Yeni Üyelik
12.
Bölüm

12. Bölüm

@ugurluay

12.BÖLÜM(*** Gizli Sebep***)

“Zamanı var Cemrem, zamanı var…

Yüreğine kor ateş gibi düşüp,

Seni alev gibi yakmamın da daha zamanı var…

Havaya, suya ve toprağa düşen cemre gibi…

Ben de senin önce aklına düştüm…

Sonra diline, en sonunda yüreğine düşeceğim…

Kaçış yok Cemrem, sadece zamanı var…”

Toprak’ın “İstersen arabayı ben kullanabilirim,” diyen sesi arabanın içinde yankılanırken dünkü sakin geçen günün ardından onu kırıp üzmemek için nazik davranmaya çalışıyordu. İtiraf etmeliydi ki bazen damarına basıp onu delirtmemek için kendini zor tutuyordu. Daha ne zamana kadar dayanırdı bu duruma bilmiyordu ama şu an için kendini zorluyordu. Gittiği yere kadar artık…

“Merak etme iyiyim. Bu arada unutmadan dünkü anlaşma, gezi sonuna kadar devam edecek, sonra sen de zaten İstanbul’a dönersin,” dediği anda Cemre gözlerini umutsuzca devirmiş, sesi sıkkın çıkmıştı. Ne? Onun sesi sıkkın mı çıkmıştı? Gitme ihtimalini düşünüp canı sıkılmış olabilir miydi? Olabilir miydi? Böyle bir şey mümkün müydü? Bu gerçekten olabilir miydi? Galiba artık kendini tutamayacaktı, sonuçta sabır da bir yere kadardı canım…

“Doğru diyorsun aslında, olabilir. İki arkadaş gibi gezimizi tamamlayalım, sonra sen yoluna ben yoluma…”Toprak, umursamaz bir havaya bürünmeye çalışırken onun tepkisini görmek için yan gözle genç kızı süzerken tüm dikkatini ona vermişti.

“İyi…” Bu mudur yani? Dediği tek kelime, cümle değil tek kelime etmişti. “İyi,” bu neydi şimdi ya? Sinirliydi ve Toprak yokmuş gibi davranmaya çalışıyordu, bunu anlayacak kadar da Cemre’yi tanımıştı. Ama tanıyamadığı nokta bu iyiye mi yoksa çıra gibi yanacağını gösteren kötüye mi işaretti. İşte bunu bilecek kadar daha onu tanıyamamıştı. Ama gitmeyecekti, en azından onu almadan asla İstanbul yoluna girmeyeceğini ona söylememişti.

“Bakalım ne olacak şimdi?” diye düşünürken Cemre’nin hemen yan koltuğuna yayılmış keyiften dört köşe değil beş köşe olmuş, yüzünde şapşal bir gülüşle gidecekleri yere giderken eşsiz manzarayı seyrediyordu.

***

İlk durakları Ayasofya müzesi oldu. Toprak, Cemre’nin anlattıklarını ilgiyle dinliyor, bazen seviyenin üstünde anlatmaya başlayınca “ Bakıyorum da yine makineliye taktın,” diyerek dalga geçiyordu. Cemre ise arabadaki son konuşmalarından bu yana tekrar duvarlarını yükseltmeye başlamış ve genç adamı duvarlarının çok ama çok arkasına atarken bir de aralarında soğuk rüzgârlar estirmeye başlamıştı.

İkinci durakları ise Toprak’ın da çok merak ettiği Atatürk Köşkü oldu.

Cemre, “Atatürk 1934 ve 1937 yıllarındaki Trabzon ziyaretlerinde, bu köşkte konuk edilmiştir. O’nun ölümünden sonra Trabzon belediyesi tarafından o dönemde kullanılan eşyalarla dekore edilerek Müze olarak ziyarete açılmıştır.” Bir solukta anlattığı bilgilerle genç adam etrafı incelerken adeta tarihe tanıklık ediyordu. Gözünde canlandırmaya çalışıyor, hayallerini iflah olmaz bir hareketlenme içine sokuyordu. Atatürk köşkünden çıktıktan sonra “ Öğle yemeği için Akçaabat’a gideceğiz,” diyen Cemre’ye uyum sağlamaktan başka şansı yoktu. Zira çok acıkmıştı. Midesi isyan bayrakları açarken, karnından gelen açlık sesleri adamın utançtan yüzünün patlıcan gibi kızarmasına sebep olmuştu. “Lanet olsun, bir bu sesler eksikti zaten…” dişlerinin arasından homurdanırcasına tıslamasına Cemre yalnızca kıkırdayarak eşlik ediyordu.

***

“Anlatılmaz, yaşanır” tabiri tam olarak da yedikleri öğlen yemeğine, pardon Akçaabat köftesine yakışırdı. Allah’ım nasıl enfes, nasıl leziz bir tattı ki bu, Toprak’ın damağında tadı öylece kalakalmıştı. Birde yanında gelen salata, piyaz, of… Cemre’nin tüm burun kıvırması ve iştahsızlığına rağmen o enfes öğle yemeğini kaçırmaya hiç mi hiç niyeti yoktu doğrusu. Bir an Cemre bile bu aç ve komik hallerine gülerek karşılık vermişti. Tamam, birazcık kıtlıktan çıkmış gibi yemiş, pardon saldırmış olabilirdi ama acıkmıştı sonuçta, Cemre’nin anlattıklarını kafaya aldırmaya çalışırken bir de onun duvarlarını örmesinin sebeplerini bulup nasıl yok edeceğini düşünmek kolay iş miydi? Beyni de yüreği de bu ara fazla mesai yaparken midesi geri mi kalsaydı yani… “Olur mu hiç öyle şey?” Diye düşünürken koltuğuna yayılmış, yemeğin vermiş olduğu ağırlık ve bastıran uyku ile iyice sessizleşmişti. Sessiz geçen yolculuklarının bir sonraki durakları 1050 metre yükseklikteki dünyanın ikinci uzun mağarası olan Çal mağarası olduğunu ise yola çıkmadan önce Cemre’nin ağzından zar zor almıştı. Ama giderek adamın canını sıkmaya başlayan bu sessizlik, ani bir hareketle radyoyu açması ile son buldu. Dünkü vukuattan sonra CD açmaya cesareti yoktu. “Ama ben nereden bileyim başıma yine bir iş açılacağını? Ne zaman o düğmeye bassam başıma bir bela bin musibet geliyor. Lanetli düğme ne olacak… Resmen bahtsız bedeviyim ben ya…” Aklından geçenler bir yana dursun, açtığı radyo bir Karadeniz radyosuna ait frekanstı, konuşan gençten bir çocuk, gelen istekleri okuyordu. “Ve işte, günün son parçası İdris’ten biricik aşkı Ayşe’ye geliyor. Imera’ dan Emri Olur şarkısı onlara ve tüm sevenlere geliyor,” dediği anda sesli olarak küfrettiğini fark edememişti. Cemre ise arabayı ani bir fren ile tekrar durdurmuş, kaşları çatık, sert ve keskin bir o kadar da az sonra cinayet işleyecek birinin soğukkanlılığıyla Toprak’a bakıyordu. Kahretsin bu şarkı, tüm insanların önünde Cemre’ye evlenme teklifi yaparken söylediği şarkıydı… Kurbanlık koyun Toprak ise teslim olur gibi ellerini havaya kaldırmış, “Vallahi bu defa ben masumum, tamamen tesadüf, bu defa gerçekten söylüyorum, hiç ama hiç alakam yok,” diyerek arka arkaya o kadar fazla cümle kurdu ki çalan şarkıya kulak bile vermeden içinden bildiği tüm duaları okumaya başladı. Dağ başında, ıssız bir yol kenarında onu öldürüp bir kenara atsa kimsenin haberi bile olmazdı. Toprak hafiften tırsmaya başlamışken hiç de beklemediği bir tepkiyle karşı karşıya kalmıştı. Gülüyordu… Evet, evet tam olarak gülüyor kahkahalarına kahkaha katıyordu. O katılarak gülerken genç adamın ise kaşları çatılmaya başlamış, havada teslim olur gibi duran elleri yavaşça aşağıya inmişti.

“Çok mu komik Cemre Hanım?” Sesini kırgın bir o kadar da kızgın çıkarmıştı. Muhtemel bir kavganın eşiğinden içeriye girip girmeme arasında kararsızdı. Kıza bak ya sayesinde Toprak resmen paranoyak olup çıkmıştı. Her an başına ne gelir diye düşünüp, cinayet senaryoları üretmeye başlamıştı. Allah’ım kafayı yemişti iyice ya, birde utanmadan bu kız gülüyor muydu?

“Sence komik değil mi? Şu haline bir baksana?” Derken elleriyle utanmadan dalga geçer gibi onu gösteriyordu.

“Ne varmış halimde?” Bulunduğu yerde hafiften dikleşmeye çalışırken az önce yerle bir olan karizmayı çoktan yerden toparlama çabaları içine girmişti.

“Nerdeyse korkudan altına yapacaksın ya… Benden bu kadar çok mu korkuyorsun sen?” Dediği anda arabada yankılanan kocaman bir kahkaha daha patlattı.

“Senden değil, seni üzmekten korkuyorum. Çok merak ediyorsan söyleyeyim o zaman, seni üzmekten o kadar çok korkuyorum ki bu korkudan utanmadan altıma bile yaparım. Neden biliyor musun? Senin yüzünün asık olduğu, senin mutsuz olduğun tek bir an, tek bir saniyede dahi ölüyorum ben, nefessiz kalıyorum, bunu göremeyecek kadar kör ve bununla alay edecek kadar vicdansız mısın sen?” diyen sözleri Cemre’ye resmen şok etkisi yaratmıştı. Kaskatı kesilmiş, yüzünde donuklaşmış gülümsemenin yerini boş bakışlara bırakmıştı. Toprak, o kadar çok sinirlenmişti ki, bu kızın elinde resmen bir oyuncağa dönüşmüştü.

“Şimdi isterseniz yolumuza devam edelim Cemre Hanım,” dediği anda kendini sessizliğinin mezarlığına gömerken gözlerini onun varlığının esaretinden çekip almıştı. Yoksa bu defa ciddi anlamda kırıcı, yıkıcı ve yakıcı olacaktı. Ve buna hiç mi hiç niyeti yoktu, kendi kendisini soluksuz bırakıp kendini öldürmeye, kendi katili olmaya hiç mi hiç niyeti yoktu.

***

Trabzon kalesi ve Kanuni Sultan Süleyman’ın doğduğu evin de bulunduğu Ortahisar mahallesini ziyaret ettikleri sıralarda mümkün olduğunca Toprak, Cemre’den uzak durmaya çalışıyordu. Çünkü Cemre’ye ciddi anlamda kırılmıştı. Tamam, ondan tırsıyordu ama dünkü yaşananlardan sonra onu üzmek istemediği için o tepkiyi vermişti. Onun üzülmesi demek Toprak’ın yüreğinde dayanılmaz ıstıraplar çekmesi demekti. Sadece söylediği bilgileri alıp beyin kefesine koyarken, onun varlığını umursamıyor, en azından umursamadığını göstermeye çalışıyordu. Toprak, bugünlük gezilerinin bittiğini düşündüğü sırada, Cemre otelin yolundan çıkıp genç adamı daha önce tanıdık olduğu bir yola soktu. Ama burası, burası, bu kız ne yapmaya çalışıyordu böyle?

Geldikleri yer BOZTEPE’ den başka bir yer değildi. Peki, onların burada ne işleri vardı, buraya neden gelmişlerdi?

Arabayı durdurduğunda ona safça bakıp “Cemre sen ne yaptığını sanıyorsun? Niye buraya geldik?” diye konuştuğundan onun o gülen gözlerle genç adama bakıp, “Sana bir özür borcum var, bu yüzden kalbini tamir etmek için kırdığım yere getirmek istedim. Bugün için gerçekten özür dilerim. Dedim ki bir çayın kırk yıl hatırı vardır. Bende bu hatırı varsayarak seni çay içmeye getirdim.”

“O kahve için geçerli değil miydi?”

“Çaycıyız biz oğlum, ne kahvesi, burası Karadeniz,” dediği anda kendine has kıkırdamasına bir de göz kırpmasını eklemeyi ihmal etmemişti. Ardından küçük bir çocuk gibi adamın saçlarını dağıtarak okşamıştı. O Toprak’a mı dokunmuştu? Cidden onun eli adamın saçlarına mı değmişti, Ya Rabbim bu öyle bir duyguydu ki Toprak’ı alıp mutluluk diyarlarına götürmeye yetmiş, kızgınlığının buhar olup uçmasını sağlamıştı…

“Tamam, ama bir şartla…”diyen Toprak hınzır sesine sinsi bir bakış ekleyerek çoktan ona göndermişti.

“Ne şartıymış o?” Cemre, kaşlarını yukarıya kaldırıp bir cevap bekler gibi merakla genç adama bakıyordu.

“Bana şimdiye kadar sürekli bir şeyler anlattın. Gittiğimiz, gezdiğimiz yerleri anlattın.”

“Evet.”

“Ben seni dinlemek istiyorum. Seni senden dinlemek istiyorum. Cemre kimdir? Nedir? Adını kim koymuş mesela? Neden adın Cemre? Ben bunu bile merak ediyorum. Bana seni sen anlatır mısın?” Toprak’ın söyledikleri genç kızı şaşırtmaya yetse de içinden bir ses istediğini alacağını söylüyordu.

“Sana daha önce çok üçkâğıtçı bir çıkarcı olduğunu söyleyen oldu mu?”

“Sanki bir ara senin ağzından böyle bir şey duymuştum. Eeee ne diyorsun kabul mü?” dediği anda el sıkışmak için elini ona doğru uzattı. Sonuçta bir anlaşma yapacaklardı değil mi? El sıkışmak anlaşmanın usullerindendi yani başka bir niyeti hiç mi hiç yoktu… Tamamen masumane bir hareketti şu an yaptığı…

Bir eline bir de ona doğru bakan Cemre, “Başka bir şansım ya da seçeneğim var mı?” diyebilmişti.

“Maalesef, anlaştık mı Cemre Hanım?” derken havada asılı kalmış olan elini gözleriyle ile ima ederek ona doğru gösteriyordu.

“O zaman hepsi olmasa da bir kuple anlatacağım, bunu en azından sana borçlu olduğumu hissediyorum.”

“Bir kuple mi?” derken Toprak’ın kaşları ne demek istediğini anlamak için tuhaf bir hal alırken gariban eli, hala havada onun dokunuşunu hissetmek için asılı bekliyordu.

“Toprak, bence şansını daha fazla zorlama,” derken sesi, biraz daha zorlarsa bu işten zararlı çıkacağını söyleyen tonda çıkarken her an vazgeçecekmiş gibi bir tavır sergilemeye başladığını genç adam hissetmişti.

“Tamam, tamam hadi el sıkışıp anlaşalım, sonra da inelim yoksa kaçıp gideceksin yine…”dediği anda hala elini sıkması için Cemre’ye bir umut bakıyordu ki birden genç kızın arabadan inmesiyle şoka uğrayan adam, kurduğu hayallerin de onunla birlikte arabadan indiğini gözleriyle seyretmiş oldu. “Lanet olsun, bir kere de kurduğum hayal yerle bir olmasa ne olurdu yani,” diye iç geçirirken bir hışımla arabadan inip sertçe kapıyı çarpmıştı. Toprak’ın bu halini gören Cemre’nin ise kıkırdamalarına şahitlik etmek canını ayrı bir sıkmıştı. Ama şimdi sakin olma zamanıydı. Oscar’lık oyun sergileme zamanıydı ve tüm şen şakrak güleç ifadesini takınarak Cemre’ye dönmüştü.

“Hadi bakalım küçük hanım,” dediği anda alel acele Cemre’yi de sürüklercesine çay bahçesine doğru götürmeye başladı. Cemre ise bu hallerine artık sadece gülüyor sanki ona ve tepkilerine alışıyordu. Bu gerçekten olabilir miydi? Toprak’ın varlığını kabul edip ona alışır mıydı? Hadi inşallah…

***

“ Eeee dördüncü çayımızı da içiyoruz ve hala ben senin konuya girmeni bekliyorum. Anlatmaya başalamaya ne zaman teşrif etmeyi düşünüyorsun acaba.” Toprak’ın sabırsızlığı had safhaya ulaşmıştı. Kulaklarını açıp Cemre’nin her anlattığını kulaklarından duyup tek tek her ayrıntısını beynine kazıyacaktı.

“Pardon, neyi?” diyen sesindeki umursamazlığın yanında bir de söyledikleri… Allah’ım sen Toprak’a sabır ver ya, oyun mu oynuyor bu kız onunla, hem konuşmak için onu buraya getiriyor hem de neyi diyor ya, neyi diyor ya…

“Cemree!” artık sesinin kaçıncı perdeden, hangi yükseklikten, şiddetli uçuşa geçtiğini düşünemeyecek kadar sinirli ve bir o kadar da öfkeliydi. Toprak’ın öfkesine tezat bir şekilde Cemre’nin gülmeye başlaması iyice adamın alt üst olmasına sebep oldu.

“Tamam, tamam sinirlenme hemen ya, amma agresif oldun bu günlerde sen de.”

“Ne yaparsın üzüm üzüme baka baka…”

“Sen bana laf mı söyledin şimdi?”

“Yok, estağfurullah, gerçeklerden bahsediyorum sadece.”

“Neyse bu konuşma uzar gider biz asıl konumuza gelelim istersen,” diyen Cemre’nin kendini toparlayarak ciddi bir havaya bürünmesi adamı heveslendirmişti. “Tamam, başlayalım o zaman,” diyerek oturuşunu düzeltip ses kontrol çalışması niyetine boğazını temizleyerek, panoramik Trabzon manzarasını izlerken adamın saatlerdir hasret ile beklediği konuşmasına sonunda başlayabilmişti. “Hasan’dan olma Canan’dan doğma, Cantuğ’un birtanecik kız kardeşi Cemre’yim ben…”daha lafının sonunu getirmeden Toprak genç kızın sözünü ani bir sertlik ile kesti.

“Hop hop hop, böyle rehber havasında değil, anlayacağım dilden konuş, ne o öyle ansiklopedik bilgi verir gibi, utanmasan az sonra dedelerinin tarihçesine geçip soy ağacın konusunda beni aydınlatacaksın… Hem bilmediğim şeyleri anlat bana, hile yapma… Bana diyorsun üçkâğıtçı diye bakıyorum da sen hile yapma alanında uzmanlaşıp, üçkâğıtçılık dalında yüksek ihtisas yapmışsın…”

“İyide ne anlatayım ben sana ya?”

“Mesela adını kim koymuş? Adın neden Cemre, anlamı ne?”

“Tamam o zaman adımın hikayesinden başlayalım. Cemre, baharın müjdecisi demek. İlk önce havaya, sonra suya, en sonunda toprağa düştüğüne inanılan kor ateş demek. Yani en azından benim bildiğim bu. Belki biliyorsundur ya da en azından duymuşsundur diye tahmin ediyorum. Annem aslen Ankaralı, annem üniversite gezisi ile bir bahar günü Trabzon’a geziye gelmiş. O sıralarda inanışa göre son cemre toprağa düşmüş ve babamlarda piknik yapmak için arkadaşları ile yaylaya çıkmışlar. Babam, annemi horon tepmeye çalışırken görmüş. Gördüğü anda ise onların anlattığı kadarıyla anneme oracıkta aşık olmuş, babamın deyimi ile o an anneme vurulmuş. Babam deli divane âşık olmuş. Annem ile babamın aşkı böyle başlarken, daha babam o anda baharın müjdecisi gibi gelen annemin eşi olacağını aklına da yüreğine de koymuş. Evlendikten kısa bir süre sonra annem hamile kalmış. Babam sürekli çocuğum olunca adını Cemre koyacağım deyip dururken hesaba katamadığı bir oğlu olunca ona Cantuğ ismini vermişler Tabi belli bir süre sonra ben olunca da adım zaten ben daha var olmadan belli olduğu için Cemre koymuşlar adımı. Babamın müjdesi annem iken, onların aşklarını taçlandıran, tatlandıran meyveleri, Cantuğ ve Cemre olmuş. Bu hikâye de burada bitmiş.” Dediği anda Toprak dinlediklerinin etkisinde kaybolup giderken, bitmiş denen son kelime ile asırlık bir hikâyenin içinden acımasızca sökülüp alınmış gibi olduğu yerde sarsılmıştı. Çok güzel bir rüya görürken rüyanın en güzel yerinde uyandırılmak gibiydi…

Cemre, “Haydi gidelim artık geç oldu. Havada serinlemeye başladı. Yarın uzun ve yorucu bir gün daha bizi bekliyor,” diyerek ayaklanmıştı. Havanın kararmış olduğunu, gecenin yorgan gibi gökyüzünü örtmesiyle birlikte yıldızların ışıl ışıl gökyüzünü süslemesine izin verdiğini görüyordu, dahası bu kadar uzun zamanın nasıl hızlı geçip gittiğini anlayamamıştı. Aklı karışık ama ruhu dingin bir şekilde bugün Cemre’si ile ilgili yeni bir şeyler öğrenmenin, hem de onun ağzından duymuş olmanın huzuru içerisinde çok mutluydu. Sarsak adımlar ile arkasından giderken, oturup kalan uyuşmuş bedenini toparlayarak onu adım adım takip etmeye başlamıştı. Acaba yeni gün onlara yine ve yeniden nasıl maceralar hazırlıyordu?

***

“Beni sende imkânsız kılan, senin gizli sebebin,

Rüyan ile gerçeğin olamayışım mıydı?

Ah be güzelim,

Hayalim, gerçeğim, hayatım sen olmuşsun…

Sen hangi rüyadan?

Hangi sebepten bahsediyorsun?

Ben senin yazılmış kaderin,

Baştan sona tek gerçeğinim.

İşte sen bunu bilememişsin.”

Ertesi gün, Solaklı vadisi boyunca devam eden yolculukları sonrası en sonunda Uzungöl’e varmışlardı. Yol boyu genç kızın sessizliği Toprak’ın dikkatini çekmiş olmasına rağmen ağzını açıp da tek bir kelime dahi etmemişti. Cemre, yol boyu düşündü; Toprağı, bu zamana kadar yaşadıklarını, onu pişman edeceğim diyerek kabul ettiği rehberliği bile planladığı gibi gerçekleştiremediğini, her şeyi ama her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşündü. Planlarına göre onun şu an burada, yanı başında olmaması gerekiyordu. Ne oldu? Ne değişti de onunla yan yana yolculuk yapmaya, hem de sakince, iki arkadaş gibi yolculuk yapmaya başlamışlardı. Cemre’nin günlerdir bir inen bir çıkan ruh haliyle iyice dengesi bozulmuştu. Resmen sinir sistemi alt üst olmuştu. Onu görmek önceden onu sinir etmeye yeterken, gitmesi için demediği söz kalmadığı halde şimdi neden gidebilme ihtimalini düşündükçe üzülüyor, içinde neden tarifi imkânsız bir şeyler kırılmaya başlıyordu.

Cemre içten içe “Yoksa, yoksa ben ona…Yok artık, saçmalama Cemre ya, hem sen onu daha rüyanda bile görmedin ki...”

“Kimi daha rüyanda bile görmedin?” Diyen Toprak’ın sesini duyması ile birden ürkek bir ceylan bakışıyla adama dönerken ne dediğini algılamaya çalışıyordu.

“ Kahretsin, ben dakikalarca içten içe konuşurken, son iç konuşmamı dışımdan yüksek sesle söylemiş olamam değil mi? Ya Allah’ım lütfen ama lütfen! Bunu yapmış olamam değil mi? Yapmamış olayım lütfen!” Diye titrek bakışlarla ona bakarken bir yandan da allak bullak suratını normale çevirmeye çalışıyor bir yandan da ne cevap vereceği ile ilgili kafasında dolaşan tilkilerden yardım almaya çalışıyordu. Lanet olsun, bu ara o tilkileri çok fazla tembelliğe alıştırmıştı. Hiç de akla yatkın fikirler sunacak gibi değillerdi.

“Heh, ne anlamadım?” Saçmala Cemre, saçmalayabildiğin kadar saçmala, daha ne kadar batırabilirsin ki ortalığı?

“Asıl ben anlamadım Cemre, kimi daha rüyanda görmedin?” dediği anda Toprak’ın kaşları çatılmış, cidden genç kızdan gerçek bir cevap bekler gibi, yani mantıklı bir cevap, onda şu an için olmayan, yani olsa da ona asla veremeyeceği bir cevabı Cemre’den istiyordu.

Çok fena köşeye sıkışmış bir halde sanki etrafta onu kurtaracak bir şey arar gibi çevreye şöyle bir göz gezdirirken… Ah Cemre ya, ne arıyorsun arabada acaba? Bir sihirli değnek bulup adamın kafasına geçir, yok yok cadı süpürgesi dahi iyi olur. Hafıza kaybı yaşatacak bir şey bulması lazımdı, az önce söylediğini unutsun, peh bir de Karadenizliyim, akıllıyım diye ortalarda geziyordu. Yemişim senin Karadenizliliğini…

“Cemre!” diyen hiddetli sesi duyduğunda, Toprak’ın gözlerine bakıyordu ki, “Aaaaaa o da ne?” diye arkasında bir şey varmış gibi Toprak’a gösterip genç adamın şaşkınca arkaya doğru bakmasını sağladı.

Cemre, Toprak’ın anlık boşluğundan yararlanarak hemen koşar adım arabadan indi, adımlarımı hızlandırıp koşmaya başladı. Aferin kızım ya, çok mu akıllıydı ne?

“Lanet olsun Cemre… Dur kaçma kızım, dur düşeceksin…” diyen sesini duyarken küçük çocuklar gibi Uzungöl’ün eşsiz doğasında Cemre kaçarken Toprak kovalıyordu. Kaçan kovalanır lafı bir kez de onun tarafından teyit olmuş oldu. Onu kandırmak, kandırabilmek Cemre’ye bugüne kadar tatmadığı bir zevki tattırmıştı.

***

Dakikalardır bu kızın peşinde koşmak Toprak’ı nefes nefese bırakmıştı.

“Ne demişti o arabada öyle? Bu kız kimi rüyasında göremediği için üzülüyor? Kimdi rüyasında görmek isteyip de göremediği için kahroluyor? Yoksa, yoksa o Caner kılkuyruğu muydu? Lan Caner, az kaldı canını almama, sen kim benim Cemre’min rüyasına girmek kim? Öldürürüm lan seni, öldürürüm, silerim seni bu dünyadan, yok ederim tüm varlığını yeryüzünden… Bu kız nereye kayboldu böyle ya,” diye kaşları çatık ellerini yumruk yapıp sıkmıştı ki etrafa bakınırken sonunda Cemre’sini görmüştü. O, masumca durmuş sade güzelliği ile bir nikâhı izliyor, damat ile geline hayranlıkla bakıyor, sanki biraz da gelini kıskanır gibi süzgün bakışlar sergiliyordu. Onu öyle masum ve mahzun görmek genç adamın yüzüne kocaman bir tebessüm yerleşmesini sağladı. Sessizce yanına yaklaşıp, ona hissettirmeden bir tavşan ürkekliği ile boyun köküne yaklaşıp mis gibi deniz kokusunu içine derin bir nefes ile çekip geri verirken, fısıltı halinde “Sen dünyanın en güzel gelini olacaksın,” dedi. Ağzından çıkan kelimeler, sıcak nefesi ile ahenkle dans ederken onun boynunu sıcak bir şekilde gıdıklamaya yetmişti. Tuhaf ki genç kız hiç yerinde irkilmemişti, korkmamıştı Toprak’tan. Gerçekten artık varlığına alışmaya başlamış olabilir miydi? Keşke…

“Belki, ama senin görebileceğini sanmıyorum. O yüzden damat çok şanslı…” Cemre’nin acımasızca verdiği bu cevap Toprak’ın hiç beklemediği ve de hiç duymak istemeyeceği kadar zalimce bir cevaptı. Söyledikleri Toprak’ı alev alev yakarak içine her harfi bir bir otururken, içini acıtan kocaman bir yara yüreğinde çoktan açılmıştı.

“Bu, bu da ne demek oluyor Cemre?” Bu kız genç adamı delirtmeyi çok mu seviyordu, ne söylemişti o ona öyle?

“Ne anlıyorsan o Toprak.” Sesi o kadar umarsız ve o kadar gerçekçi çıkmıştı ki, onun o sözleri söyleyen dudaklarını deli gibi öpüp o söylediği her kelimeyi ona yutturmamak için kendini çok zor tutuyordu.

“Seni ben değil de o rüyanda bile göremediğin için deli gibi üzüldüğün herif mi görecek?” Şimdi bozulma sırası Cemre’deydi. Acıttığı kadar acıtacaktı. Toprak’ı yaralayan kendisi ise o da yaralanacaktı. Onun rüyalarında başkasını görmesine, başkasının gelini olmasına asla ama asla tahammül edemezdi, buna kesinlikle izin vermezdi.

“Belki, ama bu seni ilgilendirmez.”

“Doğru, beni ilgilendirmez. Toprak kim ki zaten?” Ellerini yanında yumruk yapmış, kendini tutmaya çalışırken hızını alamayıp bir hışımla yerde bulunan taşa sert bir tekme savurdu. Bu hiddetli davranışından korkmuş olacak ki Cemre bir adım geriye doğru irkilerek gitti.

“Toprak, anlaşmayı unutma, boğma beni…” Az önceki korkusundan eser kalmayan Toprak’ın ürkek ceylanı sesi yükselmeye dahası üzerine doğru yürümeye başladı.

“Yemişim anlaşmasını Cemre, duydun mu beni? Anlaşma falan yok artık!” Bu saatten sonra bir adım geri gidemezdi, sözleri ve tavırları çok netti. Hodri meydan diyordu…

“Lanet olsun sana Toprak, beni tükettiğinin farkında değil misin? Dengesizliklerinden de senden de bıktım yoruldum artık,” der demez elleriyle Toprak’ı göğsünden ittirerek ona olan yakınlığını ortadan kaldırıp, vereceği cevabını bile beklemeden adamı ortada bırakıp çekip gitti. Ellerini havaya kaldırmış,” Bu ne şimdi?” der gibi bir hareket yaparken Cemre’nin ardından ne yapacağını bilmez bir şekilde bakakalmıştı.

Kendisine ve patlayan öfkesine lanetler okuyarak, şimdi de Cemre’yi deli danalar gibi her yerde aramaya başlamıştı.

***

(İki Saat Sonra)

Cemre, bir hışımla geldiği arabada bitmek tükenmek bilmeyen dakikalar zamanı sömürürken, aklına mukayyet olmaya, öfkesini dindirmeye çalışıyordu. Toprak, yine ne yapıp edip öfke yumağına döndürmüştü onu, kulağında çalan şarkılar ise genç kızı sakinleştirmek yerine daha da öfkelendiriyordu. Ne yani, dinlediği tüm şarkılar Cemre’ye onu mu hatırlatmaya başlamıştı? Her anda, her şarkıda Cemre ne ara onu arar olmuştu?

“Lanet olsun sana Cemre,” diye kendi kendini sinir yumağına sarmaya devam ederken arabanın yan camından yukarıya doğru bir papatya buketi belirdi. Yok artık… Ne? Çiçek buketi mi? Hem de burada, Cemre’nin bulunduğu arabanın camına… Bir anda kulaklığını çıkarıp, rüya görmediğine inanmak için gözlerini açıp kapattı. Bu neydi ki şimdi ya? Papatyaların geliş kaynağını bulmak için pencereyi sakince açıp; bir hışımla, hiç de nazik olmayan bir şekilde bembeyaz çiçekleri çekip aldı ve ardından sert bir şekilde kapıyı açtı.

“Ah! diyen Toprak’ın sesini duyduğunda ise gülmemek için kendini zor tuttu. Hiç bozuntuya vermeyip yapmacık bir kaş çatışı yapıştırdı suratına. Arabanın kapısının alt tarafına saklanmış olan Toprak’a bu defada Cemre’nin fevri hareketiyle sert bir kapı çarpmıştı. Ah ya! Genç kız bu huylarını seviyordu...

“Of kızım ya, yavaş olsana biraz! Ben de ne zamana kadar dayanacaksın diye merak ediyordum doğrusu?”

“Pardon, neye Toprak Bey?”

“Bakıyorum da beyliğe terfi ettim yine,”

“Yükselme değil de, düşme diyelim biz ona.”

“Her neyse, seni tebrik ediyorum ama, her geçen saniye kendini daha da aşıyorsun. Günlerdir yapmadığını bir saniyede yaptın,” derken sağ kolunu ve kafasını ovuşturuyordu. O kadar da sert açmamıştı aslında, açmış mıydı acaba? Yok canım daha neler…

“Ne işin var kapının dibinde? Hem de bu çiçeklerle ,” derken çiçekleri havaya kaldırmış sallıyordu.

“Benim işim bu…” diye, bir de pişkin pişkin kızın karşısında sırıtması yok muydu? Ah ulan, şeytan diyor ki al şu çiçekleri, tek tek bu kütüğe yedir… Şu ara fazla mesai mi yapıyor bu şeytan benim beyin hücrelerimde ne, hep bu Toprak dengesizi yüzünden, of…

Ne demişti bu şimdi? Bu hödüğün işi neydi ki? Yine ne saçmalıyordu bu ayarları bozuk adam ya?

“Benim işim sensin Cemre… Benim işim senin kapılarında yatmak, ayağının altında pas pas olmak, pencereden kovsan bacadan, bacadan kovsan kapıdan girmek, hala anlayamadın mı?”

“Sana daha önceden hiç dengesiz olduğunu söyleyen oldu mu?” Yok, yok sinirlenmeyecekti, sakin ol Cemre ona istediğini vermeyeceksin. Derin derin nefes al sakin ol, aferin böyle işte…

“Benim dengemi bozan sensin birtanecik nişanlım…” Ya birde çocuk sever gibi konuşmuyor muydu? Iyh… Cemre’yi iyiden iyiye çıldırtıyordu. Ya bu adam harbiden üretim hatası, imalat fazlasıydı, bunu insan diye ortalarda dolaştırmak suç, koskocaman bir insanlık suçu, insanlık ayıbı, kimse görmüyor mu bunu Cemre’den başka acaba ya?

“Toprak, şu çiçekleri kafana yemek istemiyorsan nişanlım demeyi kes, yoksa ben seni…” dişlerinin arasından tıslamaya çoktan başlamıştı. Sabır da bir yere kadardı artık…

“Tamam tamam sana da hiç şaka yapılmıyor he…” Şaka mı? O ukala dümbeleği ona şaka mı yaptığını sanıyor? Birisi ona şaka yapmaması gerektiğini söylemeli, çünkü ağzından çıkan her cümle bir doğal afet sebebiydi… Allah’ım sabır, sabır, ya sabır.

“Bana şaka yapma Toprak, eğer sen yapacaksan bana şaka yapma, senden gelen hiçbir şeye katlanamıyorum. Sabrımın sınırlarında dolaşıyorsun dikkat et, sinir mayınıma basıp da öfkemin kurbanı olarak patlatmayayım seni.”

“Uuuu, bakıyorum da iki saattir bana bilenmişsin, çok keskinsiniz hanımefendi. Yok canım ben almayayım öfke salatandan sağol.”

“Toprak!” Bitti, tüketti artık Cemre’yi de sabrını da…

“Tamam ya, az önce durduk yere gerildik. Birden ortadan kaybolunca baktım tişörtüm durumu kurtaracak renkte değil, etrafa şöyle bir göz attım, beyaz bayrak niyetine bir sürü papatya toplayayım da, bu çiçeklerin hatırına benimle barış sağlarsın diye düşündüm. Hem şu bando eşliğinde ziller davullar çalan aç karnımı doyurursun dedim kendi kendime. Nasıl ama, güzel düşünmüşüm değil mi?” diye birde utanmaz, arsız arsız göz kırparken o inci gibi dişleriyle çapkınca sırıtmıyor muydu? Cemre’nin, o inci gibi dişleri yumruğu ile süslemesine az kaldı, sen daha dur bakalım!

“Tamam, ben de acıkmıştım zaten. Dua et şu güzel çiçeklere yoksa değil seni yemeğe götürmeyi arabaya bile almazdım.” Diyerek onu arkasında bırakıp yürümeye başlamıştı. Arsız marsızdı ama hakkını yememeliydi nihayetinde komik adamdı. Bu yüzdendir konuşmalarına ve bu mis gibi kokan bembeyaz papatyaların hatırına, az önce olanları unutmasa da kısa bir süreliğine en azından yok sayabilirdi.

“Tabi tabi almazdın da ondan gitmek yerine arabada bekledin.” O, bu cümleyi ona mı demişti?

“Anlamadım, ne dedin sen?” Yok canım o kadar da deli cesareti olduğunu sanmıyordu. İnci gibi dişlerini yere dökmesi için resmen genç kızı zorluyordu. Sanki biraz da hevesliydi, yoksa bunu söylemiş olamazdı değil mi?

“Yok yok, ben bir şey demedim?” Ellerini teslim olur gibi havaya kaldırmış kuşlar gibi çırpınmaya başlamıştı.

“Dedin, kafanı kırdırtmadan söyle çabuk,” derken elindeki çiçekleri havaya kaldırmış çoktan üzerine doğru yürümeye başlamıştı.

“Aaaa bak orada ne var?” Bir anda boş bulunup , “Hani nerede?” diyerek, gösterdiği yöne bakarken ona arkasını dönmüş tam o yöne doğru bakıyordu ki; –trink- bu ses aklına düşen köşeli jetonunun sesiydi. Lanet herif Cemre’nin ona sabah yaptığı oyunu şimdi de utanmadan Toprak genç kıza yapmış ve şimdi de deli danalar gibi koşarak kaçmaya başlamıştı.

“Toprak!” diyen hiddetli, kızgın bir o kadar da sesi ile sanki dejavu yaşıyordu. Ama bu defa Cemre kovalıyor Toprak kaçıyordu. Cemre bu hallere düşecek kız mıydı ya?

“Ayarsız dağ öküzü, dur diyorum sana dur,” diye bağırırken ne onun duracağı ne de genç kızın söylediklerini dinlediği vardı. Ah be hayat, sen nasıl bir oyun oynuyorsun ona böyle… Cemre nasıl bir oyunun içinde nerelere, kimlere, kimlerle çekiliyordu. Ah! Ah!Ah!

***

Öğle yemeklerini Uzungöl’de yedikten sonra göl çevresinde koşuşturmacadan dolayı anlamadıkları gezintiyi şimdi de durgun, dingin ve sakin bir havada yaptılar. Ardından Haldizen Vadisi boyunca gezintiye çıktılar. Cemre yine ciddi rehber havasına bürünmüş, yedikleri yemekten, gezdikleri her anın her ayrıntısını ona aktarıyordu. Toprak’a, tanıtmaya bir nevi yaşatmaya çalışarak canla başla, hevesli bir halde çalışıyordu. Baraj göllerini de ziyaret etmelerinin ardından, Uzungöl gezilerini manzara tepesinde sonlandırdılar. Oranın büyülü atmosferi eşliğinde, manzaranın insanın ruhuna işlediği o anlardan yararlanmak adına Toprak, sabahtan bu yana deli gibi merak ettiği o soruyu sormalıydı. Çünkü bu soruyu sormazsa bu gece onun için kâbuslara gebe bir gece olacaktı.

“Cemre…” Ürkek çıkan sesi, onun şefkatli bakışlarını görünce biraz yüreği onun içten bakışlarından güç aldı.

“Efendim Toprak.”

“Burası bir harika, beni benden alıp götürdü resmen.” Bir nevi ön hazırlık, malum konu derin olduğu kadar önemliydi, Cemre’yi de deli edebilir ve konunun derinliğinde adamı boğmasına sebep olabilirdi.

“Öyledir, kartpostaldan fırlamış bir resim gibidir.” Heh, kıvama geliyordu.

“Cemre…”

“Yine ne var Toprak?” Yok, yok böyle olmaz ama sinirlenme, az önceki sakinlikle devam et sen.

“Sana bir şey sormak istiyorum ama seni üzmekten korkuyorum.”

“Kızacağım bir şey ise söyleme Toprak. Lütfen!”

“Hım, tamam o zaman söylemiyorum.”

“Of söyle hadi söyle, insanı meraklandırıp anı resmen bozuyorsun ya.”

“Ya sen kızdın bile, vazgeçtim. Sormuyorum, canıma kastım yok benim.”

“Allah aşkına Toprak çocuk gibisin ya, sor hadi söz kızmayacağım.”

“Tamam o zaman,” az önceki küskün çocuk tavırlarını bırakıp, zira çok işine yaramıştı o pozlar. Konuşmaya tüm ciddiyetini yüzüne takınarak başlamıştı.

“Sabah arabada söylediğin rüya meselesi neydi?” Toprak’a bakan gözleri Uzungöl’e doğru döndü, bakışları ise anlayamadığı, anlamlandıramadığı bir yönde dalıp gitti. Toprak, anlatmayacak diye düşünüp karamsar bir şekilde kafasını öne eğmişti ki birden hiç beklemediği bir anda onun ruhunu okşayan o kadifemsi sesi genç adamın kulaklarına dolmaya başladı.

“Bak Toprak, belki de bunu sana en başında anlatmam lazımdı ama ben senin bu kadar uzatacağını, büyüteceğini tahmin etmiyordum. Ama yanılmışım, sen vazgeçmedin. Beni iyi dinle Toprak, yarın gezinin son günü, belki de seninle son günümüz, sen ister kal istersen git fark etmez. Her şey yarından sonra tamamen bitecek. Ben az önce ağabeyim ile görüştüm. Yarın Trabzon’a gelecek ve inan senin vasiyet saçmalığınla bir gram bile ilgilenmiyor. Yarından sonra ben ağabeyim ile buradan gideceğim ve sen benim nerede olduğumu asla öğrenemeyeceksin. Gelirim, peşini bırakmam desen bile fark etmez. İnan senden daha deli bir ağabeyim var benim,” dediği anda duydukları yüzünden biri adamı boğazlamaya başlamış gibiydi. Nefes alamıyordu. Bu kız neler söylüyordu böyle, söyledikleri adamın gözlerini doldurmuştu. Vücudu kalbinden aklına tir tir titremeye başlamıştı. Üzerine karabasan çökmüştü, adeta sesi çıkmıyor, konuşamıyordu. O ise kollarını göğsünün altında birleştirmiş, kaşlar çatık ileriye doğru bakarken o kadar umursamaz görünüyordu ki yanında yüreğinin katledilmesine göz yumuyor, ses çıkarmıyordu. Toprak’ın, bütün vücudu dökülüyor, kırılıyor, paramparça oluyordu. Cemre ’siz bir hayat yoktu planlarında, onu alıp geri dönecekti, bu çok ama çok ani olmuştu. Toprak daha yaşam belirtisi gösteremeden, hiç zaman kaybetmeyen Cemre, ikinci darbe için hazırlıklara başlamıştı ve adam ağzını bile açamadan konuşmasını sürdürmeye devam etti.

“Rüya meselesine gelince, bak Toprak ben ninemin hikâyeleriyle büyüdüm. Dedem ile yaşadıkları aşkı hatırladıkça hala gözlerim dolar, yüreğim pır pır eder. Ben nineme çok benzerim biliyor musun? O kadar benzerim ki onun gibi âşık olacağıma inanırım. Ninem dedeme âşık olduğunu nasıl anlamış biliyor musun? Onu rüyasında görmüş. Ben dedem ile ninemin büyük aşklarını dinleyerek büyüdüm. Aşkları için ne kadar mücadele ettiklerini ve birbirleri için gerekirse ölüme bile gittiklerini biliyorum. Ben böyle bir aşk, deli gibi âşık olacağım bir adam istiyorum. Ama üzgünüm o sen değilsin. Ben âşık olduğum adamı önce rüyalarımda görmeliyim. Gerçeğime dönüşmeden rüyam olmalı, rüyamda bana dokunduğunda gerçekliğini hissetmeliyim. Dudaklarıma dudakları değdiğinde kalbim onun varlığıyla atmalı, nefesim onun nefesine karışırken ben onun gerçek olduğuna inanmalıyım. Belki bu sana çok saçma gelebilir ama benim için doğru olan bu. Beni benden alıp rüyalarıma girmeyi başaran adam benim kocam olacak. Bunu bugüne kadar kimse başaramadı. Üzgünüm ama sen bile bunu başaramadın. Bu yüzden rüyama giremeyen bir adamı, gerçeğim olarak kabul edip onunla evlenemem. Ve inan Toprak, senin para için peşine düşüp geldiğin vasiyet, miras bunlarla ölçülemeyecek kadar kutsal bir duygu AŞK. Yol yakınken vazgeç, git âşık olduğun ya da olacağın biriyle evlen, inan para için değmez. İnan ki AŞK paradan daha değerli,” dedi.

“Sabahtan bu yana deli gibi merak ettiği sırrın, onun bendeki imkânsızlığının gizli sebebi olduğunu öğrendim.” Diye iç geçirirken artık dünya adama bomboş ve anlamsız geliyordu. Cemre, Toprak’ı öğrendikleri ile baş başa bırakıp uçarcasına arabaya binmiş, adamın acı gerçekler ile örülü gizli sebebi idrak etmesini uzaktan uzağa izlerken onu gözlemliyordu. Yeryüzünde bir cehennem var ise, Cemre tam da şu an genç adamı o cehenneme atmıştı ve alevler içinde cayır cayır onun yanmasını izliyordu.

“Duy beni Cemre, aşkından yanıyorum. Duy beni!” yüreğinden kopup gelen feryatlarına rağmen vücudu aldırmaz bir şekilde taş kesilmiş, yüzü sertleşmiş ve donuklaşmıştı.

Toprak, vitrin mankenleri gibi bakar kör olmuş, hissiz, evet tam anlamıyla şu an hiç ama hiçbir şey hissetmiyordu. Bütün vücuduna her sözü ile iğneler batırılmış şimdi ise hatırladığı her kelime ile iğneler vücudundan acımasızca geri çekiliyordu.

Toprak, an itibariyle çaresizlik uçurumundan eli, kolu, dili, gözü bağlanmış bir şekilde baharının müjdecisi Cemre’si tarafından zalimce itilmişti. Genç adam, Cemre’sinin yüreğine düşeceği anı beklerken o varlığını adamdan sonsuza kadar çekip alacağını hiç acımadan, gözünü bile kırpmadan iç rahatlığıyla söylüyordu.

“Peki, onun acımadan bana bahsettiği hayatı ben acıtmadan sürdürebilecek miydim? Öncesini gözünü bile kırpmadan söyleyen Cemre’m, sonrasını, senden sonrasını, sensiz olacak sonramı da gözünü kırpmadan söylesene… Sensiz bir ben olamayacağımı göremeyecek kadar gözün kör mü oldu? Rüyalara açık olan gözün, asıl gerçeğine, bana neden kapalı? Neden kapalı söyler misin?”

Loading...
0%