Yeni Üyelik
17.
Bölüm

17. Bölüm

@ugurluay

17.BÖLÜM (*** KARARLI NİKÂH***)

"Suskunum,

Sebebi sen misin?

Yoksa çıkmazdaki ben miyim?

İtiraf edemediğim,

İnkâr da edemediğim,

Yoksa deli gibi korktuğum yüreğimdekiler mi?"

(Beş gün sonra)

"Kızım, hala inanamıyorum ya... İşler bu hale nasıl geldi böyle? Aklım almıyor bir türlü ?"

"Selin konuşmayı kesip susma eylemini gerçekleştirirken bana yardım etsen diyorum. Daha hazırlanacak valizler var."

"Tamam sustum, sustum..." Daha bir dakika geçmemişti ki Selin'in sesi, yine ve yeniden Cemre’nin kulaklarını tırmalamaya başladı. Yaklaşık iki saattir, Selin’in bitip tükenmek bilmeyen soruları yetmezmiş gibi bir de evin içini inleten ciyaklaması yok muydu? Onu çağırmakla ne kadar büyük bir hata yaptığını Cemre yeni yeni fark ediyordu. Aslında genç kız yalnızca onu çağırmamıştı. Cemre’nin bir diğer dostu, kardeş yarısı, çocukluk arkadaşı Caner'i de çağırmıştı. Desteklerine o kadar ihtiyacı vardı ki... Her şey yoluna girecek, düzelecek, geçecek demelerine, kıza sarılarak güven vermelerine o kadar ihtiyacı vardı ki... Ama Caner gelmedi. Cemre’nin aldığı kararı öğrenince Cantuğ'dan farklı bir tepki vermemişti. Önce bağırıp çağırmış ardından da telefonu genç kızın suratına kapatmıştı. Cemre, Selin'i kapısında kızgın ve kırgın gözlerle kendisine bakarken gördüğünde, kollarını göğsünün altında birleştirmişti. Ayağını sinirden bir aşağıya bir yukarıya sallarken, onun yanında Caner'i de göremediği için büyük hayal kırıklığı yaşamıştı. Caner’i göremediği için içi acısa, yüreği burkulsa da Cemre onu anlayabiliyordu. Caner onun için Cantuğ'dan farksızdı, adeta öz ağabeyi gibiydi. Cemre de onun yaramaz küçük kız kardeşiydi.

Caner, küçük kız kardeşi olarak gördüğü Cemre’nin yaramazlıklarınızı bertaraf edip, kimseye sezdirmemek için yıllarca uğraşıp didindi. Yeri geldi kulağını çekti, yeri geldi bağırıp çağırdı. Bazen de yanlarına yaklaşmaya çalışanların ağzını burnunu kırdı. Selin, Caner ve Cemre, onlar birbirlerinin her şeyiydiler. Üniversitede yolları ayrılmış olsa da gönül birlikleri ve dostlukları bir ömürlüktü. Ömürlük dostlar canları yandığı kadar da can yakardı. Çünkü karşısındakinin canı kendi canıydı. Canı yanmasın diyeydi tüm bunlar...

Ve şimdi onların ufaklık kız kardeşleri, onlara göre hayatının hatasını yapıyordu. Cemre’nin onları dinlemeyeceğini adları gibi bildikleri için, küçük bir ihtimalle onu vazgeçirmek adına tavır yapıyorlardı. Cemre, adı gibi emindi Selin'de gelmeyecekti yanına ama Caner kendi gelemese de onu belli ki zorla göndermişti.

Selin gelince, Cemre hemen telefona koşup Caner'i aramak için yöneldiğinde, telefonuna ulaşamamıştı. Bilmiş edasıyla arkasından gelen Selin'in ukala bir tavırla "Boşuna arama, ulaşamazsın, en son görüşmenizden sonra öfkesinden telefonunu duvarda tuzla buz etmiş," dedi.

“Kahretsin ilk defa bu kadar sinirleniyor,” diye iç geçirirken Selin'in yine o kızgın ve açıklama bekleyen ses tonunu duymuştu.

"Caner'in haksız olduğunu söyleyemezsin değil mi Cemre?"

Genç kız, gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Aldığı nefesi geri verirken ruhunu teslim eder gibiydi. Nefesi ile birlikte ruhu da uçup gidiyordu sanki...

"Kahretsin Cemre, evlenmeyi düşündüğün adamın nasıl bir adam olduğundan haberin var mı senin? O adi herifin teki, daha birkaç ay öncesine kadar internette başka bir kız ile sarmaş dolaş fotoğraflarını buldum. Hiç mi araştırmadın bu adamı. Nasıl olur da böyle bir adam ile evlenme kararı alırsın Cemre... Söyler misin bana?"

Cemre, gözlerini tekrar açtığında ona kızgınlıktan ateş saçan gözlerle karşılaştı. Duydukları kulağından yüreğine acıyı hissettirerek delip geçerken daha fazla bu konuşmaya dayanacak gücü kalmamıştı. Kahretsin ki! Biliyordu, biliyordu o kızı... O fotoğrafları Cemre de görmüştü...

"Hulusi CANDAŞ'ın oğlu Toprak CANDAŞ, Türkiye'ye dönüş yapar yapmaz evleneceğini söylediği o kız..." beyninde onunla ilgili haberler, resimler, o kıza olan bakışları uçuşurken tükeniyordu... Biliyordu, ama yapacak bir şeyi de yoktu. Olan olmuştu ve şu saatten sonra elinden gelen hiç bir şeyi yoktu, çaresiz kalmış, eli kolu bağlanmıştı.

"Selin..." dedi.

Genç kızın acı dolu feryadı odanın içinde yankılanırken, gözünde tutamadığı yaşlarla koşarak ona sarılmıştı. Gözyaşlarına hıçkırıkları eşlik ederken, Selin’in şaşkınlıktan ne yapacağını bilemez olduğunu, Cemre onun öylece kalakalmasından anlamıştı. Selin, şaşkındı, hem de çok şaşkın... Demir gibi sert, kale gibi sağlam duran arkadaşı, dostunu belki de ilk defa böyle görüyor, ne yapacağını bilemiyordu.

Kırılgandı Cemre, Selin’in bile daha yeni tanıştığı kırılganlığı onu şaşkın bir ördeğe döndürmüştü. Biraz sakinleşmesini fırsat bilerek, az önceki hırçın tavrını bir kenara bırakıp anlayış dolu bir şefkatle ona bakarken Cemre’nin konuşarak içini dökmesini, anlatmasını sabırsızlıkla bekliyordu. Ve Cemre artık içinde taşıyamayacağı ve aklıyla baş edemediği tüm her şeyi olduğu gibi ona anlatırken gördüğü rüyaya kadar her şeyi ama her şeyi ona anlatmıştı. Genç kız, hıçkırıklarının arasında bir gülüp bir ağlayarak anlattığı olayları o ne kadar anlamıştı bilmiyordu ama onunla konuşmak Cemre’ye o kadar iyi gelmişti ki... Beynini, yüreğini, yaşadığı her şeyi onun gözleri önüne sermişti. O ise ona sadece sarılmış ve onu rahatlatmaya çalışırken teselli etmeye çabalıyordu. Kendini daha iyi hissettiği bir anda boynuna doladığı kollarını ayırıp kendisine olan bakışlarını süzüyordu ki gördükleri içinin daha fazla rahatlamasına yetmişti. Cemre, o gözlerde ne bir kırgınlık, ne bir kızgınlık nede bir öfke görmemişti. Selin’in gözlerinde genç kızın anlam veremediği bir ışık parlarken, onun hiç hazırlıklı olmadığı bir soruyu Cemre’ye sordu.

"Cemre, sen o ayarsız kütüğe âşık mı oldun?"

Lanet olsun! Bu, bu soru Cemre’yi zorlar, zorlamayı bırak onu yerin dibine çakarken, beyninden çıkan sesler dünyanın dört bir tarafından duyulurdu. Ne cevap verebilirdi ki Cemre bu soruya? Bu sorunun cevabını kendisi bile bilmiyordu ki... Uzun süren sessizliğinin ardından güç toplarken ne diyeceğini deli gibi düşünüyor ama bir türlü bulamıyordu. Ne konuşabiliyor ne de Selin’in gözlerine bakacak cesareti kendinde toparlayabiliyordu. Tam saçmalamanın dibine vurup, ortalığı karıştırarak aklını bulandırmaya niyetlenmek için ağzını açmıştı ki, "Ben, şey..." Daha devamını getirememişti. Selin, parmaklarıyla hemşireler gibi bir işaret yapıp "Şişt..." dedi. Cemre daha ne olduğunu bile anlayamamıştı ki "Yorma kendini, ben cevabımı aldım," diyerek Cemre’nin vermemiş olduğu cevabı almasıyla, genç kız tam bir serseme dönmüştü. Nasıl yani ya? Cemre ona bir cevap vermemişti ki, nasıl olurda o konuşmadan cevabı alırdı. Hem ne anlamıştı? Nasıl bir cevap beyninde yankılanmıştı? Oysa onun konuşmasına bile izin vermemişti. Of of of...

Tam saçmalamak adına yine ve yeniden ağzını açmaya çalışıyordu ki, ne yapacağını Cemre’nin gözünden anlayan arkadaşı, birden hareketlenerek ardında onu bırakıp, "Haydi, artık ne yapacaksak yapalım," demişti. Cemre’nin ağzı bir karış açık, oturduğu yerde bir hiç gibi kala kalmasını sağlamıştı.

Cemre’nin "Hah, ne?" diye kala kaldığı o sahne onun gerçek dünyaya dönüşü gibiydi. Evet, gerçek dünya... Aldığı ani bir kararla, haftalarca peşinden ayrılmayan adamdan tam kurtulmaya karar verdiği anda rüyasında görmesi ile birlikte kafası karışmıştı. Ardından gidiyorum dediği anda babasının rahatsızlığı ve Cemre’nin ani bir şekilde verdiği evlilik kararı...

“Lanet olsun günlerdir tek başıma evlilik hazırlığı yapıyorum. Gerçek dünyaya hoş geldin Cemre... Haydi, iş başına, daha bir yığın iş var ve ben böyle popomun üzerinde yayılarak oturmaya devam edersem babamın hastaneden çıkmasına hiçbir hazırlığı yetiştiremeyeceğim. Bu evlilik benim olamaz. Bu gerçek benim gerçeğim olmamalıydı.” diyerek haykıran Cemre’nin komik hallerine karşı şu an Selin sadece kahkaha atmak ile meşguldü.

***

Toprak, hastane koridorlarında, nüfus kâğıdı ile birlikte sırra kadem basan Cemre'den günlerdir haber alamıyordu. Daha doğrusu haber alıyor ama bir türlü ona ulaşamıyordu. Cemre, evleneceğiz deyip nüfus kâğıdını da alarak ortadan kaybolmuştu.

'Ne oldu? Nasıl oldu? Şimdi ne olacak?' diye içi içini yiyor ama kimseye hiçbir şey soramıyordu. Cemre'nin gidişinin ardından akşamüzeri Hasan Bey’i odasına çıkardılar. Hasan Bey, odasına çıkınca Cantuğ'u ve Canan Hanımı yanına çağırdı. Cantuğ odadan yüzü kireç gibi bembeyaz olmuş bir şekilde çıkmıştı. Toprak’ı öldürecek gibi öfkeli gözler ile onun dibinde bitmişti. İki yanında yumruk yaptığı ellerinin tırnakları, avuç içine batıp çoktan kanamaya başlamıştı. Parmak boğumlarındaki kızarma ve morarmanın arasından akan kırmızı sıvıdan bunu anlayabiliyordu. Ama Toprak kararlıydı, ne derse desin, ne yaparsa yapsın haklıydı. Sadece onu bir nebzede olsun anlaması için korkusuzca gözlerinin içine bakıyordu. Delirmiş bir halde, kırmızıyı görmüş boğalar gibi nefes alırken öfkesi Toprak’ı kızgın demirlerin üzerinde yürütüyordu. Ani bir hareketle sol eliyle onun yakalarına yapıştı. Toprak daha ne olduğunu anlamadan sırtını duvara sert bir şekilde temas ettirdi. Cantuğ, sağ yumruğunu kaldırıp onun başının sol tarafındaki boş duvara sert bir şekilde geçirdi. Toprak, yaşadığı bu anlarda gözlerini bile kırpmadan sadece onun ateş saçan gözlerinin içine bakıyordu. Alev alev yanan kızgınlığını Toprak soğuk bakışları ile yok etmeye çalışıyordu.

"Bunu sana ödeteceğim," dedi. Tükürür gibi konuşmasıyla onun ne demek istediğini Toprak anlamaya çalıştı. Her zaman ki köşeli jetonunun geç düşmesini beklerken bu sefer 'trink' diyen o sesi duyması ile onun ne demek istediğini çok iyi anlamıştı. Tam 'Sen ne diyorsun?' diye sormaya hazırlanıyordu ki, Cantuğ' da Cemre gibi o ilaç kokan koridorlarda yeri sarsarak bir hışımla çıkıp gitmişti. Etrafa yaydığı öfke ve tedirginlik gözle görülür derecede hissediliyordu. Yanından geçtiği her hemşire bir adım geri giderken, ondan kaçıyor dahası Toprak da dâhil olmak üzere herkesin tüyleri bu ortamdan dolayı diken diken olmuştu. Gözlerdeki tedirginlikten ve fısır fısır yapılan gizli konuşmalardan Toprak bunu daha iyi anlıyordu.

Toprak, eli ile çenesini sıvazlarken az önce Cantuğ'un onun üzerine yürüyerek çıktığı, Hasan Bey’in yattığı odanın kapısına derin bir şekilde bakıyordu. Kafasının üzerinde konuşma bulutları, içerisinde büyük soru işaretleri bariz belli oluyordu.

"Allah Allah... Hasan amcayı gören bir tuhaf oluyor. Hayırdır inşallah..." diyerek düşünceli bir şekilde kapıyı tıklatırken acaba bu kapıdan çıkınca bende nasıl bir değişim olacak diye düşünüp, hafif de tırsak adımlarla odaya giriyordu. Malum çıkan ya acayip derecede kendinden beklenmeyen kararlar alıyor ya da delici bir öfkeyle çıkıp, yakıp yıkıyordu. Toprak’ta da aşırı bir yumuşama olmasın sakın, girmese mi yoksa ya? Aferin Toprak kendi kendini gaza getirmek yetmedi şimdi de kendi kendini korkudan tir tir titretmeyi başardın. Tüm alkışlar ve tebrikler sana gelsin... Aferin sana ya, türünün son örneği deseler tüm parmaklar ona döner, o derece bir insandı kendisi...

***

Toprak, ürkek adımlarla girdiği hastane odasında titrek bir ruh hali içerisinde adımlarken gördüğü ilk yüz Canan Hanımın, solgun ve bitkin olmasına rağmen bir o kadar da huzur dolu gözlerine eşlik eden tatlı tebessümü oldu. Canan Hanım, Toprak’ı görür görmez, eli elinde olan Hasan Bey’e ufak utangaç bir bakış atıp onun elinin zarar görmesinden korkar bir halde ağır hareketler ile yatağın kenarına yerleştirip şefkat ile yüzünü okşadı. Az sonra geleceğini söyleyerek odadan ayrılmaya tam hazırlanıyordu ki, genç adamın yanından geçerken sıcacık şefkatini yüreğinde hissettiği, eliyle koluna narin güven dolu bir dokunuş yaptı. Toprak, bu dokunuş ile az önceki tüm korkaklığı üzerinden atarken, ruhunun titrek hali onun sevgiyle bakan gözlerine eklediği sıcacık tebessüm ile ortadan kaybolup gitmişti. Görevini yerine getirdiğini hissettiği anda Toprak, daha ne olduğunu bile anlamadan Canan Hanım rüzgâr hızıyla odadan çıkıp gitmişti. Bu aralar başına sürekli gelen şey yine başına gelmiş, ortada öylece kalakalmıştı. Neler döndüğünü çözmeye çalışan zavallı beynini haddinden fazla zorlarken Hasan Bey’in yorgun sesi, firarda olan tüm aklının paşa paşa başına geri dönmesini sağlamıştı.

"Toprak, oğlum ?" Gariban yaşlı ihtiyar kesin onun şapşallığının sebebini düşünüyordu. Kalbini ani bir toparlamanın ardından koşar adım, az önce Canan Hanımın kalkmış olduğu sandalyeye oturdu.

"Hasan amcam, nasılsın? İyi misin? Of çok korkuttun bizi ya... Ömrümden ömür gitti." Aklına ilk gelen sorular ile amaçsız ve bilinçsiz bir şekilde konuşmaya başladı. Hasan Bey, sözünü kesip onu kendine getirmese daha sabaha kadar konuşmaya devam ederdi herhalde...

"Oğlum, bir sus da... Yukarıdaki almadı ama sen sorularınla alacaksın bakıyorum da canımı." Dediği anda gözlerini bu şakacı ihtiyara hayret ile açarken ağzından çıkan şey sadece "Hah..." oldu. Toprak’a yaramaz çocuklar gibi göz kırpıp, "Yukarıdaki ile anlaşmamıza daha varmış, beni geri gönderdi. Torun tombalağa karış öyle gel karşıma dedi," derken yine o Toprak’ı şaşkına çeviren göz kırpmasını yapmıştı. Bu da yetmezmiş gibi kendine has ihtiyar kıkırdamasını kulaklarına doldururken onun bu halini ve tavrını gördükçe ruhunun rahatladığını hissetmişti.

Cemre ve Cantuğ'a rağmen, Canan Hanım ve Hasan Beyin yüzlerindeki huzur, sakinlik ve mutluluğu gördükçe yüreğindeki acabaları ve üzerindeki tedirginliği atmasını sağladı. Bir an odaya girdiğinde Çin işkencesine uğrayacağını düşündüren bir hayal gördüğü ise tamamen yalan, palavraydı... Tamam, birazcık, azıcık, ufacık korku hayalleri görmüş olabilirdi. Tamam ya, birazcık değil resmen oscarlık bir korku filmini yazıp, yönetip ve bizzat başrollerinde kendisi oynamıştı. O hayaller ile kapının önünde boğuşurken, ölüm kalım savaşı veriyordu.

“Boşu boşuna kasmışım kendimi ya...” derken içi gibi vücudu da çoktan rahatlamıştı.

***

"Yüreğim yüreğine hapsoldu,

Gözlerim senden başka diyar bilmez,

Nefsim nefesinin sıcaklığına esir,

Ben sende ben olmuşum ömür tomurcuğum..."

Toprak, Hasan Bey ile uzun ve koyu bir sohbet etti. Aklındaki tüm soru işaretlerinin cevabını ise şimdi daha iyi anlıyordu ki ondan başkası ona bu cevapları veremezdi. Hasan Bey, ona olanları anlatırken Toprak, 'Yok artık,' deyip ağzı bir karış açılırken, bazen kendini gülmemek için dudaklarını ısırır bir halde buldu. Ama gece gözlü yârinin, babası için onun ile evlenmek istediğini anlayınca içinde bir burkulma ardından da bir acıma hissi yüreğine çöreklendi.

“Lanet olsun, ben de benim için olabilme ihtimaline karşı, ihtimalcik bile olsa içten içe deli gibi sevinmiştim. Cantuğ'un tepkisi ise zaten beni önyargı ile tanıyıp, nefret eden ve sadece miras için olduğunu düşünen bir ağabey'e göre çok normaldi. Ama neden beni sevdiği için değil de babası için, ben bunu kaldırabilir miyim, dahası bu şekilde böyle bir evliliği taşıyabilir miyim? Bunu benim yüreğimin içi alır mı? Kabul edebilir mi? Ben o kadar güçlü müyüm?” Diye, düşünce girdaplarında kaybolurken kaşlarının çatıldığını fark etmemişti. Hasan Bey, anlattıklarına karşılık ondan bir cevap bekler gibi bakarken Toprak bunu kaldırıp kaldıramayacağı ile ilgili soruların girdabından gün yüzüne çıkmaya çalışıyordu.

"Aman! Haticeye değil neticeye bak," sağ elini havaya kaldırıp 'Boş ver' anlamında bir işaret yaptı.

Hasan Bey, onun yaşadığı bu duygu değişimi ile kafayı yemek üzere olduğunu düşünmeye başladı. Gözlerindeki tereddütlü ve tedirgin bakışlarından bunu çok iyi anlıyordu. Toprak, Hasan Beyin aklındaki düşüncelerin çoğunu seslendirmediğini fark ettiği anda Hasan Beyi rahatlatacak ondan beklediği cevabı ona vermişti.

"Merak etme Hasan amca, belki senin isteğin için evlenecek ama beni sevdiği için bu evlilikten vazgeçmeyecek. Güven bana..." dediğinde odayı ikisinin kahkahaları doldurmaya başladı.

***

"Yarın güneşin doğacağına inanıyorsam,

Bunun tek sebebi yarınımda sen varsın diye..."

“Sen benim sol tarafımdaki en derin sızı,

Sen benim sol yanımda bana hayat veren ahenkli ritim...

Sen benim aldığım emsalsiz soluk,

Beni hayata bağlayan can damarımsın..."

Günler günleri kovalarken, Trabzon kazan, Toprak kepçe Cemre'yi deli divane olmuş bir halde arıyorlardı. Onu en son gördüğü an ilaç kokan hastane koridoruydu. Ve o bir emri vaki ile adamın elinden çekip aldığı nüfus kâğıdı ile sırra kadem basmıştı. Evleneceğiz demişti ve puf ortadan kaybolmuştu. Nikâh için kan testini bile Canan Hanım aracılığı ile yaptırmıştı. Toprak, Cemre’nin yüzünü bile görmek istemediği acı gerçeği suratına sert bir tokat alarak ruhuna aldığı darbeler ile anladı. Anlamıyordu genç adam, ne bu tavırlar, sanki adam silah zoruyla evlendiriyordu onu. Tamam, birazcık, azıcık baba zoruyla olabilirdi ama... Of tamam ya tamamen baba zoruyla olabilirdi ama o da nihayetinde cani bir katil değildi. Neden ondan köşe bucak kaçıyordu? Toprak bir türlü anlam veremiyordu. Toprak’ın ne suçu vardı ki, tamam, dayanılmaz bir cazibesi vardı ama buda suç sayılmazdı ki... Hiç...

Toprak, iki gün önce hastane koridorunu arşınlarken, Canan Hanımın telefon konuşmasına tesadüfen kulak misafiri oldu. Tabi ki konuştuğu kişi Cemre'den başkası değildi.

"Kızım Allah aşkına böyle yapma. Toprak'ın ne suçu var." Ah Canan Hanım, yürü be kim tutar seni, Toprak’ın ne suçu vardı değil mi?

"Madem böyle bir karar verdin. Ona da haber versene kızım. Ne demek tek başına nikâh günü almaya gitmek..." Canan Hanımın kızgın sesinden anladığı kadarıyla karşı taraf hiç de onu dinler bir havada değildi.

Canan Hanımın, "Cemre, Cemre, alo Cemre..." sesi apansız bir şekilde koridorlarda yankılanırken karşısında Toprak’ı gören kadının yüzü anında kireç gibi oldu.

"Toprak... Oğlum..." sesi o kadar çaresiz, arada kalmış ve üzgün çıkıyordu ki, onu daha fazla üzmek istemese de kaşlarının çatılmasından ne kadar sinirli olduğunu anlamış, dahası yaşlı kadının gözlerinde ona hak veren bakışı yüreğinde hissettiği anda gönlü biraz olsun rahatlarken dudakları susmak bilmedi.

"Canan teyze Cemre, o nerede? Kaç gündür peşinde dolaşıp onu aramaktan sefil oldum. Nerede o?" Artık adamın dayanacak gücü kalmamıştı. Duyduklarının onu sinirlendirmesine aldanmış olsa da duyacaklarının onu çileden çıkaracağını bilemezdi. Daha ne olabilir derken yorgunluktan bitkin düşen Canan Hanımın elinden tutarak koridordaki koltuğa nazikçe oturttu.

"Oğlum, bırak biraz kendini toparlarsın."

"Canan teyze, yapma ne olur? Onunla konuşmam lazım. Olanları sen de biliyorsun." Yalvarıyordu, utanmasa ayaklarına kapanıp bu kız nerede diye ellerini ayaklarını öpecekti. Günlerdir onu görememiş olmak yüreğini yakarken, ruhu tarifi imkânsız ıstıraplar çekiyordu. Lanet olsun, adam ömrü hayatında böyle bir acı yaşamamıştı. Bu başkaydı, bambaşka... Soluk alıyorsun ama yaşamıyorsun, ruh gibi ortalarda dolaşırken kulaklarına dolan sesler çok ama çok uzaklardan geliyordu. Yüzünün gülmesini bırak, var olduğundan bile haberdar olmuyordu. Bu durum, çok farklı, bambaşka bir duyguydu... Allah düşmanının başına vermesin diyebileceği, o derece insanı vicdanı ile muhasebe ettirirken insanlığına dahi kavuşturuyordu.

"Oğlum anlıyorum seni ama seni şu an görmeye hazır değil. Ona biraz zaman ver lütfen!"

"Canan teyze, lütfen! Nerede o?" Adamın sesinin yalvarır tonda çıkması yaşlı kadının ona acımasını sağladı. Ve yine Toprak, Canan Hanımın gözlerindeki anne şefkatini gördüğü anda sıcacık onu sarıp sarmalayan o ses tonu ile konuştu.

"Oğlum, Cemre, o nikâh günü almaya gitmiş. Evlendirme dairesi..."Toprak, duydukları ile daha fazla orada duramayacağını anladığı anda yerinden alel acele koşar adım oradan uzaklaşırken Canan Hanımın, "Toprak..." diye haykırışlarını çoktan kulak ardı etmişti. Bir an önce ona yetişmeliydi. Onunla konuşup onu ne kadar sevdiğini anlatmalıydı. O başvuruyu, ona olan tüm hislerinin gerçekliğini öğrendikten sonra birlikte yapmalıydılar.

“Lanet olsun Cemre, böyle bir şeye yanında ben olmadan nasıl, hangi hakla kalkışırsın?” Bir an önce yetişmeliydi. O başvuruyu onun bir miras avcısı olarak görmeden, ona deli gibi âşık bir adam olduğunu bilerek başvurmalıydı. Kahretsin!

“Sana aşığım Cemre, sana deli gibi aşığım...” diye haykırırken etrafında ona deli görmüş gibi bakan hiç kimseyi umursamıyordu.

***

"Yandım, tutuştum, kül oldum...

Sen bana düştün düşeli,

Hasretliğime kavuştum kavuşalı,

Ben, ben olmaktan çıktım..."

Ve Toprak... Her zaman ki beceriksizliği ile Cemre'ye yine yetişemedi. Yetişmeyi bırak, Toprak resmen onun avuçlarının arasından kayıp gitmesine seyirci bile kalamadan, göz görmeye görmeye yine ve yeniden onu kaybetmiş, ona geç kalmıştı. Nereye gittiğini bilmiyordu. Telefonlarına cevap vermiyor, kesinlikle onunla görüşmüyordu. Toprak pes etti. Cemre’yi aramaktan vazgeçip hastaneden Hasan Beyin çıkmasını beklemeye başladı. Zira onların evine adım atması ikinci bir emire kadar Cantuğ beyefendi tarafından kesinlikle yasaklanmıştı. Eve girmeyi bırak adım dahi atamıyordu, kaç defa gizlice girmeyi denemiş, her defasında ızbandut gibi herifler karşısına cehennem zebanileri gibi dikilmişlerdi. Tabi Toprak durur muydu, dikildi aslan yiğit gibi karşılarına!! Dese yalan olur... Lanet olsun ayı gibi bir düzine adama nasıl karşı koyabilirdi ki? Hiç... En nihayetinde o da bir insan evladıydı canım... Tabi ki karşı koyamadı... Kuyruğunu kıstırmış kedi gibi hastaneye geri dönerken artık pes etmişti. Cemre'ye evlenmeden önce anlatmak istediği her şeyi evlendikten sonra bir bir anlatıp, adım adım ona kendini tanıtıp hayatına dâhil edecek dahası onun hayatına dâhil olacaktı.

Aldığı bu karar sayesinde o Toprak CANDAŞ, şu an Hasan Beyin evinin bahçesinde, damatlık içerisinde günlerdir görmediği Cemre’si ile evlenmek için onun ailesi, nikâh memuru ve Selin, Caner ikilisinin sinir bozucu asık suratlı hallerine aldırmadan sevdiceğinin aşağıya ineceği günü sabırsızlıkla bekliyordu. Hasan Bey daha hastaneden çıkmadan Cemre onsuz hazırlıklara başlamış dahası hepsini bitirmişti. İç güveysi gibi hissediyordu kendini. Toprak gelin almıyordu da, Cemre damat alıyordu sanki. Bu hikâye de her şey tersti ama genç adam biliyordu, nikâhları ile birlikte her şey düzelecek, bir düzene oturacaktı. Aile arasında küçük bir nikâh yapılacaktı. Bunu Cemre özellikle istemiş, ona sorma gereği bile duymamıştı. Başlarda bu durumu Toprak kafasına takıp fena halde kırılsa da Hasan Beyin söyledikleri ile aklı başına gelmişti. Cemre’si, onun hassas meleği, Hulusi Bey’in vefatının yeni olması ve Hasan Bey’in rahatsızlığı dolayısı ile düğün yerine nikâh yapmak istemiş. Onun anlayış abidesi meleği çok ani bir karar almış olsa da, Toprak’ı her şeyin dışında tutsa da yine onu düşünüp her şeyi en ince ayrıntısına kadar planlıyordu. Yaa Toprak bu kıza boşuna âşık olmamıştı...

“Ah babam, gör beni, duy beni, şükürler olsun babam, daha ben görmeden beni bütünleyen, eksiklerimi tamamlayan, yüreğimi aşkıyla, ruhumu sevgisiyle, aklımı insanlığı ile dolduran bu kızı şükürler olsun ki bir vasiyet ile karşıma çıkardın. Vasiyetin aşkıma can verdi babam... Ruhun benim yüreğim ile birlikte rahat etsin, sana söz kızın gibi gördüğün Cemre’mi başımın tacı yapıp hayatımın baş köşesine oturtacağım. Gönlümün tahtını ona vereceğim.” Toprak, içten içe yaptığı haykırışlarını bir yerden babasının duyduğuna inanıyordu.

Toprak, Cemre’yi o kadar özlemişti ki... Günlerdir onu görmüyordu. Evde olduğunu öğrendiği anlarda ise Cantuğ'un kapıya diktiği cehennem zebanileri yüzünden içeriye giremiyordu. Ama şimdi, şimdi günlerdir giremediği evlerinde, Hasan Bey’in izniyle adım atabildiği bahçede, vasiyet diye çıktığı yolda, aşkı bulduğu, huzuru tattığı yerdeydi. Her şey bir intikam ile başlamıştı. Nereden bilebilirdi ki o intikam ateşini vasiyet ile birleşip onu aşk ateşine atıp onun alev alev yanmasına seyirci olacaklarını...

Şu an yüreğinde uçaklar havalanırken, aklında havai fişekleri patlamaya başlamıştı. Zira şu an yaşadıkları gerçeğin çok ötesinde imkânsız bir hayal gibiydi. Aylardır kazanmak için savaş verdiği ve tamamen kaybettim dediği anda baba zoruyla bile olsa ona geri dönen Cemre... Hala aklı, yüreği, ruhu inanmıyor, inanamıyordu. Tüm bu yaşananların eşsiz bir rüya, bir hayal olmasından deli gibi korkuyor, her bulduğu fırsatta çaktırmadan kendi kendini çimdikliyordu. Tamam, itiraf ediyordu, kimsenin görmediği bir anda kuytu bir köşede, rüyada olma ihtimalini düşünerek kendine okkalı bir tokat atmış olabilirdi. Ama olsun... Toprak’ın yüreğine düşüp ona sahip olan Cemre’si her şeye değerdi...

***

"SAR(I)LMAK

Sol yanın sağ yanımda can bulduğunda nefes alıyorum,

Bana sarıldığında hayat nedir anlıyorum,

Kalbin sağımda yerini aldığında, sol yanımda atmaya başlıyor,

Sen sarıyor, ben sarılıyorum, aşkımız can buluyor...

Sarmak, sarılmak nedir?

Seninle anlıyorum..."

Ve işte o an...

'Kalp krizi mi geçiyorum ne?' diye iç geçirdi. Toprak, sağ eli ile yerinde olup olmadığını kontrol ettiği sol yanına doğru hızlı bir geçiş yaptı.

'Ah kalbim,' Biraz daha bu hızda çarparsa daha nişanlısını, müstakbel eşi olarak göremeden tahtalıköyü boylayacaktı. Cemre’yi bir kuğu gibi beyazlar içinde Cantuğ'un kolunda zarif bir halde kendisine doğru gelirken gördüğü an, onu bir şaheseri izler gibi izliyordu.

“Allah'ım bu kız ben görmeyeli daha da mı güzelleşti. Yoksa benim özlemim yüreğimi katletmeye mi başladı? Anlayamadım... Anlamaya uğraşacak da hiç vaktim yoktu. Onun enfes güzelliğini izlemek varken gereksiz sorular ve cevapları ile aklımı bulandıramazdım.”

Meleği, beyazlar içinde ona doğru gelirken, Cantuğ'un asık suratı, öfkesiyle çatılan kaşları ve sinirden atmaya başlayan damarını ise görecek hiç hali yoktu doğrusu... Tamam, görmüş olabilirdi ama meleğinin eşsiz güzelliği ile ona doğru gelirken bunu sorun edecek yada çözüm arayacak ruh hali içinde hiç değildi. Zamanı var, her şey gibi Cantuğ'un da onu anlamak için zamana ihtiyacı vardı. Meleğine verdiği değeri ve aşkının büyüklüğünü anladığı zaman çok iyi bir dost olacaklarına yürekten inanıyordu. Ama şu an değil... Sırası hiç değildi...

Cantuğ ve Cemre, Toprak’ın yanına geldiğinde, Cantuğ ağzından tıslama gibi bir ses çıkarırken, "Onu üzersen seni üzmem, bu dünyadan silerim. Seni de sülaleni de yeryüzünden yok ederim," tehditlerinin hiç de yabana atılır cinsten olamadığını gözlerinden anlayabiliyordu. Cidden bu adam deliydi ama bilmediği bir şey vardı. Gece gözlü hırçın güvercinini, meleğini bile isteye üzerse ona gerek kalmadan kendi varlığını bu dünyadan kendi elleri ile siler atardı. Ama ona bunu söylemedi. Gerek duymadı. O bunu zamanla yaşadıkları hayatı görerek, hayatlarına dâhil olarak anlayacaktı. Söylenen sözler gereksizdi. Toprak bunları dili ile değil yüreği ile dillendirecekti. Yüreğinden coşan aşkını gözlerinde hissedeceklerdi. Ama var, daha zamanı vardı. Öfkelerinin dinip onu anlamalarına, aşkının büyüklüğünü fark etmeleri için daha zaman vardı. Bu yüzden sadece tamam anlamında bir kafa işareti yaparak gözlerini kendisinden kaçıran müstakbel eşinin elini ağabeyinin kolundan alıp elleri titreyerek kendi kolunun üzerine nazikçe yerleştirdi.

Ve beklenen o an... Tüm varlığı ile deli gibi istediği sona doğru adım adım birlikte kol kola nikâh memuruna doğru ilerliyorlardı.

“Surlarını yıkıp kalesini fethetmeye karar verdiğim asi güvercinim... Şimdi sen benim eşim mi olacaksın? Sen kurduğum en güzel hayalken, sen benim imkânsızım iken şimdi benim ölesiye istediğim gerçeğim mi olacaksın?”

"Dilim vasiyet dese de aldanma sen ona,

Gönlüm şimdi olduğu gibi her daim Cemre’m diye haykıracak...

Sen sevdamı görmezden gelsen de fark etmez,

Ben sana öyle bir öğreteceğim ki,

Tüm ezberin bozulacak,

Aşkım ile adını bile unutturacağım sana..."

Toprak, şu an arabaya binmiş İstanbul'a, evlerine doğru yol aldıklarına hala inanamıyordu. Haftalardır süren mücadele, bitti dediği anda dünyasına doğan bir umut ışığı ve o umut ışığının ona getirdiği gözünün nuru Cemre’si... Onun, hala bu dönüş yolunda, yanında olduğuna, hem de eşi olarak yanında bulunmasına bir türlü inanamıyordu. Günlerdir öfkeden delirmiş olsa da, deli gibi onu ararken sinir krizleri geçirse bile ona bir türlü yetişememiş, her zaman olduğu gibi geç kalmış, ortalığı her defasında birbirine katmış olsa da yanındaki yüreğinin sahibi melek yüzlü sevdiği kadına bakınca tek bir kelime dilinden dökülüyordu.

"ŞÜKÜR." Rabbine şükür ediyordu. Onu ona nasip ettiği için, onu yoluna çıkarıp Toprak’ı kendine getirdiği için şükür ediyordu. Varlığı ile kendi varlığını anlamasını sağladığı için Rabbine binlerce kez şükür ediyordu.

***

Saatlerdir süren sessiz yolculuk Toprak’ın giderek canını sıkmaya başlamıştı. Tamam, Cemre şu an ailesinden ayrıldığı için üzgündü ama bir an önce konuşmaları gerekiyordu. Normalin tamamen dışında, hatta olasılık dışı bir evlilik yapmışlardı. Tüm hazırlıkları tamamen genç adamı soyutlayıp, onu yok sayarak kendi başına yapmıştı. Damatlığını bile kendi seçip adama ulaşmasını sağlamıştı. Buna sevinmedim dese yalan olurdu hani... Damatlığı gönderdiğini gördüğü anda kendisini kabullenmeye başladığını hatta belki de için de, yüreğinin ufacık bir köşesinde belki bir kıpırdanma, bir hareketlilik var diye umut etmişti. Nede olsa umut dediğin şey fakirin ekmeği değil miydi? Toprak’ın payına ise bayat ekmek kırıntıları kalmış olsa da, olsun, genç adam ona bile razıydı... Yolun ucundaki Cemre ise o yolun dikeninin olması adamı caydıramazdı, çünkü o her şeye değerdi.

Daha fazla bu ölümcül sessizliğe ve kan donduracak sakinliğe dayanamayan yüreği, onun günlerdir ve şu an düşündüklerini öğrenmek için apansız bir şekilde arabanın içinde yankılanan sesi ile yol alamaya devam etti.

"Cemre?" Toprak’ın sesi, genç kızın adını zikretmiş olsa da taşıdığı anlam, içinde barındırdığı soruları oda Toprak gibi anlamıştı. Hiddetiyle ortamı kesip atan delici bakışlarını bir an genç adama çevirdikten sonra hiçbir şey söylemeden tekrardan önüne çevirdi. Bu hareketi adamın canını sıkmıştı. Daha fazla bu can sıkıcı duruma dayanamamış ve ani bir fren ile arabayı sağa çekti. Arabaların pek de güzergâhı olmayan ıssız bir yerde olmaları ise tamamen onlar için şanstı. Bu şans denen velet arada bir Toprak’ın iyi ki görüş alanına giriyordu. İşte buda o anlardan sadece biriydi. Ender vakalardan sadece biriydi.

"Sen, sen ne yaptığını sanıyorsun ayarsız kütük..." Yaptığı ani fren ile Cemre’nin öne doğru savrulmasına engel olamamıştı. Gerçi adam bunu biraz da bilinçli yapmıştı. Titreyip, kendine gelsin istiyordu artık... İstediği tam olarak da buydu.

"Aaaa çok ayıp insan hiç sevgili kocasına kütük der mi?" Onun biraz olsun kendine geldiğini hissettiği anda ona belki de özlemiş olabileceği konuşma tarzı ile cevap vermişti adam. Malum bu onların anlaşma yöntemleriydi. Anlaşmazlıklar üzerine kurulu bir anlaşma tarzları vardı. Farklı canlılardı nihayetinde.

"Toprak, şöyle söyleme sinirlerim zıplıyor."

"Neden yalan mı?" Bir kaşını havaya kaldırıp Cemre’yi daha da zorlayarak konuşmasını sağlamalıydı. Yoksa bu kızın damarına basmazsa kesinlikle konuşmayacaktı. Sinirlerini alt üst edip düşüncelerini öğrenmek zorundaydı. Yoksa bu iş içinden çıkılmaz bir hal almaya başlayacaktı.

"Toprak..." Sesinin hiddetti gözle görülür elle tutulur cinstendi.

"Eeee yeter artık be Cemre... Neler oluyor? Ne yaptığını sanıyorsun sen?" İşte buda Toprak’ın artık zıvanadan çıkmaya başladığı anların işaretiydi. İnsan evladıydı o da sonuçta, sabır dediğin de bir yere kadardı canım.

"Toprak şu an konuşmak istemiyorum." Ellerini göğsünün altında birleştirip, gözlerini ondan ayırırken o bakışlar boş bir şekilde anlamsızca camdan dışarıya doğru yöneldi.

“Neydim? Kimdim ben? Allah aşkına yeter ya...” diye adam iç geçirdi.

"Ah pardon! Her şeyin sizin emirlerinizin doğrultusunda gerçekleştiğini unutmuşum. Sen istersen konuşursun, istemezsen konuşmazsın. İstersen evlenir, istersen ortadan kaybolursun değil mi?"

"Yeter, yeter artık Toprak sus..." dediği anda havanın karanlık olmasına bile aldırmadan arabadan bir hışım ile aşağıya indi. İndiği hız ile kapıyı göçerir gibi çarpması ise cabasıydı. Bu kıza birinin araçların insanların kullanma ölçütlerine göre yapıldığını söylemesi gerekiyordu. En nihayetinde güç gösterisi gariban araçların üzerinde yapılmamalıydı. Of ne saçmalıyordu ya.

“Bu kız beni deli edip tımarhaneye yatırtacak. Şimdi ne demeye it ürümez kervan yürümez bu yerde arabadan inmişti.” Öfke ile dilinden dökülen kelimeler ile Toprak bir anda kendini arabadan dışarıya attı. Sinir ile yürüyen Cemre'nin kolundan tutup canının acımasını bile düşünmeden sertçe kendine çekti. Vücudunun Toprak‘ın vücuduna çarpışı kızın canını yakmış olmalı ki hafif bir inleme adamın kulağını cızıltı gibi doldurmuştu. Kendini toparladığı anda elleriyle ondan beklenmeyen bir kuvvetle Toprak’ı geriye doğru ittirdi. Bu kızın böyle anlarda oluşan deli gücüne hayran kalmamak elde değildi. Bazen yanında hafiften tırsmıyor da değildi hani... Ondaki artık deli gücü müydü boğa gücü müydü? Bilememişti doğrusu...

"Lanet olsun Toprak! Konuşmak istemiyorum. Bunun nesini anlamıyorsun," onun bu tavrı adamın sakinleşmeye başlayan öfkesini tekrar körüklemiş, sinirlerini daha da bozmuştu. Artık kendini de öfkesini de kontrol edemiyordu. İki elini de havaya kaldırarak günlerdir içinde biriktirdiklerini kusmaya başladı.

"Tabi canım Cemre Hanım konuşmak istemiyor. Toprak kim ki zaten? Gel Toprak, git Toprak... Gidiyorum Toprak... Evleniyoruz Toprak..."

"Toprak... Kes artık saçmalamayı..."

"Doğru, hep ben saçmalarım zaten değil mi? Sen bayan doğru, bayan mükemmel…Sen her şeyin en iyisini, en doğrusunu bilirsin zaten..."

"Toprak... Konuşmak mı istiyorsun?" Şimdi bu kız bunu söylerken onun dibine kadar gelmişti. Ve o gözler, onun ateş saçan gözlerinin içinde kaybolmaya başlayıp ruhunu okşuyordu. Bir ademoğlu Toprak, o buna hazırlıklı mıydı acaba? Hiç sanmıyorum.

"E-Evet, artık konuşmak istiyorum. Konuşmamaya yeminli, lal olmuş dilinin ve küskün olan yüreğinin mührünü çözmeni istiyorum." O mantığa uygun duygusal cümleyi kekeleyerek de olsa kurmayı başarabilmişti.

“Vay be... Ben neymişim be...” kendi kendini içten içe yüreklendirmekte pek de geç kalmadı.

"Tamam, konuşalım o zaman..." derken burnunu kendinden emin bir şekilde havaya kaldırmış adamın gözlerinin içine ters ters bakıyordu.

‘Ah be güzelim bakma bana öyle, ruhum eriyor, bakma bana öyle...’ genç adamın o bakışlara içi gidiyordu, yüreği eriyerek parçalara yarılıyordu.

"Cemre, evleniyoruz dedin evlendik. Sen benim eşim, en kıymetlimsin artık neden bana düşmanınmışım gibi davranıyorsun. Ben buna dayanamıyorum, artık kaldıramıyorum. Benimle açık konuş lütfen!"

"Tamam, seninle açık konuşuyorum Toprak," dediği anda adamın dibinden ayrılmadan, gözlerine anlam veremediği bir ışık, sanki farklı bir umut pırıltısı ile bakıyordu. Ve Toprak onu şu an idrak edecek ruh hali içerisinde değildi. Dağılmıştı. Gördüklerine değil duyduklarına inanacaktı. Bu yüzden onun gerçek düşüncelerini öğrenene kadar Cemre'sini elinden geldiğince zorlayacaktı.

"Bak Toprak, seninle evlendim. Bunun sebebini öğrenmiş olmalısın." O kavisli kaş yukarıya kalkerken adam genç kızın her anını her hareketini takip eder olmuştu.

"Evet, ama... Sonuçta evlendik değil mi?"

"Lütfen! Lafımı kesme Toprak... Çok düşündüm. Nasıl olur? Nasıl gider diye çok düşündüm. Evet evlendik. Ama bu evlilik yalnızca babam ve baban için yapıldı. Benim için ağabeyim ile tartışmışlar ardından da babam benim yüzümden kalp krizi geçirmiş. Ben onu kaybetme korkusunu yaşadığım an öldüm Toprak. Diri diri toprağa gömüldüm. Ömrüm boyunca böyle bir acı yaşamadım ben... Onunla o hastane odasında konuştuğum an onu birazcık olsun üzmek istemedim. İtiraz etmedim, karşı gelmedim, yalnızca babamın isteklerine boyun eğdim. Onun sözleri, konuşmaları, istekleri karşısında boynumun kıldan ince olduğunu bir kez daha anladım. Hiçbir şey babam ve annemin mutluluğundan daha önemli değil. Bu benim bir ömürlük mutsuzluğum olsa bile... Ben bir daha o hastane odasında babamın, benim yüzümden yatmasını istemiyorum. Buna dayanamam, anlıyor musun beni? Evet, seninle evlendim. Bir gün biriyle evlenecektim, o imzayı ilk ve son olarak sonsuza kadar ömürlük bağlandığım eşim için atacaktım. Ama olmadı?"

"Ne?" Bu da ne demek şimdi?

"Bak Toprak, bu evliliği bir iş anlaşması gibi düşün," genç kızın söyledikleri kabul edilir şeyler değildi. Adamın duydukları nabzının hızlanmasını, öfkesinin yüzümde can bulmasına, nefesinin düzensizleşmesine sebep oldu. O iş anlaşması mı demişti ona? Neler saçmalıyordu bu kız böyle.

"Ne?" Toprak’ın ağzından çıkan ve çıkabilecek en bilinçsiz ama en mantıklı şey buydu. Kalbi kulaklarında atarken, ruhunun zangır zangır titrediğini en sarsıcı bir şekilde hissediyordu.

"Duydun beni! İş anlaşması, bir sözleşme olarak farz et. Bu gerçek bir evlilik değil, asla da olmayacak. Aklına farklı bir şey gelmesin diye bu işin tamamen dışında tuttum seni. Sana sorma gereği duymadım. Senin zaten Trabzon'a geliş sebebin belliydi. Yüzünü hiç görmediğin, adını bile bilmediğin bir dağ kızı ile senin deyiminle yağlı kapıyı bulup bırakmayacak bir kız ile babanın mirasını almak adına evlenmek için gelmiştin. Daha beni görmeden evlilik kararı almış birine, benimle evlenir misin diye bir soru sormak bence çok saçmaydı, çünkü sen dünden razıydın. O yüzden de sormadım. Haksız mıyım Toprak? Sen, sen sadece miras için gelmedin mi buralara kadar? Benimle sadece o para için evlenmek istemiyor muydun? Bana âşık olduğun palavraları ise sadece beni ikna etmek için sıkmadın mı?"

O kadar umarsız konuşmuştu ki Cemre, Toprak tükenmişti. Gözünün önünde adamın çöküşünü görmüyordu. Bu kadar mıydı Toprak onun gözünde? Hiç mi gözünde görmemiş, yüreğimdekileri hissetmemişti? Hiç mi ruhunu titretememişti? Toprak onu kendi hayatına dâhil edip onun hayatına dâhil olma planları yaparken onun bu söyledikleri, adamın sesini kısmış, yüreğinde depremler yaratmış, hayallerini enkaza çevirmişti. Yaşayan ölünün ete kemiğe bürünmüş bir hali varsa, işte şu an o insan tamda Toprak oluyordu. Sanki her şey durdu, hayat onun acısı ile birlikte akmayı bırakıp donup kalmıştı. Kendini kocaman dünyada bir hiç gibi hissediyordu. Cemre ondan bir cevap beklerken, Toprak boş gözler ile hissizleşmiş sadece ona bakıyordu. Daha fazla bekleyemeyen Cemre acımasızca yaptığı konuşmasına devam etti. Toprak’ın vücudu hareketsiz bir et yığınına dönerken, kulaklarına onun sözleri dolarken, yüreğini yırtarcasına darbe üstüne darbe alıyordu.

"Neyse işin özü şu, o çok istediğin ve uğruna kendini yollara verdiğin değerli paracıklarına kavuşacaksın, ben ise hem babamın hem de Hulusi amcanın benden isteğini gerçekleştirip babamı mutlu ederken, babanın ruhunun rahat etmesini kavuşmasını sağlayacağım. Bir nevi babalarımızın huzuru için yapılan bir anlaşma gibi gör bu durumu. Evlilik yalnızca kâğıt üzerinde kalacak, haklarımız ve hayatlarımız bize özel, bu anlaşmaya dâhil değil."

Toprak, bu kızın daha ne kadar saçmalamaya devam edeceğini gerçekten merak ediyordu. Durdurmadıkça resmen çığır aşmıştı. Bu ne demek oluyordu böyle Allah aşkına ya... Aklı firarda yüreği isyanlarda...

“Allah'ım sen bana sabır ver Ya Rabbim...” diye sessizce fısıldamıştı. Toprak gözlerini kapatmış, derin derin nefes alıp verirken sabrı yüreğinde tespih gibi çekerken Cemre yakıcı ve yıkıcı konuşmasına devam ediyordu.

"Zaten babam kendini toparladığında benim seninle mutlu olamadığımı görecek, sonra da denedik ama olmadı der boşanırız. Senin vasiyetinde boşanma ile ilgili bir madde olmadığını biliyorum. Dolayısıyla sen benden ben de senden sonsuza kadar kurtulmuş oluruz."

"Ne? Yok artık ya... Ne boşaması? Ne kurtulması? Ne saçmalıyorsun sen Cemre?” Duydukları ile adamın gözleri irileşmişti, utanmasa sinirinden ağlayacaktı artık...

"Ömrümün sonuna kadar seninle evli kalacağımı sanmıyorsun herhalde... Hem, hem sende o yurt dışındaki sevgiline geri dönersin..." Sevgilisi mi? Kahretsin ne sevgilisi? Bu da nereden çıkmıştı şimdi?

“Bir dakika ya, onun sesi kırgın mı çıkmıştı. Onun o gül yüzü yere mi bakıyordu yoksa bana mı öyle geliyordu. Az önceki umarsız ve acımasız konuşmasının yerini can sıkıntısı mı eklenmişti? Of Toprak saçmalıyorsun artık daha evleneli kaç saat oldu kız senden boşanma kararı almış sana bildiriyor. Şimdi utanmasam eski sevgilimden beni kıskandığını düşüneceğim. Yok artık... Hem bu kız kimden, nerden öğrenmişti eski sevgilimi? Yoksa hala sevgilim mi sanıyordu onu?” bin bir düşünce ve soru işareti beyninde dolanırken dili ancak," Bunu sen nereden biliyorsun?" demeye dönmüştü. Bir kaşını havaya kaldırmış onun vereceği tepkiyi süzer halde buldu adam kendini. Belki bir umut kırıntısı bulup düşmemek için deli gibi ona sarılırım diye her tepkisini ölçmeye çalışıyordu.

"Toprak, konumuz bunu nereden öğrendiğim değil, benden boşanınca istediğini yapmak da özgürsün. Sadece benimle evli olduğun müddetçe o kızla görüşme yeter..."

"Cemre, yeter artık ne saçmalıyorsun sen ya? Hem..."

Cemre, Toprak’ın cümlesini bitirmesine bile izin vermeden konuşmaya başladı. Bir kere de dinlese ne olurdu acaba?

"Yalan mı? Her şeyi miras için yapmadın mı? Sevgilin varmış ya, sevgilin varken gelip benim ile evlenmeye kalktın ya..." İşaret parmağı ile adamın göğsüne her kelimede bastırırken, gözleriyle ondan bir şeyler bekler gibiydi. Hayatına girdiğini bile unuttuğu, adını bile hatırlayamadığı o kızın varlığını Cemre'sinden duyduğunda açıkçası afallamıştı. O nereden biliyordu ki, hem ondan önceki hayatını yok saymış, yaşanmamış farz ediyordu. O nereden öğrenmişti ki bunu, sonra ona bir ara sormayı aklının köşesine not ederken, daha fazla sinirlerine hâkim olamamıştı. Madem inatla ona âşık olduğuna inanmıyordu, adamın sözü onun yüreğine etki etmiyordu. “Tamam, o zaman onun istediği gibi olsun,” diye iç geçirirken çoktan kararını vermişti.

" Evet, her şey miras içindi."

Beş kelime, yalnızca beş kelimeydi adamın ağzından çıkanlar ama onunda Toprak’ın da öfkelerinin üzerine bir kova soğuk su dökülmesini sağlayarak içlerindeki ateşi söndürmeye yetmişti. Cemre’nin, adamın göğsündeki işaret parmağı duydukları ile donup kaldı. Ve o gözlerde Toprak bir an hayal kırıklığını gördü.. Yok artık, niye hayal kırıklığı olsun ki... Olsa olsa duyduklarının ondaki gerçeğiyle yüzleşmesinden dolayı gönlünde oluşan rahatlama olurdu.

"Yani kabul ediyorsun," onun sesi titrek mi çıkmıştı? Yok canım ona öyle geliyor olmalıydı. Bir dakikalığına kaçırdığı gözlerindeki ışıltının sebebi henüz dolmaya başlayan yaşların habercisi olamazdı değil mi? Yanılsama, yanılsamadan başka bir şey değil, görmek istediklerini hayal kurarak beyninde uyduruyordu. Bir hışımla ona arkasını dönen Cemre, alaylı gülüşüne ukala tavrını da ekleyerek konuşmaya başladı.

"Biliyordum, senin tek derdinin para olduğunu biliyordum. Teşekkür ederim beni yanıltmadığın için..." dediği anda Toprak’ı ardında bırakıp hızla arabaya bindi. Onun bu hareketinden konuşmanın artık sona erdiğini adam anlamıştı. Her zamanki gibi genç kız bir açıklama zahmetine girmemiş, gerek görmemişti. Şu sıralar konuşmadan anlaşmaya mı başlamışlardı ne? Yoksa ona mı öyle geliyordu, anlayamıyordu.

Toprak, genç kızın arkasından arabaya yönelirken aklından geçen bin bir planı nasıl teorikten pratiğe geçirebilirim diye düşünüyordu.

“Ah be gece gözlü nazlı yârim, sözüm ile yüreğine tesir edemedim. Ama olsun bundan sonra yaptıklarım ile hem yüreğine hem de hayatına tesir edeceğim. Ben senden asla vazgeçmezken, senin vazgeçilmezin olacağım. Ve inan bunun nasıl olduğuna sen bile inanamayacaksın. Farkına bile varamadan senin içine ilmek ilmek işleyeceğim kendimi. Aşkımı yüreğine yavaşça nakşedeceğim. Bilmiyorsun be güzelim, benim aşkım ölümüne edilmiş bir yemin gibi... Bilmiyorsun ama öğreneceksin. Öğrendiğinde sen de beni seveceksin.”

"Nefesimin sıcaklığını yüreğinde hissettiğinde,

SEN AŞKIMI TADACAKSIN,

Öğreneceksin güzel gözlü nazlı yarim,

Ve öğrendiğinde sende beni SEVECEKSİN..."

Loading...
0%