Yeni Üyelik
2.
Bölüm

2. Bölüm

@ugurluay

2.BÖLÜM (***Benim İçin Gönderilmiş Melek***)

“Kalbini yüreğimle fethedip, surlarını ele geçireceğim.

Ben sende atan can, sen bende atan canan olacaksın.

Sen Toprağın Cemresi, sen aşkın zaferi olacaksın.”

Toprak, olanlara bir türlü anlam veremiyordu. Kumral, kışkırtıcı derecede güzelliğe sahip gece gözlü, ele avuca gelemeyecek kadar coşku dolu bu kız, Hasan Bey’in kızı Cemre miydi?

“Bu olamaz hatta imkânsızdan da öte bir durum.” derken sanki bir rüyadan uyanmak ister gibi fısıldıyor, bir yandan da yanaklarına hafif ama kendini sarsacak gibi etkili bir şekilde vurmaya başlamıştı. Bu bir rüya olmalı diye kendi kendine söylenip duruyordu. Cemre kahkahalar atarken babası ise bu genç adamın tuhaf davranışlarına anlam veremiyordu.

“Toprak, iyi misin oğlum?” İhtiyar adam endişeli gözler ile onu süzerken bir yandan da kızına kahkahaları yüzünden kızgın bakışlarını gönderiyordu.

Toprak, kendi kendine vurmayı bıraktığında gözlerini kapatıp tekrar açmış, sonra bir kıza bir de Hasan Bey’e baktı. Bulunduğu yeri idrak edip rüyada olmadığını anlayınca içi alev alev yanmaya başladı. İçinin git gide kavrulduğunu hisseden Toprak, Hasan Beyin önündeki sürahiye sarılıp hızlıca bir bardak su içti, bu onu kesmemiş olacak ki sürahideki suyu kafasından aşağıya doğru düşünmeksizin boşalttı. Soğuk suyu önce başında sonra da tüm vücudunda hissedince biraz sakinleşmiş ve şaşkın gözlerle kendine bakan Hasan Bey’in hala orada olduğunu yeni yeni fark edip hemen eliyle başından akan suları silmeye çalıştı. Şimdi ne diyeceğim ben bu adama, “Kızınızı görünce küçük dilimi yutup şaşkaloza döndüm. Ne yaptığımı bilemedim mi, diyeceğim. Lan oğlumToprak, kızı görünce ne hallere düştün. Kız mı? Tövbe tövbe çarpılacağım şimdi, bu sıradan bir kız değil ki, adeta yeryüzüne benim için gönderilmiş bir melek bu.” Diye konuşurken Hasan Bey’in varlığını çoktan unutarak, çapkınca kıza gülmeye başlamıştı. Bu kız hayallerindeki cahil, köylü dağ kızına hiç ama hiç benzemiyordu. Konuşması da hiç Karadenizli gibi değildi. Toprak başka bir dünyada, sanki ruhlar âleminde gibiydi.

“Toprak!” Kulaklarına dolan ses, biraz sinirli biraz da endişeli çıkmıştı.

Toprak, yaşlı adama bakarak, “Şey, ben birden, yani sıcak dokundu galiba, kötü oldum birden de kendime engel olamadım, aniden oldu yani, korkulacak bir şey yok yani, merak etmeyin.” diyerek adamı geçiştirici cevaplar vermeye çalışıyordu.

“Lanet olsun sana Toprak rezil ettin kendini.” diye iç geçirirken, kendine bildiği tüm küfürleri sıralıyordu.

“Kızım siz daha önceden tanışıyor muydunuz?” Hasan Bey, soran gözlerle kızına bakarken bir yandan da ikilinin arasındaki gözle görülür derecede oluşan çekimi fark ediyor, daha yeni tanışmış olmalarına rağmen yıllardır birbirini tanıyormuşçasına tuhaf didişmelerini şaşkınlıkla seyrediyordu.

“Pek sayılmaz babacığım, adınız neydi? Bir dakika, dilimin ucunda, çamur muydu? Yok, yok hatırladım .” Küçük bir çocuk gibi elini havada şıklatarak, bakışlarıyla birlikte coşku dolu sesi ile genç adama döndü.

“Aman Allah’ ım bu nasıl bir kızdı böyle? Planlarım alt üst olurken intikam dediğin melet böyle mi alınırdı aciz kulundan… Bu yapılır mıydı şimdi bana?” Git gide daha fazla iç sesine kurban olmaya başlamıştı Toprak…

“Topraktı, evet, Toprak bey yolda kalmıştı babacığım. Biz de Selin ile birlikte Caner’in yanından dönüyorduk. Malum proje biliyorsun, şimdi de son hazırlıkları tamamlamak için geldik.” dediğinde Hasan Bey hatırladığını işaret eden bir baş hareketi yapmıştı. “Bu bey neydi, heh Toprak Bey’de, zavallıcık yolda kalmış, bir yardım umarak tavaya konmuş hamsi gibi önümüze atladı. Biz de mecburen bir el atalım dedik. Bilirsin biz dağ kızlarının ellerinden her iş gelir.” diyerek babasının görmez tarafından Toprağa bir göz kırptı. “Her neyse arabasının tamiri karşılığında benim ne kadar bilgili, kültürlü ve aklı başında bir kız olduğumu söyleyip iltifat ederek, teşekkür etti. Selin’in saçlarını ise o kadar beğendi ki öve öve bitiremedi. Değil mi Toprak Bey, aynı bu cümleleri kullanmıştınız.” Kız sinsi sinsi gülerken Toprak ecel terleri dökmeye başlamıştı. Bu kız ne yapıyordu böyle? Güzelliği büyülese de sivri dili büyüyü bozan bir tılsım gibiydi.

“E-e-evet!” Genç adamın sesi zar zor çıkmıştı, adeta boğazına doğru sağlam bir yumruk yemişti. İtiraf etmeliydi ki bu kız gülerken karşısındakini yerin dibine sokacak cümleleri çok iyi seçiyor ve itinayla söylemekten geri durmuyordu.

“Neyse babacığım misafirinizle birlikte sizinle bol bol muhabbet etmek isterdim ama çok işim var. Tatlı ihtiyarım, annem ile onur konuğumsunuz bilesin, bu da davetiyeniz.” diyerek babasının eline bir zarf tutuşturdu.

“Toprak Bey, sizi de davet etmek isterdim ama sizin bir dağ kızını görmeye gitmeniz gerekiyor galiba, malum cahil köylüler sizin gibi yağlı kapıyı bulunca yapışır kalır bırakmazlar.” Kaşları çatık soru dolu bakışları genç adama yönelmişti.

“Kim, benim mi gitmem gerekiyor?” Diyerek genç adamın, istemsizce ağzından birkaç kelime çıkmıştı. Neyse ki en azından şanslıydı, genç kız Toprak’ın bahsettiği dağ kızının kendisi olduğunu kıvrak zekâsına rağmen henüz anlayamamıştı. Ama henüz anlayamamıştı, elbet bir gün öğrenecekti ve o günün Toprak için pek de hayırlı olacağı söylenemezdi.

Allah kahretsin, ben o konuşmayı onun yanında yapmış olamazdım değil mi? Cidden bu olamazdı ya… Bu kız o kızın kendisi olduğunu öğrendiğinde beni kaynar kazana atar, haşlar suyumla da çorba yapardı. Toprak suyu çorba, kulağa hiç hoş gelmiyor doğrusu, diye aklından geçirirken düşündüklerini birden gözünde canlandırdığında vücudunu bir ürperti aldı. Bu cadı ardından da afiyetle bir güzel Toprak’tan yaptığı çorbayı da içerdi. Yandın oğlum Toprak, bu kız seni çiğ çiğ yer, bir yol, bir çözüm yolu bul ama şimdi değil tabi ki, diye aklında sinsi düşünceler dolaşırken bakışları hala, o gece kadar güzel gözlerdeydi.

“Toprak Bey, kalıp bana edeceğiniz iltifatları dinlemek isterdim ama şimdi gitmem lazım. Hoşça kalın.”

Cemre, Toprak’ın vereceği cevabı bile beklemeden onun çapkın bakışlarından kendini kurtarırcasına, babasının seslenmesine aldırış etmeden koşar adım yayla evinden çıkıp gitmişti.

“Deli kız!” diyerek kafasını sağa sola sallayan Hasan Bey gülmüştü. “Görüyorsun Toprak Bey oğlum, benim kızım böyledir işte, evlenmekten tamamen uzak, elde avuçta durmayan, kıpır kıpır, hayat dolu ve çevresine neşe saçan bir kızdır. Onunla gerçekten evlenmek istiyorsan gönlünü kazanman gerekiyor, bir nevi onun yüreğinin kalesini fethetmen gerekiyor. Onun yüreği ise o kadar sert surlarla çevrili ki bugüne kadar fethetmeyi bırak, yakınına bile kimseyi yaklaştırmadı. Bu yüzden adımlarını iyi atmalısın, yoksa sen onunla evlenip kocası olmayı bırak, arkadaşı bile olamazsın. Laf aramızda ama kızımın konuşmalarına bakılırsa senden pek de hoşlandığı söylenemez, anlayacağın çekeceğin var.”

Toprak, adamın ne dediğini anlamıyordu. Resmen kafasına balyoz yemiş, ruhu bu dünyadan bu bedenden çekip alınmıştı. Hayalleri ve gerçekleri birbirine tamamen ters düşerken onu yerle bir etmişti.

“İyi misin oğlum?” Diyen yaşlı ihtiyarın sesiyle dünyaya geri dönüp ayakları yere basmıştı.

“Ben, şey kafam çok karıştı. Beni öldürmeye kalkmaz değil mi?”

Şakayla karışık gülerek ortamdaki havada asılı soruları görmezden gelmeye çalışıyordu. Hasan Bey’in söylediklerinden hafiften tırsmadı da değil hani, ama onun surlarını yıkan ilk kişi olma fikri ile hepten gururu okşanmış bu da otuz iki dişini birden sergiye çıkarmasını sağlamıştı.

“O kafaya daha çok ihtiyacın olacak genç adam, biraz dinlen ve şu sırılsıklam olan üstünü başını değiştir, iki saat sonra da yanıma gel seni babanın topraklarına ve evine götüreceğim.”

“Babamın topraklarına, evine mi? Nasıl yani? Benim babamın burada, Trabzon da, hem de bir yaylada toprakları, üstüne üstlük bir de evi mi var? Yok artık ya, şaka yapıyor olmalısınız, bu kadarına da pes doğrusu, ne ketum adammış benim babam ya.” Toprak şaşkın bir halde fal taşı gibi açılmış gözler ve hayretle açılan ağzını kapayamamıştı. Kulakları artık duyduklarına inanamayarak iflas etme noktasına gelmişti.

“Genç adam ağzını kapa istersen, zira sinek kaçacak.” Derken küçük bir kahkaha atmıştı. “Oğlum anladığım kadarıyla senin hiçbir şeyden haberin yok, baban Toprak’ını toprağına göndermiş. Ama senin bundan hiç mi hiç haberin yok.”

“Ne?”

“Neyse oğlum sen biraz kendine gel, hem babanla nereden tanıştığımızı, hem de onun buradaki dünyasını sana gösterip, tanıtayım.” Dediğinde Toprak şaşkın bir halde, kendisine alaycı bakışlar atan yaşlı adama bakıyordu. “Aslına bakarsan, benden ve Cemre’den baban hakkında öğreneceğin çok şey var.”

“Nasıl yani? Oğlu olarak benim bilemediğimi kızınız nereden bilecek?” Duyduklarının hiç de hoşuna gitmediğini belli etmek istemişti. Sesindeki isyan nidaları duyulurken Hasan Bey arkasını dönmüş çoktan gitmeye hazırlanıyordu.

“Haydi bakalım kalk biraz da dinlen. Sana odanı gösterecekler.” Dediği anda odadan çıkmaya hazırlanıyordu. Sırtı Toprağa dönmüş sesi odada yankılanıyordu.

“İki saat sonra bahçedeki kamelyada hazır ol oğul, zira bugün senin için uzun ve yorucu bir gün olacak.” Kapıdan çoktan çıkmış, ardında ise şaşkın ve bir o kadar da beyin travması geçirip hafıza kaybına uğramış bir Toprak bırakmıştı.

“Eğer Toprak ben isem benim babam kim? Eğer babam Hulusi ise bu ihtiyar adamın anlattığı babamla alakası olmayan adam kim? Bir de Cemre, vasiyetim olan Cemre… Allah’ım çilem dediğim kız yoksa beni huzura erdirecek kaderim mi?”

Kafasına binlerce soru üşüşürken, beyni iflas etme noktasına ulaştığında bir ses duydu. Bu ses kadifemsi, şefkat dolu bir sesti. Toprak, kafasını yerden kaldırdığında, Cemre’nin güzelliğini ve sesini nereden aldığını şimdi daha iyi anlıyordu. Aman Allah’ım Cemre resmen annesinin genç bir kopyasıydı. Bu benzerlik karşısında şaşkınlıkla gözlerinin açıldığının bile farkında değildi, ta ki Canan Hanımın ikinci seslenişini duyana kadar, “Oğlum yol yorgunusun, haydi kalk da sana odanı göstereyim. İki saat sonra çay hazır olur, geç kalma sakın tamam mı?” diye konuşurken o kadar tatlıydı ki bir an yüzündeki gülümseme ve şefkatte Toprak annesini görür gibi olmuştu.

“Ah annem, ne kadar da özledim seni.” Sinir harbinden ve yaşananlardan dolayı hem annesini üzmüş hem de özlemini dindiremeden fevri bir hareketle, bir hışımla yola çıktığı için onu acılar içinde tek başına ardında bırakmıştı. Kendine deli gibi kızıyordu. Gerçi Cemre ile tanışmış, her ne kadar iyi bir tanışma olmasa da itiraf etmeliydi ki bu vasiyet aslında hiç de hayal ettiği gibi kötü olmamıştı.

“Maça 1-0 yenik başlamış olabilirim ama önemli olan maça başlamaktı. Ve maç devam ediyor. Cemre hanım bu maç benim olacak, tıpkı senin benim olacağın gibi… Benim zaferim Cemre’m olacak,” İçinde bu kadar kısa sürede ve bu kadar hızlı bir şekilde kabullenip, itiraf ettiklerine inanamasa da artık gerçek dünyaya adım attığını hissedebiliyordu. İlk görüşte aşk diye bir şey varsa Toprak çoktan feleğini şaşırmış, kalbinin esiri olmuştu.

“Toprak’ın Yüreğine Düşen Cemre, Onun Yüreğinde Yüreğiyle Ne Zaman ve Nerede Nefes Almaya başlayacak?”

***

 

“Aşkıma Can Veren Vasiyet, Toprağıma Can Veren Cemrem,

Yüreğime nefes olan, Ruhumu şenlendiren dağ kızı,

Sen bana yazılmış, Sen bana ait bir parça,

Sen BENİM, Ben SENİNİM…”

“İşte şu gördüğün arazilerin tamamı babana, yani artık sana ait.” Hasan Bey, eliyle ileri doğru işaret ediyordu. Uçsuz bucaksız arazileri Toprak’a gösterirken onun adeta nutkunun tutulduğunu farkında değildi.

“Bu, bu nasıl olur? Bu bağ, bu bahçe hepsi bizim mi? Benim bugüne kadar bunlardan nasıl haberim olmadı? Anlamıyorum, daha doğrusu babamın bunları saklamasına bir türlü anlam veremiyorum.” Sesli verdiği tepkiler, yerini yüzünde tebessüm oluşturan düşüncelere bıraktı. “Benim babamın bu kadar fındık, çay bahçeleri mi vardı? O şirket sahibi, otoriter, ülkenin sayılı zenginlerinden biri olan, benim babam; daha önce adım atmadığım, varlığından bile habersiz olduğum bu topraklarda can mı buluyordu? Vay babam benim! Sen saman altından ne sular yürütmüşsün de haberimiz bile olmamış.” diye iç geçirirken yüzünde acı ile karışık bir tebessüm oluşmuştu. Gözleri, aklı ile el ele tutuşmuş babası ile olan güzel anılara dalarken ruhu uzaktan onda canlanan anıları izliyordu.

Hasan Bey, gür sesiyle konuşmaya devam ettiğinde Toprak kendine gelmiş ve yürümeye devam eden ihtiyarı takip etmeye başlamıştı.

Bahçeden bahçeye geçerken önlerine çıkan bir kamelyaya dinlenmek için oturdular. Oturdukları anda Toprak, ellerinin arasına başını alıp, İstanbul’dan Trabzon’a olan yolculuğunu, vasiyeti, Cemre’yi, Hasan Bey’i her şeyi ama her şeyi düşünüyordu. Babasının buradaki hayatını bilmemek, sonradan öğrenmek içindeki büyük bir boşluğa sebep olsa da daha çok kendine kızıyordu. Babasını tanıyamamıştı, itiraf etmesi ne kadar zor olsa da daha doğrusu tanımak istememişti. Peki ya babası, babası ise onun âşık olabileceği kızı bilebilecek kadar evladını tanımıştı. “Ah babam ah!” diye düşünürken içi tarifi imkânsız bir sıkıntıyla doldu.

“Hasan Bey, ben anlamıyorum. Tüm bunlar bana çok ama çok fazla, nasıl olur böyle bir şey? Hala anlam veremiyorum.” Dediğinde Hasan Bey’den babası hakkında, buradaki hayatı hakkında bilgi almak istercesine bin bir umutla gözlerinin içine bakıyordu. Gözlerinin yaş ile hafif buğulandığını gören yaşlı adam eliyle sırtını sıvazladı. Yüzün de taze samimiyet dolu bir sıcaklık, sesinde şefkat hissettirerek konuşmasına başladı.

“Bak oğlum, sana her şeyi baştan anlatacağım. Baban ile ben çocukluk arkadaşıydık. Çocukluğumuz bir arada geçti. Arkadaştan öte kardeş gibiydik. Can kardeşimdi baban, sonra da kan kardeşim oldu. Yıllar geçtikçe yollar da birbirinden zamanla ayrıldı. Benim yolum Ankara olurken, babanın yolu İstanbul oldu. Ama buralardan, topraklarımızdan, bağlarımızı hiç koparmadık. Cemre’nin bir de Cantuğ adında ağabeyi var. Ne zaman üzerine işleri yıktım o zaman nefes aldığım şehre Trabzon’a geri dönüp emekliliğimin tadını çıkarmaya başladım.” Diye konuşurken gülmeye başladı. “Baban ile istinasız her yaz bu yayla da buluşur eski günleri yâd eder adeta çocuklaşırdık. Hulusi benim kardeşimdi, sen babanı kaybettin ben de kardeşimi. İnan bana acını yürekten hissederek paylaşıyorum. Hulusi’nin bıraktığı vasiyete gelince, kardeşimin vasiyeti benim için emirdir ama emiri demir keser bilesin. Demir ise kızım Cemre, onu ikna etmeden, yüreğini aşk ile çarptırmadan bu iş olmaz. Buna hem ben izin vermem hem annesi hem de Cemre’yi gözünden bile kıskanan ağabeyi Cantuğ asla ama asla izin vermez.”

“Anlıyorum, Hasan Bey. Size yalan söylemeyeceğim ben bu yola çıkarken amacım da planım da çok farklıydı. Babamın vefatı ve bıraktığı vasiyet ile geleceğe dair tüm planlarım alt üst olmuştu. Ben de o öfke ile ne babamın kırkının çıkmasını bekledim ne de annemin yasında yanı başında durabildim. Tek istediğim sizin için tuhaf benim için ise artık saçma olan bir intikam almaktı. Ama Cemre…” dedi soluğu kesildi. “Ben bilmiyorum Hasan Bey, çok tuhaf şeyler hissediyorum içimde. Hayatımda ilk defa böyle şeyler hissediyorum. Şu an düşündüm tek şey ise Cemre’yi tekrar görebilmek. Belki hoşlantı, belki afallama belki de ilk görüşte aşk, adını koyamıyorum. Sadece yeniden onu görmek sesini duymak istiyorum. Ama bu konuda yardımınıza ihtiyacım var. Cemre ile ilk konuşmamızda şahit olduğu konuşma maça 1–0 yenik başlamama sebep oldu. Kazanmak için biraz hileye başvurmam lazım.” derken sesi tedirgin çıkmıştı. Ne de olsa karşısındaki adam Cemre’nin babasıydı. Az önce konuştuğu cümleleri bir genç kızın babasına söyleyebildiğine şaşırıyordu. Ne zamandan beri bu kadar cesur olduğuna da şaşkındı.

“Hem de baya bir hileye başvurman lazım evlat. “ dedi kahkaha atarak. Toprak’ın sözleri adamı biraz huzursuz etse de onun samimi ve içi dışı bir hali hoşuna da gitmişti. Ne kadar tez canlı, çocuk ruhlu olsa da genç adamın gözlerinde ve sözlerinde kan kardeşi Hulusi’den izler taşıyordu.

“ Kızım hırçın bir güvercin gibidir. Onu elde etmek zor, hatta imkânsızdır.” Hasan Bey’in şimdi sesi o kadar ciddi çıktı ki Toprak bir an korku ve heyecanı bir arada yaşadı. Aklından geçenlerin gerçek olma ihtimali hem onu mutlu ediyor hem de onu gururlandırıyordu. “İnşallah, inşallah!” diyen iç sesini dış sesine dönüştürdüğünü fark ettiğin de ise Hasan Bey’in soru dolu bakışları ile karşılaşmıştı.

“Ah Toprak senin bugün yaptığın patavatsızlıkların haddi hesabı yok, yuh oğlum sana!” diye içinden kendine saydırmaya devam ederken hemen karşısındaki yaşlı adamın soru dolu bakışlarını cevaplandırmak adına gayet rahat olmaya çalışarak cevap vermişti.

“Hım, imkânsız demek bunu sevdim.” Hiç bozuntuya vermese de sanki bu yaşlı adam aklından geçenleri bir bir okuyordu. Ürkek bakışlarla adamın gözlerine bakarken bildiği tüm duaları içten içe okumaya başlamıştı.

“Genç adam gel bakalım, şimdide babanın buradaki evine gidelim. Anahtarının bir eşi bende, o olmadığında göz kulak oluyorum evine, bağına, bahçesine.” Sesinin tonundan ne olduğunu anlayamasa da içinden ettiği tüm duaların kabul olduğunu düşünerek bu teklife düşünmeden balıklama atlamıştı bile.

“Oh, tabi tabi, tamam haydi gidelim.”

Yaşlı adamın aklını daha da dağıtmak için hemen kendi aklındaki soruları ona yöneltmeye karar vermişti.

“Hasan Bey, ben bir şeyi çok merak ediyorum doğrusu. Ne Cemre’nin ne sizin ne de eşinizin konuşmalarında hiç şive yok, şaşırdım doğrusu. Hayal ettiğimin çok dışında bir aile ile karşılaştım. Hem Cemre, hayallerimin de ötesinde…” Aklına Cemre’nin o tatlı gülüşü gelince cümlesinin devamını getirememişti. “Yok artık Toprak, ilk görüşte aşk ve sen! Saçmalıyorsun ya, saçmalıyorsam saçmalıyorum ya, yıldırım aşkıyla yüreğimde adeta şimşekler çaktı. Cemre’nin de dediği gibi Karadeniz kızı, benim dağ kızım fena çarptı beni!” diye yine kendi kendine konuşmaya başlamıştı ki, yüzünde aptal bir gülüş olduğunu Hasan Bey’in ona sesli ve alaylı bakışıyla anlamıştı. Hemen kendini toparlamıştı. Karşısındaki anlayışlı olsa da sonuçta bir kız babasıydı ve babasının da hatırı bir yere kadar koruma kalkanı olurdu kendisine. Koruma kalkanını çok da zorlamamak gerekir diye hemen kendisini toparlamıştı. Hasan Bey suratındaki alaylı gülüşü bir yana bırakıp Toprak’ın son söylediklerini de görmezden gelerek, ilk sorduğu soruya yoğunlaşarak cevap vermeye başlamıştı.

“Bak Toprak oğlum, Cemre’nin annesi aslen Ankaralı, biz onunla tesadüf eseri yayla şenliğinde karşılaştık. Çok geçmeden evlendik, işimiz gücümüz hep Ankara’da, Cantuğ ve Cemre de orada doğdu, eğitimlerini orada tamamladılar. Kaçabildiğimiz her fırsatta ise buradaydık. Eşim ve ben aşkımızı bulduğumuz bu yayla da yaşamımızı devam ettirmek istedik. Cantuğ pek sevmez buraları, onun için Ankara tam bir aşktır. Biz nasıl buradan vazgeçemiyor isek oda Ankara’dan vazgeçemez. Cemre ise tam bir Trabzon aşığıdır, buraları karış karış bilir. Onun için Karadeniz bambaşkadır. Onun ağzından dinlediğinde ne demek istediğimi daha iyi anlarsın. Konuşmalarımıza gelince, uzun yıllar Ankara’da kalmanın yan etkisi diyelim. Ama şu var ki sinirlendiğimizde ya da aşırı mutlu olduğumuzda kendimizi tutmak pek mümkün olmaz, Karadenizliyiz ne de olsa bizim sağımız solumuz belli olmaz. Dikkatli ol o yüzden.” Diyerek göz kırptı ve kahkahalarla konuşmaya devam etti. Ne demek istediğini şu an pek anlamasa da çok zaman geçmeden tecrübe edeceğini bilemezdi tabi.

“Bak oğlum, burası babanın yani artık senin evin.” derken bahçe içindew kocaman iki katlı modern olduğu kadar yörenin izlerini de taşıyan bir yayla evini gösteriyordu.

“Çalışanlarınıza haber vereyim mi? Burada babanın evinde kalmak ister misin?” dediğin de Toprak, hayranlıkla evi süzüyordu.

Babasının yıllarca ondan ve annesinden sakladığı bir hayatı varmış. Trabzonlu, Karadenizli olduğunu bile yeni öğreniyordu. Köklerini, nereden geldiğini hiç araştırmamış, sormamıştı. “Lanet olsun bana! Asiydim, asiliğimi hep babama göstermeye çalışsam da başaramaz içimde büyütür de büyütürdüm.” Beynine karınca gibi üşüşen düşüncelerden kurtulmasını sağlayan ise yanındaki yaşlı adamın sesi olmuştu.

“Toprak bey oğlum, iyi misin?”

“Ben, şey bilmiyorum Hasan Bey. Bugün öğrendiklerim biraz fazla geldi bana.” Aklı, ruhu ve bedeni birbirinden ayrılmış adeta her biri ayrı bir köşeye koşuşturuyordu.

“Bak oğlum, bence bu günlük bu kadar yeter. Sizin çalışanlara haber veririm. Evi bir toparlarlar sonra bir bakarsın, babanın yaşadığı yerleri gezersin. Buralarda uzun süre kalacağa benziyorsun.”

“Tamam, siz nasıl isterseniz öyle olsun.” derken şaşkın şaşkın etrafına bakıyor, babasından etrafta izler arıyordu.

“Haydi, gidelim artık akşama az kaldı, hazırlanmak için vakit epey daraldı.”

“Ne? Kim? Neye hazırlanmak için az kaldı Hasan Bey?” Hasan Bey’in söylediklerini o an beyni idrak edemiyordu.

“Oğlum, sen şaşkın mısın? Hem hile yapmam lazım diyorsun hem fırsatları değerlendirmiyorsun.” dediğinde ellerini arkasına alarak ayağa kalmış ve yürümeye başlamıştı.

“Heh, ne? Ben anlamadım Hasan Bey? Hangi fırsattan bahsediyorsunuz?” Beyni firarda olan genç adam, Hasan Bey’in ima ile anlatmak istediklerini bir türlü anlayamıyordu.

“Oğlum hakikaten sende bir tuhaflık var. Tüyo diyorum, hile diyorum, yardım diyorum. Cemre bu gece orada olacak sende derdini anlatırsın diyorum.” Hasan Bey, gözlerini fal taşı gibi açmış tane tane konuşurken herkesten gizlenen bir sırrı gizlice ona verir gibi fısıltı halinde konuşuyordu.

“Tüyo, yardım, dert, ben nasıl yani?” Toprak’ın kafası iyice gitmişti yalnız, hala Hasan Bey’in suratına şaşkın ördek gibi bakıyordu.

“Sana ufak bir tüyo o zaman, Cemre ve arkadaşları bu akşam bir yardım gecesi düzenlediler. Ben Cemre’nin sen de benim davetlimsin. Oldu mu şimdi?”

“Heh şimdi oldu. Siz onu diyorsunuz.” Toprak’ın köşeli jetonunun düşmesini sağlayan bir göz kırpıp, beyninde düşen jetonun sesini duymasını sağladı. Tabi ya, onun için bu Cemre’ye giden yolda kaçırılmayacak bir fırsattı ama ne yapabilirdi ki? O anda aklına gelen şey ise aman Allah’ım, “Buldum, buldum!” diye bağırırken sanki ampulü yeni baştan icat etmiş bir edayla yerinde tepinmeye, çocuk gibi havalara uçmaya çoktan başlamıştı bile. Onun bu hali ise yanındaki Hasan Bey’i kahkahalara boğmaya yetmişti.

“Oğlum, bu dans figürlerini akşama sakla zira Cemre’yi güldürmek için çok işine yarayabilir.” Derken kahkaha atmaya devam ediyordu. Toprak ise onun kahkahalarına aldırmadan ani bir hareket ile yaşlı adamın koluna girip aklından geçenleri uygulayabilmek için onu çoktan sürüklemeye başlamıştı.

“Hadi hadi Hasan amca çok oyalandık, daha öğrenmem gereken tonla şey var. Nereden başlasam… Mesela benim buralarda alışveriş yapabileceğim yerler var mı? Cemre hangi renkten hoşlanır ya da dur dur bu gece hangi renk giyinecek? Bu yardım gecesi nasıl bir gece olacak? Of çok az zaman kaldı. Nerde olacak bu gece hemen öğrenmem lazım.”

“Oğlum dur bir nefes al, bu ne hız.”

“Yok, yok hadi anlatmaya başlayın, benim kafa anca alır. Biliyorsunuz Hasan amca benim jetonun köşeleri burada iyice arttı.” Kahkahalarına engel olamayan yaşlı adam ilerleyen günlerde çok güleceğini şimdiden hissetmeye başlamıştı.

Loading...
0%