.”

“Sulandırma hemen, neyse devam edelim. Güzel bir manzarasının yanı sıra parkta bulunan onlarca çeşit ağaç ve çiçek, bölgenin bir doğa güzelliği haline gelmesini sağlamıştır.”

Toprak, “Geldik galiba,” dediğinde ona masum bir gülümseme fırlatmıştı.

“Evet geldik. Haydi o zaman, ağaçların arasında çayımızı yudumlarken, muhteşem manzarayı izlemenin keyfini çıkartalım küçük bey.” Arabadan inip coşkulu bir şekilde koşar adım genç adama yol gösterir gibi çocukça bir neşe içerisindeydi. Bir dakika ya o Toprak’a küçük bey mi demişti? Yok artık canım… Arkasından duymayacağını, duysa da aldırmayacağını bilse de yapmacık bir kızgınlık ile ardından haykırıyordu. “Bir dakika dur Cemre, sen bana küçük bey mi dedin? Kızım dursana bak fena olacak…”

***
Cemre’nin tam da bahsettiği gibi etkilenmemek mümkün değildi. Toprak, her gün Karadeniz’in cömertçe sergilediği güzelliklere bir kat daha hayran kalıyordu. Cahil Toprak diye diye de kendini azarlamaktan artık hali kalmamıştı. Çaylarını içtikten sonra, Cemre’nin hatırlatmasıyla genç adam annesine hediyelik çay almıştı. Bu kız nasıl bir kızdı böyle, daha annesini bile tanımadan onu düşünüyordu. Bir dakika ya tanıyor muydu yoksa? Bunu sonra bir ara sormak için aklının bir köşesine not etmişti ki Cemre’nin şen şakrak sesiyle birden yönünü ona çevirdi.

“Dünya’da korunması gereken iki yüz ekolojik bölgeden biri Fırtına Vadisini takip ederek Ayder yaylasına ulaşacağız. Caner ile konuştum, onlar da bizi orada bekleyecekler, yemeği birlikte yiyeceğiz.” Cemre’nin söyledikleri ile adamın yüzünde az önceki gülümseme solup gitmişti. Kılkuyruğun adını duyması bile keyfinin yok olup kaçıp gitmesine sebep olmuştu. Sinir sistemi alt üst olmuştu. Kaşları istemsiz çatılırken direksiyonu tutan elleri sıkmaktan kıpkırmızı olmuştu. Cemre, ruh halinin değiştiğini anlamaz bir halde etrafı izliyor, Toprak ise Caner’e saydırıyordu. “Caner canını almama az kaldı oğlum, yine nerden çıktın sen?” diye yolculuk esnasında içten içe kendini yiyip bitiriyordu.

***

Toprak ve asık suratı, Cemre, Selin ve Caner üçlüsünün kendi aralarında anlayacakları dilden konuşup gülüşmelerine Fransız kalmıştı. Toprak’ı pek de umursuyor görünmüyorlardı. Umursanmamak ise hiç hoşuna gitmemişti. “Şeytan diyor al şu masayı şu kılkuyruğun başına geçir, geçir de, işte…” diye homurdandığı anda gözleri Cemre’nin gülen yüzüne gidiyor, kıyamıyordu, onun yüzünde tek bir üzüntü kırıntısının oluşmasını istemiyordu. Yapamıyordu işte, şu an onu üzecek bir davranışta bulunamazdı, zira bugün onu üzme kotasını çoktan aşmıştı. “Sabır Toprak, sabır bu da geçecek,” derken içinden 1001, 1002 diye saymaya başlamış, derin nefesler alıp verirken gözlerini kapatmıştı.

Toprak’ta bir gariplik olduğunu sezinleyen Cemre onun koluna dokunarak ,“İyi misin?” demişti. Sesi tedirgin çıkarken endişeli bir şekilde ona bakıyordu.

“İyiyim, sayılırım, yani şey iyi sayılırım,” derken adamın yüzü allak bullaktı. Cemre de bunu anlamış olacak ki, “Yemeğini bitirdiysen, istersen gel biraz gezintiye çıkalım. Hem neler yapacağımızı anlatır, senin de ne yapman gerektiğine karar veririz. Ne dersin?” dediği anda adamın duyduklarından ötürü memnuniyetin vermiş olduğu aptal bir sırıtışı çoktan suratına oturmuştu.” Allah derim bee, Allah derim,” nidaları içinde yükselirken, dışından masumca bir “Evet, olur,” çıkmıştı. Oscar’lık oyun sergiliyordu, sahne acıtasyon doluydu… Yürü be Toprak, vicdana doğru sert oyna, sert yürü…

“Biraz daha iyi misin?”

“Teşekkür ederim daha iyi hissediyorum kendimi? Peki, şimdi ne yapıyoruz?”

“Şimdi seçenekleri sunacağım sana, sen seçeceksin. Senin istediklerini yapacağız. Anlaştık mı?”

Toprak, “Kulağa hoş geliyor, anlaştık,” dediğinde Cemre kıkırdamasına engel olamamıştı. Onun bu hallerini görmek içine farklı bir huzur oluşmasını sağlıyordu.

“A) Gelin Tülü Şelalesi

B) Sıcak su kaplıcası

C) Rafting

D)Hepsi” Meraklı gözlerle Cemre Toprak’a bakarken, yüzündeki ifadeden adamın hangi şıkkı seçeceğini deli gibi merak ediyordu. Onu biraz daha kıvrandırmak için biraz uzatarak cevabını vermeye koyulmuştu. Biraz süründürmekten zarar çıkmazdı değil mi?

“Şimdi kendimi kaplıcalara atacak havam yok, Rafting desen bu bünye bugün daha fazla adrenalini kaldırmaz. D şıkkını ele gitsin. O halde cevap veriyorum A şıkkı şelaleye gidelim,” dediği an, onun heyecanlı bekleyişine son verirken çapkın bir göz süzüşü ile birlikte Toprak gözünü kırpmayı da ihmal etmemişti.

“Tamam, yola çıkalım o zaman,” demesinin ardından her köşede çalan tulum namelerini dinliyor, horona eşlik eden insanlara da göz ucuyla bakarak bir yandan geziyor bir yandan da şelaleye doğru yol alıyordular.

Sonunda şelaleye vardıklarında, işine sadık gece gözlü hatunu, konuşmaya başlamıştı.

“Suyun düşme şekli, gelin tülünü andırdığı için bu adı alır. Şelale görülmeye değer bir tabiat harikasıdır. Uzunluğu yirmi üç metredir,” dediği anda neden gelin tülü dendiği ile ilgili adamın kafasında oluşan soruları daha soramadan yok eden bilgi mozaiği sevdiği Cemre’ye, içinden alkış tufanı koparırken diğer yandan kendi cahilliğini görüp kendini yerden yere vuruyordu. Onun bu rehberlik yapan halleri Toprak’ı o kadar etkiliyordu ki onun sayesinde Karadeniz bir başka güzel görünüyordu gözüne... Mutluluğu korku ile sarsılıyor ve bu gezinin bitme zamanı yaklaştıkça yüreğinde anlam veremediği korkular, mutluluğunu aşağıya çekerek yükselişe geçiyordu.

“Az kaldı, gezinin bitmesine çok az kaldı ve ben hala başaramadım. Fazla zamanım kalmadı,” diye iç geçiren genç adamın yüreğindeki huzursuzluk çoktan yüzüne ulaşmış ve ifadesini mesken tutmuştu.

Loading...
0%