Yeni Üyelik
4.
Bölüm

4. Bölüm

@ugurluay

4.BÖLÜM(***İzin Ver***)

“Yolun yolum olmuşken, ömrüm peşinde geçecekken,

Ben bunu gözlerinde görmüş, yüreğimde hissetmişken,

Konuşmak boş gece gözlüm, izin ver sadece yaşayalım…”

“Sen, sen ne yaptığını sanıyorsun ayarsız herif? Az önce yaptığın rezillik de neydi öyle?” Cemre hiddet ile bağırırken gözleri alevler içinde yanıyordu. O kadar sinirlenmişti ki gergin vücudu, öfkeden kırmızıya dönen yüzü ve sesindeki hiddet aslında her şeyi gösteriyordu. Tamam, Toprak’ın bulduğu fikir güzeldi ama herkesin gözleri önünde evlilik teklif etmek biraz planlarının dışında gelişen bir durumdu. Ufacık, birazcık saçmalamış olabilirdi ama sonuçta o da insandı, hatalar herkes için değil miydi? Bu da sonuçta her insan evladının yapabileceği gündelik hatalardan yalnıza biriydi. En azından o böyle düşünüyordu. Haticeye değil de neticeye bakarsa sonuç olumlu hatta olumlunun da ötesi olmuştu. O ahtapot kollara sahip heriften, gece gözlü hatununu o an için kurtarmayı başarmıştı ya önemli olan da oydu, şimdi gelsin Cemre’si topla tüfekle razıydı her şeye, ondan gelen her şey ceza değil ödüldü yüreğine.

“Şaka yapıyor olmalısın hayatım? Az önce olanları tüm herkes anlamışken anlamadığını söyleme bana lütfen?” Ona durumu açıklama vaktinin geldiğini hissederek hissettirmeye çalışmıştı. Ama hafiften de korkuyordu, sanki avını yakalayıp, parçalara ayırmayı planlayan vahşi bir kaplanın bakışlarını görmüştü o içinde kaybolup gittiği kara gözlerde.

“Bana hayatım deme sakın. Allah’ım bu olanlara inanamıyorum.” Diyerek yüzünü sıvalayan genç kız saçlarını havalandırarak sakinleşmeye çalışıyor bir ileri bir geri bulunduğu yerde dolanıyordu. “Toprak derhal bana bu saçmalığın sebebini açıklıyorsun. Yoksa elimden cidden büyük bir kaza çıkacak.” Diyen kız elleriyle hareketler yaparak onu parçalayacakmış gibi bir sıfata büründü.

“Bak gece gözlüm.” Dediği an Cemre “Toprak!” diye haykırdı. “Ne diyorsun sen Allah aşkına? Benim bir adım var, adım. Benim adım Cemre.” Diye üzerine doğru yürürken bir yandan da el kol hareketleri yapıyordu. Toprak yavaş yavaş sonunun geldiğini hissetmeye başlamıştı. Bir iki korkak adım geriye doğru çaktırmadan atarken, duruşunun dikliğini değiştirmeyip, bozuntuya vermemeye çalışıyordu ama hakikaten bu kızdan korkmaya başlamıştı. Hangi akla hizmet bunca yaşanandan sonra, hayati tehlikesini bile bile, bu kızı kimseciklerin olmadığı bu kuytu köşe olan yere getirmişti ki, “Aferin oğlum Toprak, tebrik et kendini şimdi.” diye iç geçirmeye başlamıştı. Ne kadar tırssa da artık kaçış yoktu, konuşmaya devam, diyerek kendi kendine hafiften gaz vermeye başlamıştı. Yoksa malum iki adım bile atamadan kala kalacaktı.

“Sana evlenme teklif ettiğimi…” Korktuğunu belli etmemek için zoraki gülmeye çalışarak sessiz bir kahkaha ile konuşuyordu ki,

“İyi halt yedin Toprak, iyi halt yedin. Allah’ım bana sabır ver.” Ellerini havaya kaldırarak yardım dilenen Cemre, adamın ukala tavrı ve kahkahası ile iyice ecirden sabırdan düşmüş ve tekrar ona bağırmaya başlamıştı. Hiddetli bir şekilde dönerek tüm sinirini adeta kusmaya başladı.

“İçki mi içtin, sarhoş mu oldun? Neyin kafasını yaşıyorsun ayarsız herif, sen kimsin ya, kimsin de bana evlenme teklif ediyorsun?Bu ne hadsizlik? Bu ne dengesizlik? Nasıl bir cesaret içindesin sen Toprak?” Gözlerini öyle bir açmıştı ki o kara gözlerde Toprak, bir an, sadece bir an kendini kaybetmişti, gözlerinde Karadeniz’in hırçınlığını, güzelliğini, ruhunu görmüştü. O gözlerde, onun titreyen yüreğini yüreğin de hisseti. “Allah’ım bu nasıl bir şey böyle içimde varlığından bile habersiz olduğum bu duygular, bu tepkiler de ne böyle?” diye iç geçirirken o kara gözlerden zorda olsa kendini çekip alabilmişti. Onun o kara gözlerinde gördüklerinden sonra hiç kimse, hiçbir şey durduramazdı artık onu, “An itibariyle senin müstakbel nişanlın olarak tanınıyorum hayatım.” diyerek adım adım genç kızın üzerine doğru yürümeye başladı. Toprak’ın yüreğindeki korku genç kızın gözlerinde gördükleri ile uçup gitmişti. O kız onun sahip olabileceği en güzel, en özel varlık olarak karşısında dikilirken artık bir an olsun ondan uzak durmaya tahammül edemezdi.

“Bana hayatım deme, ben senin hayatın falan değilim, ben senin hiçbir şeyin değilim. Oğlum, seni Karadeniz havası çarptı galiba, baksana uyanıkken rüyalar görüp bir de buna inanıyorsun, hem gelmesene üzerime be, ne biçim bakıyorsun hem sen, bakma bana öyle.”

Cemre Toprak’ı omuzlarından tutarak daha fazla üzerine gelmesine engel olabilmek adına onu geriye doğru sertçe sarsarak ittirmeye çalıştı. Cemre’nin ellerini omuzlarında hissetmesi ile dokunduğu yer adeta alev topuna dönüşmüştü. Bu kızın bir dokunuşu ile yüreği, ruhu ve vücudu adeta alev alıyor onu nefessiz bırakıyordu. “Ah Cemrem! Sen nerelerdeydin bu zamana kadar? Varlığından habersiz yaşadığım hayat gerçek bir hayat mıydı? Yoksa uyanmam gereken boş bir rüya mıydı? Sen beni yalan bir rüyadan uyandıran gerçek bir hayat, yaşanması gereken yaşamaya değer bir ömürsün.” İçinde kopan fırtınalardan kendini söküp alan genç adam, konuşmaya başlamıştı.

“Rüya değil gerçek hırçın güvercinim, hem ben Karadenizliyim unuttun mu? Senin tonton ihtiyarın Hulusi’nin oğluyum, hani babanın kan kardeşi Karadenizli arkadaşının oğluyum ben.”

“Peh! Karadenizliymiş çakma Karadenizli seni.” derken ellerini göğsünde birleştirmiş titreyen sesi ile birlikte bir ileri bir geri hareket ediyordu.

“Eeeeeee!” Genç adam sabırsızdı ve bir an önce artık cevap alması gerekiyordu. Sabırsız bir şekilde olumlu geleceğini düşünmese de nihayetinde ortada cevap bekleyen bir soru vardı ve o cevabı bekleyen adamın zaman konusunda pek tahammülü olduğu da söylenemezdi.

“Ne? ne eee ? Ne eee?” Kaşları çatık bir şekilde burnundan soluyan genç kızın da artık pek tahammül edebildiği söylenemezdi.

“Müstakbel nişanlım!” Sesi onu delirtecek kadar sinir bozucu çıkmış olsa da gülmemek için kendini zor tutuyordu. Bu durumu belli etmemek için ise çoktan dudaklarını dişlemeye başlamıştı.

“Ben senin nişanlın falan değilim, kırdırtma bana o kalın koca kafanı!”

“Neyse uzatmayacağım cevabını alayım Cemre’m.”

“Oğlum, ayarların hakikaten bozulmuş senin ya, ağzınla konuşurken kulakların horon tepiyor, beynin de horona eşlik etmek için kalkmış yolunu kaybetmiş. Bir an önce fabrika ayarlarına geri dönsen iyi olacak, yoksa o ayarlarına seni ben döndürürüm ama dikkatini çekiyorum o ayarlara seni ben döndürürsem eğer; birkaç kırıkla ve o basmayan kafanda birkaç eksik tahtayla dönmüş olursun ki bu senin için hiç de iyi olmaz!’’

“Cemre, güzelim, hırçın güvercinim benim.” Ona ait olduğunu ya da olacağını vurgulayarak konuşmak gururunu okşamıyor değildi hani.

“Oğlum oradan bakınca hayvana mı benziyorum ben? İki de bir güvercin deyip durma bana.”

“Gece gözlüm.” Onun o ışıl ışıl bakan kara gözlerine, çakmak çakmak yanan bakışlarına bakarak bu kelimeleri söylemek ruhunu öyle coşturuyordu ki adeta nefes nefese kalıyordu.

“Toprak, hakikaten sen kendinde değilsin. Şunu önce o kalın kafana sok, ben sana ait değilim, sana aitmişim gibi konuşma. Duymuyorsan gör beni, el hareketlerimden anla, ben sana ait değilim. Anla bunu artık ve saçmalamayı kes.” Dese de Toprak’ın Cemre’yi anlamaya hiç de niyeti yoktu. Anlamak istemiyordu. Duymazdan, görmezden,bilmezden geliyordu. Ta ki zamanı geldiğinde onu kendine âşık edene kadar.

“Dağ kızı Cemre’m benimle evlenir misin? Bu kadar yolu sırf senin için, seninle evlenebilmek için geldim ben.”

Cemre havada uçuşan cümleler yüzünden nefes alamaz duruma geldi, duydukları kulaklarının birden zonklamasına sebep oldu. Beyninden aşağıya doğru sanki her kelimede bir kova kaynar su atıyorlardı, bu kendini bilmez adam neler söylüyor, neler saçmalıyordu böyle?

“Toprak, sen benim dediğimi anlamıyor musun? Ben seni tanımıyorum, bugüne kadar hiç görmedim. Benim için bugüne kadar sadece bir isimden ibarettin bundan sonra da daha ötesi asla olmayacak. Şimdi ne cesaretle karşıma geçip böyle konuşursun. Aklını mı yitirdin? Deli misin divane misin be adam? Ne evliliğinden bahsediyorsun sen? Oyun mu oynuyoruz burada?”

“Sana sordum.” Evet, artık yavaş yavaş gerçekleri ortaya dökmenin zamanı gelmişti. Malum vasiyet ve Cemre yüzleşmesi bir hayli zor olacak ama olsun başlamak bitirmenin yarısıydı ya da onun gibi bir şeydi işte şu an o ayrıntıyı düşünecek vakit değildi.

“Ne? Neyi bana sordun?” Anlamaz gözlerle ona bakarken Toprak’tan sağlam bir açıklama beklediği hissediliyordu.

“Tonton ihtiyarının bir isteği olduğunu, sende bu isteği seve seve yapacağını söyledin?”

“Bunun konumuzla ne alakası var?”

“Aslında tam da konumuz bu yayla kızı, babamın son isteği seninle evlenmemdi.” Oh be sonunda söyleyebilmişti, sanki üzerinden bin tonluk öküzü kaldırmışlar gibi ferahlamıştı.

“Ne? Bir dakika, bir dakika dur, bugün telefonda bahsettiğin o kız, o kız ben miydim?”

“Heh, şimdi jeton düştü. Sonunda anlayabildin şükürler olsun.”

“Toprak!”

“Şaka şaka, hadi evet deyiver de, gidelim annene ve babana güzel haberi verelim.”

“Sen kendini ne sanıyorsun hödük? Bırak Hulusi amcayı tüm dünyayı önüme sersen yine de ben senin gibi dengesi bir herif ile evlenmem. Bin tane gönlüm olsa birini bile dönüp sana vermem.”

“Bu kadar iddialı konuşma müstakbel nişanlım.”

“Ben senin nişanlın değilim dedim sana!” Diyerek inatçılığı ona bakan gözlerinden okunabiliyordu. Aynı inatla gözlerini Cemre’ye dikerek Toprak da meydan okurcasına karşılık vermişti.

“Ama olacaksın.” Tek kaşını havaya doğru kaldırıp öyle ikna edici bir ses tonu ile konuşmuştu ki genç kızın suratı adamın tavrından ve kendinden emin konuşmasından dolayı öfke ile karışıp kıpkırmızı olmuştu.

“Asla ama asla olmayacağım.” Dediğinde küçük bir çocuk gibi ayağını yere vurmaya başlamıştı.

“Bu arada bir daha üzerine giyinmeyi unutma.”

“Ne?”

“Kıyafetin diyorum,”

“Kıyafetimde ne var?”

“Ben de onu diyorum işte, kıyafetinin hem arkası hem de üstü yok.”

“Oğlum kendinde misin sen? Sen hangi hakla benim kıyafetime laf edersin pis maço, mağara adamı sen de.”

“Laf etmiyorum, bir daha giyinmeyi unutma diyorum ve bunu nişanlın olmanın vermiş olduğu hak ile söylüyorum.” Gözlerinin en derinine bakarken çapkınca bir göz kırptı.

“Toprak delirtme beni, ben senin nişanlın falan değilim.”

“Nişanlımsın,çok yakında da karım olacaksın.”

“Bu, bu dediğin asla olmayacak, bunun olması için aklımı yitirmem gerekiyor.”

“Onun da zamanı var hırçın güvercinim.”

“Anlamadım, neyin daha zamanı var?”

“Aklını başından almamın da zamanı var.”

“Toprak, sinir krizi geçireceğim şimdi, her şeyi anlamak istediğin gibi anlayıp kendince yorumlamayı kes artık.”

“Cemre’m!”

“Bana Cemre’m deme.”

“Tatlı nişanlım.”

“Üstüne basa basa söylüyorum. BEN SENİN NİŞANLIN DEĞİLİM. Hiçbir zamanda olmayacağım.”

“Her neyse, anlaşılan kabullenme aşaman biraz uzun sürecek, olsun ben beklerim. Nasıl olsa ben de zaman çok. He bu arada o herifi bir daha yanında görmek istemiyorum.” Yüzü ister istemez asılmıştı. O adamın Cemre’nin beline elinin değdiği görüntü gözlerinin önüne geldiğinde içi ürperiyordu, vücudu kasılıyor, bir şeyleri yakıp yıkma isteği ile dolup taşıyordu. Farkında olmadan sıkmaya başladığı elleri yumruk olmuşken yavaş yavaş avuçları içine kan oturmaya, elleri sıkmaktan morarmaya başlamıştı. Caner’i, Cemre’nin bir metre yakınında görmeye tahammülü yoktu.

“Kimi?” dedi şaşkınlıkla, kimden bahsettiğini anlayamamıştı.

“O dans ederken sana ahtapot gibi sarılan herifi.” O kafasını gövdesinden ayırmasına ramak kalan lavuk, ah nasıl dalmamıştı o an o herife, hala sabrına da kendine de inanamıyordu.

“Caner mi?”

“Her ne halt ise işte!”

“Sana ne ya, sana ne? İstediğim ile görüşür, sarılır, istediğim ile dans ederim. Sen kimsin de gelmiş bana emirler yağdırıyorsun.”

“Cemre…” Sesi kulakları sağır eden cinsten genç kızın korkudan bir adım geriye doğru gitmesine sebep olsa da bu etkiyi hemen yok sayıp adamın tepkisini etkisi ile yok etme çabasına girmişti bile.

“Ne bağırıyorsun kulağımın dibinde be.”

“Sabrımı zorlama Cemre, sen benim şu an itibariyle nişanlımsın ve artık buna göre davranacaksın.”

“Ben senin nişanlın değilim, asla da olmayacağım, bu yüzden karışamazsın, karışamayacaksın.”

“Cık cık cık… Hiç yakıştıramadım sana. Senin gibi nişanlı, başı bağlı kızlar oturduğuna, kalktığına, kiminle görüştüğüne, konuştuğuna dikkat eder. Yoksa evlenir evlenmez dul mu kalmaya niyetlisin?”

“Sen, sen beni şimdide utanmadan tehdit mi ediyorsun?”

“Olur mu hiç hırçın güvercinim? Sadece sevgili nişanlıma küçük bir uyarıda bulunuyorum.” derken onun şaşkınlığını fırsat bilerek ellerinden tutup kendine doğru bir anda çekti.

“Dokunma bana, çek o pis pençelerini üzerimden” diyerek öyle bir itti ki Toprak’ı, arkasındaki ağaca çarpıp durmasa daha ne kadar geriye doğru giderdi ya da gidemeden nerde yere yapışırdı bilmiyordu. “Of!” diye bağırmaya başladığında Cemre yerinde tepinmeye başladı.

“Ben senin nişanlın değilim, bunu o kalın kafana soksan iyi olur.” derken işaret parmağı ile Toprak’ın kafasını hiddetle ittiriyordu. Hırsla sözünü bitirir bitirmez oradan koşar adım uzaklaştı. Toprak ise onun hiddetle gitmesini izlerken arkasından kahkahalar eşliğinde bağırıyordu.

“Şimdilik Cemre’m, şimdilik nişanlım değilsin.” ama çok yakında hem nişanlım hem de karım olacaksın, diye iç geçirirken onun arkasından gittiği yolu da onu da takip ediyordu.

“Gece gözlüm,

Bakıp da görebilmenin o muazzam tadına,

Ben senin gözlerine baktığım da vardım.

Ben senin o ateş saçan bakışlarında işte o an yaşamaya başladım.”

Saat gece yarısına doğru ilerlerken Cemre kızgın bakışlarını pistte delicesine kendini kaybeden Toprak’a yöneltiyordu.

“Allah kahretsin Selin! Bu adam nereden karşıma çıktı böyle? Varlığı bile resmen ruhuma zarar veriyor. Aylardır uğraştığımız yardım gecesini panayır yerine dönüştürdü. Bu adam hiç dur durak bilmez mi? Allah’ım sabır ver bana, saatlerdir baştan çıkardığı orkestra ile birlikte oynamayı bile bilmediği horonu tepiyor bu da yetmez gibi bir de kolbastıya geçiyordu. Utanmasa Ankara havası açıp göbekler atacak, o da yetmeyip gerdan kıracak, ardından da roman havası oynayacak,nasıl bir enerji vardı ayarsız herifte. Ha bir de dengesiz hödüğün yaptığı saçma sapan evlenme teklifinden sonra tanıyan tanımayan herkes beni tebrik ediyor. Yok, yok öyle bir şey, şaka yaptı arkadaş, dedikçe insanların elleri omzuma dokunarak utanma, utanma demeleri yok mu? Of Toprak, seni öldüreceğim, seni lime lime edeceğim. Ya annem ve babama ne demeli normal şartlar altında ağzını burnunu kırması gerekirken benim babam gelen tebrikleri kabul ediyor, annem ise sessiz kalıyordu. Bir şeyler dönüyor ama geri zekâlı gibi hiçbir şey anlamıyorum, müdahale edip engel olamıyorum. Allah’ım ben nasıl bir günah işledim ki bu dengesizi benim karşıma çıkardın. Ah Hulusi amca, benim başıma nasıl bir bela açtın böyle? Ayaklı bela resmen ya.” Diye Selin’e laf anlatmaya çalışırken Caner kızgın bakışlar ile kızların yanına gelmişti.

“Cemre, durdur artık şu adamı, yoksa sonu çok fena olacak.” diyen Caner’in sözünü Selin böldü. “Cemre ben bu adamı bir yerlerden çıkaracağım ama dur bir dakika sabah ki ayarsız değil mi bu adam?”

“Maalesef o Selin.” Bıkkın ve kızgın bakışlarını şu kahrolası adamdan bir türlü ayıramıyordu.

“Ne işi var burada, sen nereden tanıyorsun bu adamı? Hem nasıl oluyor anlamıyorum bu adam sana az önce evlenme teklifi yaptı ve bir anda ortadan kayboldunuz. Neler oluyor böyle? Bir açıklama yapacak mısın artık bize?” derken sesi hiddetli, gözleri kırgın bakıyordu. Çocukluk arkadaşları, can kardeşleri olanların hiç birinden haberleri olmadıkları için ona öfkeliydiler. Gerçi neler döndüğünden şu an başroldeki Cemre’nin bile haberi yoktu ki onların olsun.

“Bakmayın bana öyle, benim de hiçbir şeyden haberim yok. Siz ne biliyorsanız ben de o kadarını biliyorum.”

“Cemre rezil olduk. Oturt şu adamı artık yerine, yoksa yaka paça pistten ben indireceğim.” diyen Caner’in sesi artık durdurulamaz derecede sinirli çıkıyordu.

“Söyler misin bana Caner, tanımadığım bir adamı nasıl durdurabilirim acaba?” Öldürücü bakışlarını ona doğru yöneltmişti. Daha fazla bu duruma dayanamayarak onları orada öfkeli bir şekilde bırakırken, babasının yanına gitti zira az sonra bir cinayet işlemek zorunda kalacaktı. Manşetlerde “Hayır gecesi kan gölüne döndü.” diye birinci manşetten gazete sayfalarını dolduracaklardı.

“Baba, şu yanında getirdiğin dengesiz adam müsveddesini sen mi alıp gidersin yoksa kendi ellerimle ben mi söküp alayım onu sahneden?”

“Kızım ne oldu? Bak ne güzel hem eğleniyor hem de eğlendiriyor. Laf aramızda sizin sıkıcı müziklerinizden daha fazla eğleniyoruz şu anda, baksana insanlara.” derken gülüyor muydu onun babası? Cemre, şuracıkta düşüp kalp krizi geçirecekti artık. Babası neden bahsediyordu böyle? Hem de keyif alarak konuşuyordu. Bu durum iyice sinirlerinin alt üst olup nefesinin gerilmesine sebep olmuştu.

“Baba.” diyen keskin sesine babası kızgın gözleri ile karşılık verdi.

“Kızım, lütfen!” diye uyaran bakışları onu iyice çileden çıkardı. Yerinde tepinmemek için kendini zor tutuyordu. Daha fazla bu sinire dayanamayan vücudu, sağ ayağını havaya kaldırıp küçük bir çocuk edasıyla yere vurdu. “ıhhhh!” diye sıktığı dişlerinin arasından sesler çıkardığında ellerini iki yanda yumruk yapmıştı. O yumruklar şu an münasebetsiz bir öküzün yüzüne çok yakışsa da şimdi bunu gerçekleştiremiyor olmak yüreğinin nefessiz kalmasına, yüzünün öfkeden gerilmesine, yanaklarının sinirden domates gibi kıpkırmızı olmasına sebep oldu.

“Ben daha fazla bu kepazeliğe dayanamayacağım, size dengesiz misafiriniz ile iyi eğlenceler.” diyerek babasının kahkahaları ve annesinin her şeye sessiz kalması ile geceyi terk etti. Biraz daha kalırsa eğer katil olmamak işten bile değildi.

Toprak, yaptığı evlenme teklifinin ardından o kadar rahatlamıştı ki, anlam veremediği bir dürtü ile kendini sahneye ikinci kere atıp kendinden geçercesine dans etmiş, daha doğrusu etmeye çalışmıştı. Orkestradakiler de tam kafa dengi insanlardı, ne istediğini bilir gibi başladılar horona, kolbastıya… Oyna babam oyna, oyna babam oyna, yorulmak nedir bilmeden, kendini tutamayarak başladı oynamaya, içinde onun bile bilmediği varlığından habersiz olduğu asi Karadenizli ortaya çıkmış adeta yıkıp geçiriyordu geceyi. Kendine biraz geldiğinde Hasan amcanın yanında Cemre’yi gördü, bakışları genç adamı lime lime edecek gibi bakıyordu. Ama şu an onun bakışlarına aldırış edecek durumda hiç değildi. Çünkü o sırada yaşlı bir çift yanına gelerek Cemre’si ile onun çok yakıştığını söyleyip, tebrik ediyor ve mutluluklar diliyordu. İnsanların tebrikleri ve iyi dileklerini kabul edip teşekkür ederken yaşlı çifti yanından samimi ve sıcak bir şekilde yolcu etti. Gözleri, gece gözlüsünü aramaya başlamıştı. Telaşla etrafa baktığında bakışları hasret kaldığı kara gözleri bir türlü bulamıyordu. Hemen Hasan amcasının yanına gitti.

“Hasan amca, Cemre nerede? Hiçbir yerde göremiyorum onu.”

“Daha fazla senin yaptığın eziyete dayanamadı oğlum, sen onun üzerine bu gece çok fazla gittin, o da eve gitti.” Dediğinde kahkahalarına engel olamıyordu. “Lanet olsun, bu kız o kıyafetle, gece yarısı, yalnız… Of Cemre, Of!” derken iç sesinin dışta yankılandığını, Hasan amca ve Canan teyzenin ona kıkırdadıklarını duyduğunda anladı. Hemen söylediklerini duymazdan gelerek, kendini toparlayıp konuşmaya başladı.

“Hasan amca, biz de gidelim mi artık? Saat de geç oldu zaten, hem Cemre tek başına nasıl gitti? Haydi, haydi kalkalım yetişiriz belki ona.” derken Hasan amcanın koluna çoktan yapışmıştı. Onu oturduğu sandalyeden kaldırıp sürüklemeye başlamıştı. Yüzündeki endişe ve korkunun yanında kıskançlık belirtilerinin okunduğuna yemin dahi edebilirdi. Aceleci tavrına Hasan amca gülerken, Canan teyze yalnızca tebessüm ediyordu. Bu yaşlı çift Toprak’a o kadar yardım ediyordu ki sanki öz annesi ve babası gibilerdi. İçine tarifi imkânsız şefkat dolarken yavaş yavaş onlara bağlandığını hissetti.

Kafasında binlerce soru, gözlerinde yavrusunu kurtlarla dolu bir ormanda kaybetmiş bir ceylanın ürkekliği, endişesi ve tedirginliği ile parlarken, içinde kıskançlık kıvılcımları baş göstermiş yavaş yavaş onu yakmaya başlamıştı.

“Kendi başına nasıl gider bu kız? Allah’ım bana sabır ver?” Diye iç geçirirken Hasan beyin ve Canan hanımın bakışlarını üzerinde hissetmeye başlamıştı. Hissettiği anda ise uslanmaz iç sesinin, iflah olmaz arsız bir şekilde dışa yansıdığını fark etti.

Yerin dibine geçip katman sayılarını mı saysa, yoksa şu iç sesinin içte kalmasını öğretmek için sıkı bir ders mi verse onun kararsızlığı içinde boğuşurken, Hasan amcanın evi görüş mesafesine girmişti. Araba bile durmadan, yaşanabilecek herhangi bir tehlikeyi bile düşünmeden, arabanın kapısını açıp kendini dışarıya attı. Arkasında hayret ile ona bakan iki çift gözü fark etmiş olsa da şu anda umursama derecesini aşağıya çektiği için o bakışlara pek aldırmadı. Zira aklında, yüreğinde şu an için tek kişiyi umuruna takıyordu o da ona, yüreğine can veren Cemre’siydi. Telaşla evin kapısına vurduğunda kapıyı açan evin yaşlı, tonton yardımcısı Hacer teyzesine acele ile “Cemre nerede?” diye sordu. Yaşlı kadın tam ağzını açacaktı ki sesini sesiyle kesip, “Neyse ben bulurum onu.” diyerek konuşmasına izin bile vermeden, onu kenara çekip, ardına bile bakmadan evin içine destursuz dalmıştı. Arkadan “Oğlum, bir dur dinle…” diyen Hacer teyzeyi dinleyecek vakti yoktu. Alel acele, acemi bir şekilde dolaştığı evde gece gözlüsünü bulamayınca içinde yaktığı umut meşalesi sönmeye başlarken içini bir ürperme sardı. Yüreği korku ile dolarken tekrar Hacer teyzesinin yanına gelip ellerini elleri arasına aldı. Korku dolu gözlerle onun gülen gözlerine bakıyordu.

“Hacer teyzem benim, Cemre nerede? Gelmedi mi yoksa? Allah aşkına cevap ver.” derken içinde oluşan korkuya gözlerindeki endişe eşlik ediyordu. Yüzündeki dehşetin aksine karşısındaki kadının kıkırdamaya başlamasıyla yüz hatlarına bir gevşeme, vücudunda bir rahatlama hissetti. Bu gülme hayra alametti demek ki…

“Oğlum deli danalar gibi niye dolanıyorsun evin içinde, Cemre kızım bahçede, geldiğinden bu yana çok sinirli, korkudan yanına yaklaşamadık. Kuyruğuna basılmış kedi gibi bağırıp çağırıyor.”

“Yaşa sen Hacer teyzem benim.” diyerek yanağına kocaman sulu sepken bir öpücük kondurdu. Tam bahçe kapısına yönelmişti ki arkadan gelen ses bir adım daha atıp atmamak konusunda onu kararsız bıraktı.

“Oğlum, senin yerinde olsam oraya şu an gitmezdim. Çünkü karşılaştığı ilk kişiyi pençeleriyle parçalayıp yüzünde can yakıcı bir iz bırakarak kızgınlığını atabilir. Ama yine de sen bilirsin yavrum.” Dediğinde o gülmeye devam ederken yerine sanki çivilenmiş gibiydi.

Korkuyor muydu ne? Ne korkması, ne münasebet, erkek adam küçük bir kızdan mı korkacaktı? O anca buna gülerdi, en fazla ne yapabilirdi ki ona? Aklından binlerce soru ve cümle tören geçişi eşliğinde sıra halinde geçerken kendi kendine ara gazı vererek duruşunu dikleştirip başına geleceklerden habersiz göğsünü kabarta kabarta bahçeye tam adımını atmıştı ki daha ilk adımda o adımı attığına atmışına bin pişman oldu.

Allah kahretsin! Ne diye görmüş geçirmiş Hacer teyzenin lafını dinlememişti ki… Bu ona hak, bu ona müstahaktı…

Loading...
0%