@ugurluay
|
44.BÖLÜM(***Kayıp***) “Ruhumu yakan, canımı yoran bu mesafeleri aramıza neden koydun be güzelim? Neredesin huzur yüreklim? Şimdi matemimin adı yokluğun oldu, Ellerim semaya yükselirken, Dilimden dökülen tek duam, tek isteğim varlığını yeniden hissetmek oldu.” “Toprak, iyi düşün, hatırlamaya çalış yalvarıyorum sana,” Mira diz çökmüş adamın ellerinden tutarak onun bir şeyler hatırlaması için titreyen bakışlarına gözyaşları eşlik ederek ona yalvarıyordu. “Mira, yeter artık çıldırmak üzereyim, üzerime gelme daha fazla ne olur, “ ellerini onun ellerinden içinde oluşan büyük bir hınç ile geri çekti. Öfkeliydi, kızgındı ama ona değil kendineydi hissettikleri. Ayağa kalkıp ellerini saçlarının arasından geçirip saatlerdir yapmaya çalıştığı uğraş içinde buldu yine kendini, o anı, kahrolası hiçbir şey yapamadığı o anı hatırlarken içi paramparça oluyor, yüreği tarifi imkânsız acılar ile baş etmekten artık güçsüz düşüyordu. Direnecek ne gücü ne de takati kalmamıştı artık. Bir kez daha kapattı gözlerini “ Lanet olsun! O gece… Zil zurna içmiştim, sarhoştum, hava yağmurluydu ve sisli, çok içmiştim, içmem gerekenden çok daha fazla ve yere yıkılmıştım, arabanın farları gözümü aldı, göremedim, görüş mesafem… Allah benim cezamı versin... Cemre, Cemre’mi, yüzünü göremediğim o iri eller tarafından, sarıp sarmalayarak ağlamasını fırsat bilip…” başını ellerinin arasına alıp sıktırırken canının acısını yok sayıp, daha fazla şey hatırlamaya çalışıyordu. Sanki kafatasını sıkınca, o an hatırlayamadığı küçük ayrıntılar akıp gelecekti gözlerinin önüne ve zihninde can bulacak, onu huzura erdirecekti. “Hiçbir şey yapmadın öyle mi? Öküzün trene baktığı gibi öylece gidişini seyrettin, un çuvalı gibi yere yıkılıp o koca poponu kaldırıp peşinden gitmedin. Alıp onu götürmesini ses çıkarmadın öyle mi?” “Allah kahretsin Mira, ben nereden bilebilirdim, olanları hala aklım almıyor.” “Allah’ım sen bana sabır ver, nereden mi bilebilirdin? Toprak, iri eller diyorsun, bak benim ellerime, bak bir defa ya, bahsettiğin ebatlara uyuyor mu? Bu eller o geceki ellere benziyor mu? İri deyip gelenin ben olduğumu düşünmen, kafalara bak ya, hangi âlemde yaşıyorsun sen,” diye ellerini beline koyup salonun içinde sinir ile bir ileri bir geri gidip geliyordu. “Mira, içkiliydim, ne düşüncelerime hâkim olacak beynim, ne de zihnimi sorguya çekecek vaktim vardı.” “Ayarsızsın enişte, tam bir ayarsız… Kim bilir o hâkim olamadığın dilin ve düşüncelerin ile kıza neler söyledin, aklımı kaçıracağım nerede bu kız ya?” “Mira kes şu boş konuşmalarını…” “Boş mu? Sence boş mu konuşuyorum ben? Enişte, durumun ciddiyetinin farkında değilsin hala sen…” “İnan bana yeterince farkındayım.” “Cemre, şu an o adi pisliğin elinde olabilir. Tehlikede, ona bir şey…” “Mira, o cümleyi tamamlarsan senin boynunu kırarım, inan hiç acımadan gözümü de kırpmadan yaparım bunu…”onun cümlesinin devamını Toprak duyarsa eğer, hayır, bunu duymaya ne şimdi ne de sonra, hiçbir zaman hazır değildi. Ellerini yumruk yapıp, tehdidinin ona gerçek olduğunu ispatlamak ister gibi hiddetli adımlarına öfkeli bakışlarını da ekleyerek üzerine doğru yürürken, gözleri olabilecekleri ona anlatıyordu. Dilinde dolaşan cümleler ise yalnızca yapacaklarının basit bir özetiydi. “Mira, o adi herif benim karımın saçının tek bir teline dahi zarar vermeyi bırak bunu düşünürse bile, Cemre’min gözlerinde tek bir korku parıltısını harekete geçirir, sesinin korkudan titremesine bile sebep olursa, onu kendi ellerim ile öldürürüm.” Diyerek artık gerginleşen sinirlerine, öfkeden sertleşen yüzüne ve kasılan çenesine engel olamayarak Mira’nın korkudan sırtını dayadığı duvara sert bir yumruk vurdu. Canı acımış mıydı? Hissetmiyordu, yüreğinin acısı o kadar sarsıcı ki ruhu o kadar yanıyordu ki bedenindeki hiçbir acıyı hissedemeyecek kadar kendinde değildi. Düşünmeye çalışıyordu. Darmadağınık olan zihnini toparlayıp, yaşananları idrak etmeye çalışıyordu. Neler olmuştu ve bu olaylar nasıl bu hale gelmişti. Önü alınamaz bir şekilde resmen çığır aşmıştı. Cemre’nin nereye, kiminle, gittiğini anlamaya çalışıyordu. Böyle birden bire ailesine, arkadaşlarına, ona, hiç kimseye haber dahi vermeden ortalardan kaybolması onun yapacağı bir iş değildi. Ortadaki bu tuhaflık ve yaşananlar hiç hayrı alamet değildi. Ve Toprak sevdiği kadının yokluğundan artık gerçekten korkuyordu. Ya Eymen? O adi herif nasıl olmuştu da kaçabilmişti. Umut ile görüştüğün de onun yardım alarak kaçtığını öğrenmişti. Şu ana kadar herhangi bir bilgiye yada ize ulaşamamışlardı. Adam yer yarıldı da yerin dibine girmişti sanki… Cantuğ ise tam bir pimi çekilmiş ayaklı bombaydı… Toprak’a olan öfkesinden yanıma yaklaşmamaya çalışsa da yediği ve yiyeceği yumruk ve tekme darbelerine rağmen, ondan yardım dilenmekten vazgeçmemişti. Haklıydı, ne yapsa haklıydı. Cemre, Toprak’ın olduğu kadar onun da kıymetlisiydi ve lanet olsun Toprak’ın saçma sapan hataları ve ihmalkârlığı yüzünden Cemre’nin şu an nerede olduğunu bilmiyorlardı. Onu anlıyordu, canım yanıyordu, oda canı yandığı için sorumlusu olan Toprak’ın canını yakmak istiyordu. Ne diyebilirdi ki, kendisi olsa kendisi gibi olan adama daha fazlasını yapardı. Cantuğ, Toprak’a bir gram bile acımasa da, Mira’yı kıramadığı için öğrendiklerini onunla paylaşıyordu. Tabi ki o hiç hoşnut olmasa da bu bilgilerden Toprak’ta nasipleniyordu. Cantuğ, Trabzon’dan aldığı bilgiler sayesinde, Cemre’nin oraya hiç gitmediğini öğrenmişti. Basında çıkan haberlere karşılık ise Cantuğ’dan beklemediği bir fedakârlık ile ailesine haberlerin tamamen yalan olduğunu söylemiş, fotoğrafların eskiye ait olduğunu söyleyerek onların gönüllerini rahatlatmıştı. Bu davranışına pek anlam veremese de Mira’ya söylediğine göre bunu Cemre için yaptığını, o ortaya çıkana kadar karışmayacağını ama sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını söylemişti. Bu durum Toprak’a şüpheli gelse de, Mira’nın hastane odasında Cemre’yi göremediğinde Cantuğ’un nasıl deliye döndüğünü ve aklını yitirmiş gibi onu nasıl aradığını, hastaneyi ayağa kaldırdığını ve hala deliler gibi araştırma yaptığını anlatınca şüphelerinin yersiz olduğunu anladı. *** Yoktu, ne Cemre’den ne de o lanet heriften hiçbir ses soluk, haber yada iz, hiçbir şey yoktu. Sürecek hiçbir iz bulamamışlardı. Toprak,eli kolu bağlı oturmuş şu an onu kimin alıp götürdüğünü hatırlamaya çalışıyordu. Bu ayrıntı, ufacık bir an… Kahretsin, yoktu işte, yoktu… Kendine bir düzine küfürü sıralarken, bu kadar dikkatsiz ve hoyratça davranıp onun gitmesine nasıl izin verdiğine hala inanamıyordu. Basireti mi bağlanmıştı? Ne olmuştu? Nasıl bu kadar aptal olabilmişti. Yüreğm iflah olmaz sorular ile boğuşup beynini yorarken, Mira’nın ona sıraladığı cümleleri duymuyordu artık… Kendine o kadar kızgındı ki, kendi kızgınlığının önüne hiçbir şey geçemiyor, kendi küfürlerinden onun ona saydıklarına sıra gelmiyordu. *** “Uzun, bitip tükenmeyecek bir hayaldin belki de benim için, En sahici gerçeğim olmanı dilediğim bir düştün, kim bilir? Harikulade bir hayali, beyhude bir düşe dönüştürdüm kendi ellerim ile, Vakıf olamadım affet, ne hayaline ne de gerçeğine…”
“Mahvettin kızı, eski sevgilin ortaya çıkmasaydı, o görüntüleri Cemre görmeseydi bunların hiçbiri olmayacaktı,” diyen Mira’nın sözlerinin haklılığını onaylayan Toprak’ın başı bir gerçeğin zihninde acımasızca şaklamasıyla onu adeta kendine getirmişti. Aklına gelen fikir ve içine düşen kavurucu şüphe ile ayağa kalkıp Mira’nın omuzlarından sertçe tutup kendine çevirerek hiç olmadığı kadar sarsmaya başladım. “Ne? Ne dedin sen?” “Ben, ben mi?” Toprak’ın hareketlerinden ne olduğunu anlayamayan ürkmüş genç kız şaşkınca adama bakarken, adam onu hala omuzlarını çıkarırcasına sarsıyordu. “Mira, ne dedin sen?” Sesinin tahammül sınırı kalmadığı için artık kendini tutmadan haykırıyordu. “Ma-mahvettin kı-kızı dedim, hem yalan mı?” Sesi korkudan titreyerek ve kekeleyerek çıkmıştı. Şu an ruh hali iyi olsa ve yanında Cemre’si olsa bu deli baldızın şu haline karnı ağrıyana kadar, kahkahalar içinde gülerdi ama şu an konuları tamamen hayatının anlamıydı ve gereksiz hiçbir şeyin zihnini meşgul etmesine izin veremezdi. “Hayır, hayır onu demiyorum, sonra ne söyledin?” Gözlerini onun korkularına aldırış etmeden dehşete kapılmış gibi açarken, Toprak’ın elleri altında o ufak tefek beden titremeye, alnından ecel terleri dökmeye başlamıştı. “Eski sevgilin…” “İşte bu, tabi ya daha önce neden aklıma gelmedi ki…” diyerek işi bittiği süpürgeli baldızı sertçe geriye doğru ittirdi. Onun yere poposunun üzerine düşüp çıkardığı inlemeleri yok sayarak aklına gelen ipucu ile çoktan şükür yağmuruna başlamıştı dudakları. “Oha enişte biraz nazik olamaz mısın? Bu acıttı…” Yerde inleyerek kıvranırken poposunu ovuşturan Mira tamamen adamın ilgisinin dışındaydı. “Tabi ya bunu daha önce nasıl akıl edemedim?” “Ne diyorsun Allah aşkına kafan yerinde mi senin? Bak akıl sağlığına dikkat et, kıt da olsa Cemre’yi bulana kadar ihtiyacımız var o küçük beynine…” “Mira…” “Tamam be ayarlar bozulunca iyice asabileştin sende, söyle bakalım enişte bey ne buldun?” Toprak, ona şu an bir açıklama yapacak durumda değildi. Bu işin içinde bir iş vardı. Ve Toprak bunu çözdüğünde, bu işin içindeki kişi eğer o aşüfteyse, ondan fena halde çekeceği vardı… Aklına gelenler ve beynine üşüşen bin bir ihtimal ile taş kesilen bedeninin durduğu yerde hareketlenmiş ve çoktan yola çıkmak için kapıya yönelmişti. Mira, şaşkınlık ile neler olduğunu anlamaya çalışırken şu an kaybedecek ne zamanının ne de ona açıklayacak hali vardı. Toprak, kendini nasıl arabaya attığını anlayamadığı o anlarda, kapı sertçe açılıp da Mira’nın adamın yanına kurulması ile kaşları sertçe çatıldı. Bir de bu deli kız ile mi uğraşacaktı ya? Ne yaptığını sorgulayan bakışlarını ona gönderirken, “İn aşağıya,” diyen sesi otoriter ve itiraz kabul etmeyen bir tonda çıkmıştı. “Hiç öyle gözlerini belerterek bakma bana, Cemre ortaya çıkana kadar yakana sülük gibi yapışıyorum eniştecik, malum yalnız kalınca o kıt beynin ile saçmalamayı zirveye taşıyorsun. Bakma bana öyle de sür hadi, madem açıklama yapma gereği duymuyorsun, sen nereye ben oraya, nereye gideceğiz bakalım.” Tahminleri doğruysa eğer Alara’ya yapacaklarını onun görmesini izin veremezdi. Bu ayaklı gazete, dili kendinden önce gidip milleti dedikodu manyağı eden kızın öğrenmesi demek Cemre’sinin de yaşananlardan haberdar olması demekti. Bir de boşboğaz bir baldız ile uğraşacak hiç gücü yoktu. “Hadi ya, bende oyunun kaçıncı bölümünde olduğumuzu öğrenmek adına beynimde büyük bir tartışma ortamı kurmayı planlıyordum. Bunu söylediğin iyi oldu, yani oyun olmadığını…” “İnmeyeceksin değil mi? “ “Ya sana hiç ne kadar akıllı olduğunu söyleyen oldu mu? Gerçi bu tarihe geçmek olurdu ya neyse?” “Of Mira, sana hiç kimse koca bir baş belası olduğunu söyledi mi?” “Oho hem de çok… Hadi ayarsız enişte bey sür de nereye gidiyoruz bir öğrenelim…” Onun sözleri adamın canını sıksa da şu an hiç sırası değil ve Cemre’sine ulaşma ihtimalime dair küçük bir ipucu bulmuşken onu da bu boşboğaz ile konuşup elinden kaçırmaya niyeti yoktu. Bıkkın bir şekilde önüne dönüp, arabayı çalıştırdığı an gazı sonuna kadar köklerken, yanında oturan maydanoz kılıklı boşboğaz baldızın savrulmasına hiç aldırış etmedi. Resmen kendi kaşındı. Fırsatı varken o arabadan inecekti. İnmedi. İnmediği için şimdi çekecek ve yaşadıklarına katlanacaktı. El mecbur, başka çaresi yoktu. |
0% |