Yeni Üyelik
13.
Bölüm

13. Bölüm

@ugurluay

13.BÖLÜM(*** RÜYALAR***)

“Nereden bilebilirdim ki?

Yüreğime yerleşen yüreğinin, içimi bu kadar sızlatacağını.

Gözlerinin yüreğimdeki yerinin, bu kadar büyük olacağını.

Nereden bilebilirdim?

Söyle gece gözlü sevdiğim…

Nereden bilebilirdim?”

Dünden bugüne ne kadar da çok şey değişmişti. Cemre’nin acımasızca yaptığı o konuşmanın ardından adeta adamın içi boşalmıştı, kanı çekilmiş, ruhu buz kesmişti. Adamın ruhunu genç kız dün oracıkta öldürerek mezara koymuştu. Bugün gezinin son günüydü ve yarın Cemre gidecekti. Bir şeyler yapmalıydı, onu ikna edecek bir şeyler yapmalıydı, ama ne? Toprak, iç çekişleri ile yoğrulurken o konuşmanın ardından ikisinin üzerine de serpilmiş durgunluğu bir nebze olsun atmasına sebep olan gece gözlüsünün sesi oldu.

“Toprak, hazır mısın?”

“Olmalı mıyım?”

“İstersen gitmeyebiliriz, bugün kafile ile hareket edeceğiz. Gelmek istemiyorsan sen bilirsin.”

“Yok, ben o anlamda demedim. Kafam allak bullak, Cemre sen benim kusuruma bakma bugün olur mu?”

“Şey, tamam olur.” Cemre o kadar mahzun bakıyordu ki Toprak bir an onun kendisinden ayrılacağı için üzüleceğini hatta üzülmeye başladığını düşündü. Ama sadece bir an… Düşündüğü an saniyeyi aşmadan kafasından süratle kovaladı, o konuşmayı acımasızca yapan kız ondan ayrılacağı için değil arkadaşlarından dahası Caner’den ayrılacağı için üzülüyordur. Ben kimim ki?

“Eeee Cemre Hanım bugünkü planlar nedir?”

“Bugün öncelikle hediyelik eşya dükkânlarını dolaşacağız. Malum tur sona eriyor. Sende belki arkadaşlarına ya da annene hediye almak istersin. Sonra da katılmak isteyenler ile bu tamamen isteğe bağlı olacak, Lapazan yaylasına giderek kamp kuracağız. Kamp’a katılmak istemezsen anlarım,” derken ona farklı bir bakış atmıştı. Bu fırsat hiç kaçar mıydı? Tabi ki katılacaktı ama çok da hevesli gözükmek istemediği için istemem yan cebime koy havasında cevabını vermişti.

“Şey, tabi olabilir aslında. Biraz değişiklik gitmeden bana da iyi gelecek.”

“Gitmeden derken?” Sesi ima ve soru doluydu.

“Beni burada tutan sendin Cemre, dünkü konuşma ile beni istemediğini ve çekip gideceğini söyledin. Yaptığım ya da yapacağım hiçbir şeyin seni yanımda tutmaya yetmeyeceğini çok sert bir şekilde farkına varmamı sağladın. Beni burada tutan tek varlık da gidince benim de, burada kalmam da anlamsızlaşacak.” Cemre, şaşkın gözler ille adama bakıyordu. Ne olurdu Allah’ım bir gram etkilenip de ona bir şans verseydi. Ne olurdu yani?

“Anlıyorum,” o kadar cümleye bu kadar kısa cevap hiç mi hiç yakışmadı. Konuyu değiştirip onu ikna etmenin farklı yollarını ararken birden kamp geldi Toprak’ın aklına Bu kaçırılmayacak bir fırsat olabilirdi.

“Cemre, kamp malzemesi almamıza gerek var mı?”

“Yok Toprak kahvaltımızı bitirelim yola çıkacağız. Bütün malzemeleri ayarladım ben. Çadırlarımızı falan arabaya koydurdum, merak etme sen.” Aha, buldum, diye gözleri çakmak çakmak olmuşken kahvaltı masasından kalkmak için bir bahane aramaya başladı. Ve yine zekâ küpü Toprak, of Allah’ım, çok mu zekiyim ben ya? Cevabını bildiği soruları kendi kendine sormaya bayılıyordu bay ukala…

“Cemre, benim ufak bir telefon görüşmesi yapmam gerekiyor. Seninle on dakika sonra arabanın yanında buluşuruz. Olur mu?”

“Tamam olur,” demesiyle yerinden fırlaması bir olmuştu. Aşırı hareketlerine bakıp şaşırsa da malum bu zekice düşünülmüş planı uygulamaya geçirmek için tam tamına on dakikaya ihtiyacı vardı. Ve şanslıysa ve yakalanmaz ise bu plan onu Cemre’ye götürecek, dahası onun bir gece de olsa yanı başında kalmasını sağlayacaktı. Hadi inşallah, derken erkeksi kıkırdamasına bir türlü engel olamıyordu.

***

Kafile ile birlikte yaklaşık bir saattir amaçsızca hediyelik eşya satan dükkânları geziyorlardı. Aklındakini bulamamış olmanın hayal kırıklığı ile adam hala bakınıyor, deli gibi o dükkândan çıkıp başka bir dükkâna giriyordu. Artık bulamayacağını anladığı anda bir banka oturmuş kafilenin de toparlanmasını bekliyordu. Cemre hanımın isteği üzerine gün boyu farklı araçlarda olsak bile onlar ile hareket edeceklerdi. Toprak’ın en akıllıca hareketlerinden biriydi ajansı arayarak ayrı araç kiralaması, gezi boyunca en azından baş başa kalma fırsatını yakalayabiliyordu.

“Of...” diye yüksek sesli bir iç çekişinin ardından gözüne güneşin anlık bir yansıması ile bir pırıltı geldi. O pırıltının ne olduğunu anlamak için hafifçe yerinden kalkıp, karşı tarafta duran dükkâna doğru yöneldi. O kadar dikkatli ve yavaş ilerliyordu ki onu görenler bir hırsız olduğunu düşünebilirdi. Ama şu an bunu düşünecek durumda değildi. Ağır adımlar ile odaklandığı noktayı kaybetmeden hedefine ulaştığı an gördüğüne inanamamıştı. “Allah’ım bu bir işaret olmalı,” diye iç geçirirken sabahtan beri dörtnala gider gibi, deli danalar gibi aradığı şeyin göz kırpıp onu al demesi, hakikaten bu işaret değil de nedir? “Allah’ım sana şükürler olsun,” derken hemen eline alıp paket yapması için dükkân sahibine doğru yöneldi. Toprak’ın acelesini ve paniğini anladığı için onun anlatmayı beceremediği ama ihtiyarın onun halinden anlayan babacan tavırları sayesinde tam da istediği tarzda bir hediye paketini genç adam eline almayı başarabilmişti. İçten bir teşekkür ile minnettarlığını ekleyerek oradan çıkıp ondan ayrı gezmeyi seçen Cemre’yi aramaya koyulmuştu. Etrafa bakındığında genç kızı göremeyince, buluşma noktasına doğru yöneldi. Malum daha kamp yapmaya gideceklerdi. Nasıl bir yer acaba diye düşünürken buluşma noktasına çoktan varmış, hayatının bahar müjdecisi Cemre’sini beklemeye koyulmuştu.

***

Yolculukları sakin, durgun ve bir o kadar da sessiz geçiyordu. Arabanın içini ne Toprak’ın ne de Cemre’nin ne de müziğin sesi doldurmuyordu. Adamın aklında binlerce soru varken kızın aklından geçenleri de bir o kadar merak ediyordu. Öndeki kafile aracını takip etmeleri sebebiyle kızın o güzel sesini yol tarifi için bile olsa duyamıyordu. Yorulmaması için Toprak aracı kullanmayı teklif etmişti. Belki biraz da ona yol tarif ederek konuşma yolu açarım diye düşünmüş olabilirdi, yani birazcık, küçücük, ufacıcık… Ama nereden bilebilirdi ki bu hayallerinin her hayali gibi suya düşeceğini… Önlerindeki aracın durmasıyla geldiklerini anladı. Arabayı biraz daha sakin bir yere park etmek için bir yer arıyordu ki tam da istediği gibi bir yer bulmuştu. Cemre tam inmek için kapıyı aralamıştı ki, “Cemre,” diyen sesi önce durmasına, ardından bakışlarının buluşmasını sağladı.

“Efendim Toprak, bir şey mi oldu?”

“Aslında, evet. Yani ben sana bir şey vermek istiyorum.” Bunu dediği anda açık halde bulunan araba kapısını yavaşça kapayarak geriye doğru yaslandı. Gözleri gözlerinden bir saniye bile ayrılmamıştı.

“Bana bir şey mi vereceksin?” Derken imalı sözleri ile soru dolu bakışları ona yönelmişti.

“Şey, evet… Bak Cemre, karşılaştığımız günden bu yana o kadar çok şey yaşadık ki… Ve bugün senin isteğinle son günümüz ve ben senin beni iyi hatırlamanı istiyorum. En azından beni hatırlatacak bir şeyin sende kalmasını istiyorum. Eğer kabul edersen…” dediği anda cebinde kutsal emanet gibi taşıdığı hediye paketini genç kıza doğru uzattı. O ise şaşkın bir halde Toprak’a bakıyordu.

“Toprak, bu, buna hiç gerek yoktu.” Paketi bile almadan elini eliyle ona doğru ittirdi. “Ben, bunu kabul edemem, lütfen!”

“Cemre, senden son isteğim olarak kabul et. Lütfen!” Sesi, hediyesini daha açmadan geri çevirmesi ile o kadar acı çıkmıştı ki… İçi de sesi kadar acıyordu.

“Toprak…” Cümlesinin daha devamını bile getirmeden, “Cemre beni kırma, lütfen!” diye onu ikna edecek sesindeki tınıyı bulmaya çalışıyordu. Doğru tınıyı bulmuş olmalıydı ki Cemre önce gözlerini kapayıp sonra da derin bir nefes alıp verdi.

“Tamam,” diyen içli sesi ise belki de Toprak’ın onda kazandığı ilk ve son zafer olarak adını tarihe altın harflerle yazacaktı. “Dur bakalım Cemre Hanım oyun daha yeni başlıyor, diye içten içe konuşurken Cemre’nin paketi açışı ve gördüğü karşısında verdiği tepkiyi ağır çekime alarak izliyordu. Bu karenin her anını kaçırmadan an be an izlemek, hafızasına kaydetmek ve sürekli hatırına getirmek istiyordu.

Cemre, gördüğü karşısında tam da genç adamın beklediği tepkiyi vermiş, gözleri hafif buğulanırken sesi titremeye başlamıştı. “Toprak, bu, bu…” Cümlesine devam edemeyeceğini anladığı anda Toprak devreye girmişti.

“Evet Cemre, bu senin için, bendeki simgen diyelim. Ben seni ilk gördüğümde hırçınlığın ile dikkatimi çekmiştin. Belki de ben, bu güvercin kolyesiyle, belki de… “ adam cümlesinin devamını getiremeden boğazı düğümlenmiş, sesi kısılmıştı. “Neyse, sen benim hatırımda hep hırçın güvercin olarak kalacaksın. Bende senin aklında… Neyse, duygusala bağladım yine, sen beğendin mi?” Cümleleri tamamlayamamak yüreğini sızlatsa da şu an bu anın büyüsünü bozmamak için o cümleleri harf harf, kelime kelime geriye yutmuştu. Sırf onun için, hırçın güvercini için o deli gibi söylemek isteyip de söyleyemediği o kelimeleri bir bir yutmuştu.

“Toprak, bu kolye, güvercin çok ama çok güzel…” derken elleri titriyordu.

“Takmana yardımcı olmamı ister misin?” Yüzüne öyle bir baktı ki, bu kadar küçük bir hediyenin onu bu kadar çok mutlu edeceğini, hele ki ondan gelen bir hediye ile hiç mi hiç tahmin etmezdi.

“Lütfen!” derken, adamın eline kolyeyi çoktan tutuşturmuştu bile. Sırtını ona doğru dönerken saçlarını sağ eliyle toplayıp omzundan aşağıya sarkıtarak ona yardımcı olamaya çalışıyordu. Toprak ise titreyen elleri ile kolyeyi takarken bir an yine onun o deniz kokusunu içine derince çekmişti, o kokudan o kadar etkilenerek, gözlerini kapatarak kendinden geçmişti ki, Cemre’nin “Takamadın mı hala?” diyen sesiyle kapalı gözlerini birden korkuyla açtı. Kahretsin, ne zamandır böyleydi acaba?

“Şey, tamam, oldu, taktım,” diyerek onun deniz kokusundan kendini zar zor çekip almıştı. Lanet olsun, bu kızın onun üzerindeki etkisi giderek artıyordu ama Toprak ondaki etkisini bir gram olsun arttıramıyordu. Pardon, arttırıyordu ama öfke katsayısı ile sinir etme etkisini tanıştıklarından bu yana baya bir artmıştı.

Cemre’nin “Toprak, hadi inelim. Daha da geç olmadan çadırları kurmamız gerekiyor,” diyerek arabadan inerken adamın gözleri aklına gelenler ile fal taşı gibi açılmıştı.

“Çadırlar?” Beynine kan gitmeye başladığını anladığı an, hafızasını biraz geriye sarıp, sabah Cemre’sini kazanmak adına o an için zekice olan fikri şu an için pek de parlak bir fikir gibi görünmüyordu gözüne. Hem de az önceki yaşanan duygusal anlardan sonra…

“Yandın oğlum Toprak, hem de çıra gibi cayır cayır yandın… Kahretsin, hangi akla hizmet telefon bahanesi ile masadan kalkıp arabadaki iki çadırdan birini bırakırsın. Ama ben nerden bileyim böyle duygusal anların yaşanacağını,” diye kendi içinde kavgaları patlatırken Cemre’nin “Toprak….” Diyen, kamp alanını inleterek ve onun sağır olmasın diye kulaklarını kapamasına neden olan o bağırma anına, tabi bağırmak ne kelime, yeri göğü aynı anda titreterek inleten cırlamanın ardından, bildiği tüm duaları ederken yapacağı en akıllı şeyi yapmış ve arabanın kilitlerini kapatmıştı.

“Lanet olsun sana Toprak, seni kim kurtaracak bu deli kızın elinden bakalım… Son duamı etmeye başlasam iyi olur, Allah’ım sen koru bu kızın hışmından beni…”

***

“Toprak aç şu lanet olası kapıyı,” diye hiddetle bağıran Cemre’yi, Toprak duymazdan gelmeye çalışıyordu.

“Rahatsız etmez misin? Lütfen! Şu an son duamı yapıyorum, Allah ile kul arasına girilir mi hiç? Çok ayıp…” Ellerini havaya doğru açarak kaldırmış, kendini kilitlediği arabanın içinde yaklaşık on dakikadır son duasını yapmak ile meşguldü. Ne var yani çadırın birini otelde bırakmışsa. Ne olacak canım bir gece aynı çadırda kalsalar, gören de adamı azılı katil sanır. Ne bu tepki ya… Allah’tan çadırı bırakmıştı, ya uyku tulumunu bıraksaydı, aman Yarabbi öyle bir şey yapsa onu kara toprağa koyarken hiç acımadan kendini de hapse götürürdü bu deli kız, diye kendi kendine konuşurken kapalı olan gözlerinden birini açmış yan göz ile Cemre’nin ne yaptığına bakıyordu. “Maazallah bu deli kızın ne yapacağı belli olmaz ,”diye iç hesaplarını yaparken tek gözüyle attığı yan bakışla gördükleri duasını ve hesaplarını yarım bırakmasına yetmişti.

“Yok, hayır, saçmalama kızım, kafayı mı yedin sen?” Derken iki elini de teslim olur gibi havaya kaldırmış, onu durdurmaya çalışıyor bir nebze olsun aklını başına getirip, olgunluk kırıntılarını hayata döndürmeye çalışıyordu. Bir yandan da kuşlar gibi çırpınmaya başlamıştı.

“Açıyor musun? Yoksa bu taş ile camını kırmamı mı istersin? Ha Toprak, açıyor musun? Üçe kadar sayıyorum…” O taş, Toprak’ın koca kafası kadar büyük mü yoksa ona mı öyle geliyor? Yuh be kızım nasıl kaldırdın kendi cüssenden büyük o taşı ya, ben erkek halim ile kaldıramazken sen…

“Toprak,” Atmazdı değil mi? Yok artık canım deliydi, hırçındı, öfkeliydi ama o kadar da değildi yani… Değildi değil mi?

“Biiir,” Yok canım, adamın yaptığı onu bu kadar çıldırtmış olamazdı. Gözü bu kadar dönmüş olamazdı herhalde.

“İkiii,” Blöf, blöf yapmaz öyle bir şey, yapamaz yani, bu kadar da cani değildir canım.

“Toprak son kez uyarıyorum, kafana uçan bardağı hatırla, üç dediğim anda açmazsan gözümü bile kırpmadan tuz ile buz yaparım camını ,” Yapar mıydı gerçekten? Bardak, yastık, taş… Geçmişe doğru hayatını bir film şeridi gibi gözünün önünden akıp geçirmişti. Yapar mı yapardı oğlum, söz konusu kişi onun hırçın güverciniydi, Cemre’ydi bu, gözlerini bir anda kocaman açmıştı. Atmak için geriye doğru gerilediği anda, “Ü-ü-ü-ü…” Diyemeden arabanın kapısını açmak için atılmıştı can havli ile ortaya.

“Tamam tamam, açıyorum.” Dediği anda tam atmak üzere olduğu taşı atmamak için kendini durdurdu.

“Elindeki taşı at kenara,” diyen deli cesaretine ise resmen hayrandı.

“Pardon! Birde oturmuş benimle pazarlık mı yapıyorsun sen? Pazarlık payın yok Toprak, camını kırmamı istemiyorsan aç şu kapıyı,” dediği anda elindeki kocaman kafam kadar taşı arabanın kapısına doğru fırlattı. Yuh artık ya, yuh… Hakikaten bu deli kız ona ne olacağını bile düşünmeden cama da atardı o kafası kadar büyük taşı.

“İn aşağıya dedim sana!” diye haykıran sesini duyduğu an korkarak ağır hareketler ile arabadan indi. Şükür ki tam o esna da Caner yanlarına koşarak geldi. Şükür mü? Ne zamandan beri bu kılkuyruğu gördüğüne şükreder olmuştu ki?

“Cemre, ne oluyor? Sen iyi misin?” Caner’in gelmesi ile ikinci plana düştüğü için sevineceğini söyleseler, buna kırk yıl düşünse inanmazdı.

“İyi mi? İyi mi? Caner, bu ayarsız hödük yanımdayken ne kadar iyi olabilirim sence,” dediği anda adama saldırmak için öne atıldı. Toprak hafif kaçma hareketiyle arabanın bagajına yandan yandan yöneldi. Caner ise olay daha fazla büyümesin diye onu belinden tutmuştu.

“Bu ayarsız hödük çadırlardan birini otelde bırakmış.” Her boşlukta ona saldırmak için öne atılan Cemre’yi Caner sıkı manevra ile belinden tutarak Toprak’a ulaşıp saldırmasını engelliyordu. Pardon ne? Tutup mu? O kılkuyruk onun Cemre’sini mi tutuyordu? Hem de belinden, hem de ona dokunarak… Lan ben ona dokunan o ellerini kırmaz mıyım? Öne atıldığı anda Caner’in elinden kurtulmuş olan Cemre faktörünü yeni fark ediyordu. Kıskançlık gözünü kör ettiği anda üstüne yürüyen, ne yürümesi be avını yemek için süratle koşan yırtıcı bir hayvan misali üzerine doğru uçmaya başlamış Cemre’ye yakalanmamak için geri geri kaçmaya başlamıştı. Az önceki aslan yiğit şimdi kedi yavrusu gibi ardına bile bakmadan kaçıyordu. Cemre arabanın bagajından hangi aralıkta, ne zaman aldığını anlayamadığı malzemeleri arkasından fırlatmaya başlamıştı.

“Sen ne ayarsız herifsin öyle ya. İki dakika önce insan mı acaba diye düşünürken, son günümüzde şu yaptığına bak! Biçilmemiş kütük seni, ormana gelince özüne mi döndün? Odunların arasında varlığını mı hissettin? Yarın sonsuza kadar senden kurtuluyorum. Duydun mu beni? Senden sonsuza kadar kurtuluyorum,” dediği anda az önce arkasından fırlattığı malzemeleri Caner ile birlikte toplamaya başlamıştı.

“Ah Cemre’m duymamak ne mümkün, duymamak ne mümkün? Sen beynime çiviler gibi nefretle bağırırken duymamak ne mümkün?” diye fısıltı halinde konuşurken gözleri durgunlaşmış bir ağacın dibine çökerken kafasını ağacın gövdesine yaslamıştı. Cemre’nin söyledikleri adamın aklına zehir gibi işlerken kafasını ağacın gövdesine yaslamış gözlerini kapayarak arabadan inmeden önce yaşadıkları o güzel anları hatırlamaya çalışıyor, zihnine an be an kaydettiği görüntüleri saklı mabedinden çıkarırken kendine bir nebze de olsa gelmeye çalışıyordu.

***

Havanın kararmasıyla birlikte ateş yakılarak kamp alanındaki tüm hazırlıklar sona ermişti. Çadırlar kurulmuş, kimin nerede kalacağı ile ilgili ayarlamalar yapılmıştı. Yenecek yemekler de hazır olduğuna göre tüm herkesi ateş başına toplamışlardı. Cemre, genç adamın otelde çadırı bırakmasına o kadar sinirlenmişti ki onun sakinleşmesini sağlayan sadece arkadaşları Caner ve Selin’di. Kalabileceği başka çadır bulamadığı için mecbur bu akşam aynı çadırda kalacaklardı. Bunu öğrendiği andan itibaren Toprak’ı görmezden geliyor ve kesinlikle onunla konuşmuyordu. Adam ile aynı çadırda kalma fikri bu kadar mı kötüydü yani? Ona karşı olan tavırları, genç adamın hareketlerinin azalmasına, ardından sessizliğe gömülerek derin düşüncelere dalmasına sebep oldu. Yemeklerini alarak ateşin başına oturdular. Cemre Toprak’tan kaçma yolunu bu defa da Caner ve Selin’in arasında oturmak ile bulmuştu. O iki huysuz ise imkânı yok genç adamı Cemre’nin yanına oturtmazlardı. Toprak’ta sessiz bir şekilde Cemre’nin tam karşısına oturarak gözleri ile onu kendine hapsetmişti.

Gülüşmeler, şakalaşmalar, anlatılan hikâyeler kamp alanını inletirken kafiledeki herkes çocuklar gibi coşkulu şen şakrak iken, bir tek kişi dışında herkes için zaman akıyordu, Toprak’ın dışında herkes hayatlarına devam ediyordu. Toprak hariç…

Yemeklerin ardından ateşte pişen çayın servisi de yapıldıktan sonra, Caner birden bir gitar çıkardı. Çok da lazımdı ya neyse… Ne yapacak diye bakarken , “Hadi Cemre senin sevdiğin bir şarkıyı birlikte söyleyelim,” dediği anda Toprak’ın kaşları çatılmıştı. O ve kılkuyruk birlikte, ateş başında ve Toprak’ın karşısında düet yaparak şarkı mı söyleyeceklerdi? Göz göze, diz dize, yok artık… İstemsiz bir şekilde elindeki buharı üstünde çay dolu olan sıcak bardağı sıkmış, sıcak çayın elini yakması bardağın cam kırıklarının eline batıp elini kanatmasını bile hissetmemişti. Nasıl hissedebilirdi ki? Yüreği yanıyor, kalbi acıyordu, ölüyordu…

Caner gitarı çalmaya başlamış ve Cemre ona eşlik ediyordu ki tam kılkuyruğun şarkıya gireceği anda Toprak atılmıştı ve onun söyleyeceği kısımları kendisi söylemişti. Cemre, anlamaz şaşkın gözler ile ona bakarken Toprak onun gözlerine içini döker gibi bakıyordu. Anla diye bakıyordu. Ne Cemre ne de Caner, hiç bozuntuya vermeden şarkının sonuna kadar devam ettiler. Cemre ile birlikte o şarkıyı düet yaparak söylemişlerdi.

İMERA- Kara Toprak

CEMRE---Unutmadım ey yarum da Verduğun o sözleri

Sensuz geçuracağumda Sonbahari güzleri

TOPRAK--Sevdamın gözü kara da Açtı bağruma yara

Yarum seni almadan da Girmem kara toprağa

CEMRE--- Demezmiyidun bana da bırakam ben seni

Dertsuz bir taş midunda yaktun da gittun beni

TOPRAK--Sevdamın gözü kara da Açtı bağruma yara

Yarum seni almadan da Girmem kara toprağa

CEMRE---Değirmen deresundan da Su akar denizlere

Şimdi yalan deyusunda Verduğumuz sözlere

TOPRAK--Sevdamın gözü kara da Açtı bağruma yara

Yarum seni almadan da Girmem kara toprağa

Şarkı bittiğinde alkış tufanına aldırmadan adamın gözleri dolu dolu bir halde hışımla elindeki bardağın cam parçalarından kalan un ufak kırıntıları yere fırlatarak oradan uzaklaşmıştı. Nefes alması lazımdı, nefes almaya ihtiyacı vardı. Nerden bilebilirdi ki ardından bir çift gözün onu takip ederek arkasından geleceğini… Nereden bilebilirdi ki en zayıf anına, kırıldığı o ana şahitlik edeceğini? Nereden bilebilirdi ki?

***

“Sen bendeki SENİ göremeyecek kadar kördün.

Ben senin BENİ bırakıp gidemeyeceğini düşündüğüm için aptal.”

“Toprak, iyi misin?” Onun sesini, Cemre’sinin sesini duyduğu an kaçmaya uğraştığını yeni fark etti. Onun sesiyle panikle akan yaşlardan kızarmış olan gözlerini sildi. Nefes alıp verişini biraz düzene sokarak ona doğru bakmadan biraz alaycı bir ses tonuyla konuşmaya başladı. Sesinin titremesine, çatallı çıkmasına ise bir türlü engel olamıyordu.

“Sence, iyi olmam mı gerekiyor?”

“Toprak…”

“Toprak, Toprak, Toprak, Cemre yeter sus artık!”

“Kırıcı oluyorsun.”

“Ben mi kırıcı oluyorum. Söyle ben mi kırıcı oluyorum?”

“Sen iyi değilsin. Gitsem iyi olacak,” dediği anda genç adam hareketlenerek ayağa kalktı. Gitmesine, hem de böyle, bu şekilde gitmesine dayanamazdı, izin veremezdi.

“Cemre, dur gitme. Lütfen!” Sesi o kadar can yakıyordu ki, genç kız onun bu haline dayanamadı, bir adım bile atamadan geri döndü ve az önce kalktığı yere oturdu. Az önce sorduğu soruyu bu defa çekinerek, ürkek bir şekilde tekrar sordu:

“Toprak, iyi misin? Gerçekten???”

“Ben, ben bilmiyorum Cemre,” dediği anda elleri ile yüzünü kapadı. Tam o esna da Cemre’nin ortalığı yıkan çığlığı ile gözlerini açtı.

“Toprak! Elin kanıyor.” dediği anda sesi tedirgin, gözleri endişe ve korku ile adamın kanayan eline bakıyordu. Toprak ise o diyene kadar ne elindeki kanı ne de acısını hissetmişti. Elini elleri arasına alıp eline kıyamıyor gibi ufak dokunuşlar yapıyordu.

“Kalk hemen arabadan ecza çantasını alıp pansuman yapalım. Ne yaptın sen böyle kendine?” diye adamı çekiştirmeye başlamıştı.

“Cemre,” diyen sesi ve onun geri adım atmasını sağlayan otoriter tavrı ile şu an sadece ne diyeceğini dinler vaziyetteydi.

“Otur, lütfen Cemre,” dediğinde küçük itaatkâr bir çocuk gibi, onun sözünü dinleyip yerine oturmuştu.

“Ama Toprak elin…” diyen sesindeki isyankâr tınıyı adam duymazdan gelmişti. Oturduğu yerden onun gözlerine gözlerini dikip, konuşmaya başlamıştı.

“Sen söyleyene kadar farkında bile değildim. Benim yüreğim yanıyor Cemre, elim ne ki…” Dediği anda onun oturmasını sağladığı elini ondan geri çekti. O ise söylediği son cümlenin etkisinde üzgün gözler ile ona bakıyordu. “Cemre, sadece yanımda kal inan bu bana şu an daha iyi gelecek.”

“Tamam Toprak,” diyen sesi adamın içini cız ettirmeye yetmişti. Sesi ve tavrı itaat eden küçük bir çocuktan farksızdı. Sadece varlığını hissederek, konuşmadan saatlerce sessizce oturmak istiyordu. Yanında olduğunu bilerek, tartışmadan, didişmeden sadece gecenin hüznünü içine çekerken onun içine verdiği coşkuyla anın tadını çıkarmak istiyordu. Belki de yarından sonra tamamen sonsuza dek kaybedeceği tatlı huzuru yaşamak istiyordu.

Uzun bir sessizliğin ardından sessizliği bozan yine Cemre oldu. “ Toprak, sana bir şey sormak istiyorum.” Bu kadar sessiz kalabilmesi bile mucizeydi bu deli kızın.

“Sor.” Toprak, artık kızın yüzüne bakmıyor, bakamıyordu. Gecenin karanlığında gözlerini boşluğa dikmiş sadece bundan sonraki hayatının nasıl olacağını düşünüyordu. Cemre ‘siz, nefessiz…

“Sen, sen o şarkıyı nerden biliyorsun?” dediğinde adamın yüzünde acı bir tebessüm oluştu. Gecenin karanlığından sürükleyerek bakışlarını sürüklediği yer, gece gözlüsünün gözlerinden başka bir yer değildi.

“Hatırlıyor musun? Sana evlenme teklif ettiğimde de o gurubun söylediği bir şarkıyı söylemiştim. O şarkı öyle alelade bir şarkı değildi. Ben oraya gelmeden babandan sevdiğin şeyler hakkında bilgi toplamıştım. O gurubu çok sevdiğini öğrendim. Daha sonra akşama kadar tüm şarkılarını ezberledim.”

“Nasıl yani? Tüm şarkılarını mı? Ama neden?”

“Evet, tüm şarkılarını, neden olacak hırçın güvercinim, senin için, senin dikkatini bir nebze olsun çekebilmek için.”

“Toprak, saçmalama sen beni o zaman tanımıyordun bile,”

“Tanıyordum Cemre, inan bana tanıyordum. Ben yolda kaldığım zaman bana yardım edip sonra da bana haddimi bildirdiğinde tanıdım ben seni. Hala sakladığım tişörtüme yağlı ellerini sürdüğün an, sen benim yüreğime düştün. Ve inan o yüreğe en çok sen yakıştın.”

“Toprak, sen şu an kendinde değilsin.”

“İnan bana hiç bu kadar kendimde olmamıştım. Ben sana aşığım Cemre…”

“Sen bana âşık falan değilsin. Sen sadece vasiyeti gerçekleştirip mirası almak için buraya geldin. Kafanda kurduğun dünya içinde yazdığın hikâyelere kendini de beni de inandırmaya çalışıyorsun.”

“Sence bu kadar eziyete değer miydi Cemre? Söyler misin değer miydi? O miras o vasiyet tüm bunlara değer miydi? Ben para için bunları yapacak bir adam mıyım?”

“Bilemem Toprak, ben seni tanımıyorum.”

“Tanıtmama da izin vermedin, vermiyorsun da…”

“Sen beni bile tanımadan, bir vasiyet ile yola çıkarken düşünecektin bunları Toprak. Hem rüya…”

“Cemre rüya deme bana… Bana, aşkıma saçmalık deyip inanmıyorsun, sen bir rüyaya kapılıp gitmişsin farkında bile değilsin.”

“Toprak!” Keskin ve kaya gibi sert çıkan sesi genç adamı o kadar kendine getirmişti ki, sınırlarını dahası haddini aştığını bir kez daha sert kayaya çarparak anlamıştı. Boşuna konuşuyordu, o çoktan kararını vermişti ve bu saatten sonra hiçbir şey değişmeyecek dahası eski haline de dönmeyecekti. En azından bu anı bozmamak için geri adım atmak zorunda hissetti kendini…

“Tamam tamam özür dilerim. Nerede kalmıştık. Evet şarkı… O gurubun tüm şarkılarını o gün ezberledim. Ve inan senin o kılkuyruk ile şarkı söyleyecek olman beni delirtmeye yetti. Bu yüzden eşlik ettim sana, belki de son kez…”

“Son kez mi?”

“Evet Cemre, ben seni gördüğüm an surlarını yıkıp kaleni fethedecektim. Yüreğime karışan seni alıp yüreğine karışacaktım. Nereden bilebilirdim ki savaşa daha girmeden kaybedeceğimi… Hükmen mağlup bir maçta ne yapabilirim ki? Ben sana söyleyeyim HİÇ BİR ŞEY… Ben kaybettim Cemre, sen bana tüm yolları kapatırken ben yol arama çabası içine girmiştim. Ama şimdi arama çabalarımı da elimden alıyorsun ve bana yapacak hiçbir şey bırakmıyorsun. Olsun be güzelim, olsun canın sağ olsun…” dediği anda ayaklandı.

“Bu arada bugün yaptığım çadır olayı… Benimkisi sadece son bir çırpınış, son bir umuttu. Belki de yaptığım son çocukluktu. Eğer istemezsen ben bu gece arabada yatabilirim, sen nasıl istersen öyle olsun,” dediği anda “Sorun yok, bir gece için aynı çadırı paylaşabiliriz,” diye verdiği karşılık genç adamı şaşırtmaya yetse de içinde yeşermeye çalışan umut filizini çoktan söküp atmıştı bile. Sesindeki üzüntü kırıntılarını hissetse de arkası genç kıza dönük bir haldeydi. Yüzüne bakmaya cesareti yoktu. Acı bir şekilde güldü. “ Bir gece için aynı çadırı paylaşabiliriz öyle mi? Ah! Cemre’m Ah! Ben seninle bir ömrü paylaşmaya hazırken sen, sen… Neyse iyi geceler gece gözlüm, iyi geceler bende kalan tek iyi yanım, tatlı rüyalar huzur yüzlüm…” dediği anda daha fazla duramayacağını anlayıp oradan uzaklaştı. Kendini bir hışımla bir gece olsun aynı yeri paylaşacakları çadıra attı. Onu daha fazla üzmek istemediği için ve daha fazla dayanacak gücü kalmadığı için uyku tulumuna girip kendini uykunun ıstıraplı kollarına çoktan bırakmıştı.

***

Cemre, gözüne değen ışık huzmesiyle gözlerini kırpıştırmaya başladı. Gözünü açtığında güneşin ışıldayan yüzüyle karşılaşması gözlerini kamaştırmıştı. Hamakta kitap okurken uyuyakaldığına inanamıyordu. Etrafına göz gezdirmek için bakındığında evinde olduğunu anladı. “Ama Toprak!… Nasıl yani? Bu, bu nasıl olur? İmkânsız… İnsan hiç bu kadar uzun rüya görür mü? Hepsi kocaman bir rüya mıydı? Kafam allak bullak olmuş bir halde bahçede gezinirken gözlerim annemi ve babamı arıyordu… Belki onların bana mantıklı bir açıklaması olabilirdi?” aklındaki binlerce cevapsız soruya yanıt ararken etrafı göz gezdiriyordu. Gördüğü şey ile gözleri fal taşı gibi açıldı. Dur bir dakika, içeriden bahçeye doğru gelen bu ufaklıklar da neyin nesiydi böyle? Kimdi bu çocuklar? Aman Allah’ım ne kadar da tatlılardı bunlar böyle… Ellerinde kocaman buketler ile ona doğru ağır adımlar ile geliyorlar, bir yandan da tartışıyorlardı.

“Ceylin benim titeğim daha düzel...”

“Hayıy akıyyım benimtiley daha düzel…”

“Hayıy benimtilyr düzel hem bak bunlay pembeeee…”

“Ecyinnnn benimkiley daha düzel bak pempeyazz…”

“Ya annneee Ceylin’e bir şey söyle…” Anne mi dedi o? Yok canım karıştırıyor galiba… Kim ki bunların annesi? Misafir falan geldiler herhalde. Görünen o ki evcilik oyununu abartmışa benziyorlar, ilahi çocuklar…

“Merhaba küçük hanımlar sizin adlarınız ne? Misafir mi geldiniz buraya?”

“Misafiy geydik ya anne?”

“Anne mi? Oyunu fazla abartmışa benziyorsunuz küçük hanımlar.”

“Bak şöyledim şana Ecyin, annem titekleri kışkanıy diye…”

“Çok ayıp anne kışkanmak, kötü, ayıp… Babam şana da aymış…”

“Baban mı? Senin baban kim ?”

“Babam dayanamamış geymiş anne, içeyde seni bekliyoy,” dediği anda bahçede bulunan oyun parkına doğru ellerindeki buketler ile çoktan yönelmişlerdi. Dur bir dakika, oyun parkı mı? Hem de onların bahçesin de? Onların bahçelerinde oyun parkı yoktu ki… Ağabeyinin de onun da oyun çağlarını geçeli çok olmuştu ama, Allah Allah ne ara ne için bir oyun parkı yapıldı ki bu bahçeye de onun ruhu bile duymamıştı. Yüzyıllık uykuya mı yattın be kızım…

“ Etrafındaki dünya değişmiş, altındaki evi çekip alsalar ruhun duymayacak,” diye kendi kendine konuşurken bir yandan da gözleri ile ikiz çocukları hayranlıkla izliyordu. Ne kadar güzel olduklarını düşünürken birine benzetiyordu ama yok artık ya, saçmalıyorsun Cemre, diye kendi kendine iç geçirirken eve doğru yöneldi. Aklındaki soru işaretlerini yok etmek için bir an önce annesine ya da babasına ulaşması lazımdı. Hem şu çocukların babası ile tanışıp şu esrarengiz misafirin kim olduğunu da öğrense iyi olacaktı.

“Anne bahçede ikizler var. Kimin çocukları bu-“ daha sözünü tamamlayamamıştı ki camdan dışarıyı seyre dalan kişiyi görmesi ile bulunduğu yerde dona kalmıştı. Bu, bu adamı bir yerden tanıyordu ama, ama o sadece bir rüyaydı. Gerçek değildi ki… Değildi değil mi? O yaşanan tüm her şey kocaman bir rüya, hatta kara bir kâbustu.

Kendini toparlayıp, konuşmaya cesaret bulduğunda ...

“Merhaba hoş geldiniz.” Sesini duymasıyla genç adamın ona dönmesi bir olmuştu. Cemre’ye döndüğü anda yüzünde herkesi kıskandıracak sıcacık gülümsemesi doldurmuştu yüreğini.

“Bakıyorum da bir haftada sizli bizli olmuşuz,” dediği anda daha yeni fark ettiği kırmızı güller ile genç kızın dibin de bitmişti. Karşısında duran Toprak, elinde tuttuğu kokusu ile başını döndüren güller ve söyledikleriyle onu iyiden iyiye afallatmıştı. Ya dışarıdaki çocuklar, babam içeride seni bekliyor mu demişti ona? Yok canım babaları Toprak olamazdı ya? Olabilir miydi? Birde çocuğu mu varmış üçkâğıtçı herifin?

“Sen?” soru dolu sesi kulaklarına dolarken o ise sadece kıza çapkınca gülümsüyordu.

“Evet ben gece gözlüm. Hasretinize daha fazla dayanamadım. Biliyorum, erken geldim ama dayanamadım ne yapayım?” Küçük bir çocuk gibi umursamaz bir havada omzunu silkmişti.

“Ne? Ne diyorsun sen? Anlamıyorum, hem dışarıda senin çocuğun olduğunu söyleyen…”

“Tatlım iyi misin sen? Rengin bembeyaz olmuş, Ecrin ile Ceylin benim değil bizim çocuklarımız.”

“Ne?”

“Canım sen cidden iyi değilsin,” dediği anda gözlerinin içine dehşet ile korkarak baktı.

“Ben Ben…”Beynine doluşan görüntüler, sesler, yaşanan an’lar ve ona yansıyan kareler gözünde canlanırken, eline dokunan sıcacık bir dokunuş ile kendine gelmişti. Cemre’yi elinden tutup küçük bir bebek gibi düşmesinden korkan baba gibi dikkatli bir şekilde koltuğa oturttu. Konuşamıyordu. Bu, bu kâbus mu? Aklını mı yitirmişti? Hiçbir şey ama hiçbir şey hatırlamıyordu…

“Tamam canım, dur biraz sakin ol. Güneşte fazla kaldın galiba…”

“Toprak, ben hiçbir şey hatırlamıyorum. Bu şaka mı? Ben seninle mi evlendim? Ne zaman? Nerede? Hem o çocuklar…”

“Tatlım sakin ol. Bak gözlerimin içine, sakin ol. Ben Toprak, hani şu baş belası olan tatlı kocan. Dört sene önce evlendik. Ecrin ve Ceylin bizim tatlı cadılarımız, aşkımızın bize en güzel hediyeleri. İstanbul’da yaşıyoruz, sen tatil için annenlerin yanına geldin. Ben planladığımızdan iki hafta önce geldim,” dediği anda gözlerinin içine korkak bir o kadar da endişeli bakıyordu.

“Toprak, ben…” diyebildi sadece gözleri dolu dolu olmuştu.

“Canım benim,” diyerek genç kıza ani bir şekilde sarıldı. O kadar hazırlıksızdı ki, Cemre ne olduğunu bile anlayamamış onun kollarının altında vücuduna yayılan sıcaklığın güven ile birleşmesinin tadına varıyordu. Kendini iyi hissetmeye başladığı bir anda Cemre’yi kendinden yavaşça ayırdı. Gözlerinin içine bakarak, “Seni çok özledim,” dedi.

“Toprak…” diye karşılık verdiği anda işaret parmağı ile dudaklarına parmağını narince, şefkat ve özlem ile dokundurdu. “Şişşt…” dedi.

“Unuttuğumu sandın biliyorum. Bu yüzden bana böyle bir şaka yapmayı düşündün, haklısın aslında… Benim jeton da malum geç düşer her zaman, yine idrak etmem biraz zaman aldı. Akıllı karıcığım benim,” dediği anda alnının tam ortasından huzurun en saf tadını hissettirerek öptü.

“Neyi?” diye boş gözler ile bakarken istemsizce bir kelime düştü ağzından.

“Evlilik yıldönümümüzü…” dediği anda Cemre’nin gözleri kocaman açıldı. “Nasıl yani?” Diyemeden dudaklarına doğru tam gaz gelen dudakları görmesi onu daha da afallatmıştı.

Dudaklarına onun dudakları değmeden birden, “Toprak!! ”diye çadırın içini haykırışı ile doldururken uyku tulumunun içinden fırlamıştı. Kan ter içinde kaldığını fark edip nerede olduğunu idrak etti. Aklı karışmış, neye uğradığını şaşırmıştı.

“Şükürler olsun rüyaymış,” dediği anda nefes nefese kalmış, vücudunu sakinleştirmeye çalışırken deli gibi atan kalbinin üzerine elini koymuştu. Ama bu sakinleştirme üzerine kurulu olan saniyelerin hızla geçmesinin ardından, beynine tam gaz hücum eden bir gerçek ile yüzleşmenin ardından gözlerini birden deli olmuş gibi yuvalarından fırlarcasına açarken, eli yerinden çıkacak gibi çarpan kalbinde onun ani bir hareket yapmasını engelliyordu. “RÜYA MI?” diyen sesi fısıltı halinde çıkarken karşısında her şeyden habersiz mışıl mışıl uyuyan Toprak’a bakıyordu. Gerçeğim olmazsın dediği, rüyalarına giren adama çaresiz bir halde bakıyordu. Yarın hayatından sonsuza kadar çıkacağını acımasızca yüzüne söylediği, âşık olduğunu daha yeni anladığı adama bakıyordu.

Loading...
0%