@ugurluay
|
47.BÖLÜM(***Unutulan Vasiyet***) “Yokluğun yüreğimden yaş olup aktı. Yokluğunun adı ölüm oldu canımı yaktı. Yokluğun son nefesimi de kesti beni boğdu. Önce aktın, sonra yaktın, şimdi de boğdun. Ben, bittim, tükendim, yok oldum.” Bora Bey’in son söyledikleriyle Toprak, kendinden geçmiş ve öylece yere yığılıp kalmıştı. Umut ve Mira, onu eve getirip kendinden geçmiş bir halde yatak odasına yatırmışlardı. “Onsuz kaldığım yatak odasına… Hayatımda belki de yalnız kalmak istemediğim tek yerde, onun kokusunu buram buram derince içime solurken onsuz kalarak çekiyordum cezamı… Bitmeyen çilemi doldururken, ilmek ilmek hasretin içime örülüyordu. Ben bunu hak etmiş miydim? Onun hayatımdan sessiz sedasız bir şekilde çıkıp gitmesi ve yok olmasının ardından bu konu kafamı o kadar çok kurcalıyordu ki… Ben bu kadarını hak etmiş miydim? Tek kelime ile kocaman bir EVET… Yaşadığım her anın içinde her sille acıyı sonuna kadar hak etmiştim. Allah’ım yalvarırım beni artık onsuzlukla sınama, beni bu şekilde cezalandırma… Onun yokluğu, yoksunluk krizi gibi beni yakıyor… Yalvarırım Allah’ım acı bana, ondan gelen her şeye razıyım, sadece onsuz olan bir hayata, varlığını hissedemediğim tek bir ana razı değilim. Yanımda olsun, onu göreyim, sesini duyup, nefesini ensem de hissedeyim… Ve yaptığım her şeyi burnumdan fitil fitil getirsin, beni süründürsün, beni çılgına çevirip delirtsin ama yanımda yamacımda olsun… Ne olur gör Ya Rabbim acizliğimi ve bana sahip çık, yalvarırım onu bulmam için bir yol, iz, işaret, fırsat, şans tanı artık her ne ise onu gönder bana… Şu köşeleri bol jetonumun yüksek lisansını bitir artık… Çevremde olup bitenleri algılayıp ona ulaşmam için bana yardım et.” Toprak, odanın içinde dualarına duaları, yakarışlarına yalvarmalarını ekleyip, yatağın içinde kıvranırken artık içten içe halsiz vücudunun on yaş daha yaşlandığını, içinin içten içe çürüdüğünü, an be an çöktüğünü hissediyordu. Mira ve Umut’un sesleri aşağıdaki salondan geliyordu, onların yanına inecek takati kalmamıştı, ama nefes almaya da ihtiyacı vardı. Ayağa kalkıp kara gecenin inadına, soğuk esen rüzgârı içinde hissetmek için pencereyi açıp gökyüzünde tüm ihtişamı ile parlayan yıldızlara bakıyordu. “Neredesin be güzelim? Hangi âlemde, bensiz ne haldesin? Neredesin?” Derin bir nefes alıp verirken adeta içi boşalmıştı. Bıkkındı, usanmıştı, eli kolu bağlı çaresiz kalmak çok yormuştu onu… Ağır aksak adımlar ile üzerini değiştirip, kendisine çeki düzen vermek için dolabın kapağını açtığında giymek için bir tshirt aldı. Üst rafta katlı bir şekilde duran pantolonuna eli uzandığında, halsizlik ve bitkinliğinde etkisiyle başı dönüp gözü kararmıştı. Pantolonu ani bir çekişle almak zorunda kaldığı sırada dengesini kaybetmişti. Daha ne olduğunu bile anlayamadığı saliselerin oynama yaptığı o anlarda, pantolonuna takılan bir kutu yukarıdan aşağıya başına doğru sert bir iniş yaptı. “Ah!” diye inlerken, karardığı için kapatmak zorunda kaldığı gözlerini açıp başını ovalamaya başladı. Bu kutuda neyin nesiydi böyle? Yere saçılan fotoğrafları gördüğün de yüzünde buruk bir tebessüm oluştu. “Bu resimler, Cemre’m, karım, ömrümün tek gerçeği,” diye fısıldamıştı. Toprak, yere dökülen fotoğrafları kutuya geri yerleştirirken, elinde tuttuğu kutu ile yatağa doğru yöneldi. Cemre olmadan ona pek de rahat olmayan yatağa otururken fotoğrafları tek tek her bir küçük ayrıntısını dahi incelemeye başladı. Yaşadığı anlardan oluşan, resmen geçmişte kalan güzel zamanlardan koca bir geçit açılmıştı sanki hayatına… Düğünleri, balayları, evlilikleri ve daha bir sürü fotoğraf ve ona gülen gözler ile bakan, aşkı yaşatan kadın. İçi dağlanıyor, ruhu acısından kaynıyordu artık… Bu nasıl bir şeydi böyle? Resimlere bakarken, eli ona tanıdık, ama varlığını çoktan unutmuş olduğu bir şeye takıldı. Hayatının kadınını ona getiren zarf, içinde bulunan, babasının vasiyetini gördüğünde içinde farklı bir kıpırdanma hissetti. Aylar öncesindeki tüm yaşananları düşündü. Bu vasiyetleri alıp yola çıkışını… Elinde üç vasiyet, Trabzon ve bir dağ kızı… Aklına gelenler, yüzünde bir tebessüm oluştururken, yaşananlar aklına geldikçe içinde bir sıcaklık ve şefkat peyda oluyordu. Düşünüyordu, o yola ne için ve nasıl çıktığını? Biri ona böyle bir sebepten, böyle bir evlilik yapacaksın deseler güler geçerdi herhalde… Eline aldığı mektuplara bakarken, bu vasiyetlerin eline ilk geçtiği an geldi adamın aklına, öfkeden deliye dönmüştü. İlk vasiyeti okuduktan sonra yola çıkmış ve Trabzon’a ikinci vasiyeti ait olduğu yere Cemre’sinin babasına götürmüştü. Ve üçüncü vasiyet, evlendiği zaman babasının oku diye bıraktığı… Durun bir dakika ya, babası ona bir vasiyet daha bırakmıştı ve Toprak Cemre’ye kavuşmanın sarhoşluğu ile bunu tamamen unutmuş ve okumamıştı. Hayalini kurduğu Cemre’sine kavuşunca, gözü mutluluktan ve aşktan kör olmuş, yaşadığı huzura kaptırmışken o kendini bile unutmuştu. Olanları düşündüğünde yüzünde oluşan şefkatli gülümsemeye, ona haram olan tebessüme engel olamamıştı. Onsuz yüzünde oluşan tek bir gülümseme, dudaklarının yukarıya doğru tek bir kıvrılma hareketi haramdı ona… Helali yanında olmadan her şey haramdı, yasaktı Toprak’a… Hakkı yoktu onsuz tek bir gram mutluluk kırıntısına… Zihnimde yaşadığı karmaşıklık ve bulanıklığı yok saymaya çalışarak eli ilk önce babasının bıraktığı ilk vasiyeti tekrar okumak istedi. Şu an babasının desteğine ve onun cümlelerine o kadar ihtiyacı vardı ki… Aylar öncesinde öfke ile okuduğu vasiyeti şimdi de Cemre’sine âşık ve onun yokluğunda acı çeken bir adam olarak okuma isteğine engel olamadı. Kim bilir belki aylar sonra Cemre’si ile el ele tekrar birlikte okurlardı bu vasiyetleri, kim bilir? Olamaz mı? Toprak’ın babasının ölümün ardından okuduğu ilk vasiyet Oğlum, Toprak’ım… Eğer bu mektup senin eline geçtiyse beni çoktan toprağın altında bırakıp gelmişsinizdir. Şimdi bunları yazmak bana o kadar çok zor geliyor ki, nereden başlayacağım, nasıl anlatacağımı açıkçası bilmiyorum. Bunca yıldır anlatmadığım gerçekler ile yüzleşmek sana zor, bir o kadar da ağır gelecek belki, ama asıl köklerinin, soyumuzun nereden geldiğini daha yeni öğrendiğin için belki de bana çok kızacaksın ama şartlar bunu gerektirdi oğlum… Sen benim tek çocuğum, en değerli varlığım, göz bebeğim, mirasımın tek varisisin… Her baba gibi senin her anında yanında olmak için elimden gelen her şeyi yapmış olsam da şu anki durumum bundan sonra yapamayacağımı gösteriyor, içimde büyük bir eziklik var oğlum, kim ne derse desin hissediyorum ve fazla zamanım kalmadı. Hepimizin elbet bir gün gideceği yere ben galiba biraz erken çağırılıyorum. Annene sakın kızma, seni son ana kadar çağırmamasını ben istedim. Sen benim kıymetlimsin, yüreğin benim son hallerimi görecek kadar acı çekmeye hazır değil, bunu o kadar çok iyi biliyor ve seni o kadar çok iyi tanıyorum ki… Gözünün önünde acı çekmemi, elinden bir şey gelmeyeceğini bile bile elinin kolunun bağlı çaresiz kaldığını görmeye, bunu sana yaşatmayı istemedim. Beni hep son halim ile, gülen yüzüm ile hatırla istedim, hatıralarında hep gülen bir babayı hatırla istedim. Belki bencillik belki de fedakarlık artık orası sana kalmış oğlum ama bil ki yaptığım yada yapacağım her şey sen anlamasan da senin iyiliğin için bunu asla unutma… Senin adını neden Toprak koydum hiç merak ettin mi? Aslında hiç merak etmedin biliyorum. Ama yine de bunu bir görev olarak gördüğüm için senin merak etmediğin bir takım gerçekleri açıklama zamanı geldi de geçiyor. Oğlum, senin adını Toprak koydum, çünkü toprağıma, memleketime olan özlemimi senin adını her andığımda daha iyi hissetmek ve bir nebze de olsa bu özlemi dindirmek için adını Toprak koydum. Biz aslen Trabzon’luyuz, yani Karadenizliyiz, senin inatçı ruhunun nereden geldiğinin açık bir görüntüsü aslında bu gerçek… Karadeniz’in hırçın dalgalarının asiliğini ve inatçılığını senin ruhun almış. Elimden geldiği sürece doğru bir adam olarak yaşamaya çalıştım. Elleri öpülüp, baş tacı yapılacak olan kadını, yani anneni çok sevdim. Gücüm yettiğince ona da sana da yetmeye çalıştım. Ama takdiri ilahi, insanoğlunun da gücünün yetemeyeceği şeylerin olduğunu anladığım ve öğrendiğim anda sana bu mektubu yazmaya karar verdim. Oğlum senden son bir isteğim var. Bunu asla bir dayatma olarak görme, çünkü senin mutluluğun diğer tarafta benim huzurumu sağlayacak. Trabzon’da Hasan Beyter adında can dostum, kan kardeşim var. Bıraktığım mektuplardan üzerinde adı yazılı olanı ona götürmeni istiyorum. Mektubu okuduğunda Hasan sana gerekli açıklamaları yapacaktır. Ve onun kızı Cemre… Benim pamuk yürekli prensesim ile evlenmeni istiyorum. Şayet bir sene içinde benim pamuk yürekli prensesim ile evlenmez isen tüm mirasım hayır kurumlarına bağışlanacak… Dayatma yok oğlum tercih senin ve unutma senin baban asla senin kötülüğünü istemez, seni mutsuz edecek hiçbir şey yapmaz.
Seni Senden Daha Fazla Düşünen BABAN Hulusi… *** Şimdi babasının ne demek istediğini çok daha iyi anlıyordu. Onu ondan iyi tanıyıp daha fazla düşünen babasının ne demek istediğini şimdi daha iyi anlıyordu. Toprak’ın evlenmesinin ardından okuması gereken ama unutulan vasiyet Canım oğlum, Bu mektubu okuyorsan adım gibi eminim ki şu an Cemre’ye sırıl sıklam âşık olmuş, mutluluktan havalara uçuyorsundur. Onun senin için ne kadar doğru bir insan olduğunu anlayalı o kadar çok uzun zaman oldu ki, Trabzon’a her gittiğimde Cemre’yi her gördüğümde sizin karşılaşmanızın nasıl olacağını hep hayal eder dururdum. Onun seni nasıl dize getireceğini, senin onun peşinden nasıl deli divane dolaştığını o kadar çok görmek isterdim ki ama ruhum hep sizin yakınlarınızda mutluluğunuzu huzur içinde izler halde olacak emin ol… Oğlum, ne kadar evlenmiş olsanız da belki de bir babanın evlenen oğluna vermesi gereken öğütleri bu şekilde vermem çok tuhaf ama zamanım yok ve bu mutlu gününüzde yanınızda olamayacağım, bu yüzden bu mektup aslında sana zamanı geldiğinde yapmam gereken babalığın yazılı hali… Toprak’ım, benim dünyalar güzeli pamuk yürekli prensesim ile bugün itibariyle evlenmiş bulunmaktasın. Onun sana eş olarak seçtiğimde, birbirinizden tamamen habersizdiniz. Çok farklı gözükseniz de aslında ne kadar birbirinizin aynısınız bir bilsen… Bunları hep yaşadıkça öğreneceksin, onu daha iyi tanıyacaksın… Cemre, senin bugüne kadar tanıdığın kızlardan tamamen farklıdır. Sakın onu diğerleri ile bir tutma yada karşılaştırma gafletinde bulunma, inan böyle bir durumdan sen zararlı çıkarsın, canını yakar oğlum… Cemre, sıradan kızların zincirini kırıp o halkalardan kendini çıkaran nadide varlıklardan biridir. Onun kale gibi sert görünüşüne, sivri diline, çelik bakışlarına asla aldanma… Onun sert görünüşünün ardında kırılgan bir yürek, sivri dilinin ardında dillendirmeye korktuğu aşk sözcükleri, çelik bakışlarının ardında onun şefkatli bakışlarını hak edecek adamı bulma arzusu vardır. O çok özel bir kızdır, sevmeye, sevilmeye ihtiyacı olan bir kızdır. Asla sevdiğinden, sevgisinden daha az bir sevgi kabul edemez. Güvenmek, güvenilmek ister, şüphe ise onu yerle bir eder. Değer verir, değer verdiği uğruna kıran kırana mücadele eder, kaybetme korkusu ve kıskançlık ile yapmayacağı şey yoktur. O bekler, bazı şeylerin zamanını bekler ve eğer o bir noktaya ulaşırsa ona asla ulaşamazsın. Sana baba nasihati oğlum, onu asla vazgeçme noktasına getirme, eğer Cemre o noktaya ulaşırsa onu ilk tanıdığın andaki, çarpıp yerlere serildiğin sert duvarları yerine on kat çelik duvarlar çekilir ve asla ona, onun bakışlarına ulaşamaz, yüreğine dokunamaz, varlığını asla hissedemezsin. Biliyorum, sen onu seviyorsun çünkü o seni ruhu ile sevebilecek bir kız ve senin de tek ihtiyacın olan paran için değil ruhun için seni seven, senin yanında olan bir kız… O kız da Cemre’den başkası değil ve onun gibisini asla bulamazsın, onun dışında bir başkası da seni asla mutlu edemez. Onun değerini bil oğlum ve asla onu vazgeçme noktasına getirme… O senin değerlin ve sen onun vazgeçilmezi olacaksın. Bir ömür sevdiğin kadın ile mutluluklar oğlum, pamuk yürekli prensesime iyi bak, önce Allah’a sonra birbirinize emanet olun evlatlarım. Sizi Sizden Daha İyi Tanıyan BABANIZ Hulusi… *** “Babam, benim babam… Bizi bizden daha iyi tanıyan babam, ben değerlimi kaybettim, vazgeçilmezi olmak isterken ben onu vazgeçme noktasına getirdim. Ve dediğin gibi ben ona ulaşamıyorum baba… Allah beni kahretsin,” diyerek hıçkırıkları arasında boğulup feryat figan bağıra çağıra ağlarken, bir yandan da eline geçen her şeyi bir bir fırlatmaya, gözünün gördüğünce etrafı hıncını alırcasına dağıtmaya başladı. Umut, odaya hiddetle dalmış adamı omzundan sarsarak onu girdiği sinir krizinden çıkarıp kendine getirmeye çalışıyordu. Kendine gelmek istemeyen adamın bedeni, acılar içinde yoğrulan ve yok olmak isteyen, darmaduman olmuş ruhunu acıdan kavrulan yüreğini kendine getirmeye çalışıyor ama onun kendine gelmeye pek de mecali kalmamıştı artık... “Neredesin be gece gözlüm? Nasıl bir anda yıldızlar kadar ulaşılmaz oldun? Nasıl bir anda varlığını benden çekip aldın? Buna dayanabileceğime nasıl inandın, nasıl dayandın beni bu halde böyle bırakmaya…” diye adam artık haykırıyordu. |
0% |