Yeni Üyelik
37.
Bölüm

37. Bölüm

@ugurluay

37.BÖLÜM(***Can Tüketen Gün***)

"Durdurun akıp giden zamanı, korkuyorum...

Getirdiklerinden, götürdüklerinden, yaşattıklarından, yaşatacaklarından...

Geriye kalan benden korkuyorum,

Zamanın darmaduman ettiği yüreğimin alışık olmadığı tuzaklarda yok olup gitmesinden,

Aşkın güçlü çıkan sesinin fısıltıya dönüşmesinden,

Titreyen gözlerimin vücudumu sarıp sarmalamasından, beni yok etmesinden korkuyorum...

Durdurun acımasızca akıp giden zamanı, beni bende yok etmeden durdurun..."

Denizin serin ve yüze çarpan sert havası Cemre’nin kendine gelmek için çabalayan ruhuna tahmin ettiğinden daha iyi gelmişti. Saatlerdir Mira onun kaçan keyfini yerine getirmek ve yüzünün bir nebze bile olsa gülmesi için bin bir çeşit şebeklikler yapmıştı. Ama o da biliyordu bugün yaşananlardan sonra kolay kolay kendine gelemeyeceğini, canı çekilmişti sanki ruhu bedeninden acımasızca koparılmıştı. Geçmiş ve gelecek arasında sıkışıp kalmıştı, ne yapacağını, nereye gideceğini, bu işin içinden nasıl çıkacağını, düştüğü durumdan nasıl kurtulacağını bilmiyordu. Korkuyordu, hem de hayatında hiç korkmadığı kadar deli gibi korkuyordu. İliklerine kadar titriyor, her zerresinin acı ile kıvranmasına engel olamıyordu. Bir yanında bin bir bela ile geçmişinden çıka gelen tehlikeli Eymen, diğer tarafta ruhunu aşkıyla doyuran onu kendine deli divane âşık eden, sınırsızca sevdiği, ona gelecek kötü bir şeyin kendisine gelmesi için dilinin duaya döndüğü, yüreğinin şükürler fermanını yazan adam Toprak... Cemre, kendine bir şey olması umurunda bile değildi yeter ki ona, yaşama sebebi olarak gördüğü, tutunduğu, aşka olan inancını canlandıran Toprak'ına bir şey olmasın, kendisi yüzünden onun başına hiçbir şey bir şey gelmesin istiyordu.

Yıllar sonra karşısına çıkan adam normal biri değildi ve söz konusu Cemre ise Toprak'ın da pek normal olduğu söylenemezdi. Ya öğrenirse, ya geçmişte Eymen'in genç kızı kaçırdığını, onun yüzünden kaza geçirdiğini duyarsa ne olacaktı? Of... Lanet olsun, Toprak bu adi adamın bugün şirkete geldiğini, olay çıkardığını öğrenirse, geçmişteki neyse de ya bugün olanları, Cemre’ye yaptıklarını bir öğrenirse olacakları düşünmek dahi istemiyordu. Cemre kendisi yüzünden sevdiği adamın canının yanmasını, başına tehlikeli bir bela almasını istemiyordu. Huzuru yeni yakalamışken, tadının damağında kalmasından, mutlulukların bir boncuk gibi yerlere saçılıp dağılıp gitmesini istemiyordu.

"Hu hu, dünyadan Cemre'ye orada bir yaşam belirtisi var mı acaba? Kime diyorum ben ya?" Mira'nın çığlık çığlığa ciyaklaması ile gidip geldiği tekrar eden düşünceleri arasında kaybolduğu girdaptan Mira'nın sesini takip ederek kendini sürükleyerek çıkarmak zorunda kalmıştı.

"Heh, ne?"

"Çay diyorum, çay içer misin?"

"Yok Mira, midem iyi değil, yaşadığımız stresli anlar mideme vurdu galiba, sen bana en iyisi limonata al."

"Tamam, alıp geliyorum hemen, kendi başına kalabilecek misin?" Endişeli bakışlarla onu süzerken halinin hiç de iyi görünmediğini gözlerinden hissedebiliyordu.

"Saçmalama, niye kalamayayım, git alda gel hadi midemde hareketlenmeler hissediyorum yine, benimle uğraşmak istemezsin değil mi?" Endişelerinin yersiz olduğunu hissettirebilmek adına kendine gelmiş numarası yapmaya çalışsa da ne kadar başarılı olduğu tartışılırdı.

"Yok hiç istemem, bak kaçtım bile, geliyorum hemen," diyerek koşarak büfeye doğru gitmişti. Deli kız ne kadar hissettirmemeye çalışsa da Cemre onun da çok korktuğunu biliyordu. Geçmişte yaşananlar yalnızca Cemre için kötü anılar değildi. Onun ile birlikte Mira’da yaşamıştı o kötü anları, o da çekmişti çilenin en beter halini… Cemre’nin korku dolu gecelerinde en büyük destekçisi, bitmeyen kâbusların gönüllü nöbetçisiydi. Geçmiş nasıl da geçmemişti böyle, acı gerçekler bir bir yüzlerine çarparken izler nasıl da canlanmıştı gözlerinde…

***

Denizin genzine dolan havası Cemre’nin içine akın ederken, gözleri umarsızca etrafı izliyordu. Mira'nın getirdiği limonatanın tadına vararak içiyor, midesindeki stres kaynaklı hareketlenme ile oluşan bulantıyı yok etmeye çalışıyordu. İlgisizce etrafa göz gezdirirken, boş bakışlarla çevredeki dertsiz tasasız gülücükler saçan insanları seyrediyordu. Mira da ona uyarak konuşma fasıllarına girmemişlerdi, ikisinin de sessizlik içinde düşünmeye ihtiyacı vardı. Bugün olanları sessizce düşünürken hazmetmeleri gerekiyordu ve bu işin içinden çıkabilmek için bir çıkış için bir ışık bulabilmeleri gerekiyordu. Bunu başarabilmeleri için ise ihtiyaçları olan tek şey derin, koyu bir sessizlikti.

Nereden bilebilirdi ki çıkış noktası ararken bir kez daha, aynı gün içinde dibe çekileceğini, dipsiz kuyularda nefessiz kalacağını, gözleri görmek isteyeceği en son manzara ile acımasızca karşı karşıya geldiğinde, ateş yüreğine öyle bir çöreklenip oturmuştu ki yakıyordu ve çok canı acıyordu.

Gözleri donuklaşmış, gördüklerinin gerçek olmaması için yürekten firar eden inkâr çığlıkları kulağından inlerken, elinden kayıp giden limonata bardağının yere düşmesiyle etrafa yayılan tiz bir kırılma sesi, Mira'nın ona ani dönüş yapmasını sağlamıştı.

"Kızım ne oldu? İyi misin? Tansiyonun mu düştü?" İyi olup olmadığını kontrol ederken bin bir soru ile onu boğmaya çoktan başlamıştı. Gözlerinden ışıl ışıl parlayan yaşların yanaklarına doğru kedilerini bırakmalarına hayret ile bakmıştı.

Ne olduğunu anlamayan Mira, Cemre’nin gözleri ile odaklandığı noktayı fark etmiş olacak ki, baktığı yöne doğru dönmüş ve orada oturan çifti gördüğünde ağzından edepsizce sesli çıkan küfüre engel olamamıştı. Garibim içinden ettiği bin bir küfürün sadece bir kısmını seslice dillendirdiğine adı gibi emindi.

" Oha, Çüş… Nasıl ya? Bu, bu nasıl olur?" diyerek çatık kaşlar ile ona dönen Mira, şaşkınlığını gizleyememiş öfkesi zapt edilemez dereceye ulaşmıştı.

Dudaklarından titreyerek çıkan isim ise sadece "Toprak," olmuştu.

“Toprak, Toprak'ım senin burada ne işin var? Yurt dışında olman gerekirken burada ne işin var? Ve kahretsin o kadın, o kadının, Alara'nın senin yanında ne işi var?”

Cemre’nin aklı almıyor, kalbi kaldırmıyor, ruhu hazmetmiyor, gözleri gördüklerine isyan eder gibi tüm yaşlarıyla yüzüne firar ederken boğazından çıkan tek şey hıçkırıkları oluyordu.

"Varlığını beynime kodladığım yârim...

Ruhum teninde firar ederken,

Benim sana baktığım gibi bakmıştı o gözler bana,

Söz dinlemez yüreğim işte o an mahkûm olmuştu sana..."

Loading...
0%