Yeni Üyelik
18.
Bölüm

18. Bölüm

@ugurluay

18.BÖLÜM(***OYUN İLE YÜZLEŞME***)

Cantuğ, başını elleri arasına almış kafasını deli gibi sıktırıyor ve son günlerde olanları kafasında mantıklı bir çerçeve içine yerleştirmeye çalışıyordu. Ama olanları düşündükçe içinden bir türlü çıkamıyordu. Oğlunun bu durumuna daha fazla dayanamayan Canan Hanım, "Oğlum, yapma böyle ne olur?" derken sesinin tonundaki şefkat ve sıcaklık hissedilir derecede odanın içini dolduruyordu.

"Aklım almıyor anne, el ele verip böyle çirkin bir oyun oynadığımıza, dahası benim elimi kolumu bağlayıp olanlara seyirci kalmamı sağlamanıza inanamıyorum. Tüm bu olanlara sessiz kaldığım için kendimden nefret ediyorum. Allah kahretsin beni!" derken öfkeyle ayağa kalkmış, önünde bulunan sehpaya okkalı bir tekme savurmuştu. Odanın içinde çaresizliği yankılanırken adeta isyan ediyordu. Cantuğ'un öfkesinden nasibini alan zavallı sehpa ayakta durma çabaları gösterirken, Canan Hanım aniden ayağa kalkmış ve oğlunun ağzını kapatmıştı.

"Yalvarırım sus oğlum, yalvarırım... Baban duyacak şimdi, daha yeni hastaneden çıktı."

"Zaten her şey babamın yüzünden olmadı mı anne?"

"Oğlum, lütfen yapma böyle ne olur?"

"Anne, bak yaptıklarınızı anlamaya çalışıyorum, ama olmuyor. Bu yaptığımızın bir telafisi bir mazereti, bir affı yok... Cemre, bu yaptıklarımızı öğrendiğinde bizi asla affetmeyecek. Siz, kardeşimi, bizim canımızı kandırdınız. O adi herif ile onu evlendirip İstanbul’a, hiç tanımadığı bir adam ile bilmediği bir şehre gönderdiniz. İstemiyorum dediği halde o pislik herif ile evlenmeye mecbur ettiniz. Sırf babamı üzmemek için o adam ile evlendi. Daha ötesi var mı? Söyle anne, söyle... Kızın hayatının içine ettik, el birliği ile onu mahvettik. Alkışlanıp tezahürat yapılacak hareketler bunlar. Usta oyunculara taş çıkartacak performans sergiledik. Üstelik bunu da babamın yalandan kalp krizi ile başardık. Aferin bize bunu kolay kolay kimse başaramazdı." derken ellerini alkış yapar gibi havaya kaldırarak birbirine vurmaya başladı.

"Cantuğ, yeter artık... Baban kalp krizi geçirmemiş olabilir ama rahatsızlığı senin gözündeki kadar da basit değil..."

Canan Hanımın sesi hiddetle odada yankılanırken bakışlarındaki öfke ortalığı delip geçen cinstendi. Annesinin sözleriyle, elleri havada asılı kalan Cantuğ, bir an duraksadı. Annesinin sesinde öfkenin yanı sıra kırgınlık da sezinlemişti. Lanet olsun! Ona haksızlık ediyordu, tamam kalp krizi değildi belki ama dediği gibi de basit bir şey değildi. Babasının üzüntüden ve stresten uzak durması gerekiyordu. Basitmiş gibi konuşarak annesini kırmış, dahası babasına da haksızlık etmişti. Ağır adımlarla kendinden uzaklaşan ve kendini bir çuval gibi kanepeye bırakan Canan Hanım etrafına boş gözlerle bakıyordu.

Cantuğ, yaptığı hatanın farkına varmış, suçlu bir çocuk gibi geldi ve annesinin ellerinden tuttu. Şu anda annesinin sıcaklığına o kadar ihtiyacı vardı ki...

"Annem..." derken genç adamın gözleri ile birlikte içini de titretmişti.

"Özür dilerim annem, ben öyle demek istemedim." Dediği anda boş gözlerle etrafa bakan annesinin yüzünü avuçları içine almış, kendi gözlerinin içine hapsolmasını sağlıyordu. Canan Hanım, oğlunun birazcık kendine gelmesiyle birlikte oda kendine gelmişti. Yüzünü avuçları içine alan oğluna bakarken gözlerinin içi gülüyordu.

Cantuğ, bir an küçüklüğünü anımsadı. Asabi, çabuk sinirlenen bir çocuktu. Ne zaman sinirlense sakinleşmek için gelir annesinin kucağına yatar ve saçlarını okşamasına izin verirdi. Bu esnada annesinin o efsun gibi sesinden onu sakinleştirmek için yaptığı konuşmalar tesir eder, adeta masal gibi gelir ve uykuya dalardı. Annesinin gözlerine baktığında, bu bakışı hatırladığını hisseden ve o anları yaşamak istediğini hissettiren gözleri gördüğünde buna ihtiyacı olduğunu hissetmişti. Hem annesinin hem kendisinin... Daha fazla dayanamayan Cantuğ, annesinin kucağına yatmış ve onun başını okşamasını ister gibi onu yönlendirmişti. Canan Hanım bir yandan oğlunun başını okşuyor bir yandan da sakin bir şekilde sağduyulu konuşuyordu.

"Aslında sende biliyorsun değil mi?" diyen soru aslında içinde binlerce cevap barındırıyordu. Annesinin bu sorusuna hiç ama hiç hazırlıklı değildi. Refleks olarak annesinin kucağından kalkmış ve onun gözlerinin içine bakıyordu. Aslında bu bakışma bir itirafnameydi. Anne oğul o bakışlarda itiraf ediyorlar, bildikleri her şeyi gözleriyle söylüyorlardı.

Canan Hanım, kucağından bir hışımla kalkmış oğlunun gözlerindeki itiraftan aldığı onay ile gayet memnun bir şekilde oğlunun başından tutarak onu kalktığı yere yatırmış ve başını okşarken yarım kalan konuşmasını sürdürmüştü.

"Dediğimi duydun oğlum... Aslında sende bal gibi biliyorsun daha doğrusu farkındasın her şeyin, sadece safa yatıp bilmezliğe getiriyorsun işi... Tamam, babana tam destek verip onunla kurnazca el birliği yapmış olabilirim. Baban ile iş birliği yapıp kalp krizi geçirmediği halde Cemre'ye böyle pembe bir yalan söylemiş olabiliriz. Evet, günlerce onları boşuna hastanede yüreklerine korku salmak için bekletmiş de olabiliriz. Bende gayet iyi oyun sergilemiş olabilirim. Senin de babana bir şey olacak korkusunu içine yerleştirerek elini kolunu bağlamış olabiliriz. Ama..."

"Aması ne anne?"

"Ama sende kız kardeşinin Toprak'a âşık olduğunu bal gibi biliyorsun."

"Hayır, Cemre o adi pislik herife âşık maşık değil." Genç adamın sesi oyuncağı elinden alınmış mız mız küçük bir çocuk gibi isyankâr çıkmıştı. Bunu söylerken sıktığı yumrukları ise annesinin dikkatli gözünden kaçmamıştı. Onun bu hareketine tebessüm ederek gülen Canan Hanım küçük çocuk azarlar gibi tekrardan konuşmaya başladı.

"Aaaa yeter artık canım. Başlayacağım sizin Karadeniz inadınıza. Laz damarınız tuttu mu tutuyor. Biri âşık olur kendine itiraf edemez. Diğeri âşık olduğunu görür ama kız kardeşini kıskandığından itiraf edemez. Ben sizinle mi uğraşacağım yahu..." diyen isyankâr ama şakacı tavrı Cantuğ'un kaşlarını çatmasına sebep oldu.

"Anne..." genç adamın hiddeti yürekleri sarsar cinstendi. Kıskançlığı gözle görülür elle tutulur durumdaydı.

"Tamam, tamam kızma hemen..."

"Cemre, o adi herife âşık değil, ne ona nede bir başkasına âşık olamaz benim kardeşim."

"Oğlum neden kardeşinin Toprak'a âşık olduğunu kabul etmiyorsun. Bunu onun gözlerinde görmedin mi? Ona bakarken gözlerinin nasıl ışıldadığını görmedin mi? İstememesinin tek sebebi onun laz damarı, kırılmayan keçi inadı... Başından bu yana inatlaştığı için itiraf edemedi duygularını kendine bile... Hem sen Cemre'nin hangi erkeği bu kadar yakınına yaklaştırdığını gördün. Benim kızım bugüne kadar hiçbir erkek ile onunla inatlaştığı gibi inatlaşmadı. Görmüyor musun oğlum? Onların anlaşamazken bile nasıl anlaştığını görmüyor musun?"

"Bu, bu hiç bir şeyi değiştirmez."

"Oğlum, bunu bize de kendine de yapma, kabul et bunu artık. Kardeşin, Cemre'miz kör kütük, sırılsıklam Toprak'a âşık oldu."

"Ya yanılıyorsanız anne..."

Bir hışım ile annesinin kucağından kalkan Cantuğ , çoktan ayaklanmıştı. Sakince konuşurken onun birden fevri hareket etmesi Canan Hanımı şaşırtmıştı. Tamda ikna oldu derken yine küllenmiş ateşi alevlendirmişti. 'Ya yanılıyorsanız...' diye odanın içinde yankılanan cümle Cantuğ'un öfkesini adeta dillendiriyordu ama Canan Hanım'ın gönlü rahattı çünkü o bir anneydi.

Çocuklarının gözüne baktığında neyi, neden, niçin yaptıklarını anlıyordu. O bir anneydi çünkü... Onların en çaresiz anlarına şahit olmuş, canlarının en çok yandığı zaman da onlara uzanan el olmuş, bazen onlarla gülmüş, çoğu zaman onlarla ağlamış ve aklının, gönlünün ve hislerinin yettiği kadar, anneliğin yüreğindeki ışığıyla her daim arkasında, ihtiyaçlarında yanında gerektiğinde karşılarındaydı. O bir anneydi... Olması gereken herkes, her şey ve her yerdeydi.

"Ya yanılıyorsanız anne... Ya kardeşim o adama âşık değilse. Ya o adi herif ona âşık değilse. Ya üzülürse, mutsuz olursa. Bunları düşündünüz mü hiç? O adamı tanımıyoruz bile."

"Oğlum, böyle bir şey olmayacak inan bana. Kardeşin çok mutlu olacak. Hem Toprak, Hulusi amcanın oğlu, lütfen anlamaya çalış."

"Anne anlamıyorum, kardeşimin o herif ile mutlu olacağına da inanmıyorum. Hulusi amcanın oğlu olabilir ama ben oğlunu tanımam. Ben kardeşimi bilirim ve inan tek bir telefonunda önüme hiçbirinizin geçmesine izin vermem. O saatten sonra kimseyi tanımam anne haberin olsun..." derken sesi annesine karşı hiç olmadığı kadar sert ve bir o kadar da tehditkâr çıkmıştı.

Canan Hanım'ın şaşkınlıktan açılan gözlerine aldırış etmeyen Cantuğ, annesinin konuşmasına izin vermeden, "Biz yarın Tufan ile Ankara'ya dönüyoruz. İşleri orada düzene sokup hemen Cemre'nin yanına gideceğim. Siz onu böyle bir şeye mahkûm etmiş olabilirsiniz ama ben ağabeyi olarak onu o adama karşı yalnız bırakmayacağım. O benim canım anne, o benim canım..." dediği anda bir hışım ile oturma salonundan dışarıya çıkıp kendi odasına doğru yöneldi. Ardında ise sadece kendisine gülümseyen annesini bırakmıştı.

"Ah deli oğlum benim... Sende göreceksin, kardeşinin nasıl sevdiğini, sende göreceksin, anlayacak ve kabul edeceksin. Bu yaptıklarına, yersiz ve gereksiz inadına zamanı geldiğinde katıla katıla güleceksin. " derken yüzünde oluşan tebessüme engel olamıyordu artık...

"Yangınlardayım...

Ruhumun aşk ile yaptığı anlaşma,

Önü alınmaz bir yangın çemberinin içine attı beni.

Yangınlardayım...

Ruhen ve kalben senin için cayır cayır yanıyorum."

(Bir hafta sonra)

Toprak sadece izliyordu... Odasının penceresinden, ellerini göğsünün altında birleştirmiş, hayatının akışını değiştiren, kalbinin attığı yere doğru, Cemre'sine büyülenmiş gibi bakıyordu. Onun bu hallerine alışmak zor olacağa benziyordu. İstanbul'a, bu eve adım attığından bu yana bambaşka bir insan olup çıkmıştı. Annesi Ayfer Hanımın yanında genç kızın nasıl da uysal, saygılı, sevecen bir tavrı vardı. Şimdi durmuş onun o eşsiz güzelliğini izlerken, aslından nasıl da şanslı bir adam olduğunu düşünüyordu. Bir vasiyetin hayatlarını birbirine kördüğüm ile bağlayacağını nereden bilebilirdi. Yola çıkarken aklındaki tüm düşünceler, sert kaya Cemre'sine rastlayana kadar kafasında uçuşuyordu. Sert kayaya çarpışı ile beynindeki düşünceler de aynı hızla yere çakılmıştı. Cemre onun canını yakabilen ve yaktığı gibi de tedavi edebilen yeryüzündeki tek canlıydı... Ne kadar şanslı olduğunu düşünse de aslında çaresizlikler içinde boğulduğunun da farkındaydı. Bir çaresini bulacağım,” diye başladığı bu oyunda bildiği ve tüm yüreği ile inandığı tek şey kazananın kendisi olacağıydı... Onu da kendi hayatına dâhil edip kendi masallarını yaşayacaklardı.

İstanbul'a döneli tam bir hafta olmasına rağmen, bu kadar kısa sürede annesi Ayfer Hanım ile bu kadar iyi anlaşmış olmalarına şaşırmadım dese yalan olurdu. Toprak’a olduğu gibi Ayfer Hanıma da Cemre’nin hayatı zehir etmek için elinden geleni yapacağını düşünürken, annesini görür görmez gayet saygılı bir şekilde gidip elinden öpüp ona sarılması, tarifi imkânsız bir tuhaflıktı... Hiç de yapmacık olmayan bir eda ile sıcaklığı ve şefkati ile ona sımsıkı sarıldığını gördüğü anda başta bunun da oyunun bir parçası olduğunu düşünse de, içten gelen bir davranış olduğunu çok geçmeden anlaması, onların bir haftada gelin kaynana değil de anne kız gibi vakit geçirmeleriyle fark etmişti. Ayfer Hanım, imalı bakışlarını ve gülüşlerini her fırsatta oğluna gönderirken Toprak’ın ise durumundan şikâyetçi olmayan halleri ve rahatlığı ile Cemre'yi sinir etmeye devam ediyordu.

Her ne kadar İstanbul’a, evlerine dönüş gecelerinde yaşadıkları büyük kavga ve patlama anında söylediği saçma sapan teorilerini kabul etmiş olsa da işin iç yüzü hiç de öyle değildi. Toprak, annesinin yanında birden Cemre’ye sarılıyor, onu zamansız öpücük yağmurlarına tutuyordu. Bu hareketleri Cemre’nin sinirden ve utançtan kızarmasına, annesinin memnuniyet içerisinde kıkırdamasına sebep olsa da Toprak halinden gayet memnundu. Onun Toprak’a böyle şeyler yapmamasını söylemesi ve neden yaptığını sorgulamasına ise inandırıcı olmak için diyerek hayatındaki en büyük yalanı an itibariyle atmış bulunuyordu. Oyunun nimetlerinden yararlanmak lazımdı değil mi? Sonuçta bu işin bu hale gelmesinin tek sorumlusu Cemre'ydi. Bu oyun giderek daha da hoşuna gitmeye başlamıştı. O Cemre'yi annesinin yanında yakalamaya çalışırken, Cemre ondan kendini her daim kollamaya çalışıyordu. Adeta savaşıyor, birlikte birbirimize karşı mücadele ediyorduk. Her defasında kazanan tabi ki aşk oluyordu... Aşk ise Cemre’den başkası değildi... Evde kaçma kovalamaca oynarken küçük çocuklar gibi davranmaya başlamışlardı. Bu durumdan genç adam deli gibi haz alırken, onun bu durumdan hiç de memnun olmadığını dehşet ile açılan gözler, sinirden küplere binmeye başlamış hallerini izlemek ona keyif verirken yüreği ' Ah be hırçın güvercinim' diye haykırıyordu.

"Ah be güzelim, yüreğim SEN diye haykırırken neden bu çığlıkları duymazdan beni görmezden geliyorsun." Dediği anda genç adamın dudakları yukarıya doğru kıvrılmış, tebessüm ediyordu.

Hala gözleri hayat dolu, etrafına yaşam enerjisi ile birlikte ışık saçan biricik karısı, Cemre'sini izliyordu. Kapının tıklatılması ile irkilerek kendine gelen Toprak, elleriyle yüzünü ovuşturup, ceplerine ellerini sakin bir halde yerleştirmişti. Kendini toparladığı anda kapıdaki kişinin içeriye girmesi için seslenmişti.

"Toprak bey, eşiniz ve anneniz sizi kahvaltıya bekliyorlar," Yardımcıları Meral Hanım'ın, eşiniz dediğinde Toprak’ın yüzünde oluşan gülümseme görülmeye değerdi doğrusu...

“Eşim, evet, evet o benim biricik eşim,” diye iç geçirirken yüreğinin coştuğunu, koltuklarının kabardığını, göğsünün derin bir nefes ile dolup kabarmasından anlamıştı. İçinde fırtınalar koparken dışında sadece, "Tamam, geliyorum," diyen nereden, nasıl çıktığını anlayamadığı sakin bir tonda bir cevap çıkmıştı. Vay be, evlilik insanı değiştirir derlerdi de inanamazdı... Daha bu düşünceler beyninin dolup taşmasını sağlarken duruşunu dikleştirip annesinin ve biricik eşinin yanına doğru yavaş ve sakin adımlar ile adım adım gidiyordu.

***

"Oğlum, nerede kaldın? Bak kaç saattir güzel gelinim ile senin gelmeni bekliyoruz," derken Cemre’ye küçük bir kız gibi kıkırdayıp göz kırpmıştı.

"Geldim sultanım geldim," diye konuşurken bir yandan da her zamanki muzırlığı ile güzel eşinin arkasından sandalyeye aldırmadan sımsıkı sarılıp yanağına sulu sulu kocaman sesli bir öpücük kondurmuştu. Bu durumdan hiç hoşnut olmayan bir tavır ile annesinin görmez yanından ona gözlerini büyüterek bakıyordu. Dişlerinin arasından sakin olmaya çalışır bir vaziyette " Toprakçım, ayıp olmuyor mu hayatım annenin yanında…" diye tıslarken adam ona çapkınca sırıtışını göndermeyi ihmal etmemişti. Onun bu halleri genç adamı daha da keyiflendiriyordu.

"Ne var canım aynı odada kalmamıza izin olmasa da öpmeye de mi yasak geldi. Karım değil misin?" dediğinde kaşınmaya başladığının farkındaydı ama her şeye rağmen kendini durduramıyordu. Toprak’ın hareketlerinin ve konuşmalarının karşısında, genç kızın kafasının üzerinde sinirden yavaş yavaş tütmeye başlamış dumanları görmemek içten bile değildi doğrusu...

"Benim güzeller güzeli biricik karıcığım beni mi özlemiş bakalım," derken yine ve yeniden vurdumduymaz haliyle hiç utanmadan oturmak için yöneldiği sandalyede yandan yandan onu süzerek bakıyordu. Cemre’nin ise yavaştan içinden sakinleşmek için sayı saydığına yemin dahi edebilirdi. Bu kızın bu hallerine bayılıyordu.

Gözlerini kahvaltı tabağına dikmiş, elindeki çatal bıçak ile adeta tabağın içindekilere işkence eder bir haldeydi. Onun fark etmediği anlarda Toprak genç kızı süzüyor, neler düşündüğünü deli gibi merak ediyordu. Ortamda oluşmaya başlamış gerginliği yok etmek için can yeleği olan annesine soruları ile sarılmaya karar vermişti. Ne de olsa bu deli kızın burada yüzünü güldüren tek dişi kalmış canavar, annesinden başkası değildi.

"Eeee, bugün ne yapmayı düşünüyorsunuz. Hazırlıklar ne âlemde, malum benim gelmemi kat'i suretle yasakladınız," derken sesindeki ima elle tutulur bir sertlik yaratırken, sofraya adeta bomba gibi düşmüştü. Annesinin umursamayan tavırları ve tepeden bakan bakışlarıyla ona bakması, kuvvetlenen kadınlar dayanışmasının giderek aktifleştiğini, dahası onu küle çevirecek kadar alevlendiğini gösterir gibiydi...

"Sus bakayım sen! Elin kolunda rahat dursun bakayım, benim gözüm de hala siz nişanlı sayılırsınız."

"Allah aşkına anne yapma, biz evlendik... Evlenip balayına çıkamadan nikâh tazeleyen yeryüzündeki ilk çift bizizdir herhalde... Geçtim balayından aynı odada bile kalmamıza izin vermiyorsun, nasıl bir evlilik bu anlamış değilim," derken sesindeki homurtu bariz belliydi. Sinir olduğu, an itibariyle yaramazlık yapmak isteyen içindeki çocuğa, bile isteye engel olmadı ve annesinin en sinir olduğu şeyi yapıp tabağına uzanıp zeytini almaya tam yeltenmiştim ki, ah! Kahretsin, bu çok sert olmuştu işte... Çatalın sert darbesini fena halde elinin üzerinde tatmıştı. Annesi Ayfer Hanım, kendi tabağında bulunan, izinsiz, bir şeyin alınmasına, onun olan bir şeye el uzatılmasına asla tahammül edemezdi. Küçüklüğünden bu yana uğraştığı ama bir türlü başaramadığı girişimi bu defada başarısız sonuçlanmıştı.

"Of anne bu acıdı ama..."

"...." Çatılan kaşlara birde karşılık verilmeyen derin bir sessizlik, of of of, bu koymuştu işte...

"İnsan en azından bir üzülme belirtisi yâ da numarası yapar yani..." Aynen böyle aferin oğlum Toprak, vicdana oynamak en mantıklısıydı...

"Sana kaç defa söyledim, yapma şunu diye... Bir kere de sinirlendirmesen olmaz değil mi oğlum?" derken küskün tavırlar ile gözlerini devirdi.

"Ay ay ay, annem bana küsmüş mü?" Ayağa kalkmış annesinin yanaklarını küçük bir çocuk gibi mıncıklarken kendi çapında şirinlik yapıyordu.

"Haniymiş benim annem?" dediği anda yılışıkça yanaklarına kocaman öpücükler kondurdu. Annesine sarılmış olan ellerine inen birkaç tane şaka yollu şaplak ile kendine gelmişti.

"Anne, seviyoruz ya, ne vuruyorsun... Ne yaptım şimdi ben?"

"Ayı yavrusunu severken öldürürmüş..."

"Kim ben mi?"

"Yok, ben! "

"Hiç yakıştıramadım doğrusu anne sana... Gerçekten canımı çok yaktın."

"Toprak!"

"Tamam ya bir şey demedim, şakaydı şaka, şaka..."

"Cemre kızım, ben vazgeçtim," dediği anda az önceki tavrından eser kalmayan Cemre'nin yüzü ışıl ışıl oldu. Dikkatini çekemediği eşi annesinin tek bir cümlesiyle birden canlanıp kendine gelmişti.

"Gerçekten mi?" diyen gül yüzlüsünün yüzünde güller açmıştı.

"Bir dakika ya, bir dakika... Anne sen neden vazgeçtin öğrenebilir miyim? Ve Cemre sen birden bire neden bu kadar mutlu oldun?"

"Biz bugün alışverişe seni de götürecektik. Birlikte bir şeyler yapalım demiştik. Ama vazgeçtim. Cezalısın..."

"Annee..." diyen Toprak’ın sesi böğürme ile bağırma noktalarının arasında havada asılı kalırken kendini hangi ara dizlerinin üzerine çökmüş, annesinin ayakları altına atmıştı farkında bile değildi.

"Anne..." diyen sesi bahçeyi inletirken içinden kendine lanetler okumaya çoktan başlamıştı. Nasıl lüzumsuz bir adamdı ki lüzumsuz zamanlarda lüzumsuz davranışlar yapıyordu. Baştanbaşa lüzumsuz herifin tekiydi ya... Annesi Ayfer Hanım ve Cemre günlerdir dışarıya çıkıp alışverişler, hazırlıklar yapıyordu. Cemre'nin tüm bunlara katlanmasının sebebi ise annesini kırmak istemeyip Hulusi Bey’in yokluğundan ötürü annesinin içinde açılmış büyük yarayı sarmasa da en azından ona iyi gelecek şekilde davranıyordu. Toprak bunu hissediyordu. Daha geldiğinin ikinci günü annesi ile mezarlığa birlikte gittiklerini öğrendiğinde içi öyle bir burkuldu ki... Cemre’yi, Toprak’a getiren kişinin ayaklarına kadar dua etmeye gitmişti. Toprak’ı olmasa da annesi Ayfer Hanımı ve babası Hulusi Bey’i seviyor, saygı duyuyordu.

“Rabbimin bana bir lütfuydu o... Günlerce gecelerce dua edip şükretsem de yetmeyeceğini biliyordum. Cemre'nin bunları yaparken düşündüğü tek şeyin biz olmasını o kadar çok isterdim ki... Yaptığı her şeyin benim için bizim için olmasını o kadar çok isterdim ki... Annem orada kıyılan acil nikâhımıza saygı duymuş olsa da babamın evinde de tekrar bir nikâh tazelememizi istedi. Onun için önemli olan şeyin babamın huzuru olduğunu biliyordum. Babamın yattığı yerden bizi izleyeceğini ve evinde kızı gibi sevdiği gelininin ve oğlunun nikâhlarını izleyip huzura ereceğini düşünüyordu. Başta, düğün olsun baban böyle isterdi, diye direten annemi sadece nikâh yemeği diye ikna etmek biraz zor olsa da, zoru başarmak benim işimdi ve başarmıştım.” Toprak aklı ile düşüncelerinin muhasebesini yaparken dizlerindeki ellerinin itilip yere düşmesiyle kendine geldi.

"Anne bunu bana yapamazsın..." diyen, Toprak’ın haykırışına kendine has kıkırdamasını ekleyerek, "Gel kızım biz gidelim, buda burada cezasıyla kıvranıp, kafasını duvarlara vursun..." diyerek Cemre'nin omzuna eline atmış kara bahtlı, kör talihli adamı arkalarında bırakarak hem de hiç aldırış etmeden şakalaşarak oradan uzaklaştılar. Toprak ağzı bir karış açık gözleri hayretler içinde şimdi sadece arkalarında bıraktıkları püfür püfür esen boşluğa bakıyordu.

"Lanet olsun!" diyerek yumruklarını sıkmış yerdeki çimenleri bir hışımla yolmaya başlamıştı. Yine bir fırsatı daha kendi elleri ile ortadan kaldırmaya başarmıştı.

"Kahretsin!" diye şimdi toprak üzerinde debelenen bir garip Toprak kulundan başkası değildi.

"Ey Rabbim, sen bana çareler gönderirken, nasıl olur da ben o fırsatları yok etmeyi başarabiliyorum. Bana biraz akıl ver ya Rabbi, birazcık da şu jetonumun köşelerini azalt yahu, bir kerede leb demeden leblebiyi anlayayım ya..." diye gökyüzüne bakmış ellerini havaya doğru kaldırarak açmış, duaya çoktan başlamıştı.

***

İstanbul, adı gibi kendi de büyük şehir... Hayatlar gibi hikâyelerinde yok olduğu, kaybolduğu o devasa büyülü büyük şehir... Herkes için ayrı bir tat, ayrı bir hayat olan, başlı başına bir yaşam tarzı olan şehir İstanbul... Buraya geleli tam bir hafta, koskocaman bir hafta olmuştu. Toprak'ın annesi Ayfer Hanım ile tanışması hiç de korktuğu gibi olmamıştı. Tek kelimeyle korkuyordu... Onun da oğlu ile aynı düşüncede olmasından, kendisinin oğluyla parası için evlendiğini düşünmesinden, oğlunu yağlı kapı gibi gördüğünü hissettirmesinden ve ona kötü davranmasından deli gibi korkuyordu. Korkularının yersiz olduğunu ise Ayfer Hanımı ilk gördüğü anda ona sımsıcak sarılmasıyla daha iyi anladı. O an "Hoş geldin kızım..." diyerek kollarını açıp ona şefkatle sarıldığında genç kız annesini ne kadar özlediğini hissetmiş ve karşılaştığı şefkatin yüreğini nasıl da rahatlattığını anlarken gözlerinin ıslanmasına engel olamamıştı.

"Ve Hulusi amcam... Benim tonton tatlı ihtiyarım, İstanbul'daki ikinci günümde biraz çekinerek de olsa onu ziyaret etmek istediğimi Ayfer teyzeye söylediğimde o kadar duygulandı ki bana sarılarak gözlerindeki yaşları omzuma dökülmesine izin verdi. O gün Toprak'tan habersiz Hulusi amcanın mezarına gittiğimizde Ayfer teyze dönüşe yakın beni biraz yalnız bıraktı. Onunla konuşma ihtiyacımı söylemeden anlayıp, anlayışla yanımdan uzaklaşan Ayfer teyzeye o kadar minnettardım ki, bin defa teşekkür etsem herhalde bana karşı olan güzel tavır ve davranışlarının karşılığını ona veremezdim. O gün Hulusi amcama vefa borcum için gitmiştim. Ona sevdiğim adama kavuşmamı sağladığı için borçlu olduğumu, o olmasaydı varlığından habersiz yaşayacağım rüyalarımın prensini bulamayacağımı dile getirmiştim. Her şey o kadar hızlı ve olağanüstü gerçekleşmişti ki şu an ondan deli gibi yardım istiyordum.”

"Çıkmazdayım Hulusi amca, yalvarırım bana yol göster…" derken genç kız gözlerinden akan yaşlara engel olamamıştı. Hulusi Bey’in mezar taşını okşarken duyguları ve gerçekler arasında sıkışıp kalmış ve ne yapması gerektiğini bilmez bir haldeydi. Konuşması bittiğinde az ötede arabanın yanında onu bekleyen, gözleri ışıl ışıl olan Ayfer Hanımın yanına gitmişti. Ellerinden tutarak gözlerinin içine Ayfer Hanımın söyledikleri, ona Hulusi Beyden gelen bir işaret niteliğindeydi.

"Kızım, kalbinin sesini dinle... Kendini ona bırak, yüreğin asla şaşırmaz, o asla yönünü kaybetmez... Akıl beşer şaşar ama yürek sonsuzdur asla ve asla hedef şaşırmaz. Kendini yüreğinin temiz ellerine bırak," diyerek onun anlam veremeyen bakışlarının arasında onu arabaya yönlendirdi. O konuşmanın ardından Toprak'a bırakmıştı genç kız kendini, ne olacaksa olsun, diyerek o bilmese de ona bırakmıştı kendini... Bazen şaşkın bakışlarını üzerinde hissederken onun hallerini konuşmadan anlamasını istedi. Yüreğinden delicesine Cemre bunu diledi...

***

"Boğuşuyorum...

Seninle, aşkınla, duyduklarım ve duymak istediklerimle...

Kazanan kim?

Aşk'ta mağlup bir yürek..."

Ayfer Hanımın, ilk geceden itibaren Toprak ile aynı odada kalmalarına karşı çıkması Toprak'ı ne kadar sinir etmiş olsa da Cemre’nin yüreğinde derin bir rahatlama olmasını sağlamıştı. Ayfer Hanımın gözünde onlar hala evli değildi ve tüm ailenin de katılacağı bir nikâh tazelemenin ardından güzel bir yemek vereceğini ancak ondan sonra aynı odada kalabileceklerini söylemişti. Cemre, içinde çığlıklar atarak sevinirken, Toprak'ın asılmış suratı ve sıkmaya başladığı yumruklarını görmek tam seyirlik olan tabloyu izlemek ona büyük bir keyif vermişti. Evet, evlilikleri bir oyundu ama korkuyordu, ondan değil kendinden korkuyordu. Daha yeni yeni keşfetmeye başladığı duyguları, onu an be an ele geçirirken hem duygularına hem de ona karşı koyamamaktan korkuyordu. Aynı evde ayrı odalarda kalsalar da her an ondan kendini kollamaya çalışmak giderek zorlaşmaya başlamıştı. Buraya adım attığı günden bu yana bambaşka bir Cemre'ye dönüşmüştü. Hulusi Bey’in mezar ziyaretinden sonra ise Cemre Toprak’a ve evliliklerine karşı daha bir farklılaşmıştı. Ne kendini ne de davranışlarını kontrol edebiliyordu. O koskocaman ev ona dar geliyordu. Kaçacak yeri kalmıyordu. Her an Toprak karşısına çıkıyor, hiç beklemediği anlarda ona sarılıp, boşluğunu yakaladığı her fırsatta öpücüklere boğuyordu. Bir evlilik oyunu için fazla yakındılar. Sanki, sanki seviyor gibi davranıyordu... Sorduğunda ise sadece gerçekçi olmaya çalıştığını söylüyordu. Duymak istediği, doğru olan buyken neden bu kadar canı yanıyordu, anlamıyordu. Korkuyordu... Ondan değil kendinden... Ona karşı zaafı oluşmaya başlamışken yüreği çırpınışlarını elden bir türlü bırakmıyordu.

Bugün Ayfer Hanım, Toprak'ın da onlarla geleceğini söylediğinde mutluluktan havalara uçuşa geçen yüreğinin durumunu fazla belli etmeden sadece 'Tamam' anlamında kafasını sallamıştı. Ama Toprak beyimiz öyle bir anda öyle şey yaptı ki ayarlasa Cemre bunu başaramazdı doğrusu... Annesinin en nefret ettiği hareketlerden birini yaparak bu şansının da kendi elleri arasından uçup gitmesine sebep olmuştu. Cemre için ise bugünlük de Toprak’ın uzağında duracağını bilmek onun içinde büyük bir rahatlama ardından da derin sarsıcı bir üzüntünün kaplanmasına sebep oldu.

Onlar Ayfer Hanım ile şakalaşıp uzaklaşırken arkalarında nasıl bir Toprak bıraktığını genç kız deli gibi merak ediyordu. Üzülmüş olabilir miydi? Yanında olamadığı için üzülmüş olabilir miydi? Ne kadar oyun dese de, miras için, babalarının huzuru, mutluluğu için deseler de gerçekten gerçekler öyle miydi? Duydukları ve duymak istedikleri arasında sıkışıp kalan küçük bir kızdı Cemre...

“Toprak... Kurtar beni bu sıkıştığım cendereden... Yol göster bana... Bana aşkı anlat, bana sevgiyi tattır, sevilmeyi hissettir... Cemre'ne ışık ol, yol göster... Ne olur bunlar bir oyun olmasın... Sarılmaların, öpmelerin, hissettirdiklerin, ne olur bir oyun olmasın... Daha evine attığım ilk an ilk adımda farklı bir güven doldu yüreğime... Babamın evinde hissettiğim tüm duyguları senin evinde hissetmiş olmam garip değil mi? Bana her dokunduğunda yabancısı olduğum tüm hisler içimde dolup taşarken, dudakların tenimde can bulduğunda yanaklarımda oluşan engel olamadığım kırmızılıkların sebebi sen iken... Cevapsız sorular, beynimde dolaşan uçsuz bucaksız cümleler, yorgun bir ruh, canlanmaya başlayan bir kalp... Yolun yoluma katılırken, dilin söze dökülüp oyun derken, gözlerin başka bir masal anlatıyor bana... Hangisi oyun? Hangisi gerçek? Bilmiyorum, yak ışığı, göster aşkın yolunu… Ben aşkına talip, yüreğim gözlerine sevdalı… Yak ışığı, aydınlat yolumu, ulaştır uçsuz bucaksız gönül bahçelerine beni…”

Loading...
0%