Yeni Üyelik
16.
Bölüm

16. Bölüm

@ugurluay

16.BÖLÜM(***Hayal mi? Gerçek mi?***)

"Cantuğ, Tufan nerede?" Hasan Bey’in kaşları çatık bir halde, geldiği andan itibaren ortalığı kasıp kavuran oğlu Cantuğ’a bakıyor bir an önce sorduğu soruya cevap vermesini bekliyordu. Hasan Bey, bir anda karşısında oğlu Cantuğ ve eşinin kardeşinin oğlu Tufan’ı görünce neye uğradığını şaşırmıştı. Oğlunu karşısında öfkeli gördüğü an ise tüm her şeyi öğrendiğini anlamış gibiydi. Cantuğ, kardeşine ölesiye düşkündü ve öğrendiklerinin hiç de hoşuna gitmediği çatık kaşlarından bariz belli oluyordu. İlk geldikleri anda Tufan’ı da yanında gördüğünde içi rahatlamıştı ihtiyar adamın, belki de onu dizginleyebilecek nadir insanlardandı Tufan. Cantuğ’un teyzesinin oğluydu ama onlar bir kuzenden daha ötelerdi. Hasan Bey, Tufan’ın varlığı ile rahatlasa da kısa bir süre içinde Tufan’ın ortalardan kaybolması ile endişelenmeye başlamıştı. Tufan ortalarda yoksa oğlunu dizginleyebilecek başka kimse kalmamıştı yanında ve bu hiç hayra alamet değildi. Kötü şeyler olacaktı, yaşlı adam hissediyordu. Ama bundan bir kaçışın olmadığını anladığı an ona asıl gerçekleri anlatmaya karar verdi. Kim bilir belki o da annesi ve babasına hak verirdi.

"Sence baba, sence nerede olabilir? Cemre'yi o adi herifin yanından alıp gelmesi için gönderdim." Cantuğ o kadar öfkeliydi ki içinde patlayan volkanların lavları onu da çevresindekileri de yakıyordu. "Anlamıyorum baba, anlayamıyorum. Yaptığınızı, yapmak istediğiniz hiçbir şeye anlam veremiyorum. Bunu Cemre’mize, gözümüzün nuru, en kıymetlimize nasıl yaparsınız?"

"Oğlum, Cantuğ bir dinle lütfen," Hasan Bey, karşısında kaya gibi durup ejderhalar gibi ateş püsküren oğluna haykırışlarını duyuramıyordu. Cantuğ, gözünden kıskandığı kardeşine yapılanları hazmedemiyor, bunu bir türlü kabul edemiyordu. Düşünmekten beyni laçkalaşmış, yüreği yanarken gözü öfkeden kararmış, yapacaklarından korkmaya başlamıştı. Başını elleri arasına almış, beynini patlatıp kafatasını kıracak gibi sıkarken, Hasan Bey çılgına dönmüş oğlunu nasıl sakinleştireceğini bilemiyordu.

"Oğlum," diyen Canan Hanıma, gözle görülür bir hiddetle dönen Cantuğ, şimdi öfkenin ete kemiğe bürünmüş hali ve kırmızı gözleri ile dik dik annesine bakıyordu. Gözlerinde gördüğü o karanlıktan korkan Canan Hanım bir adım geri atmak zorunda kaldı. Daha sözünü bitirememişti ki oğlunun konuşmasıyla sesini kısıp başını öne eğmek zorunda kaldı.

"Peki ya sen, sen anne? Sen nasıl izin verdin buna? Hiç tanımadığınız bir adam ile kız kardeşimi nasıl yalnız bırakırsınız? Kahretsin ya! Cemre arayıp haber vermese, yardım istemese, ruhum bile duymayacak. Aklım almıyor ya, o elin adamının kolunu, bacağını kırıp evden def edip kovmak yerine bir de evimizde misafir etmişsiniz." Sinirlerine hâkim olamayan Cantuğ, önünde bulunan sandalyeye öyle bir tekme savurdu ki şiddetli çıkan ses ile havada uçuşan parçaların seyri gözle görülür derecedeydi.

Hasan Bey’in "Oğlum o elin adamı değil, Hulusi amcanın oğlu," Sesi tutunacak bir dal arayan kuşun son çırpınışı gibiydi ama nafile bir çabadan ibaret olduğunu çok geçmeden anlamıştı.

"Peki ya Cemre baba, peki ben kimim söyler misin? Bana bu saçmalığı ne zaman haber vermeyi düşünüyordunuz? Cemre'nin kafasına silah dayayıp o adi herif ile evlendirdikten sonra mı? Hulusi amcaya saygım sonsuz ama o adi herifi tanımıyorsunuz bile baba, nişanlım diye Cemre'ye seslenip ortalarda dolaşırken nasıl içiniz kabul etti. Kızınızın, canımızın, istemiyorum diyen çığlıklarını duyamayacak kadar sağır, sevmiyorum diyen gözlerini görmeyecek kadar kör mü oldunuz? Allah aşkına baba, kızının önce senden değil de benden yardım istemesine sebep olacak kadar uzaklaştınız mı ondan?"

"Cantuğ ağır konuşuyorsun," diyen Hasan Bey'in sesi titrek çıkarken gözlerinde oluşmaya başlayan buğuya engel olamamıştı.

"Ağır konuşmuyorum, gerçekleri söylüyorum ben. Kardeşimi, kendinizden nasıl bu kadar uzaklaştırdınız ki kız beni arayıp gel kurtar beni dedi. Elin adamını Cemre'den önde tutup onu ikna etmeye kalkmışsınız. Lanet olsun baba, alıp götüreceğim Cemre'yi, uzun bir süre ne beni ne de onu göremeyeceksiniz, yerini dahi bilemeyeceksiniz," dediği anda bahçeye doğru yönelmiş arkada kederli bir şekilde acılar içinde kıvranan annesini ve babasını bırakmıştı. Daha bahçeye adımını yeni atmıştı ki annesinin acı feryadını duymuştu.

"Hasan Beeey... Cantuuuğ... Oğlum, koş babana bir şey oluyor". Canan Hanımın sesi hıçkırıklarına karışarak, acı acı evin içinde yankılanırken Cantuğ can havli ile içeriye koşmuştu. Yerde bilinçsiz bir halde yatan babasını gördüğünde gözlerini irice açmış, başında "Ambulans, ambulansı arayın," diyen annesinin feryadını duyuyordu. Duyuyor ama hareket edemiyordu. Az önce acımasızca yaptığı konuşmanın sonucu acı, sert bir tokat gibi yüzüne vurmasıyla sarsılmıştı yüreği. Babası, onun yıkılmaz dediği koca adam, sırtını dayadığı yüce dağ az önce yere yığılmış, hem de kendi yüzünden, kendi diliyle söyledikleri yüzünden hayatında hiç görmek istemediği, ömrü boyunca görmeye asla hazır olmayacağı manzarayı kendi elleriyle hazırlamış adeta bu yaşananların baş mimarı, tek sorumlusu olmuştu.

***

"Cemre’m, gözünden düşen her damla yaş için benim yüreğime paslı oklar saplanıyor. Seninle birlikte canım yanıyor. Dayanamıyorum mahzun yüzlüm benim, yalvarırım ağlama, ne olur ağlama..."

Cemre'nin elinden düşürdüğü telefonun ardından "Babam..." demesiyle birlikte yere düşmüş, omuzları sarsılarak ağlamıştı. Toprak, genç kızın düştüğü yerde ona sarılıp sakinleştirmeye çalışırken bir yandan da ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. Cemre kısa bir süre sonra kendini toparlayıp kalktığı gibi dümene geçmiş ve geldikleri yönde geri dönmeye başlamıştı. O ağlarken adam onun duygu değişimini izliyor, olanları çözmeye çalışıyordu. Ona sorsa bile cevap alamıyordu. Aklına gelen fikir ile kendini o an deli gibi alkışlamak istese de bunun için ne yer ne de zaman pek müsait değildi. Hemen gidip Cemre’nin yere düştüğünde elinden düşürdüğü cep telefonunu alıp alal acele ile Canan Hanımı aramıştı. İlk çaldığında cevap veren olmazken, telefonun ucundaki derin sessizlik genç adamın içindeki korkunun çığ gibi büyümesine sebep oluyordu. Durmadan, tekrar tekrar arıyordu. Neler olduğunu Cemre'den öğrenemese de birinden bir an önce öğrenmeliydi. "Lanet olsun! Bir Allah'ın kulu da açsın şu telefonu," diye bağırmaya başladığı sırada telefonun ucunda ağlayan bir ses duydu. "Neler oluyor böyle?" diye kendi kendine içinden söylenip homurdanırken telefonun ucundan gelen ses yeniden dünyaya gelmesini sağlamıştı.

"Canan teyze, iyi misiniz? Hasan amca?" derken ima dolu sesi binlerce soruyu içinde barındırıyordu. Toprak’ın bildiği karşısındaki kişinin ise anladığı gibi... Telefonun ucundaki ses bir kadına aitti ama o Canan Hanıma değildi.

"Toprak, oğlum ben Hacer teyzen."

"Hacer teyze, neler oluyor? Canan teyze nerede?"

"Oğlum, onlar hastaneye gitti."

"Hacer teyze, kime ne oldu? Yalvarırım susma, anlat."

"Oğlum, Hasan amcan..." Sesi kesilmiş tekrar hıçkırıklara boğulmuştu.

"Hacer teyze, Hasan amcaya ne oldu? Ne olur yaşıyor de, yalvarırım..."

"Bilmiyorum Toprak, Hasan amcan, o baygındı. İyi gözükmüyordu. Onu ambulans ile götürdüler. Canan Hanım ile Cantuğ'da onunla gitti..."

Duydukları içini dağlarken, korkusu önlenemez bir şekilde daha da büyümüştü. Toprak korkular içinde boğuşurken, geldiklerinin farkına bile varamamıştı. Cemre, motoru durdurup hemen aşağıya indi ve halatları bağladı. Tekneye tekrar atlayıp etrafta bir şeyler arıyordu. Panikle aradığı şeyi Toprak’ın elinde gördüğünde ise sorgusuz sualsiz genç adamın elinden hunharca çekip almıştı. Hiçbir şey söylemeden koşar adım tekneden atlayan Cemre’yi adam takip etmeye başlamıştı. Ardından koşar adım giderken genç kız elleri titreyerek telefonda birkaç numara tuşlamış ve biri ile konuşmaya başlamıştı. Toprak, arkasından koşup kolundan yakaladığı anda o hala telefon ile hararetli bir şekilde konuşuyordu.

"Tufan, hangi hastanedesiniz? Babam nasıl, durumu iyi mi?" Toprak, genç kızın yanına geldiğinde konuştuğu kişinin kuzeni Tufan olduğunu anlamıştı. Cemre, ne kadar güçlü çıkarmaya çalışsa da sesi titrek çıkıyor, gözlerinden akan boncuk gibi yaşlar yüzünü istila ediyordu. Duydukları hoşuna gitmemiş olacak ki kaşları çatılırken elinin tersiyle gözyaşlarını siliyordu.

"Tamam tamam oraya yakınım, hemen geliyorum ben," dediği anda kolunu tutan Toprak’a baktı.

"Toprak, bırak kolumu, inan şu an hiç sırası değil,"

"Cemre, izin ver..."

"Ne?"

"İzin ver, sadece, yanında olayım. Lütfen!" Dediği anda gözlerinin buğulanması ile acısının kendi acısı olduğunu hissettirmeye çalışmıştı. Toprak ona bakarken gözlerinden anlasın istiyordu. Baksın ve sadece anlasın. Yalnızca anlasın. Onun için yandığını, onunla yandığını anlasın istiyordu. Anlamasa da, ona güvenmese de, inanmasa da sadece izin versin istiyordu. Sadece izin versin, nefes olarak hissetmesine, yanında, hiçbir şey yapmadan öylece dikilmek, gözleri ile sıcaklığını hissettirip, yüreği ile desteğini hissettirmek istiyordu.

Şükürler olsun ki, sanki söylediklerini duymuş ya da hissetmiş gibi Toprak’a öyle bir baktı ki, o bakış genç adamın içine öyle bir işledi ki yaptığı tek bir tamam anlamında kafa sallaması ile dünyalar onun olmuş, dahası tüm evreni ona hediye etmiş gibi sevinmişti. O ana pek de uymayan sevincini, çocuksu coşkusunu içinde deli gibi yaşarken kolundan tuttuğu elini, yavaşça daha da aşağıya indirerek onun sıcacık elinden tutmuştu. Bu hareketi ile genç adamı az sonra denize atar diye düşündüğü gece gözlü yâri, onun bu hareketini görmezden gelerek, yapmadığını farz ediyordu. Toprak, yaşadığı anın şokunu henüz üzerinden atamadan onu çekmeye başlayan Cemre'yi takibe başlamıştı. Gittikleri yeri sorma gereği bile duymadan, yalnızca onu takip ediyordu.

“Eli elimde, yüreği gözlerimde atan gece gözlüm, ağlama be güzelim, ağlama artık... Sen ağlama be güzelim...” dilin dönmese de yüreği dönüyordu bu kelimelere…

***

Bulutların üzerinde yürür gibi hissedersiniz ya bazen, işte Toprak tam da böyle bir filmin içinde, başrolünde kendisi ve gece gözlü yâri... Hissettiği tam olarak da buydu... Yaşanan acı olayı çoktan unutmuş, bulunduğu andan duyduğu mutluluktan utanmadığını hissederken birden sevdiği kadının eli elinden hoyratça çekilmişti. Pardon çekilmedi, acımadan sıcacık varlığını ondan çekip alarak onu hiç de hevesli olmadığı onsuzluğa mahkûm etti. Ve the end, filmin sonu, eli elinden çekildi ve o sonsuz boşlukta yuvarlanırken bulutların üzerinden sert bir şekilde yere çakıldı. Elinden zalimce kurtardığı elinin esaretini ortadan kaldırırken genç adamın vücudundan da misafir olan sıcaklığını çekip almıştı. Toprak’ın vücudu bu sıcak ve bunaltıcı havanın ortasında buz kesmiş, adeta kendisinin kutuplarda bir don bir gömlek ile ortalarda kalakaldığını zannetmişti.

Hastaneye girerken Cemre elini adamın elinden çekip almıştı. Koşar adım hastaneye girdiğinde, danışmaya babasının ismini söyleyip, şu an nerede olduğunu sordu. Yoğun bakımda olduğunu öğrendiğinde soğukkanlılığını tekrar yitirmiş ve hıçkırıklarına engel olamamıştı. Nefes alıp verirken genç kızın zorlandığını hissetmişti. Cemre'nin yanına gidip onu sakinleştirmek için sarıldı. Tam sarıldığında sertçe bir kolun hışım ile onu çekip duvara çarptığını, duvar ile bütünleşen sırtında hissettiği acıdan fark etti. Söyledikleri ise hala kulağında çınlıyordu.

"Çek o pis ellerini kardeşimin üzerinden vasiyet avcısı, paragöz, adi herif!"

Kardeşim mi demişti o? O kadar kelime ve hakaretin arasından –kardeş- kelimesini nasıl çekip aldığını o bile anlamış değildi. Duvara çarpılması ve Cemre'den sertçe çekilmesi ile canı fena halde sıkılmıştı. Ne olduğunu, ne olacağını, önünü, ardını düşünmeden bir anlık öfke ile bir hamlede kendisine saldıran adamın yakalarına yapışmış, "Ne yaptığını sanıyorsun lan sen?" dediğinde bu yaptığının pek de mantıklı olmadığını yediği yumrukla yere serilirken anlamıştı. Cemre, hıçkırıklarına çığlıklarını da ekleyerek, "Dur ağabey yapma," diyerek ona sarılmıştı.

Kardeş, abi... Lanet olsun! Bu, adını sürekli duyduğu ama görme şerefine şu an itibari ile nail olduğu, Cemre'nin ağabeyi Cantuğ' dan başkası değildi. Toprak’ı attığı yumrukla un çuvalı gibi yere serip adeta ayağının altına paspas etmişti. Toprak’ı bir kenarda bırakan Cantuğ, Cemre'ye sarılmış onu sakinleştirmeye çalışıyordu.

"Canım benim, sakin ol, bir şey yapmayacağım, tamam güzelim sakin ol..."

"Ağabey, babam, babam nasıl?"

"O iyi tatlım merak etme..."

"Beni ona götür ne olur?" Cemre konuşmuyor sanki yalvarıyordu.

"Gel canım," diyerek ona sarılmış bir şekilde asansöre giderken yavaş yavaş Toprak’ın görüş alanından çıkıyorlardı. Pestil gibi serildiği yerden kalkmak için hareketlendiğinde kendisine uzanan ele ise ağzı ile gözlerini aynı oranda açarak, hayret dolu bakışlar ile bakıyordu. Ona uzanan el daha birkaç saat önce yumrukları ile yere yığdığı ve Cemre'nin kuzeni olan Tufan'dı. Durumları eşitlenmiş gibi kendisinin de ondan bir farkı kalmamıştı. Pis pis Toprak’a sırıtırken, hala genç adama kalkması için elini uzatıyordu.

Düşenin dostu olmaz derlerdi ama galiba Toprak düşmesi ile bir dost kazanmıştı. Kural tanımayan Toprak yine bir kuralı bozarak adını nereye yazdırdığını bile bilmeden ona uzanan ele tutunarak, yerle bütünleşmiş bedenini Tufan'ın desteğiyle kaldırdı.

***

(Üç gün sonra)

Dile kolay gelen ama, ömürlerinden ömür giden koskocaman üç gün geçmişti. Ömürlerinden ömür giderken tek bir olumlu cümle için kapılarda paspas oldukları ama olumluyu bırak beyaz önlüklü kasıntı heriflerden tek bir gelişme haberi alamadan ölüm gibi geçen üç gündü.

Hasan Bey, Toprak’ın içeriğini çok öğrenemese de oğluyla yaptığı konuşma sonrasında fenalaşarak aniden hastaneye kaldırılmıştı. Cantuğ'un yüzünden anlaşıldığı üzere konuşmanın hiç de iyi bir konuda olmadığı ve ona bakarken gözlerinde okuduğu düşmanca bakışları gördükçe bu konuşmanın tamamen vasiyet ve kendisi ile ilgili olduğunu anlamıştı. Toprak’ın orada olmasından hiç memnun olmayan Cantuğ'un aksine Cemre, Toprak’tan destek ve güç aldığını bakışlarından hissettiriyordu. Ve o bakışlar Toprak için tüm tehditlere, yumruklara dahası her şeye değerdi.

Bir yanı Cantuğ'a hak verirken bir yanı onu hiç tanımadan bu kadar ön yargılı olmasına kızıyordu. Tamam, Toprak sınırları fazlasıyla zorlamış olabilirdi ama onun da kötü bir niyeti yoktu ki, gerçi nereden bilecekti değil mi?

Cantuğ bir yana, Tufan'a attığı yumruğu yok sayıp ona yardımcı olmaya çalışması, dahası ona güven veren bakışlar göndermesi biraz olsun Toprak’ı rahatlatıyordu. En azından aileden birilerini yavaş yavaş kendine, duygularına inandırmayı başarabilmenin mutluluğunu yürekten yaşıyordu.

Aile üyeleri üç gün boyunca hiçbir şey yememişler, kantinden Toprak’ın taşıdığı kahve, çay, su üçlüsünü dahi geri çevirmişlerdi. Cantuğ'a ilk götürdüğü anda "Dalga mı geçiyorsun lan sen benimle," diyerek çay tepsisini kafasına geçirmişti ya neyse... Araya Canan Hanımın girmesiyle sadece kafasına yediği tepsiyle ucuz atlatmış olsa da Toprak Cantuğ’a da götürmeyi ihmal etmiyordu. Ne de olsa bu durumdan kendisini sorumlu tuttuğu kadar Toprak’ı da sebep olarak görüyordu. Pek de haksız sayılmazdı ya neyse... Babasını daha yeni kaybetmiş birisi olarak kaybetme, yitirme korkusunun ne demek olduğunu biliyor, dahası onu çok iyi anlıyordu.

Canan Hanım, Toprak’ın kafasına geçirilen tepsinin ardından, Cantuğ'u kenara çekmiş bir ton azarla yüreğini doldurmuştu. Cantuğ' da o andan itibaren genç adamı görmezden gelmişti. Hiçbir gelişme olmadan geçen günlerin ardından beyaz önlüklü soğuk adam durumun düzelmeye başladığını söyledi. Hep bir ağızdan derin bir "Oh..." çekerken, Cemre heyecanla, "Onu görebilir miyiz?" diye bir umutla ve çocukça coşkuyla konuşmuştu.

"Aslında şu an görmeniz pek uygun değil," dediğinde herkeste gözler koro halinde yere süratli bir şekilde iniş yaparken, " Ama hastamız gözünü açar açmaz, kızını görmek istedi." Dediğinde Cemre'nin gözleri ışıldamaya, dahası o gözlerden günlerdir dinmeyen yaşlar tekrar kendini boncuk boncuk bırakmaya başlamıştı. Gözlerinde atan yüreğini bakışlarında hissettiğinde, onun bir anlık mutluluğunun, Toprak’ın yeniden dünyaya gelmiş sevincine sebep oldu. Doktor, " İçeriye girebilirsin, hemşireler seni hazırlasın ama fazla durup onu yormak yok. Malum çok ağır bir kriz geçirdi, üzülmemesi gerekiyor." Dediğinde Cemre çocuklar gibi başını sallarken önce annesine sonra ağabeyine sarılıp koşar adım içeriye doğru yöneldi. Herkes derin bir oh çekerken yerlerine oturuyordu. Doktor Hasan Bey'in akşamüzeri odasına çıkartılacağını söyleyince içimiz daha da rahatladı.

***

(Bir saat sonra)

Cemre'nin suratı allak bullak olmuş bir halde babasının odasından çıktığında ne olduğunu hiç kimse anlayamamıştı. Yüzünde anlam veremedikleri bir ifade vardı. Kapıdan dışarıya çıktığı anda ne olduğunu anlayabilmek için Toprak koşar adım kapının önünde heykel gibi duran Cemre'nin yanına gitmişti. Tüm aile üyeleri de onunla birlikte hareket edip Cemre'den Hasan Bey ile ilgili gelecek iyi haberleri merak ediyordu. Herkes heyecan ile bin bir çeşit soru yöneltirken onun hiç iyi olmadığını genç adam fark etmişti. Perişan bir surat ifadesi ile Toprak’a bakarken genç kız adeta çevresindeki insanları görmüyor, duymuyordu. Transa geçmiş gibi herkesi yok sayıp yalnızca ona bakıyordu. Cemre’nin gözlerinden anladığı bir şey varsa o da şu an burada onlardan başkası olmadığıydı. Gözlerinde hissettiği tek şey, yeryüzünde yaşayan canlı varlıkların yalnızca “BİZ” olduğuydu.

"Cemre iyi misin?" diyen adamın sesi ile yeniden dünyaya, kalabalık insan topluluğunun içine birden bırakılmış gibiydi. Toprak’ın sesini duyar duymaz birden varlığını hissettiğini anlamıştı, zira o kalem gibi kaşları çatılırken gece gözleri kararmıştı. Bakışlarıyla içine işler gibi bakarken ağzından çıkan sözler yalnızca "Toprak, nüfus kâğıdını ver," olmuştu.

"Tamam olur," diyerek sorgusuz sualsiz, pantolonunun arka cebinden çıkardığı cüzdanının içinden nüfus kâğıdını ona doğru uzattı. Eline aldığı nüfus kâğıdını şöyle bir üstünkörü inceledikten sonra, kendine yöneltilen sorular ve şaşkın bakışlar arasından kalabalığı yararak hastane koridorunda ardında meraklı insan topluluğunu bırakarak ilerlemeye başladı. Toprak’ın köşeleriyle ün yapmış olan jetonunun beynine yaptığı "trink..." sesiyle kendine gelmiş ve oradan uzaklaşmaya başlayan Cemre'nin arkasından seslenmişti.

"İyi de nüfus kâğıdımı ne yapacaksın?"

Cemre önce durdu, sonra arkasından genç adamın anladığı kadarıyla derin bir nefes alıp verdi. Omzunun üzerinden, ona dönme gereği bile duymadan, attığı bakışıyla söyledikleri koridorda yankılanırken genç adamın beynine kelime kelime çivi gibi çakılmıştı.

"Babam hastaneden çıkar çıkmaz evleniyoruz. Nasıl yaptın bilmiyorum ama başardın. Tebrik ederim o çok istediğin mirasa sonunda kavuşacaksın." dediği anda Toprak daha ağzını bile açamadan Cemre çoktan uzaklaşmıştı.

Toprak, Cantuğ'un "Lanet olsun!" diyen sesini duymazlıktan gelmiş, duvarlara vurduğu yumrukları, öfkesinin keskinliğini görmezlikten gelmişti. Toprak ise genç kızın söyledikleri ile oracıkta taş kesilmişti.

"O evleniyoruz mu demişti? Yoksa bu kalbimin aklım ile birlikte bana oynadığı pis bir oyun muydu? Yok artık bu oyun, hayal ya da başka bir şey olsa Cantuğ böyle olmazdı, en azından ben böyle hayal etmezdim. Kahretsin bunlar gerçekti. Kahretsin mi? Yok, yok yaşasın, yaşasın... Ben Cemre ile gece gözlü sevdiğim Cemre’m ile evlenecektim. Allah'ım ne olur bu bir rüya olmasın. Rüya ise de beni uyandırma sonsuza kadar bu rüyada böylece sıkışıp kalayım.” Diye içten içe mutluluk nidalarını yükseltirken aklına hücum eden, 'Evleniyoruz ama nasıl? Bu nasıl oldu?' düşüncesi, coşkusunu, heyecanını ve sevincini yarım bırakırken Cemre'nin nasıl böyle bir karar verdiğini düşünmeye başlamıştı.

Ne oldu? Nasıl oldu da bu inatçı keçi onunla evlenemeye karar vermişti?

***

 

(Bir saat önce)

Cemre, babasına bir şey olma korkusu ile dolup taşarken o kadar içi yanmıştı ki günlerdir derbeder bir halde kendinden bir haber yaşıyordu. Yoğun bakımın kapısından içeriye girip hemşirelerin kendisine hazırlanması için yardım ettiklerini hayal meyal hatırlıyordu. Günlerdir o kadar çok şey düşündü ki; babasının ona ilk bisiklet aldığı anı, günlerce ona öğretme çabasını, her güçsüz düştüğünde gidip ona sarılışını, sarılamadığı anda uzağındayken ise telefona deli gibi sarılıp sesinden nasıl güç aldığını...

"Dik dur kızım," derdi ona "Dik dur, kimse karşısında eğilme, boynunu bükme..." derdi. Şimdi şu yoğun bakım kapısının ardında ona dik dur diyen babası yatıyordu. Her zaman ona güç veren, o dağ gibi adama güç verme sırası kendisindeydi. “Onun için dik durmalıyım,” diyerek korkak adımlarına titrek ellerinin kapı koluna teması ile açılan kapının ardında yatakta yatan babasını gördüğünde gözlerine inanamadı. Her yerinde kablolar vardı, daha fazla tutamadı kendini koşar adım hemen yanındaki sandalyeye oturup dikkatli bir şekilde ona zarar vermeden ellerinden öpmeye başladı.

"Babam..." diye ellerini öpücüğe boğarken duymak istediği o ses " Kızım..." diye kulaklarında çınlayıverdi, eliyle yüzünü yavaşça kaldırarak onun yorgun gözlerine bakıyordu.

"Babam çok korkuttun bizi, bir daha böyle kötü şakalar yapma bize..." Hıçkırıklarına engel olmaya, onu üzmemek için kendi ile büyük bir savaş veriyordu.

"Korkma kızım, yukarıdaki şöyle bir yokladı. Baktı ki daha torun torbaya karışmamışım sen git sonra gel dedi," onun muzip kıkırtısı genç kızın günlerdir per perişan olan suratını bile gülümsetmeyi başarmıştı. Biraz sakinleştikten sonra Hasan Bey, kızından sözünü kesmeden konuşmasını dinlemesini istemişti. Cemre, yorma kendini, daha sonra uzun uzun konuşuruz, dediyse de onu dinlemeye hiç niyeti olmadığını çatılan kaşlarıyla anlatmıştı. Cemre ise onun anlatacaklarını uslu bir çocuk gibi dinleyeceğini gösterir bir edayla şimdi babasının gözlerine bakıyordu.

"Cemre’m, gözümün nuru, kıymetli kızım benim. Cantuğ da sen de benim için o kadar çok değerlisiniz ki... Gözümü açar açmaz neden seni çağırdım biliyor musun?" dediğinde, bunun sebebini Cemre de deli gibi merak ediyordu.

"Çünkü korktum Cemre’m, bir defa sizinle doğru düzgün konuşamadan, vedalaşamadan, gözüm arkada kalarak gitmekten korktum. Kızım, belki sana saçma gelecek, belki de çok gereksiz ama bu konuşmayı yapamadan gidersem, bana bir şey olursa gözüm ardımda, sende kalacak kızım. Ben anneni çok sevdim kızım. Ona olan aşkımla birlikta sizin gibi ahlakı güzel iki çocuk dünyaya getirdik. Ağabeyine güveniyorum, kendini ya da ailesini üzecek birini gelin diye aile içine getirmez. Getirse bile bununla nasıl baş edebileceğini bilir. Ama sen kızım, sen ne kadar sert, güçlü görünsen de bir o kadarda kırılgansın. Dünya gözüyle mutlu olduğunu görmek, seni güvendiğim birine emanet etmeden bu dünyadan göçmek istemiyorum. Ben senin gözünde aşkı gördüm Cemre, belki kendine itiraf edemiyorsun ama bu aşkı ben sende gördüm. Yüreğinde aşkı filizlendiren, bu duyguyla tanışmanı sağlayan genç ise Toprak'tan başkası değil. Bu yüzden senin Toprak ile evlenmeni istiyorum."

"Ama Baba..."Duydukları asla duymayı düşünmediği şeylerdi. Daha fazla konuşmasını istemez gibi babası elini kaldırarak onu susturdu.

"Söylediklerimi düşün ve öyle karar ver kızım, şimdi kendimi iyi hissetmiyorum, dinleneceğim," diyerek gözlerini yorgun bir şekilde kapattı. Cemre, duydukları ile kendisinden isteneni kavramaya çalışarak o an, ona ait olmayan kütük gibi ayaklarını, ağırlaşan bedeni ile birlikte sürükleyerek genzini yakan ilaç kokusuyla hastane odasından çıktı. Yoğun bakımdan çıkarken artık duymuyor, görmüyor, hissetmiyordu.

“Olanlar kader miydi? Toprak, vasiyet, yaşananlar, rüyam ve babam...” Düşünceler aklı ile yüreğini boğmaya çalışırken gözleri onunla buluşturdu. Gördüğü, görmek istediği kişi yalnızca o, sadece Toprak'tı. Cemre, Toprak’ın kendisine yönelttiği sesiyle yaşadığı ana dönmüş ve alel acele aldığı bir kararla genç adamdan nüfus kâğıdını istedi. Saf oğlan, şaşkın ördek neden bile demeden sorgusuz sualsiz Cemre’ye nüfus kâğıdını uzattı. Cemre’nin, ayakta duracak takati kalmamıştı. Bacakları yüreğinden aldığı komut ile bilinçsiz belki de biraz amaçsız oradan uzaklaştı. Ta ki Toprak'ın sesini duyana kadar uzaklaşmaya devam etti. Onun sesiyle, ona itaat eden bacakları, onun verdiği komutlara adeta uyuyordu. Ona bir açıklama borçlu olduğunu düşünerek, Toprak’a evleneceklerini bildirip, bir nevi haber vererek ağabeyinin hışmına uğramadan oradan uzaklaştı. Daha fazla ne ona, ne ağabeyine, ne de arkadaşlarına bir açıklama yapacak gücü yoktu.

Yapabildiği en iyi iş olarak kaçtı, kaçarak uzaklaştı.

Loading...
0%