@ugurluay
|
48.BÖLÜM(***İşaret***) Etrafın zifiri karanlığı Toprak’ın gözünü boyarken, görebildiği tek şey gökyüzünün karanlığına inat parlaklığı ile ışıltısını bir an olsun eksiltmeyen yıldızlardı… Gökyüzünün gerdanını süsleyen binlerce yıldız, adamın gözlerine ışık olmuş yolunu aydınlatıyordu. Nerede olduğunu, buraya nasıl geldiğini, dahası buranın neresi olduğu hakkında en ufak bir fikri dahi yoktu. Büyük bir arazide, ayakları çırılçıplak adım attığı anda ayaklarına binlerce diken batıyor canı yanıyor, ayaklarından acımasızca kırmızı sıcak sıvının akması adamın nefesini kesiyor, bu acı adım atmasını engelliyordu. “Lanet olsun! Benim burada ne işim var. Kim getirdi bu dikenli yere beni?” İçinden binlerce küfürü canının acısıyla sesli haykırırken, gecenin karanlığında, bilinmezliğin ufkunda duyduğu bu ses, Allah’ım şu an aklını yitirmiyorsa duyduğu bu ses onun ömrüme aitti. “Kadınım, Cemre’me aitti.” “Toprak…” Ses adamın kulaklarında ahenkle dans ederken, Toprak’ın ruhu onun sesiyle şimdiden sarhoş olmuştu. Onun özlemi o kadar yakıcıydı ki sesini duyması bile Toprak’ı ne hale getirmişti. Cemre’yi o kadar çok, öyle derinden özlemişti ki, bu özlemin bir telafisi yok, bu yaşadığının bir tarifi yoktu. Cemre’nin sesini duyar duymaz, nereye gittiğini bilmeden, canının acıyacağını bile umursamadan attı o adımları sonunu hiç düşünmeden, belirsizliğe doğruydu her adımı… “Cemre neredesin?” Toprak’ın haykırışı yürekleri dağlarken, etrafın karanlığı, gözlerinin acizliği, sesin geldiği yönü keşfetmeye çalışan ruhunun ıstırabı… Bu nasıl bir kederdi böyle, içinden çıkılamayan nasıl bir cehennem? “Toprak, çabalama beni göremezsin, uğraşma bana ulaşamazsın.” Cemre’nin sesi o kadar yorgun, o kadar bitkin ve o kadar yıkılmış geliyordu ki sesinin bu halde çıkmasına sebep kendisi iken genç kızın yüreğini nasıl bir enkaza çevirdiğini, gözlerinde nasıl bir yıkıntı oluşturduğunu adam görmeye hazır mıydı? Bilmiyordu. Toprak, nasıl bir yaratıktı ki böyle, kadınım dediği ömrünü ne hale getirmişti. Canının acısına aldırmadan deliler gibi “Cemre,” diye haykırıyor, ayaklarına dikenlerin batmasını umursamıyordu. Yüreği paramparça olmuş, ruhu onun sesi ile yerle bir olmuşken, ayağına batan ufak bir iki dikenin, akan kanın ne önemi vardı ki? Çılgınlar gibi gözünün görmediği dikenli arazi içinde koşarken, sesin geldiği yön her defasında değişiyordu. Allah kahretsin, kafayı yemek üzereydi, neler oluyordu böyle? Cemre neredeydi? Neden çıkmıyordu ortaya, görmüyor muydu ne halde olduğunu? Toprak’ın soluğu kesilmiş, dizlerinin üzerine apansızsa çökmüş, gözyaşlarının ona eşlik etmesi ile haykırıyordu. “Cemre’m çık ortaya, izin ver sana ulaşmama, yalvarırım. Özür dilerim Cemre’m, yaptığım, söylediğim, kırdığım, canını yaktığım için özür dilerim. Yalvarırım çık ortaya, neredesin, çaresizim, çık ortaya, ölüyorum görmüyor musun? Seni bulamamak, sana ulaşamamak öldürüyor beni, tüketiyor, bitiyorum.” Toprak’ın sesi boğazında boğulurken, nefesi tükenmiş hıçkırıkları yankılanıyordu. Dikenli bir arazide Cemre’nin sesine ulaşmaya çalışırken, bir kez daha onun yoksunluğu ile can çekişiyordu. “Benden vazgeçme Toprak, asla vazgeçme.” “Senden asla vazgeçmem, neredesin Cemre’m, bana bir yol göster yalvarırım.” “Nerede olduğumu biliyorsun.” “Bilmiyorum. Kahretsin ki bilmiyorum.” “Buraya gel Toprak, hatanı telafi etmen için fırsatını kaçırma buraya gel.” “Cemre, nereye geleceğim, neredesin sen?” “Evliliğimizin başladığı, ruhumu ve kalbimi sana teslim ettiğim yere gel, buraya gel.” Bu kız neden bahsediyordu böyle. “Cemre…” “Aşkım ile aşkına teslim olduğum yere, yıldızların altında yaşadığımız teslimiyet gecesinin yaşandığı yere gel.” “Nasıl yani?” “Toprak, gel dediğin yerdeyim, gel dediğin yere gel.” “Cemre…” Toprak’ın sesi onun sesinin yavaş yavaş uzaklaşması ile bağırışları kulağı sağır eder gibi çıkarken, adamın gözleri artık yenik düşmüş, gücü tükenmiş, onun sesinin git gide uzaklaşması ile vücudunda nükseden kan revan içinde kalan ayaklarımın acısı, şiddetle zonklayarak çoktan onu ele geçirmeye başlamıştı. Toprak, titreyerek bu acıyı hissederken, biri tarafından omzundan sertçe sarsıldığını hissediyordu. Yer adamın ayaklarının altından kayıyor, gözünün görebildiği yıldızlar bir bir acımasızca gözlerinin önünden sökülüp alınıyordu. “Toprak, uyan artık,” diyen Umut onu omuzlarından sertçe sarsıyordu. Toprak, gözlerini açtığında Umut’un endişeli sesi ve Mira’nın kaygılı bakışları ile karşılaştı. Bu insanların hepten başlarına bela olup çıkmıştı. “Umut, ben neredeyim, neler oluyor,” diye kendine gelmeye çalışırken, Mira’nın derin bir nefes alıp verdiğini gördü. “ Cemre’nin fotoğrafları elinde odanın içinde seni sinir krizi geçirirken bulduk, doktor sana sakinleştirici yaptı. Bir süre rahat uyudun ama yine odandan haykırışlar duyunca yeni bir sinir krizi geçirdiğini düşündük, iyi misin?” Tabi ya gördüğü sadece bir rüyaydı ve şükürler olsun ki aklını başına getiren o rüyayı görmüştü. Ve kendine içten içe deli gibi kızıyordu. Bunu daha önce nasıl akıl edememişti. “Hiç olmadığım kadar iyiyim Umut,” dediği an ayağa kalkmış dolabın önüne giderek çoktan hazırlanmaya başlamıştı. Toprak’a hayalet görmüş gibi şaşkın ve ürkek bakan bu ikili, adamın aklının yerinde olmadığını düşünüyorlardı galiba, ama Toprak’ın aklı hiç bu kadar yerinde olmamıştı. “Toprak, gerçekten iyi misin sen? Ne yapıyorsun böyle?” “Gidiyorum.” Umursamazca söyledikleri onların aynı anda ve hiddetle koro halinde bağırmalarına sebep olmuştu. “Nereye?” “Cemre’min yanına,” işte bu cümle ortaya atılmış pimi çekilmiş bir bomba gibi düşerken, ardı arkası kesilmeyen binlerce soruyu da beraberinde getirdi. Onlar binlerce soruyu arka arkaya sıralarken, Toprak’ın düşündüğü tek şey bir an önce üzerini değiştirip, arabasına atlayarak soluğu Cemre’min yanında almaktı. Tek istediği onun nefes aldığı yere bir an önce ulaşmak, onun büyülü havasına kapılarak kendini onda kaybetmek ve kendini ona bir an önce affettirmek istiyordu. Canı pahasına sevdiği kadına, sevdiği adamı affettirecekti. Seven adamdı Toprak, seven ve asla ondan vazgeçmeyecek…
|
0% |