@ugurluay
|
41.BÖLÜM(***Uzaklaşma***Kaybetme Korkusu***) Toprak, ağır ve zor geçen bir gecenin ardından gözünü açtığında Cemre’yi yatağında, yanı başında göremediği an, panik tüm vücudunu ele geçirmişti. Cemre, evlendikleri günden bu yana ne kadar tartışırlarsa tartışsınlar, ne kadar kızgın olursa olsun, asla yatakta onu yalnız bırakmaz, mutlaka sabaha doğru bile olsa yanına gelirdi. Toprak, o kadar alıştı ki gözünün gördüğü noktada Cemre’sini görmeye, ona bakarak güne aydın başlamaya… Onun şu an yanı başında olmaması adamı panik içine sürüklerken, karnına onu nefessiz bırakan sert bir yumruk yemiş gibi hissediyordu. Yataktan kalkmaya çalışırken, çarşaf ayağına dolanıp yere kapaklandığı an, “ Hak ettin oğlum sen bunu,” diye haykırarak, canının acısını o an için yok sayıp, ayağına dolanmış çarşafı söküp almıştı. “Kahretsin! Nerede bu kız?” diyerek, etrafı deli gibi ararken, nerede olabileceğini o an aklının başından uçup gitmesiyle düşünemiyordu. Ne yapacağını bilmez bir halde evin içinde deli danalar gibi dolanırken telaş tüm bedenine yayılmıştı. İçindeki korku bedenini sarıp sarmalarken, avazı çıktığı, sesi kısılana kadar “Cemre,” diye bağırıyor, evi inletiyordu. O burada olsa yeri göğü inleten sesini muhakkak ki duyardı. Gitmiş olabilme ihtimali canını yakarken, kalbi o kadar hızlı atıyordu ki durması an meselesiydi. Evin her odasını karış karış gezerek aradığı halde onu bir türlü bulamamıştı. Dün gece ona karşı olan davranışları aklına gelince kendine sesli sağlam bir küfür etti. “Huzur yüreklime nasıl davrandım ben öyle? Allah kahretsin beni…” diye saçlarının içine elini geçirip derin bir “Of,” çekmişti. Sesinin artık inlemelere karıştığı o anlarda, bahçeye çıkıp kendine binlerce kötü sözü sıralamaya başlamıştı bile. Sözlerinden rahatsız olmuş ve uykulu kıpırdanmaları fark ettiği yer, bahçenin içindeki koltuklardan geliyordu. Koşar adım koltuğa yöneldiğinde, her bir adımda göğsündeki nefesin daraldığını hissetmiş ve deli gibi heyecanlanmıştı. “Yalvarırım Allah’ım o olsun, oradaki kişi Cemre’m olsun,” diye bin bir duaya başladığı an görüş alanına giren, narin güzel yüz, adamın derin bir “Oh,” çekmesini sağlamıştı. Toprak’ın yüreğine Cemre’yi kaybetme korkusu dolarken, ona ölüm gibi bir an yaşatmıştı. Yüzündeki şefkatin yerine şimdi de kızgınlık karargâh kurmaya hazırlanıyordu. Toprak, kızın üzerinin açık bir halde, burada uyuya kalmış olmasına hala inanmıyordu. Ya bir şey olsaydı, ya hastalanırsa, üstelik üzerini bile değiştirmeden, gece onu karşıladığı şekilde uyuya kalmıştı. Bu kız bu kıyafetle sabaha kadar bahçede ne halt yemeye yatmıştı ki? Onu uyandırmadan kucağına alıp yataklarına götürmeye çalıştığı an gözlerini açıp da adamı gördüğünde kadın dehşete kapılarak irkildi. Toprak, Cemre’nin bu bakışlarından hiç hoşlanmamıştı. Gözlerindeki dehşet bakışlarla ona bakarken, kollarının arasından kurtulmaya çalışsan kadın, bir çırpınma ile kendini ondan uzaklaştırmayı başarmıştı. Onun bu hareketi adamın sinirlerinin oynamasına sebep olurken, çenesini öfkeden sıktığı gözle görülür derecedeydi. Dişlerini o kadar sıkmıştı ki çıkan sesin onu bile rahatsız ettiğini hissedebiliyordu. “Bu deli kız benden mi rahatsız oluyor?” diyen iç sesi beynine çoktan çöreklenmiş, böyle bir ihtimalin olasılığı onu deli gibi kudurtmuştu. “Ne oluyor?” diye adamın soran bakışlarına aldırmadan, donuk ve hissiz bakışlarıyla yüzüne o kadar ifadesiz ve o kadar uzak bakmıştı ki sanki içini okur gibiydi. Her şeyi biliyor ve olanlardan adamı sorumlu tutuyor gibi bakıyordu. Cemre hiçbir şey demeden, adamı rahatsız eden öfkeyi kadının gözünde hissettiği an, adamın içi titredi ve onu ardında bırakıp bahçeden eve doğru kadın bir hışımla yöneldi. Toprak’ın sinirleri tüm aklını ondan alıp gitmeye hazırlanırken, odada üzerini değiştirip kendine küçük bir valiz hazırlayan Cemre’yi gördüğü an daha fazla kendini tutamayacağını anlamıştı. Kolundan sertçe çekip, “Ne yaptığını sanıyorsun sen?” demişti. Öfkesi artık önü alınamaz, durdurulamazdı. Bu kadın o valizle ne yapmaya çalışıyordu. Nereye gidiyordu? Hem de Toprak’ı bırakıp, hem de hiçbir şey konuşmadan… Yok, yok bu olamazdı… Toprak buna asla izin vermezdi, veremezdi. “Valiz hazırlıyorum görmüyor musun? Gerçi o gözler beni bile görmüyor ya neyse…” “Saçmalama Cemre, valiz hazırladığını görüyorum ama ne için bu valiz onu soruyorum?” “Mira aradı rahatsızlanmış, birkaç gün onun yanında kalacağım. Hem sende aklını toparlayıp içtiğin içkilerden ayılıp sağlıklı düşünebilirsin.” “Hayır, gitmene izin vermiyorum.” “Pardon da senden izin istediğimi hatırlamıyorum.” “Cemre, beni delirtme daha yeni geldim beni bırakıp nereye gidiyorsun?” “Mira’nın bana ihtiyacı var.” “Cemre, benim de sana ihtiyacım var.” “Öyle mi?” “Gerçekten, hem de hiç olmadığı kadar çok ihtiyacım var.” “Dün akşamdan sonra anladığım kadarıyla senin bana ihtiyacın falan yok,” dediği an valizini alıp tam odanın kapısından çıkıyordu ki adamın söylediği isim, onun kapının arasında kala kalmasını sağlamıştı. “Eymen Tarcan kim?” Cemre biraz duraksamanın ardından derin bir nefes alıp vermiş, sonra dönüp adamın gözlerinin içine derin bakışlarını gönderirken, bakışlarının altında yatan anlamı Toprak anlamıyordu. Bu kız o bakışlar ile ne demek istiyordu ona? Of, Toprak’ın köşeli jetonu yine iş başında… Suçlar gibi sorduğu soru karşısında, genç kız gözlerinde dolup taşan yaşlara artık engel olamıyordu. “Lanet olsun! Adamın ismini duymak bile onu ağlatmaya, mahvetmeye yetmişti.” Cemre, Toprak’ın gözlerinin içine öyle bir baktı ki adam o bakışların altında ona anlatılanları anlamayacak kadar kör, bir o kadar da aptal olmuştu. Onun gözleriyle anlatmak istediklerini anlayamaz duruma ne zaman gelmişti. Toprak artık bilmiyor, bilemiyordu. *** “Eymen Tarcan kim?” Toprak’ın kurduğu bu cümle ve ses Cemre’nin içime öyle bir oturdu ki, gitme kararını ne kadar doğru bir zamanda aldığını şimdi daha iyi anlıyordu. Toprak’ın gözünün içinde gördükleri onu yüreğinden öyle bir yaraladı ki, kelimeleri boğazında düğümleniyor ve sesi bir türlü konuşmasına izin vermiyordu. Sadece gözlerine gözlerinden akan yaşlar ile baktı. O yaşlar aktıkça gözleri ile anlattı, onun anlayamadığı dahası anlamak istemediği tüm gerçekleri… Bakışları ile o adi adamın yüreğine nasıl korku saldığını ve geçmişte ona ne kadar acı çektirdiğini, geleceğinde ise ona verebileceği zarar için ne kadar korktuğunu anlattı. Ama Toprak, anlamadı. Cemre, Toprak’ın gözünde gördüğü öfke, ona hesap soran bakışlar ve kadını suçlayan ses tonu… Konuşmadı, artık anlatmayacaktı ve sustu. Çünkü o Cemre’yi anlayacak durumda ve konumda değildi. Yaralarını söküp atan ve daha büyük yaraların açılmasına sebep olan sevdiği adamı ardında bırakarak, hıçkırıklarının eşliğinde evini, sevdiği adamı terk etti. Cemre söylediği gibi gerçekten Mira’nın evine mi gidiyordu? Yoksa ateşten bir geleceğe kendini mi atacaktı? *** “Ömürzedem… Dilimden dökülenler, hesap soran bakışlarım, zehirli bir ok gibi saplandı yüreğine… Ömürdaşım iken bir anda ömürzede yaptım seni dünyamızda. Sözlerim ruhunda büyük bir enkaz oluştururken… Dilin sustu, gözlerin ise çığlık çığlığaydı… Görmedim… Görmek istemedim, belki de bakan kör oldum o anda… Kıskançlık, ah be güzelim… Kendi bakışlarımdan bile seni kıskanırken… Anla be güzelim, anla… Ben tepkim ile seni ömürzede yaptım, Sen etkin ile beni felaketin altında bıraktın.” “Gitmişti. O adi adamın kim olduğunu sorduğumda gözünde biriktirdiği yaşları gözlerimin önünde bırakması ile şok olmuş, dahası öfke krizine girmiştim. Benim Cemre’m o adamın adını duyduğunda nasıl ağlardı? Yoksa hala onu… Geçmiş geçmemiş miydi yoksa? Yok, yok bu olamaz. Geçmişinde kalmasını kabul edebilirdim ama geleceğinde olabilme ihtimalinin düşüncesine asla katlanamazdım. Gitmişti. Sormama rağmen, sorumu cevapsız bırakıp ardına bile bakmadan beni bir hiç gibi ardında bırakıp gitmiş, gözlerim arasından yitip gitmişti.” Toprak sevdiği kadının arkasında kalakalmış, onun bıraktığı derin ve sonsuz boşluğu izlerken aklından yalnızca bunlar geçiyordu. *** “Günler, aylar, yıllar, asırlar geçse bile… Yalnızlık bedenimi sarsarken, yüreğim sen ile yanarken, ruhum sende kalmışken, sende yandım, gönlünde kaldım, ruhunda kavruldum. Sancılar içinde kıvranan aklım, nefesimi kesip, canımızı alıyor. Çektirme be can yârim, daha fazla çektirme, acıtma artık yeter…” “Gitmiştim. Gözlerinde gördüğüm suçlamanın, yüreğimde açtığı yaranın, acıta acıta kanamasıyla ardıma bile bakmadan gitmiştim. Gözyaşlarım ile arabaya nasıl bindiğimi, hıçkırıklar arasında kendimi nasıl Mira’nın evine attığımı bilmiyordum. Son hatırladığım Mira’nın kapıyı açıp çığlık çığlığa “Cemre,” diyen haykırışlarıydı. Kulağıma dolan çığlıklar arasında ben kendimi çoktan güven duyduğum kollara bırakmıştım. Dahası… Daha fazlası yoktu beynimde… Sadece karanlık ve büyük bir boşluk…” Toprak’ı ardında bırakıp Cemre dağılmış, darma duman olmuştu tüm hissettikleri ve yaşadıklarıyla… *** Cemre, gözlerini açtığında ağabeyinin elini tutan sıcacık eli ve ona bakan endişeli gözlerine tedirgin bakışlarını yerleştirmişti. “Ağabey, bana ne oldu? Ah, başım çatlıyor neredeyim ben?” Yerinde huzursuzca zorlukla kıpırdanmıştı. “Canım, bitanem benim,” diyerek ayağa kalkmış alnına küçük bir öpücük kondurmuştu. Gözlerini açıp tekrar kapamıştı. Ne olduğunu hatırlamaya çalışıyor, uyuşmuş vücudunu kendine getirmeye çalışıyordu. “Ağabey, senin burada ne işin var? Sen Ankara’dan ne zaman geldin?” Onu gördüğüne şaşırmıştı, ağabeyi Anakara’daydı, burada ne işi vardı. “Canım benim, Mira’ya gelip kapısında yere yığılıp kalınca, senin o halin onu çok korkutmuş ve ne yapacağını kimi arayacağını bilememiş. Seni hastaneye getirir getirmezde beni aradı. Ağır bir sinir krizi geçirmişsin. Cemre, ağabeyciğim ne oldu da böyle bir şey yaşadın anlat bana?” Adamın bakışları tedirgin, sesi ise üzgün çıkıyordu. “Ağabey yok bir şey, ben sadece…” Olanlar kızın beyninde yankılanırken, görüntüler gözünün önünde tek tek canlanmaya başladı. “Yoksa o adi herif mi bir şey yaptı sana?” Sesi o kadar sert ve bakışları o kadar hiddet içeriyordu ki, söyleyemezdi, ona anlatamazdı. Toprak’ın yüzünden diyemezdi. Ağabeyi zaten Toprak’ı sevmiyordu, bu son yaşanılanları öğrenirse kesin elleriyle onu öldürürdü. Gözünü bile kırpmadan, elleri arasında can vermesini keyif ile izlerdi. Cemre, bilirdi, o ağabeyinin en kıymetlisiydi ve en başından bu yana bu evliliğe, dahası Toprak’ın dünyada ki varlığına bile karşıydı. “Ağabey çok yorgunum lütfen sonra konuşalım.” Cemre, can alıcı damarından vurmalıydı onu, yumuşak karnıydı genç kız onun… “Tamam canım, tamam kıymetlim benim, bunu sonra konuşuruz, yeter ki sen üzülme. ”İşte amacıma ulaşmıştı, kızma ağabey ama bunu şu an yapmak zorundaydım. “Ben ne zamandır buradayım.” “Dün sabah Mira getirmiş seni, haber alır almaz yola çıktım. Dün akşam da ben geldim.” “Saat kaç?” “Akşam olmak üzere canım.” “Of ne kadar uyumuşum ben böyle ya, ben çıkmak istiyorum. Gidelim buradan ne olur? Sevmiyorum hastaneleri, ”diye tam ayaklanmıştı ki ağabeyi omuzlarından sertçe tutup onu kalktığı yatağa geri yatırdı. “Yat bakayım sen şuraya sonuçlar çıkmadan seni şuradan şuraya götürmem.” “Of ağabey saçmalama ya…” dediği an kapı ardına kadar açılmış ve kızın en kıymetli dostu kapıdan içeriye giriş yapmıştı. Mira ve o meşhur kapı girişleri… “Ooo uyuyan güzel uyandın mı bakalım? Var ya ödümü patlattın he, öldüm öldüm dirildim resmen. Kızım bir daha ki sefere planlı programlı yap şu ayılma bayılma işlerini… Zahmet olmazsa bu planları da bir ay önceden bana bildir, malum bu yürek anca kendini alıştırır o adrenaline… “Mira iki dakika sus, kız yeni ayıldı bayıltıp komaya sokmak istemezsin herhalde,” diyen Cantuğ’un muzip sesi odanın içinde yankılanırken, bir de çapkınca dudaklarının kıvrılmasıyla o kızları yerle bir eden gülüşünü de bize bahşettiğinde, pardon o gülüşü Mira’ya bağışladığında, onların bakışlarındaki tuhaflığı Cemre hissederken, Mira’nın utancından kıpkırmızı bir renge dönüştüğünü görmüştü. Neler dönüyordu burada böyle? Yok canım, olabilir miydi? Bir dakika cidden bu kızaran onun arkadaşı Mira mıydı? Hem de seneler sonra… Hem de ağabeyine… Yoksa ona mı öyle geldi? Onların bakışları, gülüşmeleri, Mira’nın kızarması derken Cemre daha fazla gülmesine engel olamamıştı. Günlerdir döktüğü gözyaşının haddi hesabı yoktu. İyice dengesizleşmiş ruh haline, boşalan sinirlerini de ekleyince, ortamdaki tuhaf duruma daha fazla dayanamamıştı. Kahkahaları odanın içinde yankılanırken, onların bakışları Cemre’nin bu halinden pek de memnun olmadıklarını hissettiriyordu. Olabilir miydi gerçekten? Mira ve Cantuğ? Aman neden olmasın ki… *** Cemre’nin gidişinin ardından koskocaman iki gün geçmişti. Cemre’si olmadan geçen dile kolay gelen ama Toprak’ın ıstıraplar içinde geçirdiği koskocaman iki gün… Defalarca aramasına rağmen telefonunu bir kere bile açmamış, attığı binin üzerindeki mesaja cevap dahi vermemişti. Mira cadısı desen ayrı bir bela, son çare diye aradığı baldız delisi, her aradığında ağzına geleni sayıp konuşmasına bile fırsat vermeden telefonu suratına kapatıyordu. Denize düşen yılana sarılır ama bu kızın dili resmen zehirliydi ya… Bir defa ya, bir defa dinlese, yok kardeşim bu kızın ağzı da giderek bozulmuştu. Ne tür küfürler öğrenmişti Toprak’ın burada olmadığını fırsat bilip bu kız, yuh yani… Teorikte öğrenip resmen uygulamayı Toprak’ın üzerinde yapıyordu. Toprak erkek hali ile onun söylediklerini dilinden dökülmesine izin vermeyi bırak duyduğunda bile yüzü kızarırdı. “Allah’ım bu kızın dilinin şerrinden koru beni, sabırları da gönder bana oralardan… Tövbe tövbe iyice sıyırdım artık… Bu deli kız ile aramız son zamanlarda çok iyiydi ne olmuştu da ilk tanıştığımız ana dönerek fabrika ayarlarıyla karşıma yeniden çıkmıştı. Of of of…” İçkinin içinde kaybolup giderken, elinde hırçın güvercininin resmi, gözlerinden çıkıp gittiği görüntü, hayatından yitip gittiği anı düşünüyordu. Hissediyordu, hiç iyi şeyler olmayacaktı ve tüm her şey onun suçuydu. Korkuyordu. Lanet olsun! İlk defa onu kaybetme korkusunu derinden hissediyordu. Ve bu düşünce dehşet verici şekilde öldürücü, delici, yakıcıydı. Toprak, sevdiği kadını kaybetmek istemiyordu. O kendini kaybetmeye razıydı ama sevdiğini kaybetmeye, yitirmeye ondan akıp gitmesine gönlü asla razı değildi. Bu gönül onsuzluğa, sevdasızlığa razı değildi. Ötesi, berisi yoktu. Razı değil işte… *** Cemre, “Of sıkıldım ağabey, benim bir şeyim yok, hadi çıkalım buradan artık. Sevmiyorum hastaneleri, kokusu midemi bulandırıyor, lütfen çıkalım iyiyim ben,” dedi. Şirin bir köpek yavrusu gibi Cantuğ’a bakarken, onun bu numaraya kanmayacağını, kaşlarını havaya kaldırarak onaylamaz bakışlarını genç kıza gönderdiğinde anladı. Gıcık şey ne olacak, çıkarsa onu buradan ölürdü sanki, illa doktor onaylayacaktı kızın çıkışını… Kapı açılıp da doktor ile birlikte Mira içeriye girdiğinde genç kız derin bir “Oh,” çekmişti. Şükür… Sonunda doktor bey teşrif edebilmişti. “Sonunda,” diye sesli bir iç çekmişti ki tonton ihtiyarın keyfinin yerinde olması Cemre’nin de buradan çıkışına ve ardından kurtuluşuna işaret ettiğini anlayarak, onun gülen yüzüne keyifli sırıtışı ile karşılık vermişti. Sonunda kötü kokulu hastane odasından kurtulacağının inancı içinde şahlanırken, keyfi ve Cemre çoktan dört köşe olmuşlardı. “Size güzel haberlerim var,” diyen tonton doktor o kadar heyecanlıydı ki genç kız içinde anlam veremediği soruların yükselmesine sebep olmuştu. “Hadi doktorcuğum ver şu güzel haberleri de kurtar beni Çin işkencesinden, beter olan şu hastane kokusundan, çıkalım gidelim içim daraldı yahu,” diyen Mira’ya “Kızım sussana,” diyerek ışın hızıyla Cemre sert bakışlarını göndermişti. O ise kaşlarını çatıp ellerini beline koymuş, “Ne, ne var? Yalan mı? Duvarlar üzerime üzerime geliyor, biraz daha burada kalırsam beni de yatıracaksınız şu beyaz yataklara,” diyerek yapmacık bir kızgınlıkla tavır yapmaya çalışıyordu. Açıkçası pek de başarılı olduğu söylenemezdi. “Yok, yok kötü bir şey yok, telaş etmeyin. Cemre hanım, bundan sonra kendinize dikkat etmelisiniz. Bebeğinizin sağlığı için kendi sağlığınıza daha fazla dikkat etmelisiniz. Stres ve üzüntü yasak,” dediği an odanın ortasına, pimi çekilmiş bir bomba bıraktığının, farkında bile değildi. O,o bebek mi demişti? Anlamaz gözler ile önce birbirlerine bakmışlar, aynı hızla o bakışlar tonton doktorcuğuna dönmüştü. Haberlerinin olmadığını anlayan doktor, pür dikkat onlara bakarken birden karnını tutarak gülmeye başlamış ve abartılı neşe ile, “Haberiniz yok muydu? Hay Allah… O zaman bu haber de benden olsun, tebrik ederim hamilesiniz,” dediğinde işte o an nefes almayı çoktan bırakmış, istemsizce Cemre’nin eli karnına gitmiş, gözünden süzüm süzüm yaşlar akmaya başlamıştı. “Ben, ben hamile miyim?” Sesinden ne hissettiğini anlayamayan Mira ve ağabeyi, genç kızın nasıl bir tepki vereceğini bilemediklerinden, ne sevinebildiler, ne de üzülebildiler. Bu haberin Cemre’de ki etkisini sessizce seyre dalan ikiliyi şu an için pek de düşünecek halde değildi. Peki Cemre, o bu habere sevinmiş miydi? Gerçekten sevinebilmiş miydi? Peki ya şimdi ne olacak? |
0% |