@ugurluay
|
34.BÖLÜM (***Huzurun Vakti***) "Ömrüne talibim, geçici değil ruhuna temelli yerleşmeye geldim, Sözlerim dilinden dökülürken, gözlerin ben gibi bakmaya başladı. Gelip geçici bir heves değil, ömürlük hayatı paylaşmaya geldim. Gitmeden, gitmeye meyletmeden, sende kalmaya geldim. Gözlerine yerleşip, kulaklarında çınlamaya, Sesinde dillenmeye, göğsünde dinlenmeye geldim. Gitmeden, temelli sende, seninle, yüreğinde kalmaya geldim..." (İki ay sonra) Cemre, kapının tıklatılmadan açılması ile dalıp gittiği evrak yığını arasında, yerinde irkilmesine engel olamadı. Başparmağı ile damağımı yukarıya doğru kaldırırken, içeriye gir bile demeden, destursuz dalan kişi tabi ki de canı arkadaşı, pek de insanlıktan nasibini alamayan, görgü ve nezaket kurallarını hiçe sayan Mira'ydı. "Kızım saatlerdir neredesin ya, resmen kayıplarda oynuyorsun, yemeğe de gelmedin. Bak canım, eniştem bu halini görürse önce seni emanet etiği benim kemiklerimi kırıp un ufak eder, ardından ağzına tek lokma koymayıp kendine dikkat etmeyen seni mahveder." Mira birden Cemre’nin kollarına sarılmış, onu oturduğu koltukta sarsarcasına kaldırırken, onun insanüstü çabasından kurtulmak için Cemre büyük gayret sarf ediyordu. Bu kızda bu güç, aman ya Rabbi... Cemre’den gizli dövüş sporu falan mı yapıyor, ne yapıyordu bu deli... "Mira, kızım bıraksana iki dakika ya, hem sipariş verdim ben az sonra gelir." Mira, Cemre’nin söyledikleri ile biraz duraksamış olsa da yalan söyleme ihtimalime karşı hala onu elleriyle sarsmaya devam ediyordu. Kapının tıklatılması ile gözleri ile kapıyı işaret ederek Mira’nın kolları arasından kurtulup, çekiştirdiği üstünü başını düzeltiyordu. İki dakika da ne hale getirmişti, biri görse saldırıya uğradığını düşünmesi işten bile değildi. Siparişini getiren çocuğa yüklü bir bahşiş verdikten sonra, Mira'nın hayret dolu bakışları arasında genç kız önündeki etin envai çeşidini silip süpürmeye başlamıştı. Allah'ım bu iştah, bu kadar yemek ve Cemre, resmen kıtlıktan çıkmış gibi saldırıyordu yemeklere... Alt tarafı bir, iki saat geciktirmişti yemeği, ne ara bu kadar acıktı bilmiyordu ki... O yemekler nasılda utanmadan “Gel ye beni,” diye göz kırpıyorlardı ona öyle... "Cemre, oha kızım bu sen misin ya? Maşallah, evlilik yaradı diyeceğim ama Toprak'ta bir haftadır yurt dışında, bu kadar enerjiyi onun gelişine mi depoluyorsun sen?" İşte Cemre’nin iştahının kaçtığı o an, Toprak'ı ile aynı şehirde olamamak... Onun ile aynı havayı soluyamıyor olmanın düşüncesi beynine hücum ederken, bu acı gerçek ile yüzleşmesi, yemekler ile gelen keyfinin aynı hızla kaçıp gitmesine sebep olmuştu. Ellerini ve ağzını eline geçirdiği peçete ile silerken, Mira'nın karşısında arkasına yaslanmış, onun yokluğunun acısını içten içe yaşamaya tekrar başlamıştı. Tekrar mı başlamıştı, yok artık... Onun yokluğunun acısının içinde yaşamadığı tek bir an, tek bir saniye var mıydı ki? Ah, ah ben o bu hallere düşecek, aşk içinde kavrulacak, sevdiğinin yolunu hasret kasırgası içinde gözleyecek insan mıydı? Hayat bu işte, ne oldum eğil ne olacağım demeliydi insanoğlu. Cemre, iki ay önce büyük bir olay çıkartmasına ve şirket içinde pimi çekilmiş bomba gibi dolaşmasına rağmen hiçbir şey korktuğu gibi olmamıştı. Toprak'ının anlayışlı tavırları, ilgi ve abartılı şefkati yavaşça tek tek tüm sinirlerini ondan alıp götürürken, kısa sürede onun iş yerindeki varlığına alışmasını sağlamıştı. O kadar ki şirkete gelmediği günlerde utanmadan yüzü beş karış asık ortalarda dolanırken, Umut'un ve Mira'nın "O kadar olay çıkarmana değdi mi?" diyen haklı bakışlarına şiddetle maruz kalıyordu. "Hu hu, kime diyorum ben acaba, keyfini kaçırmak için söylemedim. Daha dombili olman için vakit vardı, yesene kızım." Mira, yemekleri gözleriyle işaret ederken, Cemre utanmasa cidden devam edecekti. Hem aşk acısı, hem hasretin içinde oluşturduğu derin sızı, bir de o tabaktaki yarım tavuk budu ona mı bakıyordu? “Ne kadar da tatlı görünüyorsun sen ya,” diye tavuk budu ile bakışırken yüreğindeki Toprak aşkı galip gelmiş ve keyifsizce Mira'ya bakmıştı. Derin bir nefes verirken Mira genç kızın gözlerine baktığında Toprak’ı ne kadar özlediğini hissediyordu. Mira, Cemre’nin içini rahatlatmak ve konunun yönünü değiştirmek için daldan dala konmaya başladı. “Enişte Bey’de maşallah özletiyor kendini, baksana ben bile özledim bay ayarsızı.” "Bakıyorum da aranızdan su sızmıyor, gözümden kaçmadı sanma..." Hakikaten Toprak bu şirkete adımını attığı günden bu yana cehennem azabı çekeceğini düşünürken, onun iş ortamını cennet bahçelerine döndürmüştü. Mira ile bile araları düzelmiş, hiç var olmayan kız kardeşi mertebesine yükselterek onu koruyup kollamaya başlamıştı, Toprak, Arda'yı en ufak eksiğinde acımadan yerden yere vururken, Cemre’nin ağabeyi Cantuğ'un Mira'ya yaklaşma çabalarını her defasında bertaraf ediyordu. Öyle bir an geldi ki ağabeyi hem Cemre’ye hem Mira'ya birer buket çiçek alıp şirkete geldiği sırada, Toprak Cantuğ’un buketlerden birini Mira'ya vereceğini anlamıştı. "Ah kayınçom benim, bana hayırlı olsuna da gelirmiş, hem de çiçek getirirmiş, ne gerek vardı zahmet etmişsin be ağabey," diyerek elindeki buketlerden birinin hemen kapmıştı. Cantuğ’un şaşkınlığını da fırsat bilip onu Mira'dan uzaklaştırmıştı. Cantuğ’un rengi mora dönerken Mira ağzını bir karış açmış yere düşen çenesini toparlamaya çalışırken, Cemre’ye hayret dolu bakışlarını gönderiyordu. Cemre, bu filmlerden fırlamış komedi sahnesine kahkahalarını atarken gülme krizlerime engel olamamıştı. Mira'nın omzuna dokunup, "Yeni kıskanç ağabeyin hayırlı olsun," diyerek Toprak'ı ve ağabeyini kahkahalar içinde takip etmişti. “Ah canım kocacığım, sınır tanımıyordu, hiçbir zaman ölçülü olup nerede duracağını bilemiyordu.” Cemre, geçen iki aya dalmışken Mira'nın kulağını çekip, masaya vurmasıyla kendine geldi. "Allah nazarlardan saklasın aramız iyi maşallah enişte bey ile, düşünsene senin kalas kocan giderken seni bana emanet etti. Bana, bana, süpürgeli çirkef baldızına… Gerçi emanet ederken tehdit de etmiş olabilir ama o kadar da olur canım. Çocuk seviyor seni ne yapsın. Kalas malas ama özünde delikanlı çocuk ya..." "Sana ne yedirdi, ne içirdi bilmiyorum ki... Nasıl bu hale gelip onun tüm her şeyine, ağabeyim deyip, beni bırakıp onu savunmaya başladın bilmiyorum ki..." "Bir takım sınavlara sokmuş olabilirim onu ama maşallah enişte bey hepsini geçip seni sevdiğini kanıtladı. Daha ne istiyorsun bilmiyorum ki kızım, bırak artık bana güvenmiyor demeyi, adam sana sırılsıklam âşık, güvenmese nasıl âşık olur, insan nasıl sever söyler misin bana?" "Haklısın Mira, ben Toprak'a çok büyük haksızlık yaptım galiba," içten içe pişmanlık genç kızın tüm vücudunu kaplarken yüreği huzursuzlukla daraldı. "Galiba mı? Galiba mı? Cemre, adamın canını okudun be..." "Uf tamam ya, iyice Toprak'çı oldun sende, dikkatini çekerim sen benim arkadaşımsın." "Tırnak içinde söylüyorum, onunda manevi kız kardeşiyim," dediği an ikisi de artık kendilerini tutamamış kahkahalarını serbest bırakmıştı. Hak etmişlerdi doğrusu bu gülmeleri, yüreklerine huzur dolarken, gözlerindeki yaşların mutluluktan akmasını, yaşamanın bu kadar güzel olduğunu hissettikleri başka bir an var mıydı? Bilemiyordu? Hatırlamıyor, Cemre onun yanında olmadığı hiçbir anı yaşanmış saymıyordu, Toprak’ın nefesiyle hayat buluyordu. Cemre, sorgulamıyordu artık, bildiği, bildiği tek şey varsa o da Toprak’ı deli gibi sevdiğiydi. Toprak’ı kendi varlığından emin olduğu kadar çok seviyor ve bunu tüm zerreciklerinde hissedene kadar yaşatıyordu. Cemre aşkı öğrenirken Toprak ona “BİZ” olmanın ne demek olduğunu öğretiyordu. |
0% |